Rezervuar Köpekleri!..

Rezervuar Köpekleri!..

Yazının hemen başında belirteyim. Hiçbir kişi ya da kurum köpek demiyorum. Sadece bir benzetmeyi ortaya koyuyorum. Örnek vereceğim senaryoyu ben yazmadım. Serzeniş ve sövgüleri öncelikle “Rezervuar Köpekleri” filmini yazan ve yöneten Quentin Tarantino‘ya havale ediyorum.

Yıllar önce Türkiye’nin Show TV’deki “Tutti Furitti” isimli, kırmızı noktalı erotik yarışmaya kilitlendiği dönemde Cine5′te iki film seyretmiştim.

İlki “Olağan Şüpheliler“di. Unutmadığım repliklerinden biri şuydu: “Babanı ele verirsen Kayzer Soze seni yakalar!..”

Gerçi bugünlerde Sedat Peker herkesi ele veriyor. Ama onu kimse yakalamıyor.

Diğer film ise “Rezervuar Köpekleri“ydi. Quentin Tarantino’nun yazıp yönettiği bu filmde yaşlı bir kuyumcu ve oğlu, eski sabıkalılardan bir ekip kuruyor ve mücevher dükkanına yapılacak soygunu planlıyorlardı.

Bu filmin kahramanları birbirlerinin isimlerini bile bilmiyorlardı. Operasyonu planlayan yaşlı kuyumcunun ekip üyelerine verdiği renk isimleri ile birbirlerine sesleniyorlardı. Mesela pembe, sarı, kırmızı gibi… Film hatıralar ve geri dönüşlerle ilerliyordu. Senaryonun konusu şuydu: Bu ekip soygunu yapıyor ve aralarına sızan bir polis tarafından operasyon başarısız oluyordu. Kaçan hırsızlar boş bir depoda toplanarak içlerine sızan haini arıyorlardı. Filmin sonunda, Tarantino finallerini bilenler bilir, bolca kan akıyordu. Z kuşağının popüler dizisi “La Casa De Papel” ve Jean Paul Belmando‘nun oynadığı “Palyaço” bu filmden araklamadır!

Bugün böyle bir film seyrediyoruz. Sucuklu yumurta gibi pazar sabahlarının olmazsa olmazı Sedat Peker çıkıyor ve tek tek gazetecileri Survivor’daki elemeler gibi adadan yolluyor. Ve bu isimler giderken bizim mesleğimizi erozyona uğratarak yok oluyorlar. Kendilerine gazeteci diyen adamların her türlü akçeli işin içinde, üstelik tam merkezinde olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bir de savuma hazır: “Ben gazeteciyim herkesle görüşürüm.”

Görüşürsün tabii ama akçeli işlere giremezsin. Girdiğin zaman böyle pazar sabahları sucuklu yumurta gibi kokarsın.

Burada yukarıda anlattığım filmin senaryosu gibi yandaş gazeteciler bir soygun operasyonuna girişmişler. Operasyon ters gitmiş ve filmdeki gibi boş bir depoda toplanmışlar, haini arıyorlar. Kardeşim hain sizsiniz! Adadan giden son gazeteci İlahiyat mezunu, ondan din iman beklerken, aracı olduğu kirli anlaşmalarda 10 milyon dolar aldığı yazılıp çiziliyor. Atatürk düşmanı, fesli deli Kadir Mısırlıoğlu ile el ele fotoğrafları var. Ama nedense tatile çıktığında kutsal toprakları değil, beleş ayarlanan ultra lüks Bodrum tatillerini seçiyor. Kardeşim Atatürk olmasaydı, bugün oraya tatile gitmek için Yunan vizesi alman gerekecekti.

Bu iş ortaya çıktığında çalıştığı kurumun en tepesindeki gazeteci, çalışanı için şöyle diyor:

Kendisinden bunu yazılı bir açıklama ile kamuoyuna duyurması istendi. Açıklama yapmaması üzerine kendisi zorunlu olarak izne çıkarıldı. Ancak o gün yapacağını söylediği açıklamayı aradan 5 gün geçmesine rağmen hala yapmadı. Bu durumun grup açısından kabul edilebilir olmadığı çok açıktır.”

Yani şöyle diyor:

Biz çok namusluyuz. Hemen savunmasını istedik. Vermezse kovacağız!..”

Tabii tabii… Peki… Siz o kadar etik sahibisiniz ki… Zaten Alo Fatih’ler, manipüle edilen anketler filan sizin kurumunuzda olmadı. Zaten Türkiye’de de yaşanmadı böyle şeyler. Patagonya’da oldu bütün bunlar…

Yani Tarantino’nun filmindeki gibi operasyon kötü gitmişse, siz o boş depoda hain aramayın! Çünkü siz kimin hain olduğunu çok daha iyi biliyorsunuz. “Rezervuar Köpekleri” filminde olduğu gibi geriye gittiğimizde farklı zamanlarda da olsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediği çok güzel bir söz var:

Ulan hepiniz oradaydınız be…”

Başkan bize kentsel dönüşüm getir!

Başkan bize kentsel dönüşüm getir!

Göçlerle oluşmuş riskli bina dolu mahalledeki yapı sahipleriyle aylar süren görüşmeler tamamlanmış, kentsel dönüşüm için imzalar törenle atılmıştır. Törenin sonunda yaşlı bir adam bastonuna dayanarak belediye başkanının yanına yaklaşır ve dudaklarından fısıldar gibi şu sözler dökülür:

Reis Bey, imzaları attık ama bir 50 bin daha verseydiniz!..”

Reis Bey, şehrin bir başka mahallesinde dolaşmaktadır bu kez. Kendisini gören bir kadın camdan seslenir:

Başkan’ım bizim buraya kentsel dönüşüm ne zaman geliyor?”

Camdaki kadına cevap balkondaki komşusundan gelir:

Komşu komşu, biz hayatımızdan memnunuz, ne dönüşümü?..”

Okuduğunuz iki anekdotu Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş anlattı.

Elbette bunlar sadece Bursa’da değil, Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşanması muhtemel olaylar. Yine sadece Bursa’da değil, tüm Türkiye’de kentsel dönüşüm sürecinin neden ağır aksak ilerlediğinin de kanıtı.

Deprem Türkiye’nin en yaşamsal sorunlarından biri. Alabileceğimiz neredeyse tek önlem var: Sağlam binalarda yaşamak. Maalesef bu da ancak memleketin herhangi bir yerinde güçlü bir sarsıntı olduğunda aklımıza geliyor. Gerçek bu kadar açıkken Türkiye’de 6.7 milyon, Bursa’da 70 bin konutu neden hızla dönüştüremiyoruz?

Bana kalırsa ilk neden kentsel dönüşümün daha çok söylemde kalması. Eğer gerçekten istense sürece dair bütün sorunlar aşılır, Türkiye 2012’de başlatılan kentsel dönüşüm seferberliğini şimdiye kadar çoktan tamamlamış olurdu. Zira Türkiye’de yılda yaklaşık 1 milyon konut üretiliyor. Bu üretimi ihtiyaca göre planlayan bir gücümüz olsa 2012’den beri 6.7 milyon konutu çoktan üretmiş olurduk!

Bu satırları okuyacak merkezi ve yerel idarecilerin, müteahhitlerin ve de ihtiyaç sahiplerinin “Oturduğun yerden yazmak kolay!” dediğini duyar gibiyim.

Hiç de öyle değil!..

2011’deki Simav depreminin ardından Bursa’nın merkezindeki 30 yıllık binadan çıkıp 99’dan sonra inşa edilen bir daireye, kiraya geçtim. Maddi kayıplarımı da hiçbir zaman yerine koyamadım.

Devletin ihtiyaç sahiplerine kentsel dönüşümle sağlam bina garantisi verdiği bir ortamda 50’nin 100’ün ya da artı 1 odanın hesabının yapılmasını nasıl anlarım!

Bursa’daki medya kuruluşlarının yayın yönetmenleriyle buluştuğu toplantıda Başkan Aktaş da bu noktaya dikkat çekti:

Konut sahiplerinin kentsel dönüşümün gelmesini beklemek yerine bir irade ortaya koyması lazım. Örneğin, 1050 Konutlar’da soruyorum, bina kaç lira, diye. ‘250 bin eder’ diyorlar. Peki dönüşümden sonra kaç lira olur daireler, diyorum, ‘700-750 bin eder’ diyorlar. Ben 120 bin lira istiyorum, ödemede 10 yıl vade imkanı sunuyorum. ‘Olmaz, FSM’de üste para verdiler’ diyorlar.”

Diyorlar da…

Merkezi ve yerel yönetimler bugüne kadar vatandaşın önüne nasıl örnekler koydu? İdareciler de bu sorunun yanıtı üzerine düşünerek kendilerini çek etmeli.

Başkan Aktaş’ın “Ben emlakçılık için değil kentsel dönüşüm için konut yapacağım.” sözleri bile bugüne kadar geliştirilen farklı yöntemlere bir eleştiri değil mi?

Aktaş’ın Yunuseli tartışmalarına atıfla söylediği “Bu bir planlama meselesi” sözleri kentsel dönüşüm için de geçerli. Maalesef bugüne kadar Büyükşehir ayrı, Osmangazi ayrı, Yıldırım apayrı bakış açısıyla baktı meseleye. Nilüfer ise bambaşka bir noktadaydı. Durum böyle olunca vatandaş da planın değil pilavın derdine düştü!

Altını dövizi boş verin, paranız varsa demire yatırın!

Altını dövizi boş verin, paranız varsa demire yatırın!

Bir ekonomi krizde mi değil mi, bana göre en önemli göstergesi işsizliktir. Örneğin, meşhur 2001 krizi 1 milyon “resmi” işsiz yaratmıştı. Bu 1 milyonu son krizde sadece inşaat sektöründe gördük. Sektörün istihdamı 2 milyon 200 binden 1 milyon 200 bine kadar düştü. Tablonun aslında çok daha ağır olduğunu görmek için rakamı 4 ile çarpmak yeterli!

Alt sektörleriyle birlikte hayli geniş bir yelpazeye yayılan sektörde ortaya çıkan işsizlik, son bir yılın, yani “pandemi” krizinin ürünü gibi görünüyor. Oysa sektör temsilcilerine göre, sıkıntının temeli 5 yıl önceye kadar dayanıyor. 2016 sonlarında işaretlerini veren kriz, 2017’de Tip İmar Yönetmeliği, 2018’de dövizdeki hareketlilik ve 2019’da küresel salgınla büyüdü.

Tabii en büyük sıkıntı girdi maliyetleri. Öyle ki ortaya çıkan rakamlar “Altını dövizi boş verin, paranız varsa demire yatırım yapın!” dedirtiyor. 4 Haziran itibariyle son bir yılda dolar yüzde 28.74, euro yüzde 38.65, altın yüzde 42.10 ve sıkı durun, demir yüzde 116.51 oranında artmış! Öteki girdilerde de durum farklı değil. İnşaat Müteahhitleri Sanayici ve İş İnsanları Derneği’nin (İMSİAD) raporuna göre, aşağı yukarı tüm girdilerde yüzde 120-150 aralığında artış söz konusu.

Raporu açıklayan İMSİAD Başkanı Mustafa Andıç’ın bu koşullar altında iki önemli uyarısı var:

1-Böyle giderse 500 bin TL’lik bir dairenin fiyatı 1 milyon TL’ye çıkar. Yani orta gelirlinin konut sahibi olması hayal olur. Bu da konut fazlası ve gecekondulaşma riskini beraberinde getirir.

2-Türkiye’de 70 bini Bursa’da olmak üzere 6.7 milyon riskli bina bulunuyor. Sektörde yaşanan ekonomik sıkıntılar kentsel dönüşüm sürecini de çıkmaza sokabilir.

İMSİAD raporunda pek çok öneri ve beklenti de sıralanıyor. Bunlardan bazıları sektörü asıl hareketlendirecek tüketiciyi de ilgilendiriyor: Konut kredi faiz oranlarının yüzde 1’in altına düşürülmesi, düşük faizli konut kredisi kampanyaları düzenlenmesi, tapu harcından muafiyet, KDV oranlarında indirim yapılması…

Bu noktada yakın geçmişte düzenlenen kampanyayı, o dönemde konut fiyatlarına ansızın yapılan fahiş zamları da unutmadı tüketici.

Başka deyişle tüketicinin inşaat sektörüne güveni yok. Sektörün de yönetenlere güveni kalmamış. Ne var ki sektör temsilcileri bu güvensizliği açık seçik ilan edemiyor!

Komşuların ‘S’ imtihanı!

Komşuların ‘S’ imtihanı!

Ailenizin bir kısmı azınlık olarak Yunanistan‘da yaşıyorsa iki ülke arasında yaşanan gerginlikleri unutmayıp politikalarını daha ayrıntılı takip ediyorsunuz. Mesela, benim hatırladığım ilk gerginlik, 1987 yılında yaşanan Piri Reis gemisi olayıydı. 34 sene önce aynı gemi yine fırkateynler eşliğinde Akdeniz’de petrol aramaya yollanmış, iki ülke savaşın eşiğinden dönmüştü.

Yunanistan’da yaşayan anneannem ve teyzemleri okuldan geldiğimde evde bulmuştum. Ben ne kadar sevindiysem, onların o kadar üzgün oldukları TRT’de seyrettikleri ajans saatinde yüzlerinden okunuyordu.

İki ülke arasında unutamadığım gerginliklerden biri de Girit kriziydi. Güney Kıbrıs, Rusya’dan S-300’ler satın almıştı. Türkiye’nin “milli güvenlik tehdidi oluşturuyor” açıklamasından sonra Rum Kesimi’nin S-300 füzeleri apar topar Yunanistan’a devredilmişti. Komşu da bu silah sistemini bizim burnumuzun dibi olan Girit Adası‘na yerleştirmek istedi.

Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı‘nın “Vururuz” diyerek sert çıkması iki ülke arasındaki gerginliği iyice tırmandırmış, ama sert tavrından taviz vermeyen Türkiye, Yunanistan’a geri adım attırmıştı. Ne acıdır ki yeni Türkiye’de bugün gelinen nokta şu: Adalarımız işgal edilmiş, Yunan füze ve topları turizm merkezlerine çevrilmiş!

Ayrıca ABD’nin tavrı burada çok önemliydi. Çünkü NATO silah envanterinde Rus yapımı hava savunma sistemi yoktu ve olmasını da istemiyordu. ABD iki ülke arasındaki krizlerden aldığı derslerle Piri Reis ve Kardak gibi gerginliklere izin vermemeye kararlıydı.

Yunanistan bu hava savunma sistemini kullanmamak ve ABD’nin baskılarından kurtulmak için “Minareyi çalan kılıfına uydurur” misali S-300’leri aktif hale getirmedi. Eğitim amaçlı olduğunu açıkladı ve hava savunma sistemini adeta çürümeye terk etti.

Yunanistan’ın S-300 macerası Türkiye korkusu ve ABD baskısı ile son bulmuştu. Yunanistan’da Rus S-300’leri “eğitim amacı ile kullanılıyor” yalanı ile çürümeye terk edildi. 1997 yılında eğitim amacı için satın alınan bu silah sisteminin 16 yıl sonra test edilerek çalıştığı duyuruldu. Ama çalıştığını gören olmadı.

Ardından yıllar sonra Yunanistan’ın satın aldığı hava savunma sisteminin benzeri ve üst versiyonunu olan S-400 maceramız NATO ve ABD’nin baskısına rağmen başladı.

2017’nin son günlerinde Ruslarla S-400 anlaşmasını imzaladık. Ardından bir S-400 propagandası şişirilmeye başladı. Yandaş TV’lerin canlı yayınlarında dev Antonov kargo uçaklarının görüntüleri belirirken, şakşakçı yorumcular, izleyicilere, bu hava sistemlerinin Akdeniz’i bir Türk gölü haline getireceğini zerk ediyorlardı.

S-400’lerin parti parti gelişlerini canlı yayınlarda seyrettik. Bugün televizyonlar, pandemi belası aylarca bizi esir almamış gibi Biontech aşılarının gelişini bu kadar hevesli canlı yayınla vermiyor. Hatta vatandaşım öyle gaza geldi ki plastik lağım borularını Kartal araçların üzerine bağlayıp füze rampaları gibi gezdirdi.

Gelinen noktada S-400’ler sonrası NATO ve ABD’nin hışmına uğradık. ABD liderliğindeki Batı, dün Yunanistan’ın S-300’lerini nasıl istemiyorsa bugün de Türkiye’nin S-400’leri onların tüylerini diken diken ediyor.

Bu savunma sisteminin Azerbaycan’a satılması bile gündemde. ABD’nin geliştirdiği ve bizim kritik üreticilerin başında geldiğimiz F-35 yeni nesil savaş uçağı projesinden bizi çıkardılar. Nedeni F-35’lerin Rus silah sistemlerine yazılımları sayesinde yakalanmaması. Yani ABD, NATO üyesi bir ülkede yerde S-400, gökte F-35 istemiyor. Nedeni S-400’ün F-35’lerin saklanma kodunu çözerek hayalet uçak statüsünden çıkarabileceği endişesi.

Bizim projeden atılmamıza gıkımız çıkmazken, hala F-35 parçalarını üretmeye devam ediyoruz. Bunu nereden mi biliyoruz? Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, kendi ağzıyla söylüyor, kovulduğumuz projenin hala üreticisi olduğumuzu.

Bu arada 2.5 milyar doları Rusya’ya tıkır tıkır ödedik. S-400’lerin 29 Aralık 2017’de imzaları atıldığında ben adım gibi biliyordum bu silah sisteminin Türkiye’ye kurulamayacağını. Aradan 4 yıl geçti. Akdeniz’i Türk gölüne çevirecek füze rampaları hala depolarda bir formül bulabilir miyiz diye bekletiliyor.

Şimdi diyeceksiniz ki o kadar omzu kalabalık adam çıkıp televizyonlarda S-400’ün yararlarını anlatırken, sen bu projenin rafa kalkacağını/kalktığını nereden çıkarıyorsun?

Hemen anlatayım.

Yıllar önce Bandırma Ana Jet Üssü’nde basın gezisine katılmıştık. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve 30 kadar gazeteci o dev üssü geziyorduk. Bizi bir hangara aldılar. F-16 ve onun silah sistemlerini bize sergiliyorlardı.

Bize bilgi aktaran Filo Komutanı, bu silah ve yedek parça bakım ve onarımını Mirage ve Tornado tipi uçaklara da yükleyebildiklerini anlattı. 30 gazeteci içinde bir tek kurnaz bendim herhalde.

Bizim envanterimizde Mirage ve Tornado yok ki!” diye bir çıkış yaptım

Bize bilgi veren Filo Komutanı döndü ve dedi ki:

Yunanistan’da var!..”

Tam “Bize ne…” diyecekken sustum.

Sonra Filo Komutanı açıkladı:

NATO bir bütündür, bir savaşa girersek Yunanistan olası müttefikimizdir. O zaman Yunan Hava Kuvvetleri bizim Ana Jet Komutanlıklarımıza iner, her türlü silah sistemleri doldurulur. Bakım ve onarımı yapılır ve savaşa hazır hale getirilir.”

Komutanı dinleyince yaptığım çıkıştan utandım. Yani bizim düşmanımız aslında Yunanistan değildi. Asıl düşman Ege üzerinde sabah, öğle, akşam “it dalaşı” yaptıklarımız değil, zaman zaman çok kanka olduğumuz Rusya’ydı!

Sabah, öğle, akşam Ege üzerinde “it dalaşı” yapan bu pilotların aynı safta çarpışacakları hiç aklıma gelmemişti. O günü hatırlayınca müttefikimiz Yunanistan’a ABD nasıl baskı yaparak S-300’leri aktif hale getirtmemişse, S-400’leri getiren o dev kargo uçaklarını canlı yayında seyrederken bu savunma sisteminin Türkiye’nin kurulamayacağını öngörmüştüm.

Keşke eski Türkiye olsak da S-400’leri aktif hale getirsek! O zaman ben de yine buradan, Bandırma’da olduğu gibi yüzüm kızararak özür dilesem.

Umarım bizim S-400 maceramız müttefikimiz Yunanistan’ın S-300 hikayesine benzemez.

TRT Diyanet Çocuk’un yayın akışında ne olacak?

TRT Diyanet Çocuk’un yayın akışında ne olacak?

Memleketin son hızla değişen gündemi içerisinde dün, belki sizin de gözünüze ilişen bir gelişme yaşandı:

Diyanet İşleri Başkanlığı ve TRT güçlerini yeni bir kanal için birleştirdi: TRT Diyanet Çocuk.

Yıllardır ihtiyaç duyduğumuz, eksikliğini hissettiğimiz, televizyonlarımızda izlemek istediğimiz muhteşem bir projeye imza atılmış oldu.

Yalnızca, bu fikri hayata geçirmek için neden bu zamana kadar beklediklerini anlayamadım, onun da elbet bir hikmeti vardır.

Katıldığı alakalı/alakasız tüm programlarda cübbesi ve sarığını üzerinden çıkarmayan kılıçlı Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş, “Biz yıllarca çocuklarımıza kendi değerlerimizi tanıtamadık. Yıllarca tercüme çizgi filmlerle başkalarının yaptığı filmlerle çocuklarımızı beslemeye çalıştık. Halbuki kendi milli değerlerimizle, kendi yapımlarımızla beslememiz gerekiyor” demiş. Ancak Sayın Erbaş’a söylemek gerekir ki bu ülkede Ninja Kaplumbağalar veya Vikingler’le ‘beslendiği’ için yoldan çıkan çocuk da olmadı.

Sanırım kendisi bu projeye imza attıktan sonra mutmain olmuştur.

İşte tam bu noktada ‘Erbaş da Atatürk’e ve cumhuriyete sallayarak muteber olacağını zanneden personeline bir iki kelam etse ne güzel olur’ diye düşündüm ama kendisinin Ayasofya hutbesi aklıma gelince vazgeçtim.

Her neyse,

TRT’nin hali hazırda ‘Diyanet’ isminde bir kanalı vardı, pekala bu içerikler orada da yayınlanabilirdi. Demek ki istihdam için yeni kanallar açılması gerekiyormuş, olsun.

Peki kanalda içerik olarak ne yayınlayacaklar acaba?

Öyle ya, çocuklara yalan söylemenin, hırsızlık yapmanın, doğaya ve hayvanlara zarar vermenin kötü davranışlar olduğunu ve dinin bunları yasakladığının söylenmesi gerekir. Kazancın alın teri ile helal yoldan olması gerektiğinin anlatılması, kul hakkı yenmeden, torpille, adam kayırmaca ile uğraşmadan kendi emeğinin karşılığının alınmasının ne kadar değerli olduğunun gösterilmesi gerekir.

Dürüstlüğün, adaletin öneminin anlatılması gerekir.

Ama her şeyden önce, ‘Kalp ile tasdik, dil ile ikrar’ gerekir.

Bunu, ‘Maysa ve Bulut’la mı, yoksa ‘Niloya’ ile mi yaparlar, yoksa başka bir kahramanlar evreni mi oluştururlar bilemem ama açıkçası işleri zor.

Çünkü;

Çevremize şöyle bir baktığımızda siyasetteki iddiaları, kesilen ağaçları, kirlenen denizleri, kadın cinayetlerini görünce ister istemez insan kendine soruyor:

‘Çocuklara öğretilmek istenen şeyler, büyükler tarafından neden uygulanmıyor?’

Lafı eğip bükmeye gerek yok. Dünya üzerinde her anlamda kendi cehennemimizi yaşamak için var gücümüzle uğraşıyoruz. Geldiğimiz nokta, başarıya yakın olduğumuzu gösteriyor.

Dün, bugünle bir değil. Çocuklukta kıymetini bilemediğimiz şeyleri bugün hasretle arar olduk.

Mustafa Kutlu, ‘Mavi Kuş’ kitabında “Unutmak olmazsa insanoğlu nasıl yaşardı bunca acının ortasında” diyor ya hani,

Hangisi daha evla bizim için? Hele ki şu son zamanlarda yaşadıklarımızı…

Unutmak mı, sürekli hatırlamak mı?

 

Covid 21 Bursa’dan çıkacak!

Covid 21 Bursa’dan çıkacak!

Doğa kendisini yok etmek için sonsuz bir çaba içine giren insanlığa küresel salgınla ciddi bir uyarıda bulunuyor. Ciddiyetini de salgın sürecinde yaşanan küçük çaplı değişimlerle gösteriyor. Ölmemek için aldığımız sınırlı/süreli önlemler bile çevreyi kendine getiriyor.

O değişimi Bursa Tek Sağlık Platformu’nun Dünya Çevre Günü nedeniyle düzenlediği toplantıda* Bursa Tabip Odası Başkanı Doç. Dr. Alpaslan Türkkan örnekledi:

– Küresel emisyonlar yüzde 17 azaldı. Nisan 2020’deki günlük emisyon 2006’daki düzeye geriledi.

– Venedik kanallarında uzun bir aradan sonra ilk kez balıklar görüldü.

– Yıllarca temizlenmesi için uğraşılan Haliç’in sularında bile yunusların oynaştığına tanık olduk.

– Sürecin ilk aylarında İstanbul’da hava kirliliği yüzde 30 azaldı.

– Hava kirliliği denince akla ilk gelen ülkeler, Çin ve İtalya’da hava kalitesi arttı.

Bursa’da hava kirliliğinin en az seviyeye gerilediğine bizzat tanıklık ettik. Son 1.5 yılda defalarca “İstanbul’dan Uludağ göründü!” haberi yaptık.

Ama çok iyi biliyoruz ki bu durum uzun vadeli olmayacak! Çünkü insanoğlu doğanın Covid 19 salgınıyla yaptığı uyarıyı ciddiye almıyor, almayacak!

Çünkü Bursa Tek Sağlık Platformu’nun da dikkat çektiği gibi, son 50 yılda tüm dünyada;

-Küresel ısınma iklim krizine dönüştü,

-Hayvanlar katledildi,

-Ağaçlar kesildi, ormanlar ve türler yok edildi,

-Fosil yakıt kullanımı artırıldı; hava kirletildi,

-Plansız kent ve sanayi atıkları ile yer altı suları kirletildi,

-Sulak alanlar korunmadı,

-Tarımsal SİT alanları imara açıldı.

Bir yandan sıfır atık projeleri yürütürken, bir yandan Avrupa’nın çöpüne talip olan… Örneğin Kaz Dağlarının üstündeki zenginliğin farkına varamadan altına göz dikenlere kucak açan… Çılgın projelerle kendi geleceğini belirsiz hale getiren… Güneşi yok sayan, suyu har vurup harman savuran… Doğru çevre yönetiminin en önemli unsuru olan ÇED sürecini etkisizleştiren Türkiye’de de durum farklı değil elbette!..

Ve maalesef Bursa’da da aynı durum!

Dün Büyükorhan’daki biyokütle enerji santralini konuşuyorduk, bugün Yenişehir Kirazlıyayla’daki maden ısrarını…

Dün Mustafakemalpaşa’daki Marzinc’i konuşuyorduk, bugün Çalı’daki HES’i…

Gelinen noktada Bursa dağlarının dört bir yanı maalesef makasla kesilmiş gibi öbek öbek taş ocaklarıyla doldu. İşte 3 kuruşluk taş için açılan ve yasal zorunluluk olmasına karşın yeniden yeşillendirilmeyen o alanlar Bursa’yı yarının Wuhan’ı yapabilir.

Neden mi?

Sorunun yanıtını Bursa Tek Sağlık Platformu veriyor:

“… salgın hastalıkların neredeyse yüzde 75’i zoonotiktir. Yani hayvandan insana bulaşır.

(…)

Doğadaki hayvanlar çok sayıda patojen barındırır, bunların bir kısmıyla insanoğlu henüz temas etmemiştir. Dengedeki ekosistemde bu patojenler hastalık nedeni olmaz. Ancak ormansızlaştırma gibi doğayı tahrip eden nedenlerle birbiriyle karşılaşması oldukça güç olan bazı türler bir araya gelebilir; hastalık yapıcı etkenler uygun konakçılar ile karşılaşabilir. Bu da insan ile yabani hayvan etkileşimini arttırabilir. Covid 19 salgınında yaşadığımız gibi, hiç alışık olmadığımız bir virüsün mutasyonu sonrasında insandan insana bulaşabilen yeni salgınlarla karşılaşabiliriz.”

Bu özetin ardından özellikle taş/maden ocaklarını “Bursa’nın baş belası” olarak niteleyen Doç. Dr. Türkkan da diyor ki “Bursa ormansızlaştırıldığında insan-yabani hayvan etkileşimi artacaktır. Bursa Covid 21’in kaynağı olabilir!..”

___

*Açıklamayı Bursa Tabip Odası Başkanı Doç. Dr. Alpaslan Türkkan’ın okuduğu toplantıda, Bursa Veteriner Hekimler Odası Genel Sekreteri Vet. Hek. Melike Baysal, Bursa Eczacı Odası Başkanı Ecz. Okan Şahin ve Yönetim Kurulu Üyesi Ecz. Adnan Erakın, Bursa Diş Hekimleri Odası Genel Sekreteri Dt. Alper Altay ve BTO Genel Sekreteri Dr. Ömer Levent Soydinç hazır bulundu.

 

Homeland!

Homeland!

Sedat Peker hakkında yazmamaya ne kadar kararlı olsam da her yeni videosu beni farklı yerlere, farklı konulara götürüyor. Ben de kendimi yazarken buluyorum.

Yayınladığı son telefon görüşmesinden sonra aklıma bugüne kadar seyrettiğim diziler geldi.

Dizi kültürüm iyidir. 70’li yılların ortalarında doğan biri olarak, hayal meyal hatırladığım dizilerin başında “Dallas” gelir.

TRT’li yıllardaki Türk dizilerinin yanı sıra pazar günlerinin olmazsa olmazı “Kara Şimşek“tir. Michael Knight‘ın (David Hasselhoff) arabası Kit ile saati aracılığıyla iletişim kurması o yaşlarda bize büyü gibi gelirdi. Şimdi ise saatinizden görüntülü arama yapabiliyorsunuz.

Güney Amerika dizilerinin hakkını yemeyelim. Adı pembe ama içeriği entrika ve gözyaşı dolu diziler bugünkü Türkiye’de sektörün kopyası gibi.

Ardından aklımda kalanların en iyi dizisi “Kartallar Yüksek Uçar”dı. Sadri Alışık’ın oynadığı Banazlı İsmail’in, salaş bir meyhanede “Kimseye etmem şikayet” şarkısını, yarı sarhoş söylemesini, hala açar YouTube’tan, bugün bile seyrederim.

Unutamadığım dizilerden biri de “Küçük Ağa“dır. Romanını diziden sonra okudum. İstanbullu Hoca‘yı vurmak için Kuvayı Milliyeciler’in çöp çektiği sahneyi Tarık Buğra‘nın anlatımıyla sanki yaşamışım gibime gelir.

Sonra Türk dizilerinden soğudum. Nedeni de Sedat Peker’in videolarında gizli. Siyaset Türk dizilerine bulaşınca seyretmez oldum. Bunun ilk örneği “Kurtlar Vadisi“ydi. Mafya dizisi gibi başladı. Sonra bir de baktık, oyunculuğu beş para etmez Necati Şaşmaz’ın oynadığı karakter Polat Alemdar, derin devletin dehlizlerinde geziyor! Ergenekon soruşturmalarında hukuk balyozla darmadağın edilirken, dizi de ilerliyor, Polat Alemdar bu davaların mağdurlarını avlıyor!

Açıkçası dizinin yapımcıları FETÖ’nün legal kültürel kolu gibi toplum mühendisliği ile meşguldü. Yazdıkları senaryolarda Ergenekon ve Balyoz mağduru yurtsever subayları vatan haini, devletin en büyük sırlarını üç beş kuruşa satmak için sanki pazar kurmuşlar gibi anlatıyorlardı.

15 Temmuz sonrası ortaya çıktı ki bu toplum mühendisleri “Kurtlar Vadisi Darbe” isimli bir internet adresi almışlar. Bugün ben o adresi alsaydım, darbeci FETÖ’cü olmuştum. Hakkımda yüz bilmem kaç yıl talebiyle dava açılmıştı. Ama bunu bile görmezden geldiler. Bu diziler arka arkaya geldi.

Hele bir de “Payitaht” vardı ki akıllara zarar!

Çok kurnaz Abdülhamit türlü oyunlar çeviriyor. Osmanlı’yı aklı ve zekası ile ayakta tutuyor. Dizinin son bölümlerinde Sultan’ın bütün adamları hain çıkıyor. Kardeşim, bu adam bu kadar zeki ise kendi adamlarının niyetini nasıl anlamıyor! 15 Temmuz öncesi çevresindeki adamların niyetine uyanamamış kimi omzu kalabalıklar gibi orada oturuyor. Bu kadar zeki, bu kadar akıllı Sultan, Yıldız Sarayı’nda otururken, 33 yıllık saltanat döneminde Osmanlı; Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbistan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare toprak kaybetti. Kaybedilen toprak bugünkü Türkiye’nin iki katı büyüklüğündedir. Ayasofya minberinden küfür edenlere söyleyeyim: Ulu Hakanınız tahtta otururken, 93 harbinde 1 milyon Türk Balkanlar’dan yola çıktı. 250 bini İstanbul’u buldu. Geri kalanı çeteci süngüleri altında katledildi.

Onu bırakın, İngiltere ve Fransa boğazlar meselesi için araya girmeseydi, bugün minberinden Atatürk’e sövdüğünüz Ayasofya, Rus Ortodoks Kilisesi olacaktı. Çünkü Çar’ın orduları, bugün birilerinin “nasıl talan ederiz?” diye düşündükleri Yeşilköy’de bulunan Atatürk Havalimanı yakınlarına karargah kurmuşlardı. Şimdi dizilerde Abdülhamit, Ulu Hakan olarak anlatılıyor, ben denk geldikçe komedi dizisi gibi seyrediyorum.

Sedat Peker, yayınladığı son videoda şöyle diyor: “Eşkıya diye bir dizi var. Tam ben videoyu yayınladıktan sonra diziye bir karakter girdi. Adı Peker. Şoförlük yapıyor. Bir şey söylüyor, oradan diyorlar ki ‘Boş ver sen Peker’i. O hep böyle, boş konuşur.’ Yani toplum mühendisliği, Kurtlar Vadisi ve Payitaht gibi devam ediyor.”

Yıllar önceden bir hatıra…

Aracımı yıkamaya götürmüştüm. İşin bitmesini beklerken çok sevdiğim Oflu iş yeri sahibi şöyle dedi:

Ya, gördün mü bu Ergenekoncular neler yapmış!..”

Ben de “abi ne yapmışlar, anlat” dedim. ,

Bana şöyle bir yanıt verdi:

Kurtlar Vadisi’nde seyrediyoruz…”

Dün toplum mühendisliğini Kurtlar Vadisi’nde izledik, bugün de başka dizilerde seyrediyoruz. Toplumun nereye çekilmek istendiği ve bunların kimin yaptığı belli.

Yazının başlığı ABD’deki bir dizi: “Homeland.”

Homeland, vatan demek. Bu dizi Amerika’da oynadığında adeta hayat duruyor. Dizi CIA’nın “vatan” diye diye her türlü pis işi nasıl yaptırdığını anlatıyor.

Vatansever görünenlerin hain, hain olanların nasıl vatan için öldüklerini konu ediyor.

Bir de dizide başrol oyuncularından biri Gümüşhaneli bir Türk olan Numan Acar.

Orada bir deyim var: K.A.

K.A’nın açılımı “kullanışlı aptal”.

Yani aslında biz her pazar Sedat Peker’in kendi ağzından nasıl kullanıldığını dinliyoruz.

Martıların intikamı!

Martıların intikamı!

Geçtiğimiz günlerde Topçular‘dan feribotla İstanbul’a gittim. Karşıya geçene dek hiç martıya rastlamadık… Feribotun üzerinde dört dönüp havaya kalkan kollardan fırlatılacak simit ve poğaça parçalarını keskin gözlerle izleyen martılardan tek biri bile yoktu.

Daha önceleri feribotun gövdesini adeta boyayan beyaz köpükler de yoktu. Sarımtırak yapışkan bir sıvıya dönüşmüş, hastalıklı bir adamın göz akları gibi matlaşmıştı deniz suyu.

Baktıkça içiniz acır!

Martılar uzun zamandır, şehirlerdeki apartman çatılarında zaman geçiriyorlar. Deniz kıyılarından çok uzak çöplüklerde attıkları çığlıklar da bizi kendimize getirmeye yetmedi.

Çünkü çok meşguldük.

Ormanları yok edip kurulacak devasa havaalanları, köprüler, viyadükler kalkınmamızın nişanesi olarak parlıyordu. Bir yandan da sanayi kuruluşlarımızın o vazgeçilmez “üretim artışı”nı alkışlıyor, şehirlerimizin nüfus artışlarını parlak nutuklarla ilan ediyorduk. Denizlerimizin 500 metre altına basılıp, gözden kaybedilen atıkları da görmüyorduk. Bu arada asla bir Marmara Denizi inşa edemeyeceğimizi de unuttuk.

Dile kolay, çevresinde 25 milyon nüfus olan bir Marmara Denizi’nden söz ediyoruz…

Bu nüfusun 16 milyonu İstanbul‘da yaşıyor. Günde 5 milyonu aşkın su arıtması yapılıyor. Ancak maalesef bu tesisler bile tam kapasite ile çalış (tırıl) mıyor, su sadece süzülerek Marmara Denizi’ne veriliyor. Üstelik atık suların sadece yüzde 70’i söz konusu işlemden geçiriliyor. Bunlara deniz trafiğinin neden olduğu kirliliği ekleyin. Kontrolsüzce kirletilip denize akan yüzlerce dereyi de düşününce konunun vahameti artıyor.

Marmara Denizi’nde ortaya çıkan salya tam bir çevre felaketi. Bu çevre felaketini zaten günlerdir neredeyse hepsi birbirinin benzeri açıklamalarla izliyor, dinliyoruz.

Özellikle resmi ağızların başlarda konuyu doğal bir plankton çoğalması gibi açıklamaları, Marmara Denizi’ni öldüren bu cinayetin failini ele veriyor.

Denetim görevini hakkı ile yerine getirmeyen kurumlar!

Arıtma sistemlerinin yatırım ve işletme maliyetlerinden kaçınan sanayi kuruluşları!

Sorunun kaynağı ile sorun çözmeye çalışılmasının sonuçları her gün yeni bir çevre felaketi olarak karşımıza çıkıyor. Karar vericilerin yanlışlarını, çevre suçlarını haykıranlar ise kriminalize ediliyor. Canhıraş feryatlarla doğayı savunan; avukatlar, öğrenciler, köylüler, siyasetçiler, akademisyenler bir avuç çevreci olarak küçümsenip suçlu muamelesi görmeye devam ediyor. Çevreci sivil toplum örgütleri de kararlılıkla ve cılız da olsa seslerini duyurmaya devam ediyor. Onlara kulak vermek gerek.

Çünkü temiz bir doğa için çıkarlarımızı değil, martıları düşünmemiz gerekiyor.

Bursa’nın üzerindeki kem gözler!

Bursa’nın üzerindeki kem gözler!

Dünya Çevre Günü nedeniyle kaleme aldığım dünkü yazıma “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” başlığını atmıştım. Bu veciz söz Türkiye’nin hafızasına maalesef acı bir olayla kazınmıştı.

Hatırlarsınız…

Gazeteci Hrant Dink, 19 Ocak 2007’de öldürülmüştü. O zaman çocuk yaşta olan katili Ogün Samast, 36 saat sonra yakalanmıştı. Kamuoyuna yansıyan ilk fotoğrafında dikkat çeken iki şey vardı:

Elindeki bayrak ile arkasında, üzerinde Atatürk’ün o sözlerinin yazdığı takvim…

Tabii suikastın ardından bu fotoğraf karesi ve o sözler çok manidar bulunmuş, çok tartışılmıştı.

Oysa Atatürk’ün o sözleri söyleme nedeni çok farklıydı. Atatürk, 1925 yılında Ankara’da kurmak istediği orman çiftliği için uzmanların hazırladığı “olmaz” raporuna karşılık söylemişti o sözü.

Deyim yerindeyse yazımın daha mürekkebi kurumadan benzer sözleri Bursa için duymaktan mutlu oldum. Üstelik bu sesin Bursa’nın patronlar kulübünden yükselmesi çok daha anlamlıydı. O sesin sahibi Bursa Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (BUSİAD) Başkanı Ergun Hadi Türkay‘dı.

Türkay, Avrupa Yeşil Paktı Görev Gücü’nün* tanıtımı için düzenlenen toplantıda iki önemli açıklama yaptı.

İlk açıklama Yunuseli tartışmalarına ilişkindi:

Yunuseli Bursa’nın değeridir. Bursa’ya ait olması gerekir. (İmara açılması) Kesinlikle karşıyız. İkizdereliler toprağına nasıl sahip çıkıyorsa Bursalılar da sahip çıkmalı. Ne okul ne hastane… Kesinlikle bir çivi çakılmasını istemiyoruz. Bunda da çok samimiyiz.”

Ben işte bu sözleri “Bursa toprağı kutsaldır, kaderime terk edilemez” diye yorumladım.

Sanırım Yunuseli konusunda iş dünyasından kurumsal olarak duyduğumuz ilk açıklama oldu bu. Darısı diğer SİAD’ların, BTSO’nun ve OSB yönetimlerinin başına!

Bursa’da hali hazırda 17 OSB var. OSB statüsü olmayan sanayi bölgeleri ve hazırlıkları yapılanlarla birlikte sayının 25’e dayanması bekleniyor. BUSİAD Başkanı, bu konudaki çarpıklığa da dikkat çekti:

Sanayi bölgeleri artık yeterli, defalarca belirttik. Özellikle tarım arazilerinde kurulmasına kesinlikle karşıyız. Bursa sanayi bölgelerine doydu. Sanayi ister ister istemez kirlilik getiriyor.”

Tıpkı Yunuseli’de olduğu gibi bu konuda da BUSİAD’ın yanına diğer SİAD’ları, BTSO’yu, OSB yönetimlerini de koymak isterdim. Onların da aynı görüşleri savunmasını ve dahası ısrarcı olmasını beklerdim. Ama olmuyor.

Bursa’nın bereketli toprakları üzerindeki kem gözler hiç eksik olmuyor!

___

*Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın Bursa’daki uygulamasını sağlamak amacıyla BUSİAD bünyesinde Avrupa Yeşil Paktı Görev Gücü kuruldu. Bu konuyla ilgili ayrıntıları aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

 

Nazım Hikmet’i bir de benden dinleyin!

Nazım Hikmet’i bir de benden dinleyin!

Nazım Hikmet‘i ve onun Bursa günlerini, 3 Haziran’da, 58. ölüm yıldönümünde meslektaşlarım yazdı.

Ben size başka bir Bursa ve başka bir Nazım Hikmet anlatayım.

Nazım’ın Kuvayi Milliye Destanı‘nı ilk kez 14 yaşında, yine böyle bir yaz günü okumuştum. Ve şimdi yıllar sonra yazı başına oturduğumda o dizeler bir kez daha dudaklarımdan dökülüyor:

Dümende ve baş altlarında insanlar vardı ki
Bunlar uzun eğri burunlu ve konuşmayı şehvetle seven
insanlardı ki
Sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin zaferi için
Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin bir şarkı söyler gibi
ölebilirdiler…”

Nazım’ın bende kalan Bursa’sından önce Rusya’sına dair de söyleyeceklerim var.

Nazım Hikmet Rusya’ya göçmüştür ama geçmişte gördüğü, Lenin’in sonrasında Stalin Rusya’sı ona hep ters gelmiştir. Ama Stalin korkusu tüm Rusya gibi onun da tepesine bir karabasan gibi çökmüştür.

Ve bir öğleden sonra Stalin’in cansız bedeni yatağında bulununca şu pek bilinmeyen şiirini yazmıştır:

Taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar.
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında.
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi,
taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik.
yok oldu bir sabah!
yok oldu çizmesi meydanlardan,
gölgesi ağaçlarımızın üstünden,
çorbamızdan bıyığı,
odalarımızdan gözleri,
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın

Nazım Hikmet’in Bursa günlerini de iyi bilirim. Hatta wikipedia’nın olmadığı zamanlarda Nazım Hikmet konusunda giriştiğimiz bir de iddia olmuştu ki ağabeyimiz Necati Kartal hakemlik etmişti. Ama tam karar verememişti.

Bahsi kaybedenlerin adını buradan vererek rencide etmek istemiyorum. Ama kaybettikleri sofraları hala kurmadılar, onu da belirteyim.

Nazım bu şehirde az buz yatmamıştır! Herkes onun Servinaz banyolarına asker nezaretinde gidip geldiğini ya da Kozahan’da, arkasında jandarma eri, almaya geldiği ipliği cezaevinde dokuyarak kazandığı parayı Kemal Tahir’e göndermesiyle tanır. Bursa’ya yazdığı şiirleri de meraklıların hepsi bilir.

Nazım’ın Bursa’ya etkisini ben 60 yıl sonra şöyle fark ettim: Bundan 15 yıl önce, o zamanlar çalıştığım Doğan Haber Ajansı’nda pazar günü mesai arkadaşım, şu anda Line TV Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Karakaş ile günün bitmesini bekliyorduk. Büronun telefonu çaldı. Arayan İznik muhabiri Halil Ataş’tı. Arkadaşımız ağzımızı açık bırakan bir hikaye anlattı.

İznik’e bağlı Müşküle Köyü’nde mevcut muhtar tek aday olarak seçime girmişti. Seçimi kazanacağına çok emindi, ancak sandıktan çok farklı bir sonuç çıkmıştı. Seçmenler protesto olarak muhtara değil köyün delilerine oy vermişti.

Biz hemen Erdinç Karakaş ile Müşküle Köyü’ne hareket ettik. Aklımızdaki tek soru böyle bir sivil itaatsizliğin nasıl yapıldığıydı. Köye girdiğimizde ilk mikrofon uzattığımız köylü şöyle dedi:

Aziz Nesin hikayesi gerçek oldu.”

Bu cümleleri duyunca ben içimden şöyle geçirdim: “Hadi bakalım daha neler göreceğiz...”

Müşküle’nin 4 bin nüfusu vardı. O zaman ki yerel yönetimler yasasına göre ilçe olması gerekliydi, ama hala köydü. Nedeni ise çevre köylerin tabiri ile orada “Moskofların” yaşamasıydı.

Ve tek bir soru sorduk:

Bu solcular nereden çıktı?”

Kahveye girdik, okey takımından fazla kitap vardı. Hatta o gün bir fotoğraf çektim, kahvehane sanki bir kütüphane gibiydi. Fotoğrafı abonelere servis eden Doğan Haber Ajansı benim cümlelerimi yazmıştı altına: “Okeye dördüncü aramıyorlar!..”

Hemen anlattılar. Müşküle’de bir tavuk için adam vurulurmuş. 1940’larda işlenen bu cinayetlerden Bursa cezaevinde yatanlar hapishanede Nazım Hikmet’in, Orhan Kemal’in tedrisatından geçerlermiş. Hatta Nazım Hikmet, İznik Gölü’ne çok yakın Müşküle Köyü’ne cezaevinden çıktıktan sonra tatile gelirmiş. Nazım’ın cezaevindeki öğrencileri bu sol kültürü unutmamışlar, köylerine bir sabıkalı değil bir aydın olarak dönmüşler. Bu köylü aydınlar 12 Eylül öncesi sosyalist düşünürleri köylerine konferans vermeleri için davet ederlermiş.

Bir köyü Nazım’ın nasıl dönüştürdüğünü kendi gözlerimle gördüm. Keşke bu topraklar 1 milyon Nazım doğursaydı. Doğursaydı da 1 milyon köy delilere oy verseydi!..

‘Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez!..’

‘Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez!..’

“Kesilen bir iğde ağacı için / uykuların kaçmış / cezamız ağır ulu Atam / ormanlar tükenmiş de / kılımız kıpırdamamış.”

Şair Tahsin Şentürk’ün dizeleri, neredeyse bir asır önce yaşanan bir olay ile bugünün karşılaştırması…

Bugün üç kuruşluk altın için altımızı oyanlara onay verilmesi… Bir asır önce tek bir iğde ağacı için gözyaşı döken, uykuları kaçan Atatürk!

O günün Ankarası’nda bir tek iğde ağacı vardır. Mustafa Kemal, her gün o ağacın önünden geçerken arabasını yavaşlatır ve ağacı selamlar. Soluduğu havanın, yediği meyvenin, sığındığı gölgenin neferidir bu yaşlı iğde. Bir gün yine aynı seramoni gerçekleşecektir ki ağacın yolu genişletmek için kesildiğini öğrenir.

İğde yaşlanmış ve çelimsiz bir ağaçtı. Fakat yaşıyordu. Baharda güzel kokular veriyordu” diye sızlanır, “Bunun başka bir yolu yok muydu, hiç olmazsa bana sorsaydınız, bir çare bulurdum mutlaka” der.

Otomobiline biner ve hüngür hüngür ağlar.

Bir tek iğde ağacı için!”

Falih Rıfkı Atay’ın “Babamız Atatürk”te Çankaya Köşkü’nün bahçesiyle ilgilenen bir memurdan aktardığı anı daha da çarpıcıdır:

Bahçeyi dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Atatürk’ün geçeceği yolu kapıyordu. Ağacın bir yanı havuz, bir yanı dik bir yokuştu. Atatürk ağaca yaslanarak güçlükle karşı tarafa geçti. Atıldım,

– Emrederseniz hemen keseyim efendim, dedim.

Yüzüme baktı:

– Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi keseceksin, dedi.”

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Dönemin Tarım Bakanı Tahsin Coşkan anlatıyor:

Yıl 1925. Paşa bir gün:

– Gel seninle yeni satın aldığım araziye gidelim, bir konuda fikrini almak istiyorum, dedi.

Gösterdiği alan, ortada sadece bir ahlat ağacının bulunduğu, çorak, bozkır bir alandı. Bana:

– Ne dersin, buraya tüm masraflarını cebimden ödemek suretiyle bir orman çiftliği kurmak istiyorum, dediğinde,

– Aman Paşam, buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı yitirir, dedim.

Bana uzmanlarla görüşüp bir rapor hazırlamamı söyledi. Bir süre sonra uzmanların ‘olmaz’ imzalı raporunu Paşa’ya götürdüm.

Okudu, gülümsedi ve raporun kenarına bir şeyler yazıp bana verdi. Kağıdın üzerinde tüylerimi diken diken eden şu sözler yazılıydı:

‘Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edilemez.’”

Bugün Kaz Dağlarında, Murat Dağında, Cerattepe’de, Munzur’da, İkizdere’de verilen mücadelenin özü budur!..

Kavramsal tartışmalara bakacak olsak, çevre hakkını insan hakları bağlamında tanımlamaya çalışacağız. İnsan haklarının 200 yıllık geçmişine bakıp, son aşamada çevre hakkının sadece bugünü değil, gelecek kuşakları da içine alan dayanışmacı bir hak olduğu sonucuna varacağız. Buna bir de küreselleşmeyi, bilimsel teknolojik gelişmeleri ekleyip çevre hakkının literatüre yeni giren bir kavram olduğunu söyleyeceğiz. Üstelik çevre hukukunun da çevre biliminin de sınırları henüz yeni çizilen bir dal olduğunu anlatacağız. Sonuçta “çevre hakkı herkesin hakkı, anayasaya göre devlet de bireyler de çevre hakkının yükümlüsü” diye kestirme bir sonuca varacağız.

Peki ama Atatürk’ü ağlatan iğde ağacının, köşk yürüten çınar ağacının, bozkırdaki ahlat ağacının, akarsuların, denizlerin, değişen iklime kanıp sonbaharda açan papatyanın; badem çiçeğinin, ne konuştuğumuz ne su verdiğimiz pencere kenarındaki menekşenin; ağacıyla, suyuyla, toprağıyla, kurduyla, kuşuyla doğadaki nice börtü böceğin… kaderine terk edilemeyecek vatan toprağının hakkı ne olacak?

Babacan’ın DEVA’sı EYT’ye deva olur mu?

Babacan’ın DEVA’sı EYT’ye deva olur mu?

Yaklaşık 5 milyona varan sayılarıyla emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) siyasi partilerin iştahını kabartıyor. İktidar şimdilik görmezden gelse de muhalefetin iki lafından biri EYT.

CHP, İYİ Parti ve hatta HDP, EYT’yi dilinden düşürmüyor. Bunlara Meclis dışındaki Gelecek Partisi’ni de eklemek gerek.

İktidarın doğurduğu iki partiden diğeri, yani Ali Babacan‘ın DEVA‘sı ise EYT konusuna mesafeli bir duruş sergiledi bugüne kadar…

Daha önce normhaber.com sayfalarına yansıdı. Ali Babacan’a Bursa’ya geldiğinde sadece EYT değil ABO konusundaki sıkıntıyı da sordum.

Yanıtı birebir şöyle oldu:

EYT konusu ve aylık bağlama oranları, bunlar önemli konular. Çok sayıda vatandaşımızı ilgilendiriyor. Biz burada temel iki tane ilkeyi ortaya koyduk. İlkelerimizden bir tanesi adalet, birisi de finansal sürdürülebilirlik. Yani farklı dönemlerde, farklı mevzuata tabi olarak emekli olan vatandaşlarımız arasında bir adalet çabası gerekiyor, adaleti getirme çabası gerekiyor. Ama bunu yaparken de sosyal sigorta sistemimizin, emeklilik sistemimizin de finansal sürdürülebilirliğini sağlamak gerekiyor. İki tane önemli ilkeyi ortaya koyduk. Farklı alternatifler üzerinde şu anda çalışıyoruz. Bunlar tabii kolay hesaplar değil. Buna aktüeryal denge hesapları deniyor. 75 yıl vadeli simülasyon yapıyorsunuz. Hangi parametrelerde sistem nasıl işleyecek, ne olacak diye, ki bir daha başka adaletsizlik olmasın ileride diye. Bunların hepsine şu anda bizim uzman ekiplerimiz çalışıyor. Zamanı geldiğinde biz kendi modelimizi ve yapılması gerekenleri ortaya koyacağız, açıklayacağız.”

Babacan, bir siyasi parti lideri olmaktan ziyade bir bürokrat gibi değerlendirdi EYT ve ABO konusunu. Ama son tahlilde kendi çözüm önerilerini kamuoyuna açıklayacaklarını söyledi.

Benzer bir açıklama daha önce Ahmet Davutoğlu‘ndan da gelmişti. Dolayısıyla Gelecek Partisi de EYT için bir çözüm modeli açıklayacak.

İYİ Parti’nin kademe sisteminde bir değişiklik yaparak, EYT’lilerin emekliliğini hızlandırmaya yönelik bir hazırlığı söz konusu. Bir aralar EYT için emeklilik borçlanması gibi bir model üzerinde durdurduklarını da biliyorum ama sanırım devamı gelmedi.

CHP, biliyorsunuz, EYT deyinde hemen aile sigortası kurumunu gündeme getiriyor. Evet ama aile sigortası tam olarak EYT’lilerin talebini karşılayacak bir düzenleme değil.

Yeniden Babacan’a ve DEVA’ya dönersek…

Hatırlarsınız, eski Çalışma Bakanı Zehra Zümrür Selçuk, “Bizim elimizde 10 küsur analiz var. Her türlü kombinasyonu denedik. Fakat hiçbirisinin maliyeti sürdürülebilir bir maliyet değil.” demişti. Şimdi Babacan, 75 yıl vadeli simülasyondan söz ediyor. Başka deyişle sistemin finansal sürdürülebilirliğini sağlamak da EYT’lilere düştü!

Gelelim DEVA’nın EYT sorunundaki iki ilkesinden ilkine: Adalet!

Tam da bu işte. EYT’lilerin en temel isteği bir gecede çıkarılan yasayla getirilen adaletsizliğin ortadan kaldırılması.

Sadece DEVA’nın değil tüm siyasi partilerin kulağına küpe olsun. Eğer konu öncelikle bir adalet meselesi ise ilk iş o düzenlemeyi tarihin çöp sepetine atmak olmalı!

Tirilye’nin Taş Mektep’i neden önemli?

Tirilye’nin Taş Mektep’i neden önemli?

Bursa kıyıları deyince benim aklıma Mudanya, Mudanya deyince Tirilye, Tirilye deyince de Taş Mektep gelir.

Aşağıdaki fotoğraf da eski Bursa fotoğrafları arasındaki en anlamlı karelerden biridir bana göre: Taş Mektep’te bir 23 Nisan

Fotoğraf çok kıymetli, çünkü 1929 tarihli. Başka deyişle, 23 Nisan’ın Çocuk Bayramı olarak da kutlandığı ilk yıl.

Biliyorsunuz, Atatürk 23 Nisan 1924’te ’23 Nisan’ gününün bayram olarak kutlanmasına karar verir. Adı da ‘milli bayram’dır. Bu tarihten 5 yıl sonra Atatürk bu kez 23 Nisan’ı çocuklara armağan eder. 23 Nisan ilk kez 1929’da çocuk bayramı olarak kutlanır.

92 yıllık Tirilye fotoğrafının üzerindeki “23 Nisan Milli ve Çocuk Bayramı” ifadesi dikkat çekiyor. Fotoğrafın çekildiği Taş Mektep’in tabelasında ise “Tirilye Merkez Muhtelit Mektebi” yazıyor. Muhtelit, yani okul kız- erkek karma eğitim veriyor.

***

Taş Mektep ile ilgili öteden beri yazılıp çizilen konulardan biri, eski Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios‘un bir dönem burada eğitim aldığı. Ben buna pek ihtimal vermiyorum doğrusu.

Makarios, 1913’te Güney Kıbrıs’ın Baf ilinin Panagia köyünde doğmuş. Köyündeki okulu 1926’da bitirmiş. 13 yaşından sonra Trodos dağlarındaki Kykkos Manastırı’nda hem çalışmış hem okumuş. 1933’te manastırdan burs kazanarak gittiği Lefkoşa’daki Pankyprian Lisesi’ni bitirmiş. Sonra da Atina’ya gidip üniversite eğitim almış.

***

Zaten Taş Mektep’in tanıtımını tarihi isimlerle yapmak için ille de Makarios’a gerek yok. Taş Mektep’i yaptıran Hrisostomos Kalafatis yeter de artar bile.

Kalafatis, Tirilye Rumlarındandı. 1867’de Tirilye’de doğdu. Eğitimini Yunanistan’da tamamladı. Mimar M. Myrides’e yaptırdığı Taş Mektep’in inşa edildiği 1904-1909 yıllarında Drama Metropoliti olarak görev yapıyordu.

Tirilyeli Kalafatis, 1910-1914 ve 1919-1922 yılları arasında da İzmir Rum Ortodoks Kilisesi Metropoliti’ydi. Ama sadece bir din adamı değil, aynı zamanda meşhur bir komiteciydi.

İşgalin gerçekleştiği 15 Mayıs 1919’da da kurtuluşun geldiği 9 Eylül 1922’de de İzmir’deydi. O gün ömrünün son günü oldu.

Tarihçi Ali Güler, Hrisostomos’un son gününe dair şunları yazıyor:

Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşmeyi reddettiği İzmir Metropoliti Hrisostomos, Hükümet Konağı’ndan çıkıp, kalabalık içinde ilerlemeye başladı. O ilerledikçe, öfkeli kalabalık peşinden gidiyordu. Yavaş yavaş sıkışan ve çıkış yolu bulamayan Hrisostomos, nihayet halkın arasında sürüklenmeye başladı. Biraz sonra da ezildi ve cansız yere serildi.”

Hrisostomos’un sonu elbette bize yakışmamıştı. Olay Mustafa Kemal’i de son derece üzmüş, “Bu olmamalıydı!” demişti.

Taş Mektep, 1924’te öksüz ve yetim çocukların eğitim aldığı Darüleytam Okuluna dönüştürüldü.

1928’den sonra önce beş sınıflı yatılı bölge okulu, sonraları gündüzlü ilkokul olarak hizmete devam etti.

1986’da okul koruma derneğinin başvurusu üzerine yapılan incelemede binanın çatısında, duvarlarında ve döşemelerinde sorunlar tespit edildi ve can güvenliği açısından sakıncalı bulunarak 1989’da boşaltıldı.

***

1989’dan 2021’e tam 32 yıl…

Bursa’da gazeteci olarak geçirdiğim son 25 yılda gelmiş geçmiş hemen tüm yerel yöneticilerden Taş Mektep restorasyonuna ilişkin bir açıklama duymuşumdur.

Ama bu kez oldu. Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz ve ekibi (kendi deyimiyle melekleri), bu işi başardı. Hafta başında Taş Mektep’in bahçesinde geride kalan 7 yılı anlatırken bu gurur yansıyordu sözlerine.

Tabii Taş Mektep’in işi henüz bitmiş değil. Tarihi yapı yeniden ayağa kaldırıldı, şimdi sıra o tarihi yapıyı yaşayan bir mekana dönüştürmekte. Taş Mektep, dijital bir kent müzesi, eğitim ve kültür yuvası olarak hizmet verecek.

Türkyılmaz, Taş Mektep’in resmi açılış törenine Yunanistan’ın eski Başbakanı Aleksis Çipras ile Fener Rum Patriği Bartholomeos’u da davet edeceklerini söyledi.

Keşke gelseler, gelseler de Mudanya’nın “barışın başkenti” olduğunu bir kez daha görseler.

Açılış o tarihe kalır mı bilmem ama Mudanya Belediyesi’ne bir öneride de ben bulunayım:

Mudanya gerçekten de barışa giden yolun başlangıç noktasıydı ve gelecek yıl tarihi mütarekenin 100. yıldönümü. 3-11 Ekim 2022 tarihleri, sanırım Mudanya Belediyesi’nin hazırlıklarına şimdiden başlaması gereken barış haftası olacak!

Maske, test kiti, taraftar!

Maske, test kiti, taraftar!

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in videolarının izlenme rekorları kırdığını hepiniz biliyorsunuz, videolarda yer alan konulara da hakimsiniz, o yüzden bu fasılları hızlıca geçelim.

Peker, bir önceki videoda Eski Başbakan Binali Yıldırım’ın oğlu Erkam Yıldırım’la ilgili iddialar ortaya atmış, bu iddialar da Yıldırım tarafından yalanlanarak ‘Oğlum, Venezuela’ya maske ve test kiti götürmek için kendi imkanlarıyla gitti’ savunması yapılmıştı.

Memlekette pandemi şartları devam ederken, kendi vatandaşı maske bulup test yaptıramazken sınırları aşan Yıldırım’ın bu yardımseverliğinin sebebini kimse sorgulama zahmetinde bulunmadı. Belki de bulunamadı bilemiyorum…

Ancak, geçtiğimiz gün yayınlanan haber doğrultusunda, Yıldırım’ın Venezuela ziyaretinin olduğu zaman diliminde Türkiye’den Venezuela’ya maske sevkiyatı yapılmadığı ortaya çıktı.

Ayrıca, 50 adedin üzerindeki maske ihracının da izne tabi olduğu bilgisi verildi.

Yaşanan bu durum üzerine Yıldırım cephesinden bir açıklama bekleniyordu ki, iktidarın ‘amiral gemisi’nde yazan Abdulkadir Selvi, gayrı resmi basın sözcülüğü görevini ifa ederek, ‘Erkam Yıldırım’ın yardım maksadıyla götürdüğü test kiti ve maskenin yolcunun yanında taşıyabileceği miktarda olduğu için gümrük kayıtlarında yer almadığı’nı cümle aleme duyurdu.

Bu konuda resmi açıklama yayınlayabilecek bir dünya kurum var bu memlekette. Meselenin önü arkası güzel bir şekilde dile getirilebilir.

O zaman soralım: Bu konuda açıklama yapmak Selvi’ye mi kaldı?

Görünen o ki öyle. Belki kalmamış da olabilir ama canhıraş savunuculuk bunu gerektirir.

Selvigillerin, adına gazetecilik dediği bu pespaye anlayış artık her yerde. Yerelde, ulusalda, sosyal medyada, toplu taşımada bir sürü ‘taraftar’ var artık.

Düşünmeyen, sorgulamayan ancak ağzını ayıra ayıra bağırmayı marifet sanan, eleştiri kelimesini kabullenemeyen, tutucu insan toplulukları yani. Kendinden başka herkesi düşman gören, düşmanlaştırmaktan zevk alan bir güruh var. İşin kötüsü azımsanmayacak kadarlar…

Yaşananlar, biat kültürünün iliklerimize kadar nasıl nüfuz etmeye başladığının göstergesidir.

İşte, acıdır ki iktidar dediğimiz kavram da artık meşruiyetini seçmeninden değil bu taraftarlardan alıyor. Kendisi için bağıran insan sayısı ne kadar fazlaysa, kendini o kadar güçlü görüyor. Önce kendi gazetelerine, kendi gazetecilerine, kendi taraftarlarına değer veriyor.

Başlarda küçük bir zümreye ait olan ‘değerli yalnızlık’, zamanla gitgide gövde kazanıyor ve koca bir ülkeye yayılıveriyor.

Vakti zamanında memleketin kerli ferli siyasetçilerinin toplanıp konuştuğu, profesörlerin, sanatçıların çatır çatır düşüncesini savunduğu, üniversite öğrencilerinin titrine bakmaksızın karşısındakine soru sorduğu programlar mazide kaldı.

Soruların cevaplandığı değil, cevapların sorulandığı bir ana akım medya düzeni var artık.

Bu sebeptendir ki ülkenin 8 ulusal gazetesi aynı fotoğraf ve kelimesi kelimesine aynı manşet ile çıkabiliyor (varsa) okurunun karşısına. Ama sorulunca herkes bir etik türküsü tutturuyor ki, sormayın gitsin.

Uzun lafın kısası, devrin dinamikleri gücün karşısında eğilmeyi salık verse de özgür basına her zaman ihtiyaç var. Örneğin, İçişleri Bakanı Soylu’nun hakkındaki iddialara yanıt vermek için çıktığı yayını bu konuya örnek verebiliriz. Zira kendi taraftarlarından (seçmen değil) ziyade iktidar gibi düşünmeyen insanlara kendini ancak bu şekilde anlatabilirdi. Bu kendini anlatma yayınında da kendine yakın isimlerden ziyade ‘muhalif’ gazeteciler önemliydi.

Gerçi, önce ‘muhalif gazeteci’ kavramının saçmalığını anlatmak lazım ya o da ayrı bir hikaye…

Sedat Peker TRT 2’de program yaparsa…

Sedat Peker TRT 2’de program yaparsa…

Ben aslında Sedat Peker için bir şey yazmayacaktım, ama Cyrano de Bergerac (*) deyince mideme yumruğu yiyerek nakavt oldum.

Peker’in entelektüel birikimini biliyordum. Yıllar öce Kanal 7’de Akif Beki’nin konuğu olduğunda fark etmiştim.

Kameraları sevdiğini de 47 gün bölgede Akşam gazetesi muhabiri olarak çalıştığım 1999 depreminde, Sakarya’da görmüştüm.

Sakarya’da ilk olarak yardım organizasyonunun başında Sedat Peker vardı. Devlet kendi yardımını denetleyemezken, Sedat Peker kurduğu çadır kentleri helikopterle havadan gözetliyordu. Ama geçmişi karanlık bu adam henüz 29 yaşındaydı. Böyle bir yardım organizasyonunu nasıl yapıp yönetebiliyordu!

Bu sorular hiç sorulmadı. Ben ise Sedat Peker isminden hep tedirgin oldum.

Çünkü…

Bir asayiş uygulamasında İstanbul’un lüks barlarına polis ile birlikte kameralar da girmişti. Orada bir barmenin kolunda Arapça olarak yazan Allah dövmesi bulunuyordu. Yandaş olarak nitelenen kanallarından biri bugün insanları nasıl hedef gösteriyorsa yıllar önce de onu yapmıştı. “İçkili mekanda o dövme olur mu?” diyerek, emekçi bir insanı hedef göstermişti (O televizyon kanalı 25 yıldır hiç değişmedi, hala insanları hedef gösteriyor).

Adı Oğuz Atak olan o insan ertesi gün parkta köpeğini gezdirirken kurşunların hedefi olmuştu. Bu üç kuruşa çalışan emekçi Oğuz Atak, olay yerinde hayatını kaybetmişti. İki saldırgan polis tarafından yakalanmıştı. Adliyeye sevk edilen cinayet şüphelilerine destek için gelen ilk isim Sedat Peker’di.

Dün mitingler düzenleyen Sedat Peker ilk kez koruyup kollanmıyor ki!.. 2004 yılında kendisine yapılan Kelebek operasyonunda adliyeye gelmiş, polisler kendisini gözaltına almış, sorgulanmak üzere KOM Şubesine götürülürken savcının telefonu ile yarı yoldan dönülerek adliyeye teslim edilmişti.

Bugün videolar yayınlıyor. Pazar sabahı Western filmlerinin yerini alıyor. Sedat Peker, kısaca kullanıldığını anlatıyor. İşin garip tarafı Sedat Peker’i yakalamakla görevli İçişleri Bakanı Soylu, TRT’de katıldığı programda sigortacı olduğunu söylüyor. Yazıcıdan çıkan poliçe sesini dünyanın en güzel sesi olarak niteliyor. İçişleri Bakanı olana kadar tek bir güvenlik makalesi okumadığını da ekliyor.

Hatırlatayım, Soylu daha önce daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptı. Acaba kaç tane mevzuat okumuştur merak ettim. Arkasından toplum ikna olmayınca apar topar Habertürk kanalına çıkıyor. Çocukluğundan başlayarak anlatıyor da anlatıyor. Program bitince gazeteciler birbirlerine bakıyorlar.

Sevgili meslektaşlarım, soru soramadınız. Karşınızda mesleği sigortacılık olan bir insan var. Bari oturduğunuz evlerin DASK durumunu, bindiğiniz araçların trafik ve kaskoları ne kadar tutar, onu sorup öğrenseydiniz! Program boşa gitmezdi.

Diğer yandan Sedat Peker, yayınladığı videolarda adeta entelektüel birikimini konuşturuyor.

Sosyologlardan, filozoflardan alıntılar yaparken, bir de baktım “Cyrano de Bergerac” dedi.

Uzun burunlu kahramanın şiirini okuyunca tamamen afalladım. Kültür ve sanat kanalı TRT 2’de program yapsa tiyatro, felsefe falan konuşsa, vallahi sırıtmaz billahi sırıtmaz.

Hatta o kanalda program yapan Yılmaz Erdoğan’dan daha iyisini yapar. Üstelik daha fazla reyting alıp daha fazla seyredilir.

Bu arada, ben Gerard Depardieu’nun oynadığı ve Rüştü Asyalı’nın seslendirdiği Cyrano’nun yerine Steve Martin’in oynadığı uzun burunlu itfaiyeci versiyonunu daha fazla beğenirim.

Bir de ek bilgi vereyim. Tiyatroyu çok seven II. Abdülhamit, Cyrano de Bergerac’ın oynanmasını yasaklamıştır. Söylentilere göre bunun nedenlerinden biri Cyrano de Bergerac’ın uzun burnunun II. Abdülhamid’e benzemesidir. Bunu bilse belki Sedat Peker Cyrano’dan örnek vermezdi.

___

Cyrano de Bergerac, 17. yüzyılda yaşamış Parisli şair, oyun yazarı ve silahşor Savinien Cyrano de Bergerac’ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek Fransız şair ve oyun yazarı Edmond Rostand tarafından yazılmış ünlü bir sahne eseridir. Perde sırasıyla 7, 11, 14, 10 ve 6 olmak üzere toplamda 48 sahneden oluşur. İlk dört sahne 1640’ta, beşinci sahne ise 1655’te geçer. Birçok kez sinemaya aktarılmış olan oyun 1936 yılında da operaya uyarlanmıştır. 1897’de kaleme alınan oyun, Türkçe’ye ilk kez 1942 yılında Sabri Esat Siyavuşgil tarafından kazandırılmıştır.

Bursa’yı görmezden gelen bakanlık hangisi?

Bursa’yı görmezden gelen bakanlık hangisi?

Kültür ve Turizm Bakanlığı, müze ve ören yerlerinin internet üzerinden gezilebilmesi amacıyla www.sanalmuze.gov.tr adlı bir internet sitesi kurmuş. İyi de yapmış. Siteye girip Türkiye’deki 32 müze ve ören yeriyle bir geçici sergiyi ücretsiz olarak gezebiliyorsunuz. Siteye ilgi bir hayli yoğun. Sana müzeler Mart 2020’den Nisan 2021’e kadar tam 12 milyon 529 bin 246 milyon kez ziyaret edilmiş.

Peki hangi müze ve ören yerleri var bu sanal gezide?

Sırasıyla Ankara’dan 5; İstanbul, İzmir ve Çorum’dan 3’er; Çanakkale, Şanlıurfa, Gaziantep ve Denizli’den 2’şer; Samsun, Antalya, Adana, Hatay, Van, Aksaray, Nevşehir, Adıyaman, Bitlis, Uşak ve Mersin’den birer müze ya da ören yerini üç boyutlu gezmek mümkün.

Bu kadar lakırdıyı niye ettiğime gelince…

Acaba bu projede Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa’yı neden görmezden geldi?

Cumalıkızık-Hanlar Bölgesi-Sultan Külliyeleri hattıyla UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Osmanlı şehri Bursa, ne bileyim, örneğin Aksaray’daki Ihlara Vadisi’nden daha mı önemsiz?

Tarihi Kentler Birliğinin Türkiye’deki her şehre örnek gösterdiği Bursa Kent Müzesi ya da Türkiye’nin ilk ve tek Tekstil Sanayi Müzesi Merinos’un hiç mi kıymeti yok?

Arkeoloji ise mesele, tarih öncesi ilk köyün kurulduğu Akçalar Aktopraklık Höyüğü – yoğun sanayi baskısı altında kalsa da – Bursa’da ve tam bir açık hava müzesi değil mi?..

Mesele etnoğrafya ise yaşam kültürü tüm öğeleriyle Alipaşa Mahallesindeki Hasan Eşref Konağında yaşatılmıyor mu?..

Hangi birini sayayım; Hünkar Köşkü’nü mü, Karagöz Müzesi’ni mi, Enerji Müzesi’ni mi, Göç Müzesi’ni mi, Vakıf Müzesi’ni mi?..

Üstelik Bursa’daki müzelerin çoğu Büyükşehir Belediyesi eliyle Kültür ve Turizm Bakanlığından çok önce sanal ortama taşınmış durumda. Başka deyişle yapılması gereken sadece bakanlığın belediye ile teknik bir entegrasyon sağlaması…

Ama Ankara uğraşmaz bu işlerle, umrunda da olmaz…

Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa’yı görmezden geliyorsa Bursa’yı gözlerine sokmak bizim görevimiz değil mi? Valiliğin, Kültür ve Turizm Müdürlüğünün, Büyükşehir Belediyesinin, Tanıtma Birliğinin…

Belli ki Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa’yı görmezden gelmiş, gelmiş de bizim Büyükşehir diyemiyor mu: Ey bakanlık, bak elimizde senin bu projeni zenginleştirecek dünya kadar üç boyutlu görüntü mevcut, al koy şu sitene!..

Vaktiyle bir Kültür ve Turizm Bakanı’ndan Bursa surlarının restorasyonu için destek istenmişti de “9 bin yıllık Diyarbakır surları dururken sizin surlarınızla uğraşamam” demişti adam!

Surları bırakın, şu anlattığım kadar bile uğraştıkları yok Bursa’yla!..

‘Paperclip’ ve milletin bekası

‘Paperclip’ ve milletin bekası

Bu milletin bekası, bayrağımızın inmemesi, ezanlarımızın susmaması için size bir “beyin göçü” hikayesi anlatalım:

II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Partisi üyesi Wernher von Braun, dikkat çekici bir çalışmaya imza yaptı. Hayatını bile tehlikeye atarak, V2 isimli roketleri planladı ve üretti.

Yerin altında üretilen bu roketlerin yapım aşamasında işçi olarak Yahudiler çalıştırıldı. Son derece kötü şartlarda çalıştırılan Yahudi köle işçilerin çoğu fabrika olarak kullanılan tünellerde can verdi.

Uçaklarla yapılan hava saldırılarında erken uyarılan İngilizler kaçmaya fırsat buluyor, sığınak olarak kullanılan metro tünellerine girebiliyorlardı. Ama V2’ler öyle değildi. Fransa sahillerinden ateşleniyor, Manş denizini aşarak İngiltere şehirlerini yerle bir ediyordu. Sessizce gelerek büyük bir yıkıma neden oluyordu.

Ne var ki V2’ler için stratejik bir hata yapıldı. Wernher von Braun, seyyar rampaların üretilmesi, ateşlemenin buralardan yapılmasını raporlamıştı. Ama Almanya’nın ve savaşın kaderi iki dudağının ucunda olan ve her şeyi bilen tek adam Hitler, öyle düşünmüyordu. Braun’un planına itiraz ederek sabit, iyi korunaklı rampalar inşa edilmesi emrini verdi. İnşa çalışmaları tamamlanmak üzereyken müttefikler Normandiya kıyısına çıktı. Sabit rampalar müttefiklerin eline geçti. V2’ler Fransa içlerine çekildi. Kıyılardan ateşlenmediği için menzil olarak artık Manş denizini aşamıyorlardı. İngiltere için V2 tehdidi son bulmuştu.

Bu sırada Rus Kızıl Ordusu Doğu’dan gelerek Amerikalılar’dan önce Berlin’e girmek için insan üstü bir direnç gösteriyor ve Stalin 470 bin askerini bu yarışta harcıyordu. Ruslar, her gördükleri Nazi’yi hemen orada ipe çekiyor ve Berlin’in önünü bir an önce açmak istiyorlardı.

Ruslar, Alman köylerini yakmakla ve kadınlara tecavüzle uğraşırken, Amerikalılar ‘Paperclip‘ operasyonu için düğmeye bastı. Alman ordusunu bir savaş makinesi haline getiren mühendislik harikası silahları tasarlayan Nazi bilim adamlarından 600 kişiyi aileleri ile birlikte hemen Almanya’dan ABD’ye transfer ettiler. Aralarında Wernher von Braun da vardı.

Amerikalılar, bu bilim insanlarını ordu üslerine yerleştirirken, bir şeyi de unutmadılar. Ele geçirdikleri V2 roketlerini de ABD’ye getirdiler. ABD, bu bilim insanlarının Nazi üyeliğini, savaş suçlarını, hatta köle Yahudi işçilerin durumunu hiç tartışmadı ve soruşturmadı. Öyle ki Başkan Kennedy ile kol kola sohbet edebilecek kadar el üzerinde tutuldular.

Ardından “soğuk savaş” başlamış ve Ruslar, Yuri Gagarin‘i uzaya çıkararak ABD’ye önemli bir gol atmışlardı. Artık Amerika’da hedef uzaya çıkmak değil, Ay’a ayak basmaktı. Soğuk savaşın en keskin günlerinde 1969’da Neil Armstrong, Edwin Aldrin, Michael Collins isimli astronotları taşıyan araç Ay yörüngesine indi. ABD artık Rusya’yı geride bırakıp önemli bir cephe kazanmıştı. Ay projesinin başında ise 1945’te ABD’ye getirilen V2 roketlerinin yaratıcısı, Nazi bilim adamı Wernher von Braun vardı ve 1955’te ABD vatandaşı yapılmıştı.

Dün ‘Paperclip’ operasyonunu yapan ABD aynı operasyonu sürdürüyor. Parlak beyinleri bugün bile bir yetenek avcısı gibi buluyor ve ABD’ye götürmek için elinden geleni yapıyor. Türkiye’deki gençleri ise ikna etmeye bile çalışmıyor. Çünkü onlar yurt dışına gitmek konusunda dünden razı.

Z kuşağı dediğimiz gençlerimiz umutsuz, önünü göremiyor. Gelecek 10 yıl içerisinde yaşayacağı problemleri düşünüyor. Eğitim sistemi tıkanmış, gençler işsizlik ve gelecek kaygısıyla boğuşuyor. Çocuklarımız sosyal medyada yaptıkları bir paylaşım için kapılarına polisin gelmediği, devlet dairesinde işe girmek isterken, mülakatta, Twitter’da yazdıklarının önlerine konulmadığı bir ülkede yaşamak istiyorlar.

Bu çocuklara kızamıyorsun bile. Çünkü yıllarca eğitim görüp geldikleri nokta, asgari ücretle üç harfli olarak adlandırılan marketlerde çalışmaya zorlanmak. Diğer taraftan pudra şekerine bulanan yaşıtlarının lüks ve şatafat içerisindeki hayatını görüyorlar ve gördükçe Avrupa’da, ABD’de yaşamak için can atıyorlar. YouTube’ta o ülkelere yerleşerek deneyimlerini anlatanların videoları rekor kırıyor. ABD’nin Green Card çekilişini kazanan gençlerin sevinç gösterileri hala hafızamızda.

Yarın bu pırıl pırıl gençler yurt dışına kaçacaklar ve orada el üzerinde tutulacaklar. Siz de bu gençleri geri döndürmek için dil dökeceksiniz. Evet, onlar geri gelecekler ama sadece Bodrum’a, Antalya’ya tatil yapmaya. 15 gün sonra yine dönüp kaldıkları yerden hayatlarına devam edecek ve “keşke 5 yıl önce gelseydim, şimdi durumum daha iyi olurdu” türküsünü söyleyecekler.

Gençlerimiz geleceğimizdir. Bu bayrağın inmemesi, ezanların susmaması ve milletin bekası için hemen düğmeye basmalıyız. Gençlerimizi anlamak, dinlemek, onlara daha özgür bir ülke, daha iyi ekonomik şartlar ve eğitim imkanları yaratmalıyız. Yani gençlerimizi geri kazanmak, Avrupa ve ABD’ye beyin göçünü engellemek için acil bir ‘Paperclip’ operasyonu başlatmalıyız.

İnce taraf

İnce taraf

Köylü bir amca sabah erken uyanıp kağnısı ile kasabadaki pazarın yolunu tutmuş. Bütün gün pazarda satacaklarını satmış, alacaklarını almış. Yüklü kağnısı ile yola koyulunca, tahta tekerleklerin birinden gelen acıklı sesi fark etmiş. Bir de ne görsün; o tarafın tekerleğini tutan tahta parçası aşırı incelmiş. Kağnı yüklü, yol uzun.

-Aman ince taraf, gözünü seveyim ince taraf, köye varmadan kırılma, diyerek yola devam etmiş. Yolda ses incelip uzadıkça köylü amca ağlamaklı yalvarmaya devam etmiş:

-Aman ince taraf, dayan ince taraf…

Bir yandan da ince taraf kırılmasın diye yükün önemli bir kısmını kalın tarafa aktarmış. Çukur, taş ve engebeleri kalın tarafa denk getirerek yola devam ederken, bir yandan da kendi kendine söyleniyormuş:

-Az kaldı ince taraf, kırılma ince taraf.

Ancak yolun yarısındaki bir yokuşta, yine bir engebeden geçerek, bir çukura girerken, olanca yüke ve tek taraflı bu kadar sıçramaya dayanamayarak kalın taraf çatırdayarak kırılmış.

Ülkemizin demokrasisi ve ekonomik kalkınma hamleleri üzerine yapılan değerlendirme ve istatistiklerin hepsi biz ince tarafa güzellemeler yaparken, kalın tarafı kırdığımızı gösteriyor.

Pandemi ile birlikte katmerlenen ekonomik sorunlar her şeyin önüne geçmiş durumda:

Dış borçlar… Turizm gelirlerindeki azalma… Başta inşaat sektörü olmak üzere lokomotif sektörlerde ciro kayıpları… Toplumdaki kutuplaşma… İşsizlik…

Muhtemelen o köylü amca kağnının tekerleğini tutan kısmı değiştirerek hava kararmadan köyüne ulaşmak için kan ter içinde çalışıyordur.

Bizde durum farklı. Kağnıyı harekete geçirmesi gerekenler kağnıyı onarmak yerine kağnının üstüne çıkmış nutuk atıyor.

-Kağnımızın ilerlemesine mani olamayacaksınız,

-Çekilin yolumuzdan!

Kredili konut satışında yüzde 71’lik gerileme yaşanıyor.

Otomotiv sanayisinde otomobil üretimi ortalama yüzde yüzde 15 daralmış.

Turizm gelirleri yüzde 65 düşmüş durumda.

Resmi verilere göre, işsizlik yüzde 13.4, enflasyon yüzde 17 oranında…

Bu tablonun acil ihtiyacı siyasetin ortak aklıdır.

Gelgelelim bizim gündemimizi mafya reisleri belirlemeye devam ediyor.

Babacan’ın yeni partisi ve eski sorular…

Babacan’ın yeni partisi ve eski sorular…

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, daha önceleri bakan olarak geldiği Bursa’ya ilk kez muhalefet partisi lideri olarak geldi.

Günün ilk programında yerel basının temsilcileri ile buluştu, onların sorularını yanıtladı.

Kısa sürede teşkilatlanmasını tamamlamış, seçimlere girmeye hak kazanmış bir partinin lideri olarak özgüveni yerinde, kendinden emin açıklamalarda bulundu.

Platformda kendisi ile eski Adalet Bakanı ve Genel Başkan Yardımcısı Sadullah Ergin, Bursalı Genel Başkan Yardımcısı Burak Dalgın, Genel Başkan Yardımcısı ve Kadın Politikaları Başkanı Elif Esen ile Bursa İl Başkanı Serkan Özgöz yer aldı.

Daha önce de defalarca aynı yanıt verilmesine karşın yine ‘anket’ sorusu soruldu, takdir edersiniz ki yine aynı yanıt alındı. Babacan, bu kez ek olarak ‘Bize sahada gösterilen ilgiyi yansıtacak bir anket yok’ değerlendirmesinde bulundu ki; DEVA Partisi’ne gösterilen ilgiyi anlatmak için güzel bir ayrıntı idi bence…

Babacan, partisinin merkezine hukuku ve temel hak ve hürriyetleri koymuş. Türkiye’nin hukuktan giderek uzaklaşmasının en temel sorun olduğunu ve ekonomik sıkıntıların da bu sebepten kaynaklandığını dile getirdi.

Yine sorulmaktan bıkılmayan ‘ittifak’ sorusuna da ‘Seçim sath-ı mailine girmeden konuşmanın gereği yok. O gün gelsin değerlendiririz’ cevabını verdi.

Erdoğan’ın söylemlerinin tehlikeli bir dilin yansıması olduğunu söyledi. Gücün tek elde toplanması sebebiyle yaşanan aksaklıklara ve sorunlara değindi.

Babacan’ın ‘kendini anlatmaya çalıştığı’ bu toplantıda bazı sorulara yanıt vermediğini de eklemek gerek. Bunda Babacan’ın soruları tek tek almak yerine üçer üçer almasının ve soruların uzunluğunun da katkısı var tabii.

Bir de ulusal-yerel fark etmeksizin Babacan’ın ‘yeni’ sözleri yerine ısrarla AK Parti döneminin sorulması da ilginç bir durum. Hal böyle olunca, iş ‘günah çıkarma’ denemesine gitti, karşımızda yeni kurduğu parti ile duran lider de geleceğe dair açıklamalarını soru sorulmadan dile getirdi.

Babacan, ilk kez muhalefet olarak geldiği Bursa’da beklediği gibi bir ilgiyle karşılaştı.

Bir zamanlar iktidar mensupları harici siyasilerin yoğun tepki gördüğü Kapalıçarşı’da vatandaşlarla görüştü, sorunları birinci ağızdan dinledi.

İşin organizasyon kısmına geldiğinde ise bazı aksaklıklara rağmen İl Başkanı Serkan Özgöz ve yönetiminin başarılı bir sınav verdiğini söyleyebilirim. İl başkanlığı binasının açılışında toplanan hatrı sayılır kalabalığı da göz önünde bulundurursak kurucu yönetim rüştünü ispat etti de diyebiliriz.

Hazır sözü açılmışken, il başkanlığı binasının Nilüfer’de olması eleştirilmiş, hatta dalga geçilmişti; hatırlayacaksınız.

Siyasette eski alışkanlıkların geride bırakılmasını savunan, bu konuda söylemleri olan bir partinin il binasının da kimilerine göre ‘cesur’ bir kararla Nilüfer’de olması yadırganmamalı. Şehrin dinamiklerinin merkezden git gide uzaklaştığını, iş merkezlerinin, sanayinin ve gençlerin buluşma noktasının Nilüfer olduğunu hesaba katarsak alınan bu karar partinin daha çok işine yarayacaktır.

Eldeki tüm veriler ışığında İl Başkanı Serkan Özgöz’ün daha görünür olması, şehrin sorunlarına karşı DEVA’nın önerilerini daha gür sesle dile getirmesi, partinin Bursa’daki görünürlüğüne katkı sağlayacaktır.

Genel siyasette ise elinde ekonomi gibi önemli bir kart olan Babacan ve DEVA Partisi, sakin ve kutuplaştırmaktan uzak siyaset dili ile yeni bir siyasi iklim vaat etse de, seçmenin bu çağrıya nasıl karşılık vereceğini sandıkta göreceğiz.

Her parti gibi iktidar hedefi elbette var, ancak ilk seçim için elde edecekleri oy oranı ile de kritik öneme sahip olacaklar. Bu süreçteki performansları da siyasi ömürlerini ve gelecekteki iktidar planlarını doğrudan etkileyecek.

Bakalım Babacan’ın sükuneti, siyasetin yüksek tansiyonunu bastıracak mı?