Mehmet Emin Koşal
Mehmet Emin Koşal
e-posta: YAZARIN TÜM YAZILARI

İran-İsrail Geriliminin Mezhepsel ve Stratejik Anatomisi

“Tarih, bir silah sesiyle başlamaz; bir dua, bir yas ya da bir yeminle başlar.”
— Mahmoud Darwish

Orta Doğu’nun kalbinde yeniden bir savaş yankılanıyor. Bu yalnızca füzelerin, radarların, hava savunma sistemlerinin savaşı değil. Bu, ideolojilerin, mezheplerin, tarihsel anlatıların ve kutsal kitapların savaşıdır. İran ile İsrail arasında 2025 yazında patlak veren doğrudan çatışma, diplomasiyle çözülebilecek bir anlaşmazlığın çok ötesinde: bu, teolojik bir tahayyülün, stratejik bir korkuyla çarpışmasıdır.

Devrimle Doğan Bir Rejim: İran’ın Ruhani Devleti

1979 İran İslam Devrimi yalnızca bir rejim değişikliği değil; aynı zamanda Şii teolojisinin siyasi bir rejime dönüşümüdür. “Velayet-i Fakih” doktrini, halkın değil; Tanrı’nın hukukunu en iyi bilen bir din adamının yönetime geçmesini meşru sayar.

Bu bağlamda, Ayetullah Ali Hamaney, yalnızca bir lider değil; aynı zamanda Şii metafiziğinin dünyevi temsilcisidir.Onun devlet vizyonu, modern ulus devletlerin akılla inşa edilmiş çerçevesinden çok, imamların masumiyetine, Hüseyin’in fedakârlığına, Mehdi’nin geleceğine dayanır.

Hamaney 2020’de şöyle demişti:

“İsrail, bizim gözümüzde bir ülke değil; zalimin sembolüdür. Ve biz zalimin karşısında olmak için yaratıldık.”

Bu söylem, klasik diplomatik dilin değil, devrimci inanç söyleminin dilidir. Bu nedenle İran’ın İsrail’e yönelik düşmanlığı politik olmaktan çok, varoluşsaldır.

IMezhebin Gölgesindeki Jeopolitika: Şii Hafızanın Siyaseti

İran’ın bölgedeki nüfuz mücadelesi, yalnızca reelpolitik üzerinden değil; Şii kolektif hafızanın direniş kodları üzerinden yürütülür. Kerbela, bu hafızanın kalbidir. Hz. Hüseyin’in adalet uğruna susuzluğa boyun eğdiği Kerbela Olayı, bugün Filistin’de, Gazze’de, Kudüs’te yeniden yaşanıyor gibi algılanır.

“Her gün Aşura’dır, her yer Kerbela.”
— Şii halk deyişi

İran’ın Hizbullah’a, Haşdi Şaabi’ye, Suriye ve Yemen’deki milis güçlere verdiği destek, bu dini-ideolojik çerçevede anlam kazanır. Onlar, sadece silahlı milisler değil; “mazlumların mücahit temsilcileridir.”

İsrail’in Varoluşsal Korkusu: Holokost’un Yankısı

İsrail’in İran’a dair endişesi, teknik değil tarihidir. Yahudi halkının binlerce yıl süren sürgün ve soykırım hafızası, İsrail’e hayatta kalmayı bir strateji değil, kutsal görev olarak empoze eder.

Eski İsrail Başbakanı Golda Meir’in şu sözü, bu ruh halini özetler:

“Biz barışı, düşmanlarımız çocuklarını bizim çocuklarımızı öldürmekten daha çok sevdiğinde kazanacağız.”

2025’teki “Yükselen Aslan Operasyonu”, İran’ın nükleer altyapısını hedef aldı. Bu saldırı sonrası Ayetullah Hamaney, “Eğer Kudüs düşerse, Mekke de güvende olmayacaktır” diyerek sadece İran’ın değil, tüm İslam dünyasının maneviyatını ateşlemeye çalıştı.

Tel Aviv’e düşen füzelerle, Tahran’ın semalarını delen bombardımanlar birbirini izledi. İki başkentte de insanlar sığınaklara indi. Ve şiir sustu.

Mesih Bekleyenle Mehdi Bekleyenin Savaşı

İsrail’de Mesih’in gelişiyle barışın geleceğine inanan Ortodokslar, İran’da Mehdi’nin zuhuruyla adaletin tesis edileceğini düşünen Şiilerle aynı psikolojik zeminde buluşuyorlar: her iki taraf da yeryüzünde adaleti kendilerinin temsil ettiğini düşünüyor.

Bu nedenle bu savaş, sadece silahlarla değil; kutsal metinlerin, kehanetlerin, tarihi kırılmaların savaşına dönüşüyor.

Ve Son Perde Yaklaşıyor

Tarih, tekrar kanla yazılıyor. Orta Doğu bir kez daha ateşin diliyle konuşuyor. Fakat bu kez kelimeler değil, kıyametin kokusu var havada. İsrail, yıllarca vekâlet savaşlarıyla kuşattığı İran’a bu defa doğrudan saldırdı. Gece yarısı başkent Tahran’a düşen füzeler, sadece bir ülkenin değil, tüm bir coğrafyanın kalbine saplandı.

Tarih, yine puslu bir sabahla uyandı. İsrail, bu kez pusunun içinden doğrudan İran’a yöneldi. Diller susarken füzeler konuştu. Tahran semaları yandıkça, sadece şehirler değil, sabırlar da tutuştu.

Ve bu kıvılcım, yeni bir yangına dönüştü.

Ama bazı yangınlar vardır ki yalnızca yakmaz; aynı zamanda karakterleri ortaya çıkarır. Bu da öyle bir andı.

Ve her yangının ortasında aynı fısıltı yayıldı: “Yeter.”

İşte tam o anda, beklenen sessizlik bozuldu. Türkiye, kendi toprak hafızasında taşıdığı Kudüs sevdasıyla İran’ın yanında yer aldı.

Pakistan, on yılların enkazından kalkıp direnişe bir omuz verdi. İki millet, mezhep değil mazlumiyet ortaklığında birleşti.

Ancak Arap coğrafyası, bu kez de tarihî suskunluğuyla tarihe not düştü. Körfez’in lüks saraylarında yankılanması gereken öfke, pahalı halılara gömüldü. Mescid-i Aksa’ya düşen her bomba karşısında dudaklar mühürlendi, başkentler sağırlaştı.

Bir zamanlar “ümmetin liderleri” olan bu isimler, şimdi sadece birer figüran. Sessizlikleri zulmün parçası, tarafsızlıkları ihanetten daha derin bir yara.

Ve tabii ki Amerika… Her zaman olduğu gibi ateşin değil, onu çıkaranın yanında saf tuttu. İsrail’in sırtını sıvazladı; hem maddi hem diplomatik zırhlar sundu.
Oysa artık çok geç.

Çünkü hakikatin çanları çalıyor.

Zira bu coğrafyada ne kadar güçlü zannederseniz zannedin, zulümle kurulan her tahtın altı çürüktür. Kudüs’ü kanla mühürleyenler, bir gün aynı toprağın adaletiyle yüzleşecektir. Tarih bunu hep yazdı; Firavunlara, Nemrutlara, Ebu Cehil’lere… İsrail de istisna olmayacak.

Barbarlık ne kadar büyürse büyüsün, bir gün sabır çatlar ve adalet doğar. O gün geldiğinde, haritalar değişir; isimler silinir; sancaklar iner… Ama mazlumun duası kalır geriye, Kudüs’ün ezanı, Tahran’ın direnişi, Gazze’nin yası kalır.

Ve İsrail bilmelidir:
Her zulmün sonunda bir Yusuf çıkar kuyudan.
Her yangının ardından bir Musa yürür denizi yarmaya.
Ve her Firavun, en çok kendi denizinde boğulur.

O Yusuf İran’dan çıkar mı, İsrail Basra kumunda boğulur mu bilinmez ama bir gerçek var ki ne İran eski İran olacak ne İsrail eski İsrail olacak.

Dünya insanlarının ve insanlığının İsrail ve bileşenlerinden kurtulması ümidiyle …

HABERLER