Babacan candan mı konuşuyor camdan mı?

Babacan candan mı konuşuyor camdan mı?

Sorunun yanıtını hemen vereyim: Hem candan konuşuyor hem camdan konuşuyor!

Ali Babacan, Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) Genel Başkanı olarak ilk kez Bursa’daydı. Önce basınla buluşmasında ardından da İzmir yolundaki il merkezinin açılışında dinledim kendisini. Açıklamalarının ayrıntılarını normhaber.com’un haber sayfalarında bulabilirsiniz.

Ben bu yazıda bazı temel sorular ekseninde DEVA’dan ve Babacan’dan ne anladığımı anlatmaya çalışacağım sizlere…

DEVA geç mi kaldı?

Babacan hareketi için ağır ilerlediği, hatta partileşmekte geç kaldığı yorumları yapılıyordu. 14 ay önce kurulan, 81 ilin tamamında, 973 ilçenin yaklaşık 600’ünde teşkilatlanan ve seçime katılma hakkı elde eden bir parti için bu yorumun artık geçerliliği yok.

DEVA nasıl çalışıyor?

Üç farklı çalışma alanı belirlemiş DEVA. Birincisi teşkilatlanma, ikincisi yol haritası, üçüncüsü güncel siyaset.

DEVA’nın yol haritası hazır mı?

Büyük ölçüde hazır. 13 politika başkanlığı 20 başlıkta 90 günlük ve 360 günlük yol haritası hazırlıyor. Ancak öyle görünüyor ki haritanın ayrıntılarını seçim sath-ı mailine girmeden göremeyeceğiz.

DEVA’ya göre Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?

Onlar da vatandaşa soruyor ve herkese verilen yanıtı alıyorlar: İşsizlik, hayat pahalılığı, yoksulluk…

Oysa Babacan’a göre, asıl sorun şu:

Temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti, demokrasi. Ekonominin temelinde hukuk ve adalet var! Hukuk ve adaletin olmadığı demokrasiler kaosa gider!”

Babacan, bu tespitlerini son günlerin en sıcak gelişmesine bağladı ve şunları söyledi:

1990’ları aratan bir ortam var. Seçilenler belli bir süreyi aştıysa ve hukuk etkinliğini kaybettiyse böyle olur.”

Babacan’ın çok izlenen YouTube videolarına son göndermesi de “Güçler ayrılığının olduğu ülkelerde hakikatler hakimlerin kaleminden öğrenilir” sözleriyle oldu.

DEVA ekonomiyi nasıl düzeltecek?

Ekonomiyle ilgili hemen her açıklamasının başına “hukuk” sözcüğünü koyan Babacan’ın dikkat çekici bir tespiti vardı:

2 yıl boyunca OHAL ile anayasası askıya alınmış bir ülkenin ekonomisi nasıl düzelir? Herkes önce güven istiyor, bunu da hukuk ile sağlarsınız.”

Babacan, ekonomik kurumsal yapının (Merkez Bankasının bağımsızlığı gibi) bir ay içinde ayağa kaldırılabileceğini belirtirken, 90 ve 360 günlük politikaların da hemen uygulamaya konabileceğini söyledi. “Güven ve istikrar gelir, yeter ki kendinizi hukukla bağlı kılın” dedi.

DEVA ittifaka girecek mi?

Parti içinde de diğer liderlerle görüşmelerinde de ittifakın konuşulmadığını söyledi Babacan ve son derece net konuştu:

Adı üstünde seçim ittifakı. Seçim kararı alınana kadar ittifak konuşmayacağız.”

Babacan’a göre, her siyasi partinin genel başkanı doğal Cumhurbaşkanı adayı.

DEVA’ya göre erken seçim olacak mı?

Partililere “sonradan üzülmemek için üç kapı daha fazla çalma” çağrısı yaparken, “Seçimin ne zaman olacağı belli olmaz” dedi Babacan.

Anlattıkları şimdilerde çok gündem konusu olmasa da yakın gelecekte yine siyasetle harmanlanmış derin bir hukuksal tartışmanın içine gireceğimizi gösteriyor. O konu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adaylığı… Babacan, Erdoğan’ın her halükarda aday olacağı görüşünde. Bu görüş de 2023’ün Haziran’ında değil Mayıs’ında da olsa seçimin adının erken olacağı sonucunu getiriyor.

Bursa’da DEVA’ya ilgi nasıldı?

Bana kalırsa şu ortamda gayet iyiydi. İzmir yolundaki tek il başkanlığının önünde hatrı sayılır bir kalabalık vardı. CHP ve İYİ Parti yöneticileri, Nilüfer Belediye Başkan yardımcıları Zafer Yıldız ve Remzi Çınar oradaydı.

İYİ Parti Bursa İl Başkanı Selçuk Türkoğlu, Babacan’ın Akşener’e destek verdiği konuşmasını alkışladı, tören sonunda DEVA Partisi Bursa İl Başkanı Serkan Özgöz’ün makam odasında Babacan’la hatıra fotoğrafı çektirdi.

Bursa siyasetinin en taze il başkanı bu ilk önemli sınavından, kendi deyişiyle DEVA’nın düğün gününden yüz akıyla çıktı.

Hatta il başkanlığı açılış töreni o kadar profesyonelce organize edilmişti ki bana bu yazının başlığını “Babacan candan mı konuşuyor camdan mı?” diye attırdı.

Babacan da bu profesyonelliğin hakkını verdi. Tören konuşmasını platformun önüne kurulan prompter’dan yaptı. Ama sık sık da önceden hazırlanmış konuşmasının arasına girdi, doğaçlama hitabet yeteneğini gösterdi.

Zurnanın zırt dediği yer!

Zurnanın zırt dediği yer!
Önergenin tam adı şöyleydi:
 
“Siyaset, bürokrasi, mafya arasındaki kirli ilişkileri, suçları ve sorumluları açığa çıkarmak amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiş olan Meclis araştırma önergesi…”
 
HDP’nin verdiği önerge, 26 Mayıs 2021’de Meclis Genel Kurulu’nda bir saat içinde görüşülüp oylandı. Tabii ki Cumhur İttifakı’nın oylarıyla reddedildi.
 
***
 
Meclis Araştırması, Meclis’in denetleme yetkisini kullanma yöntemlerinden biri. Ama sistem değişikliğinden sonra diğer denetleme yöntemleri gibi o da kullanılamaz halde. Gensoru zaten toptan kaldırıldı. Soruşturma komisyonu için salt çoğunluk aranıyor. Yazılı soru önergelerine de muhatapları lütfederse yanıt veriyor. Kısacası denetlemede de iktidarın borusu ötüyor.
 
Hem zaten önerge kabul edilse ne olacak?
 
Bir kamera bir tripot komisyonu kurulacak. Komisyon çalışmalarını 3 ay, en fazla 4 ayda tamamlamak zorunda olacak. Onlarca toplantı yapacak. Gezecek dolaşacak. Bilgi belge isteyecek. Vermeyene bir şey diyemeyecek. Zira TBMM İçtüzüğünün 105. maddesine göre, devlet sırları ile ticari sırlar, Meclis araştırması kapsamının dışında!..
Hem kirli ilişki araştıracaksın, hem kapısını çalıp soru sordukların sır diyecek!..
 
***
 
Bugüne kadar kamuoyuna mal olan bütün Meclis Araştırma Komisyonları aynı kısıtlamalarla karşılaştı. Örneğin Susurluk Komisyonu, eski MİT Müsteşarı Teoman Koman’ı ifadeye çağırmıştı da işitmedikleri laf kalmamıştı:
 
Onlar kim oluyor da beni ifadeye çağırıyor. Hiç kimseye ifade vermem…”
 
Verenler de bir şey söylemedi zaten. Devlet sırrı deyip çıktılar işin içinden… O yüzden de Susurluk Komisyonu’nun vardığı en önemli sonuçlardan biri şuydu:
 
Devlet sırrı kavramının sınırlarının belirlenmesi ve bu sırların parlamentonun bilgisine istenildiğinde açılması hukuk devletine işlerlik kazandırmak açısından gerekli görülmektedir.”
 
***
 
Meclis oturumunda iktidar adına konuşan Kahramanmaraş Milletvekili Ahmet Özdemir, red gerekçesini şu sözlerle açıkladı:
 
“… yargının çözmesi gereken, bizim de yargıya emanet etmemiz gereken konularda Meclis araştırması önergesi verilmesinin doğru olmadığını düşünüyoruz.”
 
HDP’li Meral Danış Beştaş da “… biz tam da bu nedenle buraya getiriyoruz. Yargı çalışmıyor. Yargının bütün yetkisi sizin elinizde. Siz yargının adım atmasına izin vermiyorsunuz ki.” diye yanıtladı Özdemir’i.
 
Deyim yerindeyse zurnanın zırt dediği yer de burası!..

7 Haziran’dan 1 Kasım’a… 2015’te ne oldu?

7 Haziran’dan 1 Kasım’a… 2015’te ne oldu?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, HaberTürk canlı yayınında henüz programın başında 2015 yılındaki genel seçimlere de değindi, partinin Meclis’te çoğunluğu kaybettiğinin belli olmasının ardından Ali Babacan’ın ‘ekonomi’ odaklı hareket ettiğini ancak kendilerinin önceliğinin hükümet olduğunu dile getirdi.

Ardından, dönemin Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nu eleştiren açıklamalarda bulundu.

Gerçekten de 2015 yılının 7 Haziran-1 Kasım tarihleri arasında yaşananlar, ciddi bir açıklama gerektiriyor.

Gazeteci-yazar Altan Öymen’in ‘2015 yılının yaz aylarında, hep birlikte kaybettiğimiz büyük bir fırsat vardı: ‘ülkemizin yeniden demokratikleştirilmesi’ fırsatı’ sözleriyle özetlediği bu dönem, terör saldırıları ve siyasi belirsizliklerle hafızalarımızda yer etti.

Bu dönem içinde yaşananları kısaca özetlemek gerekirse;

-7 Haziran’da AK Parti yüzde 40,8 ile kuruluşundan bu yana ilk kez TBMM’de çoğunluğu kaybetti. HDP ise yüzde 13,1 oy alarak tarihinin en yüksek oyunu aldı.

-8 Haziran’da MHP Lideri Bahçeli her türlü koalisyon ihtimaline kapıyı kapattı.

-18 Haziran’da CHP Lideri Kılıçdaroğlu, Bahçeli’ye başbakan olma çağrısı yaptı, iki gün sonra ‘Sen koltuk tedarikçisi misin?’ yanıtını aldı.

-13 Temmuz’da AK Parti-CHP arasında koalisyon konulu ‘istikşafi’ görüşmeler başladı.

-21 Temmuz’da Suruç katliamı yaşandı, 31 kişi hayatını kaybetti.

-22 Temmuz’da Urfa Ceylanpınar’da iki polis, evlerinde uyurken şehit edildi.

-26 Temmuz’da PKK ateşkesin bittiğini duyurdu, üç gün sonra Erdoğan çözüm sürecini sürdürmenin mümkün olmadığını duyurdu.

-Ağustos ayının 10’una kadar terör saldırılarında 14 şehit verildi. 10 Ağustos’ta İstanbul’daki saldırıda 6 kişi hayatını kaybetti.

-14 Ağustos’ta AKP-CHP görüşmeleri bitti, Kılıçdaroğlu ‘Bize koalisyon önerilmedi’ dedi.

-25 Ağustos’a kadar 20 şehit verildi, 26 Ağustos’ta 1 Kasım için erken seçim kararı alındı.

-25 Ağustos’tan 1 Kasım’a kadar 49 güvenlik personeli şehit oldu.

-10 Ekim’de Ankara’daki barış mitinginde iki ayrı bombanın patlaması sonucu 103 kişi hayatını kaybetti.

Görüldüğü üzere hayli karanlık bir tablo. Soylu, bu dönem için Davutoğlu’nun ‘CHP’yle AK Parti’nin iktidarı için canhıraş mücadele verdiğini’ dile getirdi.

Davutoğlu ise kendisine kumpas kurulduğunu söyledi, ‘Delili olan gitsin mahkemeye başvursun’ dedi.

Tam da bu süreçte Davutoğlu’nun Ankara saldırısı sonrası kurduğu “Biliyorsunuz bu, bir eylem hazırlığı içinde ama bunu gerçek bir eyleme dönüştürmedikçe veya elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız” cümlesi ve ‘AK Parti’ye oy vermezseniz beyaz toroslar gelir’ ifadeleri belleklerde yerini koruyor.

Davutoğlu, o dönem terörle mücadelenin etkin bir şekilde yürütüldüğünü ancak kendisinin yalnız bırakıldığını söylüyor. AK Parti kanadından yapılan eleştirilerde ise ‘ihanet’ vurgusu ön plana çıkıyor.

Ancak yine iş bağlamından kopuyor, kayıkçı kavgasına dönüyor.

Ahmet Davutoğlu; ilk kez Ağustos 2019’da dile getirdiği “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler insan yüzüne çıkamazlar, açık söylüyorum. Neden mi? Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman eminim en kritik dönemlerden biri 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır” cümlesinin ardından olayları net bir şekilde açıklamaktan kaçındı. AK Parti mensupları ile yaşadığı polemiklerde bu konuyu bir uyarı aracı olarak kullanmayı tercih etti. Bu zamana kadar da dişe dokunur bir açıklama yapmadı.

Davutoğlu’nun dönemin başbakanı olarak siyasi polemiklerde kendine yer bulan, sis perdesinin dağılmadığı şu meşhur beş ay ile ilgili olarak kamuoyuna olan bitenleri anlatma sorumluluğu var. Tıpkı, o dönem AK Parti çatısı altında siyaset yapan ancak şimdi siyaseti bırakan ya da başka partilerde görev alan isimler gibi…

                                 ***

Bir yerde bir yanlış var ama…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, İYİ Parti Lideri Meral Akşener’in Rize’de yaşadığı olayları grup toplantısında değerlendirirken söylediği sözleri büyük ihtimalle duydunuz, gördünüz.

O sebepten tekrar ederek yanlışa ortak olacak değilim.

Erdoğan’ın yine aynı toplantıda İçişleri Bakanı Soylu’ya destek mesajı vermesinin ardından Soylu da Erdoğan’a teşekkür mesajı yayınladı.

Buradan cesaret alan ve Muğla’da ‘Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi’ öğretmenliği yaptığı söylenen Yunus Taşkıran isimli bir şahıs, sosyal medyada elinde tüfek olan bir pozu paylaşarak, altına da “Biz de senin emrindeyiz Aga. 600 Metreden nokta atışı, 800 Metre kola, bacağa. Yani 800 Metreden fazla yaklaşma” yazdı.

 

Kendisine öğretmen diyen birinin elinde tüfekle poz vererek neyi amaçladığını, yazdığı mesajla kimi tehdit ettiğini, bu gövde gösterisi ile ne kazandığını bilmiyorum. Soruşturma başlatılmış, yakında açığa alındığı haberi de gelir…

Ayrıca İçişleri Bakanı’na ‘aga’ diyerek samimiyette boyut atladığını da söylemem lazım. Tabii bu şahsın, öğrencilerine aktaracağı ahlak bilgisi de ayrı bir muamma…

Açıklamanın mazur görülecek tarafı yok. Daha önce de elinde ip ile poz veren ve idam çağrısı yapan öğretmenler gördük. Burada yine gözler ister istemez Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çevriliyor. Çünkü, memleketin zaten sıkıntılı olan gündeminin üzerine kendisinin kürsülerden yaptığı gerginliği tırmandırıcı açıklamaları böyle lüzumsuz paylaşımları beraberinde getiriyor.

Vicdansız medya ve ‘cadı kazanı’

Vicdansız medya ve ‘cadı kazanı’

Yeni Şafak gazetesinin internet sitesinde bir haber gördüm. Haberde ünlü yönetmen, Ermeni asıllı Elia Kazan‘ın Kayseri’de bulunan ve 4 yaşına kadar yaşadığı evin yıkılmakta olduğunu anlatıyordu. Elia Kazan deyince II. Dünya Savaşı sonrası başlanan ve adını yasa tasarısından alan McCarthy soruşturmaları aklıma geldi.

elia-kazan
Elia Kazan

ABD, II. Dünya Savaşı‘nda burnunun ucundaki tehlikeyi, yani Japonları, ezici bir şekilde Tokyo Körfezi’ne gemilerini demirleyerek yenmişti. Artık düşmanın bütün orduları dağıtılmış, bütün tersanelerine girilmişti.

ABD’nin 2001’de ikiz kulelere saldırısı sonrası nasıl Afganistan, Irak ve Ortadoğu halklarına düşmanlığı paranoya halini almışsa 1945’ten sonra da yeni bir düşmana ihtiyacı vardı. Ve bulmak çok da kolaydı. Amerika, Avrupa’yı paylaştığı Sovyetler ve onların anavatana yolladıkları kızıl ajanları ve işbirlikçileri paranoyasını gün geçtikçe pompalıyordu. Adını Senatör McCarthy‘den alan bu soruşturmalarla başlayan kızıl panik ile birlikte FBI ve CIA her taşın altında kızıl ajanları ve onun işbirlikçilerini arıyordu.

Durum öyle bir hal almıştı ki özellikle sanat çevreleri ve Hollywood’da kızıl olarak mimlenenler çalıştırılmıyor, hatta nefes almaları bile engelleniyordu. Senaristlerden set işçilerine kadar bu sektörde para kazanmanın tek yolu vardı: İhbar etmek!.. Herkes daha önce kızıl fikirler barındıran ya da üniversitede sol derneklere gidenleri ihbar ederek komünist olmadığını ikna çabasına düşmüştü. O günlerde Kayseri doğumlu ünlü yönetmen Elia Kazan, Hollywood film sektörünün yarısını ihbar etmişti.

Arthur Miller

Bu öküz altında buzağı arama çabasına isyan edenlerden biri de Arthur Miller olmuştur. Miller’in 17. yüzyılda geçen ünlü eseri “Cadı Kazanı” bu soruşturmalara yergi ve eleştiridir. Daha sonra devran dönünce Elia Kazan, 1954 yılında çektiği “Rıhtımlar Üzerinde” isimli filmle adeta günah çıkarmaya çalışmıştır.

Ama Hollywood Elia Kazan’ı unutmamıştır. 1999 yılında Kazan, hayat boyu başarı ödülünü almak için sahneye çıktığında protestolarla karşılaşmış, yuhalanmış ve bazı starlar alkışlamayı reddetmiştir.

Hatta 2002 yılında başrolünde Jim Carrey‘nin oynadığı, senaryosunu Michael Slone’un yazdığı, yönetmen koltuğunda Frank Darabort‘un oturduğu “The MajesticMcCarthy döneminde zulme uğrayanlara adeta bir saygı duruşudur.

Yeni Şafak’taki haberi görünce aklıma vicdansız ve meslektaşım olarak kabul etmediğim itibar cellatları geldi. Bu cellatlar olası bir seçim sonrası iktidar değiştiğinde Türkiye’den kaçmayı dile getiriyorlar. Hatta öyle bir korku içerisindeler ki yurt dışında ne yapacaklarını bile ekranlarda tartışıyorlar. Bunun nedeni yaptıkları vicdansız itibar suikastlerini bilerek ve isteyerek işlemiş olmaları. İktidarı seven, takdir eden ama yeri geldiği zaman elini vicdanına koyarak konuşan, yazan meslektaşlarımız bu korkuyu taşımazken, bu isimler şimdiden kaçacakları deliklerin rotasını çizmekle meşguller.

Nedeni ise hepsinin birer Elia Kazan olması.

Dün görevleri “hizmet” hareketi, “cemaat” dedikleri FETÖ’nün kucağına oturup korku ya da çıkar ile insanları Ergenekoncu, Balyozcu, bölücü terör örgütü sempatizanı ilan etmekti.

Dün FETÖ’nün kaynattığı cadı kazanının altına odun taşıyarak, içerisine dürüst, namuslu, vatansever insanları atıyorlardı.

Bugün de doğruları söyleyen insanları muhalif diye yaftalayarak, yine kaynatılan “vatan haini” kazanına atma çabasındalar ve vicdanları hiç sızlamadan yine kanal kanal geziyorlar.

Buradan bu kişilere bir uyarım var: Siz siz olun o cadı kazanının başında oturup altına odun taşırken Elia Kazan’ın hikayesini unutmayın!

İllegal mafyatik dış mihrak!

İllegal mafyatik dış mihrak!
İktidar cephesinden beklenen açıklamalar sonunda geldi.
 
Beklendiği gibi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ön aldı, Cumhur İttifakı’nı daha fazla bekletmedi:
 
Hiç kimse Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı’nın boynuna tasma geçiremeyecek, buna da hiçbir alçağın gücü ve nefesi yetmeyecektir.”
 
Bir gün sonra da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan konuştu.
İçişleri Bakanı için
yanında olduk, yanındayız ve yanında olacağızdedi ve ekledi:
 
Hedefin İçişleri Bakanımız değil büyük ve güçlü Türkiye’nin inşası gayretleri olduğunu anlamak için kullanılan araçlara ve onları kullananların siluetlerine bakmak yeterlidir.”
 
Öyle görünüyor ki sözlerin gücü “sessizlik”ten şikayet eden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu da memnun etmiş.
 
Cumhurbaşkanı’nın “yanında olduk, yanındayız ve yanında olacağız” terkibine “emrinde olduk, emrindeyiz, emrinde olacağız” diye teşekkür etti.
 
MHP liderinin de “‘Devlet-i Ebed Müddet’ anlayışının Cumhur İttifakı’nda vücut bulan ruhunu hatırlattığını” belirterek, “müteşekkirim” dedi.
Açıklamaların önüne arkasına şöyle bir bakınca iktidar sahiplerinin bir kamera bir tripotu siyaseten artıya çevirme gayretine girdikleri açıkça belli olmuyor mu?
 
Bahçeli, uzun grup konuşmasını sık sık küresel hesap, küresel emperyalizm, küresel operasyon; büyük oyun, kirli oyun, karanlık oyun nitelemeleriyle süsledi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da ona keza…
 
Kısacası şu beka meselesinin başlıca aktörü dış mihraklar yine devrede!
Oysa bir zamanlar Cumhurbaşkanı’nın da söylediği gibi:
 
Bizde bir adet var, ülkede başımıza bir şey geldiği zaman dış güçler deriz, yabancılar deriz. Bunlar sebebiyle biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz, birliğimiz beraberliğimiz bozuluyor, filan… Eğer sizin bünyeniz güçlüyse, sağlamsa, bünyede olan virüs, hiçbir zaman sizin bünyenize zarar veremez
 
Demek ki güçlenmiş ama yeterince güçlenememiş bünyemiz! CHP’yi, İYİ Parti’yi, Gelecek’i, DEVA’yı devreye soktular olmadı. Şimdi de AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in deyişiyle “illegal mafyatik” kişiyi sahneye sürdüler!
 
Ne demekse illegal mafyatik!..
 
Velev ki öyle! Ve madem Ankara ve İstanbul Anadolu Yakası Başsavcılıkları devrede. O halde hukuksal süreç hızlandırılmalı. Takke düşmeli, kel görünmeli. Hem de hemen…
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İbn-i Haldun’dan da bir alıntı yaptı: “Geçmiş, geleceğe suyun suya benzediğinden daha çok benzer.”
 
Susurluk kazasını ve sonrasını yaşamış Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak bizim korkumuz da o değil mi zaten!

Gazeteci nasıl manşet atar? 

Gazeteci nasıl manşet atar? 

Madem “Artık ‘norm’a dönüş zamanı” dedik ilk yazıda, o halde önce iğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batırarak başlayalım işe…

Oxford Üniversitesi Reuters Gazetecilik Çalışmaları Enstitüsü’nün 2020 Dijital Haber Raporuna göre, medyaya güven dünya genelinde hiç olmadığı kadar azalmış. 2019 yılına kıyasla güven ortalaması yüzde 4 civarında düşerek, yüzde 38’e gerilemiş.

Çerçeveyi biraz daha daraltalım. Objektifi Türkiye’ye ve özellikle de dijital medyaya tutalım.

Aynı rapor internette haber tüketimi söz konusu olduğunda neyin gerçek neyin sahte olduğuyla ilgili kaygı oranını da veriyor. Türkiye 40 ülke arasında yüzde 62 ile 16. sırada.

Peki neden?

Ben bu nedeni en hafif deyişle haber dilinin bültenleştirilmesinde görüyorum.

Zam yerine güncelleme, eleştiri ya da tepki yerine sitem, har(a)ç yerine bağış, eski yerine geçmiş… dedik, demeye zorlandık!

Oysa kirliye temiz, aka kara denmez, denemez.

Sıkışan trafiğe, dökülmeyen asfalta, tıkanan kanalizasyona, kirli havaya, kaçak göçek inşaata, akmayan suya, haksız yere; zoraki alınan bağışa, adam kayırmacılığa… övgü düzülemez.

Gazeteci Hasan Yılmaer’in (*) anıları benim için bu konuda yol gösterici olmuştur:

“… insan bazı tarihleri unutmadığı gibi bazı kişileri de unutmaz. Tasvir gazetesinde istihbarat şefim vardı. Sonraları hem patronum hem son derece yakın dostum olan Kadri Kayabal, o benim istihbarat şefimdi. Ama onun ötesinde Necdet Baytok. Çok çok şey öğrendim kendisinden. Rahmet olsun, Turhan Aytul’la birlikte çalışıyorduk. Bize harf saydırırdı. ‘Yahu bu da sayılır mı eşit olması için’ derdik. Ama bana hiç unutmadığım birtakım mesleki kuralları öğretmiştir; mesela başlık atma. Nasıl başlık atılacağını iki anekdotumla söyleyebilirim. ‘Mümkün olduğu kadar kısa ve olayı bitirecek bir şekilde anlatırsın başlıkta’ demişti.

(…)

İlk şunu örnek vermişti: ‘Bir arabada gidiyorsun, burada da bir araba yanına geldi, durdunuz. Burada bir tanıdık var, ‘Ne var ne yok?’ diye sordu. Senin o sırada baban ölmüştü. Ne dersin? ‘İşte, babam biliyorsun hastaydı da, hastanede yattı da’ diye uzatmak için vakit yoktur. ‘Babam öldü’ dersin. ‘İşte başlık budur’ demişti.

İki; Mısır’da ihtilal olup da Kral Faruk devrildi ve General Necip cumhurbaşkanı, devlet başkanı oldu. Ona yetkiler verdiler. Savaş çıkarma, barış yapma, bütün yetkileri verdiler ve bu bir haber. Haberi hazırladım, başlık atacağım. Bir türlü başlığı sığdıramıyorum. ‘Mısır’da General Necip’e harp ve sulh yetkisi verildi’ gibi bir başlık attım. Rahmetli Necdet (Baytok) ağabey dedi ki: ‘Yazdığın başka şeyler de yok mu? Niye öyle yazdın?’ dedi. ‘Yazsana ‘Necip diktatör oldu’ diye.” (**)

___

(*) Hasan Yılmaer, 1929’da İstanbul’da doğdu. Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Gazeteciliğe 1945’te Tasvir gazetesinde başladı. Son Saat, Milliyet, Yeni İstanbul, THA ve Güneş’te çalıştı. Hürriyet Haber Ajansı Genel Müdürlüğü ve Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Danışmanlığı görevlerinde bulundu. Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanlığı yaptı. Son olarak Dünya Gazetesi Yayın Danışmanlığı görevini üstlendi. “Dünyada Basın Sendikaları ve Toplu Sözleşme” adlı kitabı bulunuyor. 2013 yılında hayata veda etti. Evli ve iki çocuk babasıydı.

(**) Suat Gezgin-Veli Polat-H. Esra Arcan, Türkiye Sözlü Basın Tarihi-Cilt II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Basım, Temmuz 2016, s. 321-322.

 

 

Üç saat, az soru, bi saniye…

Üç saat, az soru, bi saniye…

Gazetecilerin, İçişleri Bakanı’na soru sorabilme cüreti gösterebildiği bir yayını geride bıraktık.

İleri demokrasiye doğru depar atmamızı sağlayan bu programa şahitlik edebildiğimiz için ne kadar mutlu olduğumuzu tahmin dahi edemezsiniz.

Yayının başında İsmail Saymaz’ın Bakan Soylu’ya ‘İnşallah gözaltına alınmayız’ latifesini yaptığı an stüdyodakilerin ve ekran başındakilerin gülmek yerine ‘İnşallah’ temennisini aklından geçirmesi dahi hali pür melalimizi anlatır nitelikteydi ama olur böyle şeyler, çok takılmamak lazım.

Yayını deşifre etme şerefine başka makaleler nail olduğundan; ‘Bi saniye, 1995, DYP, sigorta, cip, poliçe’ soslu üç saatte başka noktalara dikkatinizi çekmek istiyorum.

Soylu, sorulan sorulara yanıt vermek yerine flashbackler yaparak hayatından minik anekdotlar aktardı, malumunuz. Ama satır arasında istifa etmeyeceğini de üzerine basa basa tekrar etti. ‘Ben gitmiyorum, istiyorsanız siz gönderin’ mantığı ile hareket edeceği, en azından bu noktadan sonra belli oldu.

Sık sık yalnız bırakılmadığını dile getirse de, programın başında ‘Türkiye’de sessizlik hakim’ serzenişi dikkat çekiciydi. Açıkça söylemek gerekir ki Soylu, dünkü Bahçeli açıklamasına kadar beklediği desteği bulamamıştı. Cılız mesajlar ve bot hesap yoğunluğunu bir kenara koyarsak, Soylu’nun pandemi dönemindeki istifası sonrasında gördüğümüz birliktelik duygusu bu süreçte henüz verilmedi. Ama Soylu, üç saatlik yayın boyunca AK Partili siyasetçilere ‘Siz de benimle birliktesiniz’ iması yaptı; ‘Aynı gemideyiz’ metaforu ete kemiğe bürünmüş oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuyla ilgili halen net bir açıklama yapmadığını da hatırlatayım.

Tabii Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ı konuya dahil etmeye yönelik anlattıkları ve 2015’in haziran-kasım ayları arasında yaşananlardan bahsetmesine de ayrı bir parantez açmak lazım. Burada da Erdoğan’a ‘Ben hep sizin yanınızdaydım, sizi düşündüm’ mesajını yollamış oldu.

Dönemin Başbakanı ve AK Parti Genel Başkanı, hali hazırda Gelecek Partisi Genel Başkanı olan Ahmet Davutoğlu’nun 2015’te olan bitenleri anlatması gerektiği iddiamı yineliyorum. Türkiye’nin koalisyon ihtimalinden tek başına iktidara döndüğü beş aylık sürecin kamuoyu ile paylaşılması, hem Davutoğlu’nun hem de o dönemin diğer tanıklarının bu ülkenin insanına borcudur.

Programın genelinde ise Soylu’yu sıkıştırması muhtemel hangi soru sorulsa ‘FETÖ, PKK, dış güçler, üzerimize oynanan oyunlar’ cevapları alındı. Soylu, politikanın tüm manevralarını kullanarak sorulardan kaçındı, top çevirdi, program da böylece bitti.

Burada üzerinde durulması gereken konu, devlet vazifesi ifa eden kişilerin kendilerini bitip tükenmek bilmeyen bir kutsiyet kalkanı ile sarıp sarmalamaları. Soylu, kendisine ne sorulsa ‘terör’ dedi, Bahçeli de grup toplantısında ‘dış güçler’ dedi. İşin sonunda Cumhur İttifakı siyasetçilerinin beyanlarının tamamı ‘Biz eşittir Türkiye’ söylemi ile özetleniyor.

Vatan, bayrak, din, namus terimlerini o kadar fazla kullanıyorlar ki, şahıslarına yöneltilen bir eleştiriyi hemen kurumsal olarak algılıyor ve hamaset dolu nutuklara başvuruyorlar.

Halbuki, koca ülkenin bir bakanı, başbakanının oğlu ve diğer milletvekillerinin hakkında yöneltilen iddiaların araştırılması elzemdir, olması gerekendir. Normal hukuk devletlerinde hakimler, savcılar bu iddiaların üzerine gider ama bizde kurallar maalesef öyle işlemiyor. İddiaların araştırılması için önce ‘izin verilmesi’ gerekiyor.

Arabesk kültür genlerimize o kadar işlemiş ki her eleştiriyi ‘ihanet’ sayıyoruz. Bu memleketin muhalefetinin, muhalif kesiminin bu iddiaların üzerine gidilmesini istemesinden daha doğal ne olabilir? Ortalama 7-8 milyon kişinin izlediği videolardaki iddiaların peşine düşülmesini, üzerine gidilmesini istemenin adı ne zamandan beri ihanet oldu?

Uzun lafın kısası düşmanlaştırmaya, kutuplaştırmaya o kadar alışmışız, o kadar işimize gelmiş ki en ufak bir çatlak seste hemen sloganlar atmaya, şeytan taşlamaya başlıyoruz. Değişmeyen tek şey beylik laflarımız.

Ne güzel söylemiş Orhan Veli;

“Neler yapmadık şu vatan için!

Kimimiz öldük;

Kimimiz nutuk söyledik.”

DEVA’nın geleceği: Ama öncesi bütün aferinleri unut!

DEVA’nın geleceği: Ama öncesi bütün aferinleri unut!

Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığına ilk aday olduğunda, o zaman çalıştığım Doğan Haber Ajansı‘nda karşısına kim aday çıkacak, diye tartışıyorduk. Şimdi Bursa Hakimiyet gazetesi yazarlarından Namık Göz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlarından Rıza Türmen‘in muhalefetin adayı olabileceğini söyledi. Ben de “10 numara Cumhurbaşkanı olur, ama İsveç’e” dedim. Çünkü Türk halkı Rıza Türmen gibi bir insanı Cumhurbaşkanı olarak görmek istemez! Futbol takımlarımız her ne kadar Avrupa’da oynasa da biz Asya ve Avrupa’nın ortasında kalmış, kendine has vatandaşları olan bir ülkeyiz. Bu ülke Asyalı da değil, Avrupalı da değil!

Rıza Türmen’e benzeyen bir bakan gazeteci radarıma ilk olarak AK Parti 2002 seçimlerini kazandığında girdi. Türk siyaseti ve bürokrasisine damga vurmuş bakanların arasında duruyordu. Çekingen, mahcup, sanki komşu çocuk topunu almış ama kendisi dayak yiyeceğim korkusuyla isteyemiyor gibiydi.

Ankara’da tüccar ve siyasete bulaşmamış bir ailenin eğitim ve mesleki yaşamı başarılarla dolu bir ferdi olduğunu öğrenmiştik Ali Babacan‘ın. Abdullah Gül, şöyle demişti kendisi için: “Ailesinden kız ister gibi istedik!..”

Sonra kendisini Uludağ Ekonomi Zirvesinde defalarca dinledim. Kendinden emin, sakin, dersini çalışmış ve iş dünyasına adeta rota çiziyordu. Dev holdinglerin CEO’ları büyülenmiş gibi dinlerlerdi. Hatta Ali Babacan, Uludağ’a geldiğinde onu ilk karşılayan ve sarılan iş adamı Hüseyin Özdilek olurdu. Her sene aynı sahne yaşanırdı. Hüseyin Özdilek, Ali Babacan’a sarılır, “Sayın Bakan’ım, çocuktunuz, Kapalıçarşı’ya gelirdiniz, size gazoz söylerdim” derdi. Ali Babacan da son derece sakin, gülümseyerek cevap verirdi: “Babam Hüseyin Bey ile ticaret yapardı, Bursa’ya geldiğimizde Hüseyin Bey’in dükkanına mutlaka uğrar, gazoz içerdik” derdi.

Ali Babacan bana hiçbir zaman bir Türkiye siyasetçisi gibi gelmedi. Sanki bir İskandinav ülkesinin bakanı, siyasetçisi gibi davranıyordu. Bakan olduğu günlerde bir defasında hatırladığım kadarıyla AK Parti Yıldırım ilçe teşkilatının Otosansit’te yapılan bir toplantısına katıldı.

Bilenler bilir, böyle toplantılarda kulakları sağır eden parti şarkıları çalar, gençlik kolları bayrakları sallar, sloganlar atılır. Gelen bakan, milletvekili ateşli konuşmalarını yaparken, muhalefetin bütün kirli çamaşırları dökülür. Bakan ya da milletvekilinin tansiyonu yüksek konuşması gençlik kollarının sloganları ile kesilir. Sonunda herkes mutludur ve deşarj olarak toplantıdan ayrılır.

Ama bu kez öyle olmadı. Aslında bayraklar, müzik, gençlik kolları… her şey hazırdı. Ali Babacan salona girdi ve yavaşça sahneye çıktı. Sanki karşısında Uludağ Ekonomi Zirvesi’ndeki kelli felli ekonomistler, akademisyenler ve patronlar varmış gibi küresel piyasalardan, gelecek ekonomi yatırımlarından, Ar-Ge ve know-how’dan bahsetmeye başladı. O kalabalık sanki klasik müzik konserine gelmiş, bitse de gitsek gibi bakmaya başladı. Konuşma sonrası sakince sahneden inen Babacan da salonu yine gülümseyerek selamladı ve ayrıldı.

Babacan’ın anlattığı tabloyu anlayamayan boş bakışlarda şöyle bir şey gördüm: “Ya biz de bunu adam sandık!..”

Yani vatandaşın gündeminden bu kadar uzaktı!..

2015 yılında siyaseti bırakıp köşesine çekildi. Ben de “Helal olsun, aynen Avrupalı bir siyasetçi gibi davrandı” dedim. Ama dayanamadı. Önce kulislere Ahmet Davutoğlu ile birlikte parti kuracağı bilgisi yayıldı, sonra ondan da ayrılıp kendi partisini kurdu.

Ben bu gelişmelerin ardından Babacan’ın yine vatandaştan kopuk, teknokrat siyaset yapacağını düşünüp Muharrem İnce‘nin kuracağı parti için sarf ettiğim cümleleri kurdum: “Doğu Perinçek kadar oy alamaz!

Ama beni yanılttı, gün geçtikçe ivme kazanıyor. Vatandaşa sadece ekonomi, gençlere umut ve özgürlük diyor. Pırıl pırıl gençleri yanına topluyor. Hele DEVA Partisi’nin Muş İl Başkanını görünce şaşırdım kaldım. Ben olsam o şehirde sözü geçen, tanınan eski bürokrat ya da eşraftan birini bulurdum. Ama DEVA ezberleri bozdu. Genç bir kadın avukatı, Elif Çelik‘i Muş İl Başkanı olarak atadı. Babacan, bence şöyle bir mesaj verdi: “Elif Çelik’in Kadıköy’de, İzmir’de, Bursa’da siyaset yapması çok normaldir, kolaydır. Ama erkek egemen toplumda çok zordur. Ne var ki bu kabukların kırılması gerekli. İşte biz öyle bir partiyiz!..”

Bugün bir zaman makinesi olsa, Ali Babacan Bursa Otosansit’teki o toplantıya geri dönse, aynı konuları konuşsa, emin olun oradaki insanlar artık daha fazla Ali Babacan’ı anlarlar. Çünkü içerisinde bulunduğumuz ekonomik durumda insanlarımız daha duyarlı, daha bilgili ve öyle görünüyor ki vatandaş Babacan’ın ekonomiyi 2008’lere geri çevireceği konusunda daha umutlu. Kendisi de Türkiye’nin siyasetçisi gibi davranıyor ve hızlı öğreniyor.

Amerikalıların çok sevdiğim bir deyimi vardır: “Ama öncesi bütün aferinleri unut!..”

Babacan her konuştuğunda ekonomi, özgürlükler, yolsuzlukların yok edileceğini, Avrupa ve dünya ile ilişkilerin daha sıcak olacağını, gençlerin yüzünün güleceğini, eğitim sisteminin düzeltilerek liyakat mekanizmasının dişlilerinin eksiksiz döneceğini anlatıyor. Sözü sonunda Türkiye’de yaşanan adaletsizliklere getirerek, ağır hasar almış sistemi Avrupa standartlarına getireceğini vadediyor.

Söylemleri çok güzel, “ama” Türkiye’nin en büyük sorunlarından birisi olarak gördüğü hukuk, Ali Babacan’ın ajandasında ekonominin bile önüne geçiyor.

Bu konuda en güvendiği ve konunun uzmanı gördüğü kişi ise kurmayı Sadullah Ergin.

Sayın Babacan’a soruyorum; eski Adalet Bakanı bu kişi Ergenekon, Balyoz garabetlerini yaşatanlar arasında değil miydi?

AK Parti’nin ilk skandallarından, Hatay’da yaşanan “Ali Dibo” olayının baş aktörü değil miydi?

Amerikalıların sözü ile başladık Türk atasözü ile bitirelim: “Kurt kışı geçirirmiş ama yediği ayazı da unutmazmış!..”

Biz o kışı geçirdik ama o adaletsizlik ayazını yaratanları unutmadık!..

25 yıl önce 25 yıl sonra: Kazaydı faciaya dönüştü!

25 yıl önce 25 yıl sonra: Kazaydı faciaya dönüştü!

1996’dan 2021’e… Neredeyse gün yüzü görmediğim şu meslekte 25 yılı geride bırakıyorum.

Mesleğe başladığımda Susurluk kazası vardı. Hemen her haberimize “1S2M” klişesi hakimdi: Siyaset-Mafya-Medya

Gündüz Susurluk haberleri yazar, akşam da yazdıklarımızın “fasa fiso” olmadığını bilerek, Heykel’e çıkardık, “gulu gulu dansı” yapmaya! AVP önünde buluşup “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık”a mahkum ederdik kendimizi.

EYT yüzünden fazla mesaiye kaldığım 25 yılın sonunda görüyorum ki kaza faciaya dönüşmüş! Son 20 yılda oluşturulan rengarenk memleket algısı bir kamera bir tripotla yeniden sise pusa bürünmüş. Bırakın 90’ların karanlık dünyasını, daha ötesine gitmişiz de haberimiz yokmuş!

Oysa şimdi şöyle bir düşünüyorum da ortada şaşılacak ne var!..

Susurluk kazası sonrası ortalık ayağa kalkmış, kalkmış da ne olmuş? Araştırmalar, soruşturmalar, komisyonlar, mahkemeler, meydanlarda verilen sözler… 25 yılın sonunda geldiğimiz nokta, kurşunu atan da yiyen de şerefli!..

25 yılın sonunda geldiğimiz nokta, gereği yerine getirilmeyen 301 sayfalık TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Raporu; 12 sayfası “devlet sırrı” diye gizlenen 124 sayfalık Başbakanlık Teftiş Kurulu Raporu

Biz yine de enseyi karartmayalım. Karartmayalım ama bugünün Z kuşağı da 25 yıl sonra aynı sorunlara boğulmasın!

Bana kalırsa işin çözüm formülü yine Uğur Mumcu’nun yazdıklarında gizli: “Bir ülkede devletin güvenliği ile hukukun güvenliği eş anlamlıdır. Devlet güvenliği adına hukuk güvenliğinin ortadan kaldırılması, demokrasi ve hukuk devleti için ileride onarılmaz yaralar açar.”

Eğer devlet ve hukuk gibi ikisi de soyut olan kavramlardan birine kutsiyet atfedilecekse o kuşkusuz hukuk olmalıdır!

Artık ‘norm’a dönüş zamanı!

Artık ‘norm’a dönüş zamanı!

Bu ilk yazıda öyle iddialı laflar edecek değilim. Elbette gazeteciliğin bir iddia işi olduğunu unutmadan ve fakat Ziya Paşa’ya esaslı bir selam vererek:

Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!..”

Herkesin bildiği genel geçer bir gerçek var: Gazetecilik gelişen teknolojiyle biçim değiştirdi. Artık kağıda değil dijital sayfalara yazıyoruz. Artık haber için saatlerce beklememiz gerekmiyor. Tek tıkla istediğimiz bilgiye/habere ulaşıyoruz. Bir haberin güncelliği ancak birkaç dakika sürüyor…

Evet ama “norm” işte tam da bu noktada devreye giriyor: Gazetecilik değişiyor; gazetecilik biçim değiştiriyor belki ama yüzyılların ve milyonlarca gazetecinin imbiğinden süzülerek oluşan kuralları değişmiyor. Maalesef hızın doğruyu yendiği, haberin gerçekliğine duyulan güvenin en alt düzeye indiği bugünlerde o normu yeniden anımsamakta, işin özüne ve esasına dönmekte sayısız yarar var.

Norm Haber, 26 Nisan 2021 Pazartesi günü bu düşüncelerle çıktı yola. Ben de bu yola karınca kararınca taş döşeyecek bir emekçi olarak sık sık yazmaya çalışacağım. Bu ilk yazıyı normhaber.com’un ilk yayın günü ilan ettiği ilkeleri anımsatarak bağlıyorum:

“… halkın haber alma hakkını, bireysel ya da kurumsal hiçbir baskı ve çıkar gözetmeksizin yerine getirmeyi amaçlıyoruz. Önceliğimiz kamu yararı… Bütün siyasal görüşlere aynı mesafedeyiz ve çok seslilikten yanayız… Elbette insan haklarına saygılıyız ve elbette terör, ırkçılık ve sömürünün karşısındayız… Okuyucularımıza hesap vermekle, onlara adil ve açık davranmakla yükümlüyüz… Yanlışlarımızı açık yüreklilikle kabul edeceğiz ve ders alacağız.”

Genelgeler Türkiye’si ve ‘camdan karakol’

Genelgeler Türkiye’si ve ‘camdan karakol’

Türkiye’nin Islahat Fermanı’ndan bu yana anayasa ve özgürlükler karnesi oldukça zayıf ve ağır aksaktır. Buna karşılık anayasayı çiğneme, delme, ayaklar altına alma… konusunda asker olsun sivil olsun karneleri yıldızlı pekiyilerle doludur. Ne yazıktır ki Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası 1961 Anayasası olup onu da darbeci askerler yapmıştır.

Ben çocukken zamanın Başbakanı Turgut Özal‘ın çıkardığı bir yasa Anayasa Mahkemesine takılmış, kendisi şu ünlü vecizeyi demokrasi tarihimize kazandırmıştı: “Aman canım, anayasayı bir kere delsek ne olacak?..”

Ama tarih, anayasayı bir kere delmekle neler olacağını bize acı bir şekilde öğretti ve hala öğretmeye devam ediyor. Bunlardan biri de Emniyet Genel Müdürlüğü’nün son genelgesi. Özetle şöyle diyor: “Toplumsal olaylarda cep telefonuyla ses ve görüntü almak yasak!” Yasak “özel hayatın gizliliği ve kişisel veri ihlali” ile gerekçelendirildi.

Peki, bir kurum genelge yayımlayarak, temel hak ve özgürlüklerin üzerine kırmızı çizgi çekebilir mi? Peki, yarın Sağlık Bakanlığı bir genelge yayımlayarak, bazı kişilerin tedavi hakkını engelleyebilir mi? Ya da Şehircilik Bakanlığına bağlı Tapu Genel Müdürlüğü anayasa ile güvence altına alınmış mal edinme hakkını bazı kişilerden alarak, tapu tescili yapmaz ise ne olur? Hepsi bir genelgeye mi bakıyor?

Temel hak ve özgürlükler kısıtlandıkça hukuk bağımsız olmaz ise yabancı sermaye kaçışı ve ekonomide göreceğimiz tablo daha da kararacaktır.

Emniyet Genel Müdürlüğü genelgesine tersten bakarak şeytanın avukatlığını yapalım. Toplumsal bir olay yaşandığında polise karşı bir saldırı olursa, orada polis ve gazetecilerin kameraları yetersiz kalırsa, saldırıyı yapanlar nasıl belirlenecek ve nasıl delillendirilecek? Çoğu zaman vatandaşın çektiği görüntüler polisin işini kolaylaştırıp suçun delillendirilmesi bağlamında kolluk kuvvetlerinin en büyük yardımcısı.

Yıllar önce Olay gazetesinde çalışırken, eski Devlet Bakanı Cavit Çağlar, pasaportunu yenilemek için şu an yıkılmış halde olan Fomara‘daki Bursa İl Emniyet Müdürlüğüne geldi. Ben de Olay Medya’nın emniyet muhabiri olarak karşıladım ve Pasaport Şube’ye yönlendirdim. Çağlar, işlemlerin ardından şubedeki polis memurlarına tek tek teşekkür ederek, dış kapıya yöneldi. O sırada, şu an emekli olan Emniyet Amiri Cumhur Şahan, önüne geçerek Çarşı Karakolunu emniyetin içerisine taşıdıklarını, yeni yapılan polis merkezini gezdirmek istediğini söyledi. Cavit Çağlar, çok memnun oldu ve karakola girdik.

O dönem Osmangazi Belediyesi’nin yenilediği karakol çok modern olmasının yanı sıra sanki akvaryum gibiydi. Bütün bölüm ve odaları camdandı. Herkes herkesi görebiliyordu. Gezerken bir an içim cız etti. Çünkü bizim eskiden basın odası olarak kullandığımız kısım emniyet amirinin odası yapılmıştı. Cavit Çağlar, Cumhur Şahan’a dönerek şöyle dedi:

Çok güzel, bu bizim 1995 seçimlerinde vaadimizdi, bize seçim kazandırdı.”

Sonra da ekledi:

O seçime girerken bizim önemli vaadlerimizden biri şeffaf polis merkezleriydi. Onu da vatandaşa ‘camdan karakollar kuracağız’ diye anlattık ve uygulamaya çalıştık. Burayı da çok beğendim.”

26 yıl önce Doğru Yol Partisi seçim beyannamesine camdan karakolları koyup oy istiyor ve o seçimi kazanıyor.

Gelinen nokta, Emniyet Genel Müdürlüğü bir genelge ile hak ve özgürlükleri kısıtlayarak camdan karakolların pencerelerine taş bloklar örmekte kararlı. Ama camdan karakollar söylemi aslında insanların, özellikle gençlerin özgürlük isteklerinin sembolü!

26 yılın sonunda Yavuz Turgul‘un “Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni” adlı filminden bir sahne geldi aklıma. Haşmet Asilkan isimli yönetmen, başrol oyuncusu Nihat’a masadaki kaplumbağayı gösterir ve “Ya Nihat, bir arpa boyu yol alamadık, bu kaplumbağa bile bizden daha hızlı ilerliyor” der.

Galiba Türkiye olarak bir arpa boyu yol alamadık!

Noktayı koyarken…

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, geçenlerde HDP iddianamesiyle ilgili “AYM’nin iade kararı milli vicdanda hükümsüzdür, Türkiye’nin var oluş haklarına sadece usul açısından değil, esastan da ileri düzeyde zarar vermiştir” şeklinde açıklama yaptı. Arkasından da “Anayasa Mahkemesi’nin de kapanması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır” ifadelerini kullandı. Sonra da basın toplantısı düzenleyerek 100 maddelik yeni anayasa metnini tanıttı.

Alın size Türkiye’de ileri demokrasi!

Ekonomik pandemi!

Ekonomik pandemi!

“Kopan tedarik zincirleri…

Reel piyasalarda ani daralmalar…

Ödemeler dengesindeki yıkım…

Faiz oranlarının tartışmalı kontrol çabaları…

Gizlenen enflasyonun sonuçları…

Döviz artışları…

Devalüasyonlar…

Sektörlerin karşılıksız kalan destek talepleri…”

Yukarıdaki başlıkların bazıları neden, bazıları sonuç…

Bir yılı aşkın süredir, tüm dünyada devam eden salgının ölümcül sonuçları, aşılama yoluyla en aza indirilecek gibi görünüyor.

Ancak neden olduğu ekonomik ve sosyal sonuçlar; ülkeden ülkeye, işletmeden işletmeye, piyasalardan piyasalara bulaşmaya devam edecek.

Komplo teorisyenleri de buna dayanıyor. Küresel çapta yeni bir ekonomik sosyal düzenin, bu “ekonomik pandemi” gerekçe gösterilerek kurulacağı ve yakın çağda tümüyle online kontrol edilebilir topluluklar oluşturulacağı tezi var. Sanal kontrol mekanizmalarıyla, ideolojiler, inanç sistemleri ve hatta devlet kurguları bile değişerek ikinci plana düşecek, deniyor.

Böylelikle 19. yüzyılın başlarında egemen olan ulusal/sınıfsal bütün tartışmaların biterek, birbirine bağlı ve benzer egemenlik merkezlerinin yönetiminde yeni bir dünya düzeni öngörülüyor.

Bu tezlere ilişkin makaleleri okurken de şimdi özetlerken de bana bir bilim kurgu gibi gelse de pandeminin şu kısa süredeki sonuçlarına göz atınca irkilmemek elde değil:

Öte yandan tüm bu senaryolardan uzaklaşıp, sektörlerin hali pür melaline göz atmakta da fayda var:

Yayın organlarının çoğunluğunda birçok sektöre ilişkin bülten haberleri çıkıyor.

“ (…) arttı-çoğaldı-büyüyor-ivmelendi-hedef büyütüyor-kapasite genişliyor” vb. haberler bunlar. Bu koroya sözüm ona medya organları ile ilgili sektörlerin meslek örgütü yayınları ve açıklamaları da katılıyor çoğu zaman.

Gelgelelim kamudan muhtemel destek, kredi, hibe için yapılan tüm girişimlerde de “arttıran-çoğaltan-büyüyen-ivmelenene-hedef büyüten-kapasite genişleten“ sektör temsilcileri korosu da aynı.

Başlıyorlar yüksek sesle yardıma en çok kendilerinin ihtiyacı olduğunu dile getirmeye.

Ekonomik pandeminin aşısı henüz bulunmadı.

Ancak sağlıklı ekonomilerin reçeteleri belli:

Üretim, adalet ve devlet yönetiminde şeffaflık.”

Ekonomik pandeminin virüsünü yenmemiz daha zaman alacak sanırım.

Buzdağı erirken…

Buzdağı erirken…

Memlekette gündem sıkıntısı çekmemize imkan yok.

Yaklaşık bir aydır organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in videolarını ve yansımalarını takip ediyoruz.

Analizler, yorumlar, istifa tahminleri, beraberlik mesajları, ‘yedirmeyiz’ sesleri gırla gidiyor.

Yaşananlar, 1996’da meydana gelen ‘Susurluk’ kazasına benzetiliyor, eski Kültür Bakanı ve kaza sonrası Susurluk Araştırma Komisyonu Üyesi Fikri Sağlar ise ahvalimiz için ‘Susurluk kazasından da beter’ yorumunu yapıyor.

Bir kesim ellerindeki çekirdeklerle olan biteni pembe dizi kıvamında seyrederken, ‘büyük resim’ kursundan mezun bir diğer kesim ise komplo teorilerini peşi sıra diziyor.

Medya mı? Ha onun işi var işte…

Althusser’in ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ndan biri olarak gösterdiği medya, Türkiye’de aygıt olmayı zül sayıp devletin ta kendisi olmaya soyunduğu için olanları görmezden gelmeyi tercih ediyor. Bazen…

Bazen; çünkü mevzu kendilerine dokununca hassasiyetler baş gösteriyor.

Misal, iktidarın basın sözcüsü olarak nam salan ve gazetecilik yaptığına kendinden başka kimsenin inanamadığı şahısların iki gün içerisinde nasıl madara olduğunu ve işler sarpa sarınca kendi mahalleleri tarafından nasıl aforoz edildiğine de şahit olduk.

Aslında durum ne kadar trajikomik değil mi?

Yurt dışında yaşayan bir organize suç örgütü lideri, çektiği videolar ile memleketinde perde arkasında yaşanan olayları ifşa ediyor. İddialar yalanlanmıyor, üstüne gidilmiyor.

Ama videolar büyük bir ilgi ile izleniyor.

Pazar sabahı 7.30’da yayınlanan video, daha o saatte binlerce izlenmeye ulaşıp sosyal medyanın en önemli gündem konusu oluyor. Örneğin son video, bu satırlar yazıldığında 11 saat içerisinde 6 milyondan fazla izlenmişti.

Şimdiye kadar iktidar kanadından videolara ilişkin bir açıklama veya hamle gelmedi.

Yedi bölümlük video serisinde bulunan iddiaları tekrar buraya taşımayacağım. Az çok hepsini duydunuz. Bu noktadan sonra önemli olan, Peker’in yayınlayacağını açıkladığı diğer iki video. Çünkü o iki video, bir anlamda Türkiye’nin yakın vadedeki planlarını da etkileme potansiyeline sahip.

Son iki videonun ortaya koyduğu iddialar sonrasında Türkiye’nin zaten koşar adım gittiği erken seçimin tarihi öne çekilebilir. Ya da kabinede birtakım değişiklikler yapılır, yola bu mevzular hiç yaşanmamış gibi devam edilebilir.

Bir diğer ihtimal olarak videolarda kendilerinden bahsedilen bazı isimlere operasyon düzenlenebilir, yeni bir ‘arınma gecesi’ konsepti ile ‘faili meçhulleri aydınlattık’, ‘geçmişimizle hesaplaştık’ nutukları atılabilir. Durum hepsi için müsait. Yaşayıp göreceğiz…

Ancak görünen o ki, ilerleyen günler çok çetrefilli geçecek.

Ama yaşananlara bakınca, size de bazen kocaman bir buzdağı eriyormuş gibi gelmiyor mu?

İşte tam da bu günler için gerçek gazeteciliğe ihtiyaç var. Gazeteciliğin gereklerini/gerçeklerini yerine getirmeye ihtiyaç var.

Çünkü;

Gazeteci, kamu yararına çalışan ve bildiklerini aktarmaya gayret eden bir nevi Sisifos’tur. Bildiği, söylediği, söyleyemediği sırtında kocaman bir kaya olur.

Bizde ise maalesef kendilerine ‘gazeteci’ diyen arkadaşlar ceplerinde çakıl taşı ile dolanıyor…

Uğur Mumcu, Kutlu Adalı ve diğer tüm basın şehitlerinin anısına saygıyla…