Bundan yaklaşık bir ay önce deprem bölgesine ziyarette bulunma şansına sahip olmuştum. Enkaz yığınlarının arasında kurulan çadırlarda yaşamaya çalışan depremzedelerle tanışmıştık, kurulmaya çalışılan konteyner kentlerin yarattığı heyecana şahit olmuştuk. Bölgede en büyük sıkıntının tuvalet, banyo ve temiz su olduğuna değinmiştik.
Aradan bir ay geçti. Şimdi bölgede genç meslektaşım Norm Haber Muhabiri Denizhan Karahancı var ve bana anlattıkları aradan geçen sürede değişen çok az şey olduğunu gösteriyor.
Bölgeyi kendi cümleleri ile “Burası inanılmaz, sanki savaş alanı gibi, felaketin üzerinden iki ay geçmiş olmasına rağmen deprem sanki bugün olmuş. Yıkılması gereken o kadar çok bina var ki… Hava sıcak ve çok güzel, ama evlerinin balkonlarında bu güzel havayı keyifle oturup izleyecek insan yok. Marketler boş, benzin istasyonları, kuaför salonları boş. Balkondan bakan bir tane insan dahi yok…” diyerek anlatıyor Denizhan.
Onu en çok insanların keyifsiz, mutsuz olması etkilemiş anlaşılan…
Yıkımların yaşandığı bölge öylesine büyük bir alanı kapsıyor ki, enkazın kaldırılmasının bir yılı aşkın zaman alacağı konusunda yetkili isimlerin uyarıları olduğunu hepimiz hatırlıyoruzdur umarım. On binlerce yapının yıkıldığı, on binlercesinin de ağır hasarlı olarak tespit edildiği ve kontrollü yıkıma muhtaç olduğu bir gerçek.
Enkaz tam olarak kaldırılmadan, şehirlerin ayağa kalkması da mümkün olmayacak gibi duruyor.
Bunun yanında yetkililerin yaptığı açıklamalarda, son 20 yılın ortalamasına göre yıllık konut üretim performansının 11 kat artırılarak bir yıl içerisinde yüzbinlerce kalıcı konutun inşa edileceği iddia ediliyor.
Sürecin konut ve yerleşim odaklı yürütülmesine yönelik eleştirilerimi, çekincelerimi daha önce beyan etmiş olmakla birlikte haksız da bulamıyorum mevcut vaatleri. Zira bölgeden uzaklaşmak adına taşınma girişiminde bulunan depremzedelerin karşılaştıkları konut ve kira fiyatları öylesine afaki ki, bir hayat sürdürmenin mümkünatı yok bu rakamlarla.
Pek çok depremzede ilk etapta uzaklaştığı bölgeye dönüyor, bu nedenle de çadır ve konteyner ihtiyacı sürekli devam ediyor.
Ancak, tüm bu acının, ihtiyaçlar yığınının içinde bir kez daha ihmal etmememiz gereken kavramı da hatırlamakta fayda olduğu kanaatindeyim; doğa…
Yeniden yapılanırken, akıldan çıkarılmaması gereken doğaya bir kez daha zarar vermemek olmalı bence.
Tamamının yeniden planlanarak yapılanması mümkün olan bölgede ormanlardan bozkırlara, göllerden nehirlere pek çok farklı ekosistemi içeren, sayısı 40’a yakın önemli doğa alanı bulunmakta. Bölgede çok sayıda milli park, tabiat parkı, doğal sit, yaban hayatı koruma sahası ile geniş ormanlar, ovalar ve meralar bulunmakta.
Fırat-Dicle, Seyhan-Ceyhan ve Asi havzalarının beslediği bu coğrafyada Türkiye’deki toplam tarım topraklarının yaklaşık yüzde 17’si bulunmakta.
Oysa ülkemiz açısından böylesine önemli olan bu topraklardaki enkaz kaldırma ve yapıların yıkımı kontrolsüzce devam ediyor. Kentlere hızla toz ve zehirli asbest yayılıyor. Kaldırılan enkazlara ise tarım arazilerine, dere yataklarına, sulak alanlara dökülüyor.
İnşaat yıkıntı atıkları sorunu, Türkiye’deki inşaat ve rant odaklı büyüme stratejilerinin yoğunlaştığı yıllardan bu yana sürekli büyüyen ve çözümü için çaba sarf edilmeyen bir konu.
Şimdi ülke genelindeki bu problem, bina enkazlarından çıkan heterojen, karmaşık atıklar için düzgün depolama, yerinden kullanım, geri dönüşüm, bertaraf gibi yöntemlere başvurulmadığı için deprem coğrafyasında kriz şeklinde düğümlenmiş durumda.
Yeni inşa edilecek konutlar için plansız alelacele bir şekilde tarım arazilerine, meralara, orman bitişiğindeki alanlara dökülecek milyonlarca ton beton, yığılacak sayısız iş makinası da cabası.
Bu anlayış devam ederse, tüm bunlar birkaç yıla hayalet yerleşimlere dönecek olan bina yığınları için yapılmış olacak.
Deprem bölgesindeki hava, su, toprak ve tüm canlılar tehdit altında.
Eğer yaklaşan seçimler gözetilerek oy kaygısıyla hızla ve plansız bir biçimde enkaz görüntülerinden kurtulma ve doğal alanlara kalıcı konut inşa etme yönünde alınan akıl dışı karar engellenemezse bölgenin ekosistemi telafisi mümkün olmayacak ölçüde tahrip olacak.
Depremden yurttaşların temel geçim kaynaklarını ellerinden almadan, doğaya, ekosisteme kalıcı hasar vermeden, bir doğa olayına önlem almaya çalışırken başka afetlere zemin hazırlamadan tüm sorunlara çözüm üretmek; tüm ihtiyaçları karşılamak mümkün.
Fakat mümkün kılınacak mı?
İşte sorun tam da burada…