-
ORHAN KEMAL – 2 HAZİRAN 1970
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in 13 yıl yüreğinde taşıdıktan sonra yazdığı şiirin adıdır: “Haziran’da Ölmek Zor”. Nazım Hikmet’in ölümüyle oluşmaya başlayan dizeler, başka bir dostunun, Orhan Kemal’in ölümüyle kağıda dökülmüş ve onun güzel anısına adanmıştır.
“sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!”Hasan Hüseyin’in bu şiirini ithaf ettiği Orhan Kemal de 2 Haziran 1970’te öldü. Son iki yıldır sağlığı ciddi bir şekilde bozulan Orhan Kemal, hem gezi hem de tedavi için gittiği Bulgaristan’da yaşamını yitirdi. 6 Haziran’da cenazesi özel bir arabayla Kapıkule sınır kapısına getirildi. Eski arkadaşlarından bir grup onu karşıladı ve İstanbul’a kadar arabasına eşlik ettiler. Ertesi gün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi. O da şiirle başlamıştı edebiyata, Nazım Hikmet’in yönlendirmesiyle düz yazıya geçmişti.
-
AHMED ARİF – 2 HAZİRAN 1991
Ahmed Arif de öldü aynı gün, 2 Haziran 1991’de. Dağların, Anadolu’nun ve sevdanın ozanıydı.
-
NAZIM HİKMET – 3 HAZİRAN 1963
Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963 sabahı kapıya bırakılan gazete ve mektupları almak için yatağından kalktı. 1952’de geçirdiği kalp krizinden sonra hasta bir kalple yaşamaya alışmıştı belki. Bursa Hapishanesi’nde geçirdiği yıllardan beri biliyordu kalbinin durumunu. Yine de son yıllarda ölüm daha bir düşüyordu aklına ve dizelerine…
Ölümünden birkaç ay önce yazdığı şiirde şöyle diyordu:
“Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü
kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
Merdivenler daracık”Kapıdaki gazeteleri aldıktan sonra kalbi durdu. Sessizce öldü.
-
AHMET HAŞİM – 4 HAZİRAN 1933
Ahmet Haşim, uzun bir süredir kalp ve böbreklerinden rahatsızdır. O gün öğleden sonra birden yatağından fırlar. Doktoru gideli yarım saat olmuştur. Yeni evlendiği eşi Güzin Hanım çıplak ayakla yere bastığını görerek ayağına terlik vermek ister. Haşim, terlik giymenin sırası olmadığını söyleyerek yatağa düşer; ölmüştür.
-
CAHİT ZARİFOĞLU – 7 HAZİRAN 1987
1950’li yılların ikinci yarısı, Kahramanmaraş Lisesi… Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu, Rasim-Alaaddin Özdenören kardeşler ve sonradan aralarına katılan Mehmet Akif İnan… Yedi Güzel Adam. Cahit Zarifoğlu’nun yoksul evinde şiir günleri düzenlediler. İkinci Yeni şiir akımını benimsediler. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar’ın şiirlerini gece gündüz demeden, bıkmadan usanmadan birbirlerine yüksek sesle okudular. Zarifoğlu’nun kırık penayla çaldığı gitarı soluksuz dinlediler.
-
CEMİL MERİÇ – 13 HAZİRAN 1987
Cemil Meriç’in üslubuna yansıyan yalnızlık daha çocukluk yıllarında başlamıştır. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan Hatay‟a göç eder. Bu çevrede uyanan ilk yalnızlık ve yabancılık hislerini şu cümlelerle ifade etmektedir:
“Antakya’dan sonra Reyhaniye. Çerkez Mahallesi’ndeki ev. Bahçe, dere, mektep. Babamı yine akşamları görebiliyorum. Ablam Antakya’da okuyor. Ben yalnızım. Babam hep çatık kaşlı, annem hep mızmız. Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. şikayet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor… Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum.”
Uzun süredir gözlerinden rahatsızlık çeken Cemil Meriç, 1954 yılında miyop olan gözlerini bir kaza sonucu kaybetmiştir. Gündüzünü kaybeden kuş misali, gözlerini kaybetmek Meriç için büyük bir üzüntü kaynağı, bir yıkılış olmuştur. İntihar etmeyi bile düşünmüştür.
Doktorun “Gözlerinizin açılması mümkün değil” sözleri üzerine, eşi Fevziye Hanım “Cemil eşin olarak izin veriyorum, nereye gidersen git, yeter ki yaşa” der. Bunun üzerine Hatay’a gider, kaldığı otelin lokantasında Lamia Hanım’la tanışır, Jurnal’de yer alan mektupların başlangıcı o geceye kadar gider.
Lamia Hanım o günden sonra Cemil Meriç’in hayatından çıkmaz. Eşi Fevziye hanım bu ilişkiyi bilir, başlangıçta zorlansa da, sonraları eşinin hayatı sevmesi, karamsarlıktan kurtulması, üretmesi için bu aşkı kabullenir. Jurnal 2’deki mektuplar bu aşkın belgeleridir adeta. Bu mektuplar bize, aşkın yüceliğini, vazgeçilmezliğini ve sıcaklığını yaşatır. Taparcasına sevmek, dürüstçe sevmek, yüreğiyle aşkı büyütmek, doğrusu, ancak bu kadar mümkün olabilir…
“Arzularımı susturamıyorum. Şımarığım, yaramazım, alçağım. Sel yatağına çekilmedi henüz. Mektuplarınla yaşıyorum. Garip bir hayat bu, seninle yatıyor, seninle kalkıyorum, ama yine de mütehassir (hasret çeken, özleyen)im, yine de… Lamiam benim, bütünüm, kemalim, zindanımı aydınlatan ışık, gözbebeğim.
Dünya kapkaranlıktı, bir kâbusu yaşıyordum. Bir akşam sen belirdin ufkumda. Önce sesdin, ışıl ışıl bir ses. Sonra alev oldun. Şimdi şafağımsın, Lamiam.”“Yıllar pencerelerimizden kuşlar gibi uçup gidecek, biz, ölüm dudaklarımızda son şarkımızı yarıda bıraktığı gün aynı ürperti, aynı susuzluk, aynı hayranlık içinde can vereceğiz.”
“Sen benim vatanım, beşiğim, mezarım, kâinatım(sın).”
1984’te felç geçirdi, 1987 yılının Haziran’ında ise beyin kanaması geçirerek yaşama veda etti. Yıllar sonra yine yalnızlığıyla, “münzevi yalnızlığıyla” hatırlanacak ama giderek artan okurları sayesinde artık yalnız kalmayacaktı.
-
PEYAMİ SAFA – 15 HAZİRAN 1961
On dört yaşından itibaren tek geçim kaynağı yazı olan, tepkileri ve romanlarından daha roman olan hayatı ile, Peyami Safa da bir Haziran gününde yaşama veda etmiştir.
Hastalıklar ömrü boyunca yakasını bırakmamıştır. Hastalıklı bir çocukluk dönemi geçirmiş bu, onun bedenini zayıf bırakmakla birlikte edebi kişiliğinin gelişmesinde etkili olmuştur. 9. Hariciye Koğuşu’nda kendi hastalığını anlatmıştır. Hastalıkların ilerleyen yaşlarda da yakasını bırakmadığı Peyami, yakın dostlarına sürekli “Bende her hastalık var” demiştir. Hayatının önemlice bir kısmı hastane köşelerinde geçen romancı, tıp konusunda Prof. Dr. Ayhan Songar’ın da belirttiği gibi birçok doktoru aşan bir birikim, uzmanlık ve tecrübe kazanmıştır. Bunu kitaplarında da görmek mümkündür.
Annesini kaybeden Peyami, hayatına yeni bir yön çizmeye karar vermiştir. 1937 yılında amatör bir yazar olarak hikayesini göstermek üzere kendisini ziyarete gelen Nebahat Hanım’la tanışır ve evlenir. Evliliklerinin hemen akabinde Nebahat Hanım’ın bedensel ve sinirsel hastalıkları ortaya çıkar. Bu hastalıklar zaman içerisinde ilerler ve Nebahat Hanım yatalak hale gelir.
Tek çocuğu Merve Safa’nın, karaciğer iltihabından, 27 Şubat 1961’de Erzincan’da yedek subay olarak askerliğini yaparken vefat etmesi, zaten hayatı boyunca hastalık ve acılarla boğuşmuş olan Peyami için kaldırabileceği bir acı değildir. Zaten Peyami Safa yaklaşık 4 ay sonra Türk Düşüncesi dergisinde yazıları çıkan entelektüel sevgilisinin evinde 15 Haziran 1961’de yemekten sonra öksürük nöbeti tutar ve arkasından kan kusar. “İşte bu fena!” son sözleri olur.
-
HASAN İZZETTİN DİNAMO – 20 HAZİRAN 1989
Doğumundan ölümüne kadar bütün yaşamı acılar, yoksulluklar, işkenceler, sürgünler ve hapisler içinde geçti yazar-şair Hasan İzzettin Dinamo’nun.
Trabzon Akçaabat’taki mutlu çocukluğu kısa sürdü. Babası 1915’te savaşta ölünce, 6 çocuk ve annesi ile zor günler geçirdi. Bu nedenle 2 kız kardeşiyle beraber o zamanki adı Darüleytam olan öksüzler yurduna gönderildi. Ögretmenlik yaparken, komünizm propogandası nedeniyle 4 yıl hapis yattı. Hemen askere alındı. Ağır askerlik koşulları nedeniyle birkaç kez firar etti. Bu nedenle askerliğini yaklaşık 7 yıl yaptı.
Tezkereyi aldığında ne evi, ne aşı, ne işi vardı. Memleketinde kimse kalmamıştı. Seyyar fotoğrafçılık yaptı. Bir gazeteci arkadaşı vesilesiyle gazetede adab-ı muaşeret köşesini yazdı. Nazım Hikmet şiirlerinden sonra toplumcu şiirler yazmaya başladı. Tutuklanmalar, sürgünler, takipler, mahpusluklar hayatından hiç eksik olmadı. Ama o Menekşe’de kiraladığı gecekonduda hep yazdı. 9 roman ve şiirler… Kurtuluş Savaşı’nı “Kutsal İsyan” da, Çağdaşlaşma sürecini “ Kutsal Barış” da yazdı..
Bu zorluklarla dolu hayat, 20 Haziran 1989’da son buldu.
-
AHMET MUHİP DIRANAS – 27 HAZİRAN 1980
Edebiyatımızda Fahriye Abla şiirinin şairidir. Ama kendisi bundan hiç memnun değildir. Başka şiirlerinin yok sayılıp, sadece bu şiirle anılması onu üzüyordu. Hatta keşke yazmasaydım demiştir. Tabii şiirle ilgili başka şeylere de üzüldü.
Şiirdeki “En sonunda varmışsın bir Erzincanlı’ya” dizesi Erzincanlıları rahatsız etti. Dıranas bunun teknik bir nedenden olduğunu, bir önceki dizedeki delikanlıya sözüne kafiye olsun diye yazdığını söylese de anlatamadı. Hatta, şairin anma gecelerinden birinde eşi Münire Dıranas’a, Fahriye Abla’yı kıskanıp kıskanmadığı bile soruldu.
Şiirleri edebiyatın önemli isimlerince, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç tarafından küçümsendi. Manzume dendi. Şiirde iddiasızdı, ama resimde alabildiğine iddialıydı. Feyhaman Duran, Bedri Rahmi, Cemal Tollu, Hikmet Onat gibi ressamları acımazca eleştirecek kadar.
Soyadının yazımında da hep sorun yaşadı.
“Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan lavanta çiçeği kokan kederleri”, “Hoyrattır bu akşamüzerleri”, “Ey unutuş kapat artık pencereni” dizeleriyle de hatırlanacakken, Fahriye Abla’nın solmayacak gölgesiyle yetinmek zorunda kaldı.
71 yaşında 21 Haziran 1980’de Ankara’da hayata gözlerini kapadı.