Prusa’dan Didyma’ya

Prusa’dan Didyma’ya

ESAT KAPLANŞükraniyeliler Kuzey Ege turuna çıkacak. Çoluk çocuk, Bursa’dan Didim’e, 4 gece 5 gün…

Profesyonel bir turizm organizasyonu değil bu. Ama daha önceki Akdeniz, Doğu Karadeniz ve Kapadokya gezilerinde olduğu gibi “kusursuz” olmalı! Onun için de “keşif gezisi” başlıca koşul…

Namazgahlı olsam da bu kez ben de varım keşifte.

Gezilip görülecek, öğrenilecek yerler belirlenecek; yeme içme ve konaklama noktaları kesinleştirilecek, anlaşmalar yapılacak; çocukların ve gençlerin deniz sefası ayarlanacak; belki her şeyden önemlisi “kilometre hesabı” tutulacak. Başka deyişle keşif, “az gezi, çok yol” olacak. Ama vaktim var. Saatlerin çoğu otomobilin içinde geçse de keşfetmeye hazırım.

İlk rota Bursa-Çanakkale.

Şükraniyelilerin İzmir yolu üzerinde kahvaltı edeceği yeri tespit ettikten sonra deniz, henüz Gönen’e gelmeden bütün kucaklayıcılığıyla sarıyor, “hoş geldin” diyor bize. Karabiga (Priapos) Kaleleri ve Kemer’deki (Parion) antik kalıntılara uzaktan el sallayıp hızla Lapseki’ye ulaşıyoruz:

Tarih, doğa, deniz/ İşte Lapsekimiz…”

Sabah çorbasını Lapseki İskelesi’nde içtikten sonra kısa süreli bir feribot yolculuğu bizi “kutsal” yarımadaya, Gelibolu’ya ulaştırıyor.

Yarımada’da bambaşka duygulara bürüneceksiniz.

Bizi çalıp çırpmaya gelenlerin de acıyla kahırla büyüdüğünü; hatta öldüğünü, dövüşte eşi olmayan Anadolu insanının barışta hemen boyun büktüğünü… ve Çanakkale’de toprağın çok, ama çok acıttığını, hem de çok acıktığını; ölümleri düşüneceksiniz. Sonra diyeceksiniz ki biz bu toprakları doyurduk, doyurduk, Kurtuluş Savaşı’ndan çok önce de doyurduk.

Ölümü düşüneceksiniz ve Erol Toy’un satırları eşlik edecek duygularınıza:

Toprak acıkır Hasan. Toprak da insanlar gibidir. Belirli bir süreç içinde acıkır. O zaman sürmek gerekir onu. Ekmek gerekir. Doyduysa ne ala. Doymadıysa daha ister toprak. Terini alır insanoğlunun. Yetmez. Tohumunu, emeğini alır. O da yetmez aslanım. Gayrı alacak bir şeyi kalmamıştır. Canını alır. Bir can yetmezse, pek çok can alır. Doyar toprak. Bir süre doyar aldığıyla. Sonra yine acıkır. (…) İşte ölüm, insanoğlunun bir lokma gibi, bir tohum gibi toprağa düşmesine benzer.” (1)

İşte bugün o tohumların aynı toprakta, kardeşçe, koyun koyuna yaşamalarına gülümseyecek, Atatürk’ün sözlerini anımsayacaksınız:

Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar!.. Burada bir dost toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Uzak diyarlardan evlatlarını savaşa gönderen analar, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim çocuklarımız olmuşlardır.”

Ölüm Gelibolu’da toprağın, çok, çok, ama pek çok acıkmasıdır. Belki de o yüzden orada toprağa basmayı bile “yazık” sayacaksınız, kıyamayacaksınız!..

Gelibolu’da toprak çok acıkmıştı, öyle acıkmıştı ki, bugün bir üniversite kenti edasındaki Çanakkale, artık sadece deniz kokuyor!..

… Ve deniz kokusu bizi Ege’ye çağırıyor. Gönül yorgunluğuyla geçen gecenin ardından yeni gün bizi Edremit Körfezi’ne davet ediyor.

Truva’yı selamladıktan sonra ilk durak Ege balkonu. Küçükkuyu’ya birkaç kilometre uzaklıktaki bu seyir tepesinden tüm Körfez’i görmek mümkün. Fotoğraf meraklıları için eşsiz bir mekan. Görkemli manzaraya bakarak yudumlanacak tavşan kanı çayın tadı da doyumsuz.

Zeytinyağının evrensel bir tat olmasından öte bir uygarlık anlamına geldiğini Küçükkuyu girişindeki Adatepe Zeytinyağı Müzesi’nde görmek mümkün. Tarihi sabunhane binasına kurulan müzede, hem zeytinyağı üretimi yapılıyor hem de zeytin, zeytinyağı ve sabun üretiminde yüzyıllardır kullanılan araç gereçler sergileniyor.

Buraya kadar gelmişken Adatepe Köyü’nü görmeden ayrılmak olmaz.

Küçükkuyu’ya 4 kilometre uzaklıktaki Adatepe’nin en önemli özelliği, özgün mimarisinin tam anlamıyla korunmuş olması. Huzur içinde gezdiğiniz köyün sessizliğini kuş cıvıltıları ve arada bir duyduğunuz inşaat sesleri bozuyor. O seslerin restore edilen bir taş binadan geldiğini bilmelisiniz. Burası 1989 yılından beri sit alanı, dolayısıyla bundan sonra da özgün mimari dokunun bozulması mümkün değil.

Bir zamanlar Türk ve Rumların bir arada yaşadığı Adatepe, uzun yıllar Çanakkale’nin en büyük ve en varsıl köyüydü. Öyle ki Küçükkuyu’da iki ayrı vakfı vardı köyün, biri ısınma ve aydınlatma diğeri de gıda giderleri için. Köyün tapulu malları olan bu vakıflar zamanla elden çıktı. Adatepe’nin bugünkü sakinlerinin çoğu yıllar önce burayı keşfeden İstanbul kaçkınları. 20 hane kalan Adatepe yerlileri, şimdilerde köyden biraz daha uzakta kurulan yeni bir mahallede yaşasa da zeytinciliğe devam ediyor, bir yandan da turizm hareketine katılıyor.”

Adatepe’yi Çınaraltı’ndaki Hurmalı Kahve’yi de işleten İsmail Batu’dan dinliyoruz. Batu, 1942 doğumlu, ama bu sizi yanıltmasın, o sadece 60 yaşında. Yaşı bundan sonra da pek ilerleyecek gibi görünmüyor, zaten buralarda 60’ı geçmez ki insan!..

Türkiye’nin oksijen deposu burası, ama… Oksijen düşmanlarının akıl almaz girişimleri moral bozuyor Kaz Dağlarında. Yeryüzü cennetinin altın hevesiyle “sarartılmasını” anlamak mümkün değil. Olsa olsa sadece kendini sevenlerin işi. Doğayı sevmeyen insanı, hayatı nasıl sever ki!

Öğle yemeği molası Ören’de. Burhaniye’ye bağlı bu şirin belde hayli düzenli ve olabildiğince temiz. Güzel ve küçük bir meydanı; meşe, iğde, ıhlamur ve bodur çam çeşitleriyle süslü ağaçlıklı yolları var.

Antik çağın en zengin kralı Krezüs’ün kardeşi Adramys’in kurduğuna inanılan Ören, anayasası, adalet sistemi ve limanıyla ünlü. Kumsalı da ayrıca övgü nedeni. Uzun ve geniş bir kumsal, doğal kaynaklarla beslenen tatlı ve buz gibi bir deniz. Efil efil esen rüzgar da cabası.

Ayvalık ve Cunda’yı bir başka Kuzey Ege turuna bırakıp rotayı Berlin Müzesi’nde sergilenen Zeus Sunağı’yla ünlü Bergama’ya çeviriyoruz. Önce Akrapolü, ardından Asklepionu gezeceğiz.

Akrapole çıkan virajlı ve dik yokuşa girmeden önce Bergama sakinlerinin Kızıl Avlu diye andığı Serapis Tapınağı’yla karşılaşıyoruz. İmparator Hadrianus döneminde kızıl tuğlayla inşa edilen tapınak Bizans döneminde kiliseye dönüştürülmüş, bugün de hala bir bölümü cami olarak kullanılıyor.

Bergama Akrapolü’ndeki gezi, yaya çıkılan kısa yokuşun ardından karşılaşılan Helenistik duvarlarla başlıyor, bir süre sonra da büyük bir meydan… İnsan ister istemez yüzyıllar önceyle bugünü kıyaslıyor!..

 

Bergama Akrapolü’nde dünyanın en dik tiyatrosu selamlıyor bizi. 10 bin kişilik tiyatronun sahnesinin yıkılmış olduğunu sanmak büyük bir yanılgı. Tiyatronun sunduğu manzara öyle görkemli ki yüzyıllar önce mermer bir sahne inşa edip manzarayı kapatmak istememişler, yerine sadece oyun günleri kurulup kaldırılan ahşap bir sahne kullanmışlar.

Bursa’da son yıllarda tarihi Hanlar bölgesinin gün ışığına çıkarılması için yapılan tartışmaları ve 500 küsur yıllık Koza Hanı’nın görkemli Taç Kapısı’nın bile hala ortaya çıkarılamadığını düşününce 21. yüzyılın bizden ne kadar utandığının düşünüyorum.

Akrapol’deki Atena Tapınağı ve ünlü Bergama Kütüphanesi’nin kalıntıları sizi ortasında tek bir ağaç kalan Zeus Sunağı’nın bulunduğu yere götürüyor.

Bugün Berlin Müzesi’nde sergilenen kalıntıları 1870’lerde Alman Arkeolog Karl Humann buldu. Bölgeye hakim tepedeki kalıntıları denize ulaştırmak için 20 kilometrelik bir tren yolu yaptıran Humann, kalıntıları 7 gemiye yükleyerek Almanya’ya taşıdı.

Yoksa kaçırdı mı demeliyim!

Bundan 13 yıl önce Uludağ Üniversitesi ve Alman Siegen Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen Türk-Alman Yaz Akademisi’nde bir konferans veren Kuzey Ren Westfalya Eyaleti Kültür Bakanı Anke Brunn’un sözlerini anımsadım.

Genç bir muhabir olarak izlediğim konferansta Alman Bakan, Zeus Sunağı’yla ilgili sorulara önce “Türkiye’ye getirilmesinin önünde bir engel yok” demiş, arkasından da asıl bombayı patlatmıştı:

Zeus Sunağı kalıntılarının Almanya’ya götürülmesinin tarihi eserlerin bugüne taşınmasına katkı sağladığı gerçeği de göz önünde tutulmalı. Kalıntılar Almanya’ya götürülmeseydi, Türkiye’deki bu tarihi eserler belki de kireç yapımında kullanılacaktı.” (2)

Tarih koruma bilincimizin yeni yeni yeşerdiğinin farkındayız, ama bu, “tarihin yerinde güzel” olduğu gerçeğini değiştirmiyor!..

Kuşkusuz en anlamlısı tarihsel mirasın ait olduğu topraklarda korunması…

Neyse ki Akrapol’den ayrılıp Asklepion’a ulaşınca neşemiz yerine geliyor. Burası antik çağ hastanelerinin en önemlilerinden biri. Ünü bu hastanede kimsenin ölmemesinden geliyor. Nasıl mı?.. Çünkü zaten ölümcül hastalar bu hastaneye giremiyor! Kapısında “Tanrılar adına ölüm buraya giremez” yazan Asklepion’da hastalar su, güneş ve uyku terapileriyle yeniden zinde bir vücuda ve dingin bir ruh yapısına kavuşuyor.

Asklepion’da aldığımız morali bozmamak için Yortanlı Barajı’nın suları altında kalan Allianoi Antik Kenti’ne uzaktan veda ediyor ve rotamızı Foça’ya çeviriyoruz.

Tarih boyunca Ege’nin en korunaklı limanlarından biri olan Foça’nın şansı, karadan ulaşımın uzun ve son yıllarda biraz düzelse de yolunun iyi olmaması. Ancak Türkiye gerçeği burada da değişmiyor. Bir yere ulaşmak ne denli güçse sizi mutlaka müthiş bir güzellik bekliyor.

Birbirinden güzel taş evlerin yan yana dizildiği güzelim Foça’da, mimari doku olabildiğince korunmuş, doğası neyse ki saklı kalmış!.. Antik Foça’dan geriye fazla bir şey kalmamış olsa da yamaçlardaki eski Rum evlerinin kalıntıları, Lidyalılar’ın bıraktığı anıt mezar, Osmanlı köprüsü, küçük bir tiyatro… Foça’nın önemi konusunda fikir veriyor.

Foça deyince denizden ve foklardan söz etmemek olmaz. Belki biraz soğuk deniz, ama hava yeterince sıcak. Üstelik Mersinaki olarak adlandırılan ve 20 kilometre boyunca devam eden sıra sıra koylar doyumsuz bir manzara sunuyor.

Foça’nın adını aldığı Akdeniz fokları Siren Kayalıkları’ndaki mağaralarda yaşıyor. Kayalıkların yakınından geçmek, çevrede yüzmek ve bölgede avlanmak yasak!..

Foça’da gün batımından önce deniz sefası yapıyoruz. Deniz mükemmel!.. Üstelik soğuk sularda kulaç atarken martılar da eşlik ediyor bize…

Koyda gün batımının ardından sakin, mutlu, huzurlu bir akşam başlıyor. Foça’nın ışıl ışıl sessizliğinde taze deniz levreklerine elbette rakı eşlik ediyor. Anason kokusuyla iyot kokusunun birbirine karıştığı masada, taze deniz börülcesi, hamsi turşusu ve yoğurtlu semiz otuna ince kıyılmış roka salatası eşlik ediyor.

Foça’da akşam hızla geceye dönerken Meşhur Girit Sakız Dondurması’nın tadına bakıyoruz. Dondurma ustası Nazmi Altıntaş, “Sakızlı dondurma var mı?” sorusu karşısında tatlı sert bir edaya bürünüp “Olmadığı gün kapatırım bu dükkanı” diyor. Üstelik bu tarifsiz lezzetin hammaddesi sakızı karşı yakadan getirtiyor Nazmi Usta.

Sakız tadı hala damağımızda biz yine yollardayız. Keşif gezisinin üçüncü durağı Selçuk. Önce dillere destan Şirince’deyiz. Bursa’nın Cumalızık’ını andıran Şirince’ye dik yamaçlara kurulan zeytinlikleri izleyen 8 kilometrelik bir yoldan çıkıyoruz.

Söylenceye göre Efes’in dağılmasından sonra dağa çıkan küçük bir grup kurar Şirince’yi… Zaman içinde köy Rumların iskan alanı olur, ancak kıyıdan uzak durmaya alışkın olmayan Rumlar, pek beğenmez ki buraları “Kirkince” derler köylerine. Böylece Türkçe’ye “Çirkince” diye bir köy adı girer. Kurtuluş’un ardından yaşanan mübadele sürecinden Çirkince de etkilenir. Selânik, Kavala ve Provusta’dan gelen Türkler buraya yerleştirilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında köyü ziyaret eden  dönemin İzmir Valisi Kâzım Dirik Paşa, “Böyle güzel bir yer Çirkince olamaz, olsa olsa Şirince olur” diyerek köyün ad serüvenine son noktayı koyar.

Tarihi evlerinin tamamının yüzünü güneşe çevirdiği Şirince’de dolaşırken Cumalıkızık’ın ya da Misiköy’ün sokaklarını anımsamamak elde değil. Şirince’nin ünlü meyve şaraplarını tadarken de karadut, böğürtlen ve yaban mersini şaraplarını çantamıza koyarken de aklımızdaki temel soru şu: Misiköy’ün şarabı da ünlü, ama tadı nasıl?.. Bilmiyoruz!..

Meyve şarapları bir yandan simgesi haline gelmiş Şirince’nin bir yandan da bambaşka bir sektör gelişmiş.

Şirince’ye veda çaylarını köyün girişindeki eski okulun bahçesinde içiyoruz. Şimdilerde restaurant ve şarap evi olarak hizmet veren bina iki katlı taş bir yapı. Hayli geniş bahçesindeki mermer çeşme de dikkat çekici.

Yeniden Selçuk’tayız ve 3 kilometrelik keyifli bir yolculuk bizi Hristiyanlarca kutsal kabul edilen Meryem Ana Evi’ne götürüyor.

Yemyeşil çam ormanları arasındaki kutsal mekan, 19. yüzyıl sonunda bir Alman rahibeye gelen vahiy sonucu bulunmuş.

Hristiyanların hac ve adak merkezi olan Meryem Ana’dan ayrılırken, Arapların Müslümanların haccını kapsamlı bir turizm hareketine dönüştürdüğünü düşünerek, bölgenin turizme yeterli katkıyı sağlayıp sağlayamadığını sorguluyoruz.

Kısa bir süre sonra yüzyıllar önce herkesin yaşamayı düşlediği kent olan Efes’teyiz. Turistlerin tüm Yunanistan’da gezdikleri arkeolojik kalıntıların toplamının bile bu kadar olmadığını söyledikleri Efes’te…

Üst kapıdan girdiğimiz Efes’te bizi Meclis binasının kalıntıları karşılıyor. Yüzyıllar önce yaşam sürülen bir kentte Meclis binasını görünce bizim demokrasimiz fazla olgun bile geliyor.

Efes’in Kuretler Caddesi kent yaşamının can damarı olmalı. Tapınakları, anıt çeşmeleri, heykelleri ve sunakları derken Efes’in ünlü yamaç evleri bekliyor bizi. Yamaç evlerinin bir bölümü kalıntı halinde. Bir bölümü ise 1960’larda başlayan çalışmalarla özenle korunuyor. Yamaç evlerini gezebilmek için ek ücret ödemek can sıkıcı olabilir. Ancak yerlerdeki mozaikler hayranlık uyandırıcı, duvar ve tavanlardaki fresklerse Romalıların evlerini nasıl dekore ettiklerine dair fikir veriyor.

Yamaç evlerinden hemen sonra ünlü Celsus Kütüphanesi var. Restore edilerek ayağa kaldırılmış hali bile öyle görkemli ki!..

Ve 24 bin kişilik görkemiyle Efes Antik Tiyatrosu… Sahnesinden yukarı bakarken, herhangi bir sırasında otururken ya da kulislerinde dolaşırken, ister istemez bugünü sorguluyorsunuz.

Efes İpek Yolu’nun Asya karasındaki son noktasındaydı. Uzakdoğu’dan gelen malların batıya ihraç edildiği bir ticaret merkezi olması nedeniyle de son derece varsıl bir kentti. Efeslilerin refah bir yaşam sürdükleri açık, bu varlığı kente ve kent yaşamına en doğru şekilde aktardıkları da. Peki, günümüzün en varsıl kentlerinde ne kadar kolay, ne kadar lüks bir yaşam var?

Efes’ten sonra rotamızı Didim’e çeviriyoruz. Turumuzun üçüncü gününde, yazları Türklerden çok İngilizlerin yaşadığı Didim’de konaklayacağız.

Altınkum kumsalı övüldüğü kadar güzel. Ancak benim gibi engin sularda kulaç atmayı sevenlerdenseniz, olabildiğince sığ olan deniz size göre değil.

Didim’in rengarenk kordonu lokantalar, türkü evleri, barlar ve hediyelik eşya satıcılarıyla dolu. Bir gece önceki huzurlu Foça akşamıyla kıyaslamak olanaksız benim için. Altınkum’un uzun kordonunda ilerlerken türküden rock’a, jazz’dan fasıla uzanıyor kulaklarınız, ancak hiçbirinin izi kalmıyor usunuzda. Bazı barlarla oteller bahçelerinde Türk geceleri düzenliyor, ses son derece rahatsız edici. Çoğu Doğu ve İç Anadolu’dan gelen genç otel ve bar çalışanları, anlamsız figürlerle dans ederek yavaş yavaş Didim’e akmaya başlayan İngiliz turistleri eğlendirmeye çalışıyor. Turistler hayli eğleniyor, üstelik ülkelerine döndüklerinde yaşadıkları bu anlamsızlığı anlatırken daha çok eğlenecekler!

Geceleri hayli hareketli Didim’de, ancak bizim gündüzümüz daha zevkli olacak. İlk durak Apollon Tapınağı. Batı Anadolu kıyılarının en etkileyici bağımsız anıtı olarak kabul edilen tapınak, bilicilik merkeziydi. Antik Didyma, bir yerleşim merkezi değil antik dünyanın en önemli üç kehanet merkezinden biriydi. Krallardan çobanlara kadar herkes bilici tanrı ve kahramanlara danışmak için buraya akın ederdi. Apollon Tapınağı’ndaki rahiplerin ne zaman evleneceğini merak eden genç kızlara da savaşa girse kazanıp kazanmayacağını soran krallara da bir yanıtı vardı ve her yanıtın da bir bedeli…

Didim antik kalıntılar açısından bir hayli zengin. Çevrede görülebilecek Milet ve Priene gibi iki kent daha var. Ancak rotamız bu kez Akbük..

Didim’den yaklaşık 20 kilometre uzaklıktaki Akbük, güzel sahili ve irili ufaklı koylarıyla tam bir tatil merkezi. Ne yazık ki kentleri kangrene çeviren çarpık yapılaşmadan Akbük de nasibini almış. Adeta yer gök tatil sitesi. Çoğu bakımsız, bir bölümü terk edilmiş, bazılarının inşaatı yarım kalmış.

Bursalı dostların Koza Hanı’ndan esinlenerek Akbük de inşa ettiği Aydın Hanı’nda yemek molası veriyoruz önce. Ardından Akbük’te kısa bir gezintiye çıkıyor ve Rumlardan kalan tarihi kiliseyi geziyoruz.

Kuzey Ege’de son saatler masmavi Akbük koylarında gezinin hiç bitmemesi dileği eşliğinde kulaçlar atarak geçiyor.

___

1 Erol Toy, Toprak Acıkınca (İkinci basım, İstanbul: Yazır Matbaacılık, 1977) c. 2, s. 265.

2 Olay Gazetesi (24 Eylül 1995), s. 2.

YORUMLAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir