‘Uçağı olmayan bir yurt damı olmayan bir eve benzer’

‘Uçağı olmayan bir yurt damı olmayan bir eve benzer’

Yangın daha yeni başlamıştı ki “Milletimiz cömerttir” deyip hesap numarası verdiler.

Valilikler IBAN numaralarını ardı ardına yayınladı.

Kızılay durur mu? Seferberliğe o da katıldı.

İki gün sonra, alevlerin iyice yakıp yıkacağı anlaşılınca bir seferberlik ilanı da TOKİ’den geldi.

Seferber olduk” dedi TOKİ:

Yöresel mimariye uygun köy evlerinin projesini hazırladık. Ahırı, deposu, bahçesi olacak. Bir yıl içinde oturacaksınız.”

Projeyi hazırlarken “önemsiz” bir ayrıntıyı unutmuşlardı. Evi, barkı, ocağı yok olanlara sormayı…

Ama o kadar kusur kadı kızında da olurdu! Hem sonra belediye başkanı açıklamamış mıydı 20 yıl vade yapılacağını. Üstelik ne demişti başkan:

Evleri eski olan vatandaşlar keşke bizim de evimiz yansaydı diyecekler!..”

Aynı başkanın Büyükşehir’den gelen yardımları engellediği, alevlerle mücadele eden işçi ve itfaiyecilere belediye yurtlarını açmadığı da yazılıp çizildi, ama muteber çevrelerde pek ilgi görmedi bu iddialar…

Hem ne vardı canım!

500 bin liralık evin 300’ünü zaten devlet verecek. Kalanını da 20 yıl kira öder gibi ödeseler ne olurdu!

Oldu olacak bir salma yapın da THK’ya lazım gelen 4 milyon doları da afetzedelerin sırtına yükleyin!

Siz Somali’ye gönderin paraları, evlerinden önce o uçakların parasını öder bizim insanımız!

Çünkü Yörükler de bilir ki “Uçağı olmayan bir yurt, damı olmayan bir eve benzer.

Tam 91 yıl önce Bursa’nın İnegöl ilçesinde Tayyare Cemiyeti’nin (THK) astığı bu afişte olduğu gibi…

Şecaat arz ederken sirkatin söylemek!

Şecaat arz ederken sirkatin söylemek!

İşaret fişeğini Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli yaktı:

Benim son 5 günlük bilançoda gördüğüm, orman teşkilatı yerleşim yerlerini korumaktan – birinci derecede aslında sorumluluk belediyelerdedir- ormanların yanmasına müsaade etmek zorunda kaldık.”

Pakdemirli, tam olarak şunu söylemek istiyordu:

“Orman Bakanlığı olarak biz yerleşim yerlerini korumaya çalışmaktan orman yangınına müdahale etme fırsatı bulamadık. Oysa ki yerleşim yerlerini; yani ilçeyi, mahalleyi, köyü yangından korumak benim değil, belediye başkanının görevidir.”

Orman Bakanı’nın sözleri tartışıladursun bu kez Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan da benzer açıklamalar geldi.

Devlet olarak bizim görevimiz nedir? Devlet olarak görevimiz, tarım, orman ve hayvancılık, bütün bu ormanların bakımı, ıslahı; yangınların söndürülmesi birinci sorumluluğumuz. Yerleşim bölgelerindeki yangınların sorumluluğu kimin? O da oradaki büyükşehir belediyelerine aittir.”

Velev ki öyle…

Velev ki orman yangınını merkezi idare; il, ilçe, mahalledeki yangını söndürmek belediyenin görevi…

Son 8 günde 40 ilde çıkan 183 yangından söz ediyoruz. Bunların tamamı orman yangını!..

Ya ormanlık alanlarda çıkmış bu yangınlar ya da orman köylerinde… Moda adıyla kırsal mahallelerde…

Yangın Manavgat’ın Antalya Caddesi’nde mi çıktı?

Yangın Silifke’nin Türkeş Bulvarı’nda mı çıktı, İnönü Bulvarı’nda mı?

Yangın Marmaris’in Atatürk Caddesi’nde mi çıktı?

Kimse kusura bakmasın bakma, bu iş “Ana arterler büyükşehirin, ara sokaklar ilçe belediyesinin” meselesindeki kadar basit değil!

Orman yangınlarının günlerdir söndürülememesine kılıf arayacak yerde “acaba Bütünşehir uygulamasında yanlışlık mı yaptık?” diye düşünmek gerekmez mi! “Acaba belde belediyelerini kapatmakla, köyleri yok etmekle bugünlere zemin mi hazırladık” diye sorulamaz mı! Neden “orman köylüsü için ne yapmadık da bugünleri gördük?” diye akıl yorulmaz! Çok büyük bir hızla, köy köy, mahalle mahalle, ilçe ilçe yayılan böyle büyük bir yangını söndürmek hangi belediye olanağıyla mümkün olabilir?

Hem sonra…

Anayasa Madde 169:

Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.”

Orman Kanunu Madde 69:

Orman idaresi, orman yangınlarını önlemek ve söndürmek maksadıyla her türlü hizmeti yapar veya yaptırır.”

Aynı madde görevlendirmeye devam ediyor:

Orman sayılan alanlar dışındaki yangınlarda ormana sirayet etme riski bulunan kırsal alan yangınlarının söndürülmesine imkânlar ölçüsünde katkı sağlanır.”

Ve sonra deniyor ki aynı maddede:

Orman yangınlarını önlemek maksadıyla, orman yangını öncesinde ve yangın esnasında orman idaresi ile diğer kamu kurum ve kuruluşları arasındaki koordinasyonu, mahallin en büyük mülki idare amiri sağlar.”

Belediye başkanlarının canhıraş çabalarıyla o çabalara eşlik eden çaresizlik gözyaşları ekranlara dahi yansıyor. Yetmiyor, THK’dan uçak kiralama talepleri, “uçak” rezaletini ortaya çıkarıyor. Yetmiyor, “parasını biz verelim, uçaklar en kısa sürede hazır hale getirilsin” diyorlar. O da olmuyor, yurt dışından uçak bulmaya çalışıyorlar.

Peki, mahallin en büyük idare amirleri ne yapıyor?

Devletin valileri büyükşehir belediye başkanlarını devre dışı bırakıp daire başkanlarını afet koordinasyon toplantılarına çağırıyor.

Birileri şecaat arz ederken sirkatin söyleyedursun, Türkiye’nin cennet güneyi cehenneme dönüyor!

Truman Show

Truman Show

1998 yılında çekilen “Truman Show” filmi gibi günler yaşıyoruz.

Seyredenler hatırlayacaktır: Truman, dünyanın bir şirket tarafından evlat edinilen ilk bebeğidir. “Biri Bizi Gözetliyor” tarzı bir TV şovunun başkahramanıdır. Truman, ütopik bir adada yaşar ve kameralardan, TV şovundan bihaberdir. Dünya, yıllar içerisinde Truman’ın büyümesini, ilk aşkını bulmasını, babasını kaybetmesini seyrederek, onunla üzülüp onunla gülmüştür.

Filmin kahramanının on numara bir işi, müthiş bir hayatı vardır. Karısı ve arkadaşı sandığı şov oyuncuları Truman’a hayatının her gününü müthiş mutlu yaşatırlar. Şov oyuncuları, Truman’ın bu mutlu adada dış dünya ile ilgili sorular sormasını engellemekle de görevlidirler. Truman’a dışarıdaki dünyanın berbat olduğunu, gezip görmeye değer olmadığını, dünyanın en güzel yerinde yaşadıkları düşüncesini zerk ederler.

Bizde de Türkiye’yi, Truman’ın içinde olduğu dünya gibi gösterme özlemi ile yanıp tutuşanlar var.

Son günlerde hava sıcaklıkları gün be gün artarken, çıra gibi yanan ormanlarımızın bir anda alevlenerek, köyleri, yerleşim yerlerini yuttuğunu görüyoruz. Alevleri söndürürken şehit olan vatandaşlarımızı, yangında yok olan börtü böceği, kasabalara ve şehre kaçan yaban hayvanlarını izliyoruz.

Ülkede siyasetin bulaşarak çöküşüne yol açtığı kurumlarımıza Türk Hava Kurumu‘nun da (THK) eklendiğini görüyoruz. 2019’da şov yapan uçakların 2 yıl içerisinde kümese döndüğünü, kurumun başındaki eski bakanın özel bir durumla nikahta olduğunu öğreniyoruz. Ülkenin bakanlarının adeta bizimle dalga geçer gibi yaptığı açıklamalardan dünyanın en başarılı yangınla mücadelesini verdiğimizi öğreniyoruz. Yangınlarla birlikte 19 yıldır süregelen iktidarın karnesinin de günden güne kırıklarla dolduğunu biliyoruz.

Ama Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) boş durmuyor. Hemen bir uyarı yayınlıyor. Uyarı tüm kanallara… RTÜK, orman yangınlarına ilişkin yayınlarda “halkı olumsuzluğa yönlendirebilecek içeriklerin ortaya konulduğunu” belirterek, medya kuruluşlarına “halkı yanlış yönlendirebilecek üsluptan kaçınmaları” uyarısında bulunuyor. Açıklamada, Türkiye’nin farklı noktalarda çıkan yüzün üzerinde yangının, acil müdahale ekipleri tarafından başarıyla söndürüldüğüne dikkat çekilerek, “Buraları hiç görmeksizin sadece yanan alanların ısrarla ekranlara taşınması, kaos havası beklentisinde olan çevrelerin istediği yönde bir yayıncılıktır” deniliyor.

Benim RTÜK’e önerim ise şöyle: Dev bir ada bulalım. Paşalimanı Adası uygun olabilir. Orayı satın alarak dev bir stüdyo kuralım. Bu adayı kurarken ihaleye fesat karıştırma, yolsuzluk, adam kayırmacılık olmasın, kamu garantisi verilmesin. Bu kıyak adada üniversite mezunları üç harfli marketlerde 15 bin lira maaşla çalışsın. Tarım ve hayvancılıkta Hollanda’nın kıskandığı köylerimizden yayın yapsın kanallarımız. O adaya hiç Suriyeli ve Afgan sığınmacı sokmayalım. Allah korusun adanın plajlarında nargile içerken görüntüye girebilir, vatandaşlarımızın tepkisi ile karşılaşabiliriz.

Milli uzay aracımız ve uçaklarımız, F-35’lerimiz adanın semalarında yükselsin. Burayı S-400’ler korusun. Ada içerisinde ulaşım elektrikli TOGG araçları ile sağlansın. Bu kara parçasının bir tarafından petrol, diğer tarafından doğalgaz fışkırsın. Kalan iki tarafında da bütün gün balıkçılar trol ile avlansın, ama kol gibi lüferler, karagözler, kalkanlar çıksın.

Bu adada iletişim Telekom’u yağmaladıktan sonra kaçan Lübnanlı Hariri ailesi tarafından yapılsın. Kaçmadıkları, aksine ışık hızında internet ve iletişim sağladıkları gösterilsin.

Tapu binası her gün yayın yapsın, tek bir karış toprağın ve şirketin Katarlılara satılmadığını anlatsın vatandaşlara.

Sokaklarında işsiz güçsüz ya da emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) yerine dünyayı gezen Japonlar gibi torun gezdiren, ayda bir kuzu yiyen emekliler gezsin.

Tweet attığında buranın sakinlerinin sabaha karşı kapısı kırılmasın, hatta polisler altına yorum yazsın. Adanın Merkez Bankası şeffaf camdan olsun, 128 milyarı falan oradan görelim.

Gençler şu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tanıtım filmde olduğu gibi taklalar atsın.

Mesela yazar çizer gazetecileri hapsedilmesin. Cezalarının plajda, bir şenzlongda çeksinler.

Bir de adanın her köşesine yangın söndürücü koyalım. Maazallah yangın falan çıkıp kameralara yansırsa emekler boşa gidebilir.

Televizyon kanallarımız buradan yayın yapsın, biz de artık görmeyelim yangın, şehit, pazardaki pahalılığı, kadın cinayetlerini, yol geçen hanına dönen sınırlarımızı, başı boş gezen (!) EYT’lileri.

Biz de kurtulalım bu iç karartıcı haberlerden, RTÜK’te…

Memleketin içinde memleket hasreti çekenler!

Memleketin içinde memleket hasreti çekenler!

Önceki gün… Dün… Bugün… Bir haftadır…

Hatta çok uzun zamandır…

Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

“Öfkeli, çaresiz, çok çaresiz, çaresizliğe öfkeli, gergin, hüzünlü, sıkılmış, sıkışmış, kimsesiz, mutsuz, umutsuz, çok umutsuz, bitik, korkmuş, üzgün, çok üzgün, çok ama çok üzgün, yorgun, sıcak, acılı, travmatize olmuş, bitkin, bitik, tükenmiş, aciz, kaygılı, isyankar, kızgın, düş kırıklığına uğramış, güçsüz, köşeye sıkışmış, çok sıkışık, sinmiş, yılgın, deliriyor gibi, boğazı düğümlü, gözleri dolu, karışık, karmaşık, çok karmaşık, donmuş, donuk, kırgın, yarım kalmış, yasta, yalnız, ağlamaklı, suçlu, hiç gibi, uyuşuk, hissiz, güvensiz…”

***

Kalbiniz nasıl, yüreğiniz ne söylüyor size?

“Yanıyor, acıyor, kırık…

“Öfke dolu, boşlukta, paramparça…

“Ağır, ağrılı, acı dolu ama bir yanı da umut…

***

Bunlar o kadar ağır duygular ki!

Peki bunca ağır duyguyla baş etmek için ne yaptınız?

“Ağladım, uyudum, doğaya çıktım, bir ağacın dibine oturdum, yürüyüş yaptım, klasik müzik dinledim, dua ettim, meditasyon yaptım, aileme sığındım, kendimi işime verdim, sokak kedilerini sevdim, yoga yaptım, çiçeklerle konuştum, sokak hayvanlarına su verdim, köpeğimle oynayıp eşime sarıldım, ağaçlarla konuştum ve onların resmini çizdim, ağaçları suladım ve çocuklarıma sarıldım, vicdanıma sığındım!”

***

Sadece bu kadar mı? Hangi limana sığındınız?

“Bir saat boyunca neredeyse koşarcasına yürüdüm. Neredeyse gördüğüm her ağaca sarılıp özür diledim. Sanki onlar bizim evlatlarımızdı ve biz onları koruyamamıştık!

“Ağaçlara baktım, evet okaliptusları izledim. Rüzgarla danslarını… Hissettim ki toprak altından iletişimdelerdi. Çok hüzünlülerdi.

“Gün boyu kafamda otoriteyi yerle bir ettiğim kurgularla dolaştım durdum.

“Buzdolabının içine kafamı sokup bağırdım!

***

Kendini yalnızlığa mahkum eden güzel ülkemin duyarlı insanlarının alevler karşısındaki duygularıydı bunlar.

Hüznün kimsesiz tarihçesi gibi…

Herkesin kabı farklı gördüğünüz gibi. Gördüğünüz gibi o duyarlığın kabı ne kadar da geniş. Kabı dar olanlara aynı duyarlığı aşılayacak kadar hem de…

Belki şimdi çaresiz hissediyor kendini o duyarlık. Memleketin içinde memleket hasreti çekiyor bir nevi. Ama yeniden ve yeniden, umutla kırıldığı yerden filizlenecek, incindiği yerden güçlenecek.

Hem de sadece kendi kendisinin bilgesi olarak!

Urkiya Teyze’ye kulak verin!

Urkiya Teyze’ye kulak verin!

Memleketi derinden sarsan olaylarda hep böyle olurum:

Donuklaşırım!

Bütün insani duygulardan uzaklaşıp bir robot gibi kendimi sadece işime veririm.

Gölcük Depremi’nde örneğin. Askerdim. İzne çıkmıştım. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra da eşimle Kastamonu’ya geçmiştik. Çatalzeytin’deki ilk gece büyük deprem oldu. Hemen geri döndük. Kendimi Olay TV’nin Heykel’deki canlı yayın aracında buldum.

Düzce Depremi Bursa’dan da hissedildiğinde yine Olay TV’nin bir kurgu montaj setinde ana haber bültenine yetişmesi gereken kasetlerin peşindeydim.

Hain terör saldırıları, şehitlerin yan yana dizilen naaşları, Gezi olayları, Soma faciası, darbe girişimi…

Şimdi aklıma gelmeyen onlarca sıcak olay…

Hepsi çoğunlukla geride sadece acı bırakan ve Türkiye’nin yakın tarihine damga vuran olaylar…

Hepsinde ama hepsinde…

Gazetecilik mesleğinin bana kazandırdığı soğukkanlılık kişiliğimdeki donuklaşmanın da nedeni oldu.

Ta ki düne kadar…

Günlerdir memleketi kasıp kavuran orman yangınlarıyla ilgili tek bir söz edemezken, tek bir satır yazamazken…

Mesleki soğukkanlılığın getirdiği o donukluğun yerini gözyaşları aldı.

Antalyalı Urkiya Teyze’yi dinlerken…

Önce dua ediyordu 62 yaşındaki Urkiya Özen:

Allah, biz gördük, kimseye göstermesin, kimseye göstermesin!..”

Sonra…

Artık kuruyan gözyaşlarının sesiyle doğaya ağlıyordu:

Bu köy var ya, seferber oldu. Ama elden gelecek hiçbir şey yok. Bu yeşillik bir daha gelmez. Evler gelir, evler yapılır. Yeşillik gelesiye yıllar geçer. Çünkü 35 senede bu hale getirdim. Bir 35 sene daha ömrüm yetmez. Evim yansaydı da bahçem kalsaydı, bir çadır kurar otururdum o yeşilliğin içinde.”

Aslında evi barkı da yanmış yıkılmıştı Urkiya Özen’in ve son olarak kendi hikayesini anlatıyordu:

Hiç gençken hayat sürmedim. Yok, var, çoluk çocuk, evlat. İki oğlum var, evlendirdim. Yeni bir hayat süreceğim zaman. Evimiz döktüm, yaptım, her aletimi yeni aldım. Evimi gelin ettim, ama benim evim gelinliği kabul etmedi. Benim evim gelinliği kabul etmedi. Ben de herhalde o sefayı hak etmemişim.”

Ve sözlerini şöyle tamamlıyordu Urkiya Teyze:

Milletimizden, devletimizden, büyüklerimizden Allah razı olsun!..”

Anadolu insanının inancı, doğaya duyduğu sonsuz saygı, eviyle ocağıyla kurduğu sarsılmaz bağ ve her şeye rağmen devletine milletine olan güven duygusu saklıydı Urkiya Teyze’nin sözlerinde.

Lütfen artık istismar etmeyin o güveni!

https://www.dailymotion.com/video/x833usp

‘Ülkücülük MHP’de olur!..’

‘Ülkücülük MHP’de olur!..’

Ülkücülük MHP’de olur!” sözü, şahsıma değil, Ülkücü Hareket’in banisi, cennet mekân, Başbuğ Alparslan Türkeş’e aittir.

Hem de öyle sıradan biri için değil, Allah’ın izni ile şehit olduğuna şahitlik etmiş olduğumuz, Milliyetçi-Mukaddesatçı Camia tarafından, kabul ve takdir görmüş olan; lâkin 1992 senesinde, bir takım arkadaşları ile MHP’den ayrılıp, kendi partisini kuran, Muhsin Yazıcıoğlu gibi birinin ardından söylemiş sözlerdir.

Bizim nazarımızda, Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir şahsiyetin dahi Ülkücülüğü düşmüş ise günümüzün siyaset fahişelerinin bu noktada, esamesi dahi okunmaz, okunamaz! Bu konu bu kadar açık ve net olmak ile birlikte, tartışmaya da kapalıdır!

Bildiğiniz üzere, Milliyetçi Hareket Partisi’nden, yakın zaman içerisinde bir kopuş meydana gelmişti.

Meral Akşener, Koray Aydın ve Ümit Özdağ ekibinin aracılığı ile.

Geçmişte yapmış oldukları hizmetlerden dolayı kendilerine teşekkür ederiz, bu noktada her biri başımızın tacıdır; lâkin Milliyetçi Hareket Partisi’nden kopmuş oldukları gün, bu babamın oğlu da olsa, Başbuğ’un oğlu da olsa, hiç lafı eğip bükmenin lüzumu yok, hiçbir şekilde, Ülkücülük ve Ülkücü Hareket ile bir iltisakları kalmamış demektir!

Milliyetçi Hareket Partisi’ni bugün yöneten yönetime ters düşebilirsiniz veyahut da yönetim biçimini beğenmeyebilirsiniz, sevmediğiniz insanlar görevde olabilir, ama Ülkücülük, içeride kalarak, yanlışı doğruya çevirmek adına mücadele vermektir.

Nasıl ki bir insan evinde eşi ile kavga ettiği vakit, bunu meydanlara çıkıp bas bas bağırmıyor ise Ülkücü Hareket de büyük bir ailedir ve Ülkücü Hareket’in içinde yaşanan tüm sıkıntılar, Ülkücü Hareket’in içinde kalarak, mücadele ederek, o şekilde çözülür ve çözülmelidir de!

Dışarıya, bizim davamızın iç kavgasını taşıyanlar, taşıranlar ve bizim davamızdan, Ülkücü Hareket’in siyasi organizasyonu olan, Milliyetçi Hareket Partisi’nden dışarıya taşanlar; bu İP’li olur, BBP’li olur veyahut da AKP’li olur, hatta ve hatta günümüzde CHP’li dahi olur, kimse kusura bakmasın ki Alparslan Türkeş’in bu konuda açık ve gayet net anlaşılır bir deklaresi vardır, bizden giden, Ülkücü değildir! Ülkücülüğü düşmüş, gittiği yerin yenisi olmuştur.

İşin aslına bakacak olur isek Başbuğ Alparslan Türkeş’e savaş açmaya cesaret ve cüret edemeyenler, şahsıma karşı savaş açma gayreti içerisine girmektedirler.

Hodri meydan!

Türkeş’in sözü, şahsımın da sözüdür. 

Türkeş söylemiş, bir defa da ben söyleyeyim ve bu köşeden de tarihe not düşeyim:

Ülkücülük MHP’de olur! 

Bizim nazarımızda MHP’den giden Ülkücü değildir!

Ülkücülüğü düşmüş, dava arkadaşlığımız bitmiş, yol yürünemez hâle gelmiştir.

Aksini iddia eden, Türkeş’in sözünü çiğnediği gibi, bizi ve değerlerimizi de çiğnemiştir.

Bizim sinir uçlarımıza dokunmayın! Ezer, geçeriz!

Diyeceksiniz ki şimdi, “bu işin hiç mi çıkar yolu yok?”

Tabii ki var.

Nasıl ki bizden ayrı düşüp, bir yanlış yaptınız ise siyaseten tövbenizi edip, tekrardan bizim saflarımıza katılırsanız, tüm geçmişin üzerini bir gece gibi örter, tekrardan dava arkadaşı olur, ölüme dahi omuz omuza birlikte yürürüz.

Lâkin bizsiz mutlu olanlara, mutluluktan başka bir şey dileyecek durumumuz da yoktur!

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Yarınlar yanarken…

Yarınlar yanarken…

“Yurt dışından ve tek merkezden organize edilen sözde yardım kampanyası, ideolojik saiklerle, devletimizi aciz göstermek, devlet-millet birlikteliğimizi zayıflatmak amacıyla başlatılmıştır.”

Az evvel okuduğunuz cümleler, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı tarafından sosyal medyada paylaşıldı.

Kendileri, alışık olunduğu üzere millete akşamlık hizasını verdi ve köşesine çekildi. Ancak neden maaşlı bir devlet memurunun halka sürekli ne yapacağını söylediği konusunda kimse sağlıklı bir bilgiye sahip değil.

Altun’un bu açıklaması yetmedi, peşinden RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin çıktı sahneye ve “Amaçları yangını söndürmek değil yangına körükle gitmek olan, özellikle sosyal medya üzerinden troll hesaplarla yalan-yanlış bilgileri kamuoyuna servis eden alçaklar şunu iyi bilin. Aziz Devletimiz ve milletimiz bunun da hesabını size soracaktır. Denetleme ve düzenleme alanımız içerisinde yer alan medya kuruluşlarının bahsedilen dezenformasyonlara tevessül etmesi halinde ivedilikle en ağır şekilde yaptırım uygulanacağının bilinmesini özellikle isterim” paylaşımını yaptı.

Şahin’in de bir bürokrat yani maaşlı bir devlet memuru olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

Peki neden biz sürekli devlet görevlileri tarafından tehdit ediliyoruz? Neden bu ülkede bir yerlerde koltuk sahibi olan şahıslar vatandaşını tehdit etmekte bir beis görmüyor?

Tabi bu da yetmiyor,

Ulusal bir gazetede köşe yazarlığı yaptığı iddia edilen başka biri çıkıyor ve önce “CHP; orman yangınlarında PKK ile birlikte hareket etti. PKK ormanları yaktı, onlar işi başka yerlere çekip hedef şaşırttı. Çok kirli bir ittifak bu. Kılıçdaroğlu bir milli güvenlik meselesidir. Marmaris’i böyle yaktılar” yazdı, sonra gelen tepkiler üzerine sildi ve daha da saçmasını yazdı.

Tepkiler büyüyünce de “Topunuz gelin. Kaybedecek bir şeyim yok. Vatan ekseninde mücadeleye devam. Bedeli ne olursa olsun” yazdı.

Ne oluyoruz?

Bu önüne gelene vatan-millet sevgisi dersi vermeye kalkan vatandaşlar nereden türedi böyle? Söylenen laflara bakarsanız bitip tükenmek bilmeyen bir hamaset var.

Yapılan her saçmalık, söylenen her lüzumsuz laf vatan-millet-dini değerler üçgeniyle kılıflanmaya çalışılıyor. Ülkede başka partilere oy veren her insanı potansiyel suçlu ilan edip, ‘dış mihrak’ yaftası vuruyorlar, ‘hain’ kelimesinin içini boşalttılar; önlerine gelene hain deyip duruyorlar.

Memleket yanıyor, ciğerlerimiz yanıyor, içimiz yanıyor.

Çalışmaların yetersiz olduğunu görüyoruz. İnsan, ülkesindeki ağacın öylesine yanmasına razı olur mu?

THK’daki uçakların neden kullanılmadığını sormak, sorgulamak; Türkiye’nin neden yeteri kadar yangın söndürme uçağının olmadığını merak etmek ne zamandan beri hainlik oldu?

İktidar AB’den yardım isterken herhangi bir sorun yok da, sosyal medyadan ‘Help Turkey’ yazılınca mı ideolojik saikler devreye giriyor?

Madem ‘yardım’ denince devlet acziyet içinde gösteriliyor, her mevzuda millete IBAN yollanıp yardım kampanyası başlatılması da sakıncalı değil mi?

Devletler, vatandaşına sahip çıktığı ölçüde, doğal afetlere karşı önlem alabildiği ölçüde güçlüdür.

Önüne gelen her videoya, her tweete, her makaleye güçlü yazmakla güçlü olunmaz!

Kaldı ki AKP devlet değil, iktidarda bulunan bir siyasi partidir. Politikaları eleştirilebilir, bu da gayet normaldir.

Normal olmayan konu ise böyle bir afet durumunda Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli’nin topu belediyeye atması, ‘Ormanların yanmasına müsaade etmek zorunda kaldık’ gibi inanılmaz bir cümle kurmasıdır.

Normal olmayan bir başka konu ise ormanlık arazilerin turizm tesisi olmasına imkan tanıyan ‘Turizm Teşvik Kanunu’nun onaylanması, milletin meclisinde buna kabul oyu verilmesidir.

Bir ülkede turizm her yere otel yaparak güzelleşmez, bir ülkede ekonomi her dağlık alana maden ruhsatı vererek gelişmez. Her doğal güzellik çevresine tesis yapılması gerekmez, her boş alan değerlendirilmek zorunda değil. Allah aşkına şu harika fikirlerinizi bari bir müddet uygulamayın!

Acıdır ki, böyle acı bir olayda ülkeyi yönetenlerin afetlere karşı herhangi bir hazırlığının olmadığı ortaya çıkıyor.

Evini barkını, birikimini, hayvanını kaybeden halkım merhamet beklerken ‘çay’ buluyor. TOKİ jet projelerle ev satmaya çalışıyor, belediye başkanları sosyal medyadan yardım için yalvarma noktasına geliyor, gözyaşları sel oluyor, içimiz yanıyor ancak giden geri gelmiyor…

Koca bir ekosistemi kaybettik. Bunun yanında da yarınlarımızı ve umutlarımızı…

 

 

Çay!..

Çay!..

Çay!

-Çaygillerden, nemli iklimlerde yetişen bir ağaççık (Thea chinensis).

-Bu ağaççığın özel işlemlerle kurutulan yaprağı.

-Bu yaprağın demlenmesiyle elde edilen güzel kokulu ve sarımtırak kırmızı renkli içecek.

-Çeşitli bitkilerin yaprak veya çiçeklerinin demlenmesiyle elde edilen bir içecek türü.

***

Dünya Gıda Örgütü’nün (FAO) 2018 yılı verilerine göre, Türkiye çay üretiminde yüzde 4’lük oranla Vietnam’la birlikte beşinci sırada.

Hemen her konuda olduğu gibi tüketimimiz üretimimizden fazla.

Günde 245 milyon bardak çay içilen bir memlekette yaşıyoruz.

Hanelerin yüzde 95’inde çay tüketiliyor, nüfusun yüzde 96’sı her gün mutlaka çay içiyor.

Dünya lideriyiz!

***

Sabah kalkıyoruz, yüzümüzü yıkamadan çay suyunu koyuyoruz.

Kahvaltıda ilk lokmayı yutmadan çaydan ilk yudumu alıyoruz.

İşe gidiyoruz, masaya oturmadan çayı söylüyoruz.

Yemekten sonra çay, saat 5 olunca çay, akşam bile çay…

Misafirliğe gidiyoruz çay, misafir geliyor çay…

Sıkıntılı bir anımızdan sonra rahatlama çayı…

Çalıştıktan sonra yorgunluk çayı…

Mutlu olunca keyif çayı…

***

Salgın varmış, ekonomi krizdeymiş, iş yokmuş, ekmek aslanın midesindeymiş…

Kap bir poşet, demle bir tavşan kanı…

Keyif çayı bu!..

***

Evinizi su basmış misal, canınızı zor kurtarmışsınız…

Ne gam!..

Kapın bir poşet, demleyin çayınızı, toplayın kafanızı…

Ya da…

Yanmış yıkılmış eviniz barkınız… Hayat bu, fıtratında var bu işler…

Kapın bir poşet yine, demleyin çayınızı!..

***

Aspirin gibi çay, her derde deva!..

İçin rahatlayın…

İçin dua edin Zihni Derin ile İsmet İnönü’ye…

Biliyorsunuz değil mi Türkiye’de çay üretimi 1924 yılında Tarım Genel Müdürü Zihni Derin’in önderliğinde başlamıştı.

İlk çay fabrikası da 1947 yılında İsmet İnönü’nün desteğiyle açılmıştı.

Hay Allah, gördünüz mü bu çayın arkasından da yine CeHaPe ve İsmet Paşa çıktı.

Olsun!..

Dert etmeyin, çaylar artık şirketten değil devletten!..

20 yıl önce dinlediğim Afganistan!

20 yıl önce dinlediğim Afganistan!

Payende Muhammed İbrahimi

Tam 20 yıl önce tanışmıştım onunla. Henüz 25 yaşında, gencecik bir Tıp öğrencisiydi. İdeali Kardiyoloji Uzmanı olmak ve Afganistan’da hekimlik yapmaktı.

Şimdi nerede, ne yapıyor, bilmiyorum. Ama tanıştığımızda Bursa’daydı. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi 5. sınıf öğrencisiydi.

Fotoğraf: Erdinç Karakaş

11 Eylül saldırılarından sadece 2 ay sonra Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD) Bursa Şubesi lokalinde oturmuş, uzun uzun konuşmuştuk. Özbek asıllı bir Afgan olarak ABD’nin Afganistan operasyonunu değerlendirmiş, medyanın olayları yansıtış biçimini ve ülkesiyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlarını eleştirmiş, daha çok da Afganistan’ı anlatmıştı.

Söyleşiyi yaptığımız gün, 13 Kasım 2001’de, Kuzey İttifakı Kabil’e girmiş, bir gece önce şehri sessizce terk eden Taliban’dan geriye sadece bir harabe kalmıştı. Taliban’ın sürekli çekilmesi kafamdaki ilk soru işaretiydi:

Bu bende de korku yaratıyor. Taliban gitti, şimdi Kuzey İttifakı hükümet kuracak. Yine aynı… Bu kez Taliban bu hükümeti yıkmaya çalışacak. Taliban onlarla savaşacak. Umarım olmaz o.

-Yine iç savaş yani…

Evet, yeni bir iç savaş çok da uzak değil. Hep aynı sorunları yaşadık. Kendi aramızda anlaşamadık. Bunda dış güçlerin de etkisi var. Bizi hiç kendi halimize bırakmamışlar.”

Payende Muhammed İbrahimi

İbrahimi’ye göre, Afganistan’da kurulması gereken Peştun, Tacik, Özbek, Türkmen… bütün etnik grupları içine alan geniş tabanlı bir hükümetti. Devamı için gerekli olan da silahsızlanmaydı:

En azından Kabil ve birkaç büyük şehrin silahsızlanması. Silahların toplanması gerekli. Silahlar olduğu sürece insanlar güven içinde yaşayamaz.”

Peki olabilir miydi bu? Zira Afganistan’da 9-10 farklı etnik grup vardı:

Gerçekten demokrattır Afgan halkı. Şimdi bakmayın, savaşta farklı. İnsanlara saygı duyan sevgi gösteren, birbirleri arasında çok rahat anlaşabilen insanlar. (…) Şimdi ilk kez bir imkan sunulacak insanlara: Aynı sofrada yemek yeme imkanı. Ben Özbek olmama rağmen bir sürü akrabam var, Peştunlar’dan; Tacikler’den. Kesinlikle dışarıdan yansıtıldığı gibi değil. (…) Ruslarla yıllarca savaşıldı, Özbek’iyle Peştun’uyla. Ülke bütünlüğü her şeyden önemliydi. Çeşitli etnik gruplara, farklı dillere sahip olunmasına rağmen aynı kültürün insanları Afganlar.”

20 yıl önceki söyleşiyi yeniden okurken, İbrahimi’nin, sözü sık sık eğitime getirdiğini, satır aralarına sızan mesajlarında cehaletin bir ülkeyi nasıl kasıp kavurduğunu anlattığını görüyorum:

… (Afganistan’ın son kralı Zahir Şah) Adam 40 yıl Afganistan’da padişahlık yapmış, 40 yılda tek üniversite yapmamış, insanların cahil kalmasına neden olmuş. (…) Hikmetyar, Rabbani… 7 lider Pakistan’da oturup karar verir, tamam derdi. Ama Afganistan’da birbirlerine girerlerdi. Afgan halkının okuma yazması düşük olduğu için rahat oyuna getirilebilirdi. (…) Kendimiz suçluyuz. Cahil kaldık. Dış güçler de bunu gördü. (…) Taliban dönemine kadar biraz olsun eğitim vardı. Medresede din eğitimi verilirdi. Bir de ayrı okullar vardı. (…) Taliban okulları tamamen kapattı. Bunun İslam’la bağdaşan bir yanı yok. ‘İlim Çin’de de olsa gidin alın’ diyor İslam, demiyor ki dini eğitim alın! Böyle bir dine mensup Taliban’ın bu anlayışı kabul edilebilir mi? (…) Sağlık sistemi hemen hemen yok. Eğitimden daha kötü. Bazı yerlerde yurt dışından gelen yardımlarla hastaneler yapıldı, ama onları da savaş yıktı. Zaten eğitim önemli. Okula gideceksin ki sağlığın önemini bileceksin. Eğitimsiz bir insan mikrobu bilmez!..”

İbrahimi, çok gençti, çok umutluydu o zamanlar. Ülkesi Taliban karanlığını yırtıyor, yeni bir dönemin kapısını aralıyordu. “Ülke dışındaki Afgan aydınlar mutlaka çağrılmalı. Birçok yazarlar, profesörler var. Onlar da şu anda davet bekliyor. Umutla bekliyorlar” diyordu. Olmadı…

Ama korktuğu oldu. 20 yıl önce şehirleri sessizce terk eden Taliban, adım adım geri döndü. Üstelik hem silahlı hem külahlı döndü. Silahla ülkenin çoğunda kontrolü sağlarken, külahla müzakere masalarına oturdu!

Taliban’ı önce döven, sonra “yeniden” seven “dış güçler” ise kontrol memurluğuna bizi layık gördü!

Reklamdaki özgürlük!

Reklamdaki özgürlük!

Çok sevdiğim bir söz vardır:

Bu işe girerken 10 dolarım vardı, 9’unu reklama yatırdım!..”

Yani insanlara bir şey pazarlıyorsanız reklama ve tanıtıma ihtiyaç vardır. Reklamcılar öyle güzel fikirlerle karşınıza çıkar ki o filmleri seyretmekten zevk alırsınız. Sanki bir komedi filmi seyrediyor gibi gülümsersiniz.

Ama Benetton gibi firmaların reklamları adeta şok edicidir. Irkçılıktan kadına şiddete, Afrika’daki çocuk askerlere kadar toplumsal olayları konu edinerek dünya insanlarının dikkatini buraya çekmeye çalışırlar.

Kültür ve Turizm Bakanlığımız da üst üste filmler çektiriyor. Birkaç ay önce yarattıkları “Ben aşılıyım” tanıtım rezaletini unutturmak için bu kez de bir İstanbul filmi yaptırılmış.

Mutlaka seyretmenizi tavsiye ederim. Filmin ana teması “özgürlük!..”

https://twitter.com/TCKulturTurizm/status/1419764679019278336

Müthiş bir müzik, oyuncular moda dergisinin kapağından fırlamış gibiler. İstanbul’un tarihi semtlerinde takla atarak geziyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz bir özgürlük yaşıyor ve yaşatıyorlar.

İçerisinde opera, bale, çay, martılar, Kapalıçarşı, Galata Kulesi, Haliç Köprüsü, kuyumcular; yani boğazda rakı balık hariç, İstanbul’a dair her şey filmin içerisinde.

Ama Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi gerçekte İstanbul’da ne var?

Özgürlük yerine insanların yaşam tarzına müdahale, akşam saat 22.00’den sonra kapanan tekel bayiileri, gece 24.00’ten sonra susan müzik, denize karşı oturarak bir bira içmek isteyen gençlere bekçi, polis ve yandaş tacizcileri var.

Şort giydiği için metroda ve otobüste saldırıya uğrayan genç kızlar var.

Attığı bir tweet için evi sabaha karşı basılan çocuklar var.

Parkları ve sahilleri saran, elinde nargilesiyle 1 milyon 600 bin, Türk ve Avrupa tarzına uymayan mülteci var.

Filmde taklalar atan, İstanbul’da özgürlüğün tadını çıkartan oyuncuların yaşındaki Z kuşağı gençlerinin geleceğe dair umutsuzlukları var.

Üniversite mezunu olmuş, ama üç harfli marketlerde çalışarak açlık sınırı altında yaşayanlar var.

İş aramaktan bıkmış ve sıkılmış, baba evinden o tanıtım filminde gösterilen yerlere gitmek için otobüs parası bile bulamayan yüz binlerce genç var.

Bu ülkeyi 19 yıldır yönetenler gözlerini kapatıp bu gençleri görmek istemiyor ama o gözleri bu Z kuşağı açacak gibi görünüyor.

 

Gülümseyin çekiyorum!

Gülümseyin çekiyorum!

“Uluslararası araştırma şirketi Gallup, 116 ülkeden yaklaşık 160 bin kişiyle gerçekleştirdiği Dünya Duygu Araştırması’nın sonuçlarını yayımladı. Araştırmada katılımcılara ‘Öfkeli misiniz?’, ‘Stresli misiniz?’, ‘Hayattan keyif alıyor musunuz?’, ‘Dün hiç gülümsediniz mi?’ gibi sorular soruldu.

Yanıtlara göre Türkiye, öfke duygusunu en çok yaşayan ülkeler arasında Irak’tan sonra ikinci oldu. Türkiye’deki katılımcıların yüzde 44’ü ‘Son bir gün içinde öfke duygusunu hissettiniz mi?’ sorusuna ‘evet’ yanıtını verdi. Türkiye, ‘en stresli’ ülkeler arasında da dördüncü sırada yer aldı. Hayattan keyif alma duygusunu en çok hisseden ülke Danimarka olurken, Türkiye hayattan en az keyif alan ikinci ülke olarak kaydedildi. ‘Bir gün önce herhangi bir şeye gülümsediniz veya kahkaha attınız mı?’ sorusuna en çok ‘hayır’ yanıtı Türkiye’den çıktı.”

Şimdi kimse kusura bakmasın ama, ben bu araştırmayı biraz abartı buldum.

Türkiye gibi kara mizahın ete kemiğe büründüğü bir ülkede, bir gün önce herhangi bir şeye sinirden dahi gülmemiş bir insan olamaz, olmamalı.

Mesela bakın;

– Türk-İş’in araştırmasına göre, 2021 yılı Temmuz ayında 4 kişilik ailenin açlık sınırı 2 bin 903 TL, yoksulluk sınırı ise 9 bin 457 TL oldu. Yani manası şu; cepteki para yetmiyor, günbegün fakirleşiyoruz.

Külliyen yalan. Bakın AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay diyor ki, “Rızık Allah’tandır, misafir bereketiyle birlikte gelir, rızkıyla birlikte gelir. Zannetmeyin bugün böyle ‘açız’ falan diyen insanların hiçbiri aç değil, zaten aç olan ‘açım’ diye bağırmaz. ‘Açım’ diyen insan bugün bu işin sömürüsünü yapan insandır, işi politize etmeye çalışan insanlardır.

İnsan gülmeyip ne yapsın şimdi buna? Sayın Aktay ile açlık tokluk tartışması yapmaya meraklı biri varsa buyursun yapsın.

Bakın bir başka örnek;

AK Parti İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe, “Tüm renk ve ırklarıyla herkesin birinci sınıf olduğu ülkeyi inşa ettik” demiş.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da “Bu konuda çok iddialıyım. Dünyada bizim kadar kapsamlı ve sağlıklı işleyen bir göç yönetimi göstersinler adımı değiştireyim” ifadelerini kullanmış.

Sayın Soylu kendisine yeni isim olarak ne düşünür bilemem ama bu memlekette herhangi bir göç yönetiminin olmadığı muhakkak. Akın akın gelen Afganları, plansız programsız işler yüzünden perişan olan Suriyelileri, demografik yapısı altüst edilen şehirleri gördük çok şükür.

Mesela, göçmenler konusunda son zamanlardaki vıcık vıcık hümanizm kokan açıklamaların boyası nasıl çabucak döküldü gördünüz değil mi? Arkasında nasıl bir emek sömürüsü olduğu ortaya çıktı.

İktidar, memlekete turist gelsin diye hayal ürünü bir Türkiye videosu çekiyor ama gerçekte alkol almak isteyeni meşe odunuyla dövüyorlar, dans etmeye niyetlenenlere ne yapacaklarını söylemek istemiyorum. İşlerin pazarlanmaya çalışıldığı gibi olmadığını biliyorsunuz. Biz, o videodaki ülke değiliz.  Belki bir zamanlar öyleydik ama…

Dikkatinizi çektiyse bir haftadır herkeste kardeşlik temalı paylaşımlar artmaya başladı.

Yani hiçbirimizde dert tasa kalmadı, geçim derdi de yok, bir mutluyuz bir mutluyuz. Zannedersin Arzu Film ekolünü ülke olarak sürdürme kararı aldık.

İktidarın yılmaz köşecileri, anketçileri, ensar ruhu ile ha bire basın açıklaması yapan belediye başkanları, şube müdürleri, kısım amirleri, boş zamanlarımızda 81 milyon el ele tutuşup Beatles’tan ‘Hey Jude’ söylediğimizi zannediyorlar sanırım.

Gerçi Hey Jude sakıncalıdır şimdi, onun yerine ‘Kardeşlik Türküsü’ diyelim…

Ya da son olarak;

Manavgat’ta, Marmaris’te, Adana’da, Mersin’de, Kayseri’de peşi sıra çıkan ve hepimizi derinden üzen orman yangınlarını görüyorsunuz. Söndürme çalışmalarında eksiklikler olduğunu da… Göz göre göre ciğerlerimiz yanıyor resmen.

O zaman soralım; Türk Hava Kurumu envanterindeki uçaklar neden söndürme çalışmalarına katılamıyor? THK’nın uçakları neden çürümeye bırakıldı? Neden bu konuyla ilgili Bakan Pakdemirli’ye bir soru yöneltilmedi?

Yöneltilemez. Bizde bakanlar kamera karşısına geçip birbirlerine ve cumhurbaşkanına teşekkür etmeyi uygun buluyor. Ha bir de yangınlar için ‘Bu ülkenin kaderi bu’ açıklamasını yapıyor.

Gördünüz mü?

Araştırma sonuçları stres ve öfke duygusu açısından doğru verileri açıklayabilir ama gülümseme konusunda yanılıyor. Sadece üç günde yaşanan yukarıdaki olaylar insanı fazlasıyla sinirden güldürme yeteneğine sahip.

Evet, gülmece. Ağlanacak halimize…

 

NOT 1: Taa Gezi olaylarından beri dillerine sakız ettikleri ‘Kabataş’ mevzusunun yalan olduğunu Yeni Akit de yazmış, haberiniz olsun.

NOT 2: Filenin Sultanları ile gurur duyuyorum.

NOT 3: Angola ile ticaret hacminin artacağı müjdesi, gelmiş geçmiş en önemli haberler listesinde zirveye oynar.

Yoksulun sırtından doyan doyana!

Yoksulun sırtından doyan doyana!

Ayıptır söylemesi, geçenlerde bizim kızın mobilyalarını yeniledik. Çocuk odasının yerini genç odası aldı. Mobilyaların montajı için iki genç geldi. Bir süre sonra anladım ki biri Suriyeli. Şunu biraz konuşturayım diye düşünsem de Halepli olması dışında ağzından laf alamadım. Yalnız işinin ehli olduğu hemen belli oluyordu. Kafasını kaldırmadan çalıştı, arada bir de Türk olan arkadaşına yardım etti, yol gösterdi.

Muhtemelen resmi izni olmadan, dolayısıyla herhangi bir sosyal güvencesi bulunmaksızın çalışarak, Türkiye ekonomisinin çökmesini önleyen (!) milyonlarca Suriyeli’den biriydi. Hani diyor ya iktidar sahipleri, Suriyelileri çekin Antep ekonomisi çöker, diye!

Gaziantep, Türkiye’de İstanbul’dan sonra en yoğun Suriyeli nüfusa sahip kent. Türkiye’deki 3 milyon 628 bin 440 Suriyeli’den 451 bin 962’si Gaziantep’te yaşıyor. Bu rakam sadece 4 yıl önce, 2018’de, 384 bin 290’dı. Bugün Gaziantep nüfusunun yüzde 21.6’sı Suriyeli.

İşi biraz daha kurcalayınca Gaziantep Üniversitesi’nden bilim adamlarının son yıllarda yaptıkları saha çalışmaları çıktı karşıma.

Gaziantep’teki Suriyeliler: Uyum, Beklentiler ve Zorluklar” başlıklı 2018 tarihli raporda çarpıcı veriler var. Toplam bin 824 kişiyle yapılan anket çalışması, örneğin, Gaziantep’teki Suriyelilerin sadece dörtte birinin bir işte çalıştığını ortaya koymuş. Çalışanların da yüzde 88.4’ü “sigortasız işçi” konumunda.

Yani resmi çalışma izni yok, yani sosyal güvencesi yok!

Sürekli bir işte çalışanların oranı yüzde 62.1. Kalan yüzde 37.9 ise geçici/mevsimlik işlerde çalışıyor. Tabii ki karın tokluğuna.

Yani asgari ücrete, hatta daha da altına!

Raporun sonuç bölümünde bu durum şöyle ifade ediliyor:

“Suriye’deki savaşın uzaması nedeniyle, önemli ölçüde bir ‘Suriyeli işgücü (emek) potansiyeli’, Gaziantep iş ve çalışma hayatına dâhil olmuştur. Bu işgücü potansiyeli daha az maliyetli olarak görüldüğü için, kentin iş ve çalışma hayatında ‘tercih edilir’ bir hal almış ve böylece kentte, ‘bir Suriyeli işgücü ağı’ oluşmaya başlamıştır.”

Başka deyişle, birilerinin söylediği gibi Suriyeliler kimsenin çalışmayı istemediği en ağır işlerde çalışmayı kabul ettikleri için değil, daha az maliyetli oldukları için tercih edilmektedir! Oysa kayıt dışı mahkumiyet yoksulluk döngüsünü güçlendirmekten öte bir işe yaramayacaktır!

Gaziantep Üniversitesi’ndeki akademisyenler 2018’deki araştırmalarını 2020’de de yineledi. “Gaziantep Monitörü 2020” başlıklı çalışmanın sonuçları geçtiğimiz günlerde normhaber.com sayfalarında da yer aldı. HABERE GİT

Son araştırmanın bana kalırsa en dikkat çekici yanı, 2018 kıyaslamasıyla ortaya çıkıyor.

2018 yılında Suriyelilere “gelir gider kalemleri arasında en çok sıkıntı çektiğiniz konu nedir?” diye sorulduğunda “kira” birinci sırada yer alırken, 2020’de kiranın yerini faturalar alıyor.

İşte o faturalar nedeniyle Gaziantep’teki Suriyelilerin yüzde 65’i ülkelerine dönmek istiyor. Oysa bu oran 2018’de yüzde 56 düzeyindeydi.

Suriyelilerin yüzde 40’ı ise uygun koşullar oluştuğunda Avrupa’ya göç etmek istiyor.

Kısacası “Suriyelileri çekin Antep ekonomisi çöker” diyenlerin, kendi yarattıkları kayıt dışı, sosyal güvencesiz, kul hakkını ihlal eden ve “kardeşlik” edebiyatına sığmayan ekonomiden vazgeçip gerçeklerle yüzleşmesi gerekiyor!

Memleket öyle bir hale gelmiş ki bırakın bizim Z kuşağını, savaştan kaçan Suriyeli bile kaçıp gitmek istiyor.

Kocaman bir emek sömürüsü!

Kocaman bir emek sömürüsü!

Önce “gerçekten söylemiş mi?” diye, haberin kaynağına gittim. Zira konuşan sıradan bir isim değildi. Sosyologdu, profesördü, eski milletvekiliydi. Bir zamanlar partisinin sözcüsüydü. Şimdi de genel başkanının danışmanı.

AK PARTİ Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Prof. Dr. Yasin Aktay, Euronews’e verdiği demeçte, Gaziantep örneğinden yola çıkarak, aynen şöyle söylüyordu:

Zaman zaman Antep’te Suriye düşmanlığının kabardığı durumlar oluyor. Fakat bir taraftan da işverenler Suriyeliler’den çok memnun. ‘Suriyelileri çekin Antep ekonomisi çöker diyorlar.’ Antep yıllarca işgücünü Güneydoğu’dan çekiyordu. Köyden çıkmış nüfus işe gidiyordu Antep’e. Son yıllarda Güneydoğu’dan eski işgücü gelmiyor.

Güneydoğu Anadolu’nun en gelişmiş kenti Gaziantep’in ekonomisini Suriyeliler ayakta tutuyorsa eğer, Aktay’a kızmak yerine teşekkür etmeliyiz. Bilmediğimiz bir gerçeği faş ettiği için…

Aktay’ın ardından AK PARTİ Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki de bir açıklama yaptı. Özhaseki, Gaziantep’e Kayseri’yi de ekledi:

Şimdi bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. Gaziantep sanayisine gidin yüzbinlerce insan en ağır ve en zor işlerde çalışıyorlar. Kayseri sanayisinde de öyle. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor.”

Şimdi ben merak ediyorum tabii, kimsenin çalışmayı istemeyip de Suriyelilerin ayakta tuttuğu sanayi neymiş? Bu adamların çalıştığı en ağır ve en zor işler nelermiş?

Gaziantep Sanayi Odası’nın internet sitesindeki bilgilere göre, kentin sanayi yapısını 8 temel sektör oluşturuyor: Tekstil, gıda, metal ve makine, kimya, plastik, ayakkabı ve deri, ağaç ürünleri ve mobilya, kağıt ürünleri.

Kayseri Sanayi Odası ise sektörel yelpazeyi biraz daha geniş tutmuş: Makine, madencilik, geri dönüşüm, tıbbi ürünler, tarım, telekomünikasyon, ağaç ve orman ürünleri, güneş enerjisi, kırmızı et, beyaz eşya, mobilya, bilişim, kimya, enerji, hırdavat.

Hadi bakın listeye de Türklerin çalışmayı istemeyip Suriyelilerin ayakta tuttuğu sektörleri bulun!

Elbette mesele ucuz işgücü ve kayıt dışı istihdam meselesidir ve elbette memleketin yönetiminde söz sahibi olanların ardı ardına yaptıkları “çökeriz, batarız” açıklamalarının arkasında kocaman bir emek sömürüsü vardır!

Resmi verilere göre, Türkiye’de 23 Haziran 2021 tarihi itibarıyla 3 milyon 684 bin 412 Suriyeli var. Çalışma izni verilen Suriyeli sayısı ise sadece 31 bin 185. Yani İstanbul’dan Bursa’ya, Gaziantep’ten Kayseri’ye memleketin 81 vilayetine dağılan Suriyelilerin yüzde 1’inin bile resmi çalışma izni yok.

Ne diyormuş işverenler: Suriyelileri çekin Antep ekonomisi çöker!

Antep ekonomisine bir şey olmaz da Suriyelilerin yerine Türkleri koysanız, sizin bin bir haksızlıkla, ucuz emek ordusunun neferlerini üç otuz paraya çalıştırarak yarattığınız kişisel ekonominizin çökeceği çok açık.

Kısacası…

Kayıt dışı istihdamı makul gören bir idare, sosyal güvencesiz işçi çalıştırmayı hak gören işveren oldukça biz kevgire dönen sınır fonunda daha çok umut yolculuğu filmi izleriz!

 

 

AK Parti EYT sorununa çözüm önerecek mi?

AK Parti EYT sorununa çözüm önerecek mi?

Sosyal Güvenlik Uzmanı Özgür Erdursun, Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) sorununu her daim gündemde tutan isimlerden. Erdursun’un YouTube’da ETV Türkiye kanalında Şebnem Boğa’ya yaptığı son değerlendirme dikkat çekici.

Erdursun, özetle, Türkiye’nin adım adım seçime gittiğini, böyle bir ortamda iktidarın da EYT’yi görmezden gelemeyeceğini söylüyor. Erdursun’a göre, eylül ayı ve sonrasında siyasi partiler EYT konusundaki çözüm önerilerini ortaya koymaya başlayacak.

Peki bu partiler arasında Adalet ve Kalkınma Partisi de olacak mı? Dahası iktidar partisi içinde EYT sorunu nasıl değerlendiriliyor?

Aslında parti içinde EYT konusunda farklı görüşler var.

Muhtemeldir ki bir grup EYT sorununu kökten reddediyor, dolayısıyla ajandalarında böyle bir madde yok!

İkinci grup EYT kitlesini “erken yaşta emekli olmak isteyenler” diye lanse etme çabasında. Zaten o “türedi”, “çift dikiş” söylemleri filan bu grubun algı operasyonundan başka bir şey değil.

Bir de üçüncü grup var tabii… Onlar soruna hem teknik, hem siyasi, hem de insani açıdan bakmak gerektiğinin farkındalar. O nedenle kestirip atmak yerine soruna çözüm üretilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Hatta EYT’liler için “Emeklilikte Yaşı Tutmayanlar” diyen eski Çalışma Bakanına inat “10 kombinasyon yetmiyorsa 11’inci kombinasyona bakmak gerekir” diyorlar.

Görüşleri özetle şöyle:

  1. Evet, erken emeklilik gibi popülist bir uygulama Türkiye koşullarında uygulanamaz. Ancak EYT, erken emeklilik meselesi değildir. EYT, çalışma yaşamına 8 Eylül 1999 öncesi girenler için oyunun kuralının bir gecede değişmesi demektir!”
  2. EYT’lilerin en önemli ve en öncelikli sorunu sağlık güvencesidir. Çalışamayan, iş bulamayan, neredeyse tamamı 45 yaş üstündeki EYT’lilere bu güvencenin sağlanması sosyal devlet olmanın gereğidir. Evet, hükümet yılda bir bunu sağlamaktadır. Ancak bu güvence kalıcı hale getirilmelidir.
  3. 99’da çıkarılan yasa öyle bir kurgulanmış ki kimilerine 2 yıl, kimilerine 5-10 yıl, kimilerine 15 yıl ekstradan çalışma piyangosu vurmuş. Yani yıllar geçtikçe sorun hafiflemeyecek, aksine artacak. O nedenle yeni bir kademelendirme şart!.. Peki bu nasıl olacak? 1999 sonrasına bakalım: 99 sonrası işe giren kadınlar 58, erkekler 60 yaşında emekli oluyor. Oysa halen yürürlükte olan bir uygulama var: Fiili hizmet zammı, yani yıpranma payı… Buna göre bazı kesimler 60 yaşında emekli olması gerekirken, 55-56 yaşında emekli olmuyor mu? Çalışan kadınsa, diyelim ki 3 doğum yapmışsa 2 yılda 6 yıl doğum borçlanmasıyla 58 yerine 52 yaşında emekli olamıyor mu? Oluyor! Demek ki 99 sonrası getirilen yaş şartında dahi bir esneklik var. O halde bir gecede emeklilik şartları değişen insanlara da bir esneklik yapılabilir. Tabii ki devletin bütçe imkanları çerçevesinde…
  4. Milletvekili, fiili hizmet zammından yararlanıyor. Kaldırılmıştı, yeniden getirildi. Bu da kamu vicdanını yaralayan bir durum. Milletvekili 4 yıl erken emekli olabilirken, EYT’lilere de 2 yıl, 4 yıl, 5 yıl erken emekli olacaksın, demek bu kadar zor mu? Yapalım düzenlemeyi, erkeklere 52 kadınlara 50 diyelim mesela ya da kadınlara 48, erkeklere 50 diyelim… Uzmanların görüşlerine, bütçe imkanlarına göre…”
  5. EYT’liler görülmek istiyor, fark edilmek istiyor, muhatap alınmak istiyor. Konuya ciddiyetle yaklaşalım. Afaki rakamlar ortaya koymak yerine çözüm odaklı yaklaşalım. Meseleyi siyasi ağırlıkta tartışılmaktan çıkaralım.
  6. 6 milyon EYT’li var. 1 milyonu Bağ-Kur’lu, 1 milyonu devlet memuru. Asıl sorunlu alan 4 milyon SSK’lı. Bugün bir düzenleme yapılsa zaten hemen herkesin emekli olması mümkün değil. Düzenleme yapsak ilk etapta 50 bin kişi ya çıkar ya çıkmaz. Sonuçta prim gününü doldurmak zorunda herkes… Dolayısıyla bu insanlara yeni bir hedef gösterelim, 50’yse 50, 52’yse 52… Ortasını bulmak gerek! Bu insanlar mağdur ve devletlerinden bir adım bekliyor. Haksızlar mı? Hayır… Buna ihtiyaç var, EYT’lilerin de bu morale ihtiyacı var.

Şimdi mesele Adalet ve Kalkınma Partisi içinde hangi görüşün ağırlık kazanacağı.

Tabii konunun başka parametreleri de var. Onları da bir başka yazıya bırakalım.

Kızını döven dizini döver!

Kızını döven dizini döver!

“Kızını dövmeyen, dizini döver!” anlayışını bir kenara bırakın artık!

Aksine konuya; kızını sevmeyen, dizini döver, anlayışı ile yaklaşın.

Çünkü kız çocukları, her zaman sevgiye muhtaçtırlar.

Bir kız çocuğu, ailesinden gerekli sevgi, ilgi ve muhabbeti göremezse, evlenecek yaşa geldiği vakit, doğru kararlar veremez ve evdeki huzursuzluktan kaçmak adına, hiç de uygun olmayan biri ile hayatını birleştirme kararı alır.

Bir nevi, yağmurdan kaçarken, doluya tutulur.

Ve neticesinde, baş tacı yapılması gereken kız çocuklarımız, eşinin davranışları sonucunda, hayatı bir nevi zindan olur.

Bundan mütevellit de kızınızı sevmediğiniz için, dizinizi dövmeye başlarsınız.

Sevin çocuklarınızı, sevin insanları, sevin hayvanları…

Sevmek değil, sevmemek geleceğimizi karartır.

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Küba nere Afganistan Suriye nere?

Küba nere Afganistan Suriye nere?

Afgan ve Suriyeli sığınmacıları görünce yıllar içerisinde birkaç kez seyrettiğim “ScarfaceYaralı Yüz” geldi aklıma. Brian DePalma‘nın yönetmenliğini yaptığı ve Al Pacino‘nun hayat verdiği karakter Tony Montana, Küba’da doğmuş ve burada birkaç kez hapse girmiş bir gençtir. Kendini bir anda Amerika’da, Miami’de suç imparatorluklarının basamaklarını beşer beşer çıkarken bulur.

Şimdi diyeceksiniz ki kardeşim Suriye, Afganistan nere; Küba nere? Evet, mesafe farkları binlerce kilometre ama olaylar çok benzer.

1980 yılında Jimmy Carter ABD Başkanı’dır. Küba devrim lideri Fidel Castro‘yu, insanları silah zoru ile sınırların arkasında tutmakla suçlar. Birkaç gün sonra Castro’dan bir açıklama gelir. İsteyenlerin Küba’dan ayrılması için Mariel limanının açıldığını, devrime karşı olanların Ada’dan çekip gidebileceği söyler. Amerika bu yeme hemen atlar ve gelen mültecileri kabul edeceğini açıklar. Daha sonra dünya göç tarihine “Mariel Boatlift” olarak geçecek göç dalgasıyla 125 bin Kübalı ABD’nin yolunu tutar.

Bazı eyaletlerin sığınmacı yükü o kadar artar ki olağanüstü hal ilan edilir. Miami ve Florida’nın demografik yapısı değişir. Sonradan anlaşılır ki Fidel, hapishaneleri, akıl hastanelerini boşaltmış; fahişeleri, eşcinselleri, işsiz güçsüzleri bile ABD’ye sokuşturmuştur. İşte Scarface filmindeki Tony Montana, o göçle ABD’ye gelen Kübalı eski bir suçludur.

Bugün biz Mariel göçü gibi bir olaya kendi topraklarımızda şahit oluyoruz. 5 milyon Suriyeli’yi Beşar Esad bize sokuşturdu. Bunların içerisinde iyi eğitim görmüş olanları aileleri ile birlikte Avrupalı ülkeler ayıkladı. Bize de işsiz güçsüzleri kaldı. Sokak röportajlarında “Türkiye bize bakmak zorunda” şeklinde konuşabilecek kadar ukalalar. Bu gelenlerin arasında kaç tane cihatçı militan, eski suçlu barındığını bilmiyoruz.

Yavaş yavaş sahillerimiz, parklarımız bu insanlar tarafından kuşatılıyor. Diğer yandan Esad seçim yapıyor. Fotoğraflara bakıyorum, sanki İstanbul Kadıköy’ün bir mahallesine muhtar seçiliyor. Bizim Suriyeliler ile oy kullananlar arasında yüz yıl var. Yani adam Fidel’in yaptığını yapmış ama bir farkla… Fidel ABD’ye 125 bin Kübalı göndermişti, Esad bize 5 milyon sokuşturmuş.

Gelelim Afganlara… Ülkemizin sınırlarına dayanmış binlerce genç erkek içeri giriyor. Hükümetimiz de uyanmış yol geçen hanı olduğumuza, Van sınırına duvar örmeye başladı. Bu sırada medyamızın hali içler acısı. Twitter olmasa bu insan kervanlarından haberimiz olmayacak. Ya, bu ülkenin sınırına 1991’de 400 bin Kürt sığınmacı hardal gazından kaçarak dayandığında, olan bitenin çoğunu TRT’den öğrenmiştik. Bugün FETÖ elebaşına şiir yazan Abdullah Öcalan’ın rehberliğini anlatanlar TRT’ye yönetim kurulu üyesi yapılıyor. Sonra TRT Türkiye’nin kanalı sloganı ile yayın yapıyor!

Diğer medyalar ise üç maymunu oynayarak, aman biz bu topa girmeyelim, duruşunda. Bir de çok bilenleri var. Fatih Altaylı programda Murat Bardakçı’ya diyor ki “iki Afgan alt katına taşısın da göreyim!..” Bardakçı cevap veriyor: “Çok iyi olur, Farsça konuşurum, en iyi Farsça’yı Afganlar konuşur…”

Bu cevabı Gebze’de 17 yaşındaki kızının başı Afgan sığınmacı tarafından taşla ezilen babaya versin de görelim!

Gelelim Dışişlerine. Siz bu bakanlığı kapatın, “Boşişleri” yapın daha iyi. İçişleri Bakanı diyor ki “Ay yıldızlı tabutları taşımakla millet olunur!..” (Tabut senin olmayınca tabii kolay bu hamaset edebiyatı). İçişleri Bakanı bunları söylerken Dışişleri Bakanı Suudi Arabistan’da Türk bayrağının altında oturamıyor.

Kabil-Ankara arası 4 bin 132 kilometre. Arada İran var. Ya kardeşim çağırsanıza İran Büyükelçisini, “Ne lan bu rezalet, bu Afganlar binlerce kilometreyi nasıl geçiyor?..” desenize. Bunu yapamıyorsunuz, hiç değilse bir müzik notası verin, onu da beceremiyorsanız Googoosh‘tan Farsça bir şarkı isteyin.

Yani Türkçesi, ülkemiz defolu insanların toplanma merkezi oldu. Bu sığınmacılar suç işlememek için ellerinden geleni yapıyorlar. Çünkü deport, yani sınır dışı ediliyorlar. Vatandaş olup Türkiye Cumhuriyeti kimliği aldığında ne suç işlerse işlesin sınır dışı edemiyorsunuz. Bizim siyasetçilerimiz de 3 tane oy için bu sığınmacıları el altından vatandaş yapıyor. Yapın yapın, üç beş yıl sonra kaç tane “Tony Montana”mız olduğunu yaşayarak görürüz.

Söylemde Ali-Ömer, eylemde Muaviye-Yezid olmak!

Söylemde Ali-Ömer, eylemde Muaviye-Yezid olmak!

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, Sayın Ahmet Hakan Coşkun, geçtiğimiz günlerde, köşesinde; “Hiçbir parlak beyinli genç, haşhaş çekmiş gibi abuk sabuk bir adamın peşinden gitmeye katlanamaz.” diye yazmış.

Çok doğru bir tespit; lâkin hiçbir parlak beyinli genç, Allah’a şirk koşarcasına hareket eden, tarikat ve cemaatlerin arkasından gidebilir mi, bunu da sorgulamak lâzım.

Bir elinize Hazreti Peygamber’in hayatını tebliğ etmeye vakfetmiş olduğu, Hazreti Kur’an’ı, bir elinize de bu tarikat ve cemaat öğretilerini alın, bakalım ne kadar paralellik göreceksiniz?

Hazreti Kur’an ile çelişen her söz, şüphesiz ki Hazreti Peygamber ile de çelişmektedir. Yüce Kur’an’a arz ettiğimiz vakit, paralellik göstermeyen hiçbir söze itibar etmediğimiz gibi, itimadımız da bulunmamaktadır!

Tabii ki biz, bu tarikat ve cemaat anlayışını, vatana ihanet noktasında sorgulayıp, herhangi bir iftirada bulunup, müfterilik yapamayız; lâkin Allah adına hüküm koyup, Allah’ın dinini; tarikat ve cemaat anlayışının dar kapsamı içerisine alan ve Allah’ın dinini parça parça eden sapkın düşüncelere karşı, kalemimizin ve kelâmımızın kudreti nispetince, mücadelemizi eder, bu noktada insanlarımızı aydınlatmak adına, aydınlık yarınların savaşını veririz.

Burada bu yapıların isimlerini tek tek saymamızın ve yazmamızın lüzumu yok; lâkin bu gibi birçok merdiven altı yapı, ele alınıp insanlar aydınlatılmalıdır.

Yoksa geleceğimizi aydınlık yarınlar değil, “din kisvesi” altında; faşist, tek tipçi, kendisi gibi inanmayanlar hakkında Allah adına hüküm koyan, insanların giyimlerine müdahale etme hakkını kendinde gören, farklılıkları zenginlik olarak değil, kendi fikriyatına karşı düşman olarak görüp, kin ve nefret söyleminden hız alan, çağdışı beyinlerin, çağdışı yöntemler ile yönettiği, söylemde Ali-Ömer, eylemde ise Muaviye-Yezid zihniyetinin hâkim olduğu, karanlık günler beklemektedir.

Yarınlarımız için geç olmadan, gerekli önlemler alınmalıdır.

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Solcu babanın Ülkücü oğlu!

Solcu babanın Ülkücü oğlu!

Solcu bir babanın Ülkücü oğluyum!

Solcu dediysem; din düşmanı, Türk Milleti’nin gelenekleri ve değerleri ile kavgalı, dışa bağımlı bir düşünce yapısına sahip değil!

Aksine; Türk Milleti’nin değerlerini değer edinmiş, ezilenden, halktan ve haktan yana, Allah ve Resulü ile barışık, adalet noktasında tartışılmaz, dümdüz bir adam!

Velhasıl-ı kelâm; Ülkücülük babamızdan miras değil; lâkin ezilenden, halktan, haktan ve adaletten yana olan tavrımız, bize babadan mirastır.

Bu hasletler; şeref nişanesi olarak, hayatımız boyunca bize, biz öldükten sonra da geride kalanlarımıza mirastır.

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ki fikrimiz her ne olursa olsun, adalet üzereyiz.

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Bir bardak çayın 40 yıl hatırı var!

Bir bardak çayın 40 yıl hatırı var!

10 yaşındaydım…

Bahardı, ilkokulda sınıfça pikniğe gitmiştik. Nasıl olduğunu bilmiyorum, bir patlamadan söz ettiler. Nükleer bir patlamaydı. Galiba radyodan dinlemişlerdi. Akşam eve geldim ve bugün ‘Pelikan’cıların atandığı TRT’de, o gün Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin resmi ajansının propaganda haberlerinde Çernobil istasyonunda yangın çıktığını öğrendik.

Ertesi ve ilerleyen günlerde durumun ne kadar ciddi olduğu ortaya çıktı. Uzmanlar denize girilmemesi yağmurlardan kaçılması sebze ve meyvenin yenmemesi konusunda uyarıyordu. TRT ekranlarında radyasyon yüklü bulutların görüntülerini hatırlıyorum. Avrupa hemen Türkiye’de üretilen tarım ürünlerinin ithalatını durdurmuş, özellikle Karadeniz bölgesinde yetişen fındığı ve çayı ülkelerine sokmayacağını açıklamıştı.

Sovyet propaganda mekanizması bugünkü TRT gibi, küçük bir yangın sonrası patlama olduğu, kazanın abartıldığı yönünde açıklamalar yapıyordu.

Meğerse yıllar sonra Demirperde yıkıldığında öğrendik. Dünyanın önemli bir kısmının hayatını, sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen kahraman itfaiyecilere borçlu olduğunu. Bu kahraman itfaiyeciler canları pahasına yangına müdahale etmiş, alevlerin ana reaktöre sıçramasını engellemişti.

Ardından yaz geldi. Karadeniz’e çok yakın olan ve Odesa’nın tam karşısında bulunan ilçemizde tüm uyarılara rağmen denizimize giriyor pikniğimizi yapıyorduk. Bu sırada sahillerimizde zehirli variller belirmeye başladı.

Bu kez devlet önlemini aldı. Her plaja jandarma dikip denize girmeyi yasakladı 10 yaşında olan benim bütün yaz hayallerim kursağımda kalmıştı. Ama bir çocuk olarak radyasyon zehirlenmem daha yeni başlıyormuş…

Avrupa çayı ve fındığı almayınca hemen TRT devreye girdi. Bu ürünlerin iç piyasada tüketilmesi gerekiyordu. Dönemin ANAP’lı bakanı Cahit Aral, gazetecilerle bir Karadeniz gezisi yaptı, ince belli bardaktan çayı yudumlayarak ‘Tüketin, güvenli’ mesajı verdi.

O günlerde okul açılmış, ben de siyah önlüğümü giyip her sabah Andımız’ı okuyordum. O sene öyle bereketliydi ki; sınıfa girerken poşet poşet fındık, kuru üzüm dağıtılıyordu. Çocuk aklımızla Avrupalının çocuklara yedirmediğini, Turgut Özal ve Cahit Aral gibilerin bize sokuşturduğunu bilmiyorduk.

Daha sonra büyüdük, bir anda kuş gribi patladı. Tüm Türkiye, kanatlı hayvanlara vebalı muamelesi yapıyordu.

Hemen başka bir bakan geçmişte Cahit Aral’ın yaptığı gibi kameralar karşısına geçti.

Artık AK Parti hükümeti vardı ve krizler fırsata çevrilmeliydi. Bu bakan omlet yaparak gazetecilerin önünde kahvaltı yapmak yerine, kuş gribinin kasıp kavurduğu Manyas’ta ürettiği güvenli likit yumurtaları piyasaya sürdü.

Hükümet, beyaz et sektörü topu atmasın diye denize düşen yılana sarılır misali Uğur Dündar’a sarıldı da vatandaşımın tavuk çiftlikleri gün yüzü gördü. Hükümet bununla da kalmadı bir uçak dolusu gazeteciyi uzak doğuya götürüp b…k içindeki tavuk besi ve kesim tesislerini gezdirerek ‘Bakın beterin beteri var’ dedi.

Birkaç yıl geçtikten sonra hükümetim bir müjde verdi. Benim çocukluğumu hatırlatan bir kararla İlkokul çocuklarına süt dağıtacağını açıkladı. 2012’de Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, Tarım Bakanı Mehdi Eker’di. Okullarda süt dağıtımı başlayınca binlerce çocuk hastanelik oldu. İddialar, sütlerin süttozu ile yapıldığı ve peynir altı suyunun kullanıldığı yönündeydi.

Bakanlar lıkır lıkır sütleri içmediler ama günah keçisini de bulmuşlardı. Milli Eğitim Bakanı, çocuklara aç karnına süt içirilmemesi gerektiğini vurgulayarak, ‘Düzenli süt içmeyen çocuklarda da benzer belirtilerin olabilir’ dedi.

Tarım Bakanı ise baş şüpheliyi bulmuştu bile…

O ise şu açıklamayı yaptı. Eker, projeyi birilerinin provoke etmesine müsaade etmeyeceklerini anlattı. Yani yine suçlu Ce-Ha-PE’ydi.

Şimdi diyeceksiniz ki bir bardak çaydan nasıl buralara geldik?

Sabah saatlerinde Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ve Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin resmi Twitter hesabında bir görüntü izledim.

Gözlerime inanamadım.

Bakanlar bir grup gazeteci ile Marmara Denizi’ne açılmışlar.

Müsilajın nasıl temizlendiğini anlatıyorlar. Ardından müsilaj nedeniyle gerçekleşen balık ölümlerini telafi etmek için binlerce balığı denize bırakıyorlar. Etkinlik sonunda gazetecilere Marmara’da tutulmuş sardalyalardan hazırlanan balık ekmekleri ikram ederek kendileri de iştahla götürüyorlar.

Bu görüntüyü görünce Cahit Aral’ın bir parça günahını almışız dedim. Çünkü Çernobil’in yarattığı çevre felaketinden Sovyetler suçluydu.

Ama Marmara’yı katleden bizden başkası değil.

Marmara’nın başka ülkeye kıyısı var mı? Marmara Denizi’ne kıyısı olan belediyelerin çoğu ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 15 yıldır kimin yönetiminde?

Marmara’nın bütün kıyılarını betona ve fabrikalara boğmadınız mı?

Bu fabrikalar ve büyüyen şehirlerin atık suları arıtma tesislerinden geçmeyerek bu denize akmıyor mu?

Marmara’nın nasıl kirlendiğini görmek için Karacabey’den denize dökülen Karadere’yi görmeniz yeterli. Ama siz bu ülkeyi 19 senedir yönetiyorsunuz, ‘Allah affetsin suçlusu biziz’ diyeceğinize hemen eski Tarım ve Milli Eğitim Bakanlarının yaptığı gibi suçlu Ce-Ha-PE ve Ekrem İmamoğlu oluyor.

Sayın bakanlarım bir uyarım var.

Dağıttığınız balıklar beyinin en önemli besin maddelerinden olan Omega taşırlar.

Siz gazetecilere ikram ediyorsunuz ya Mazallah hafızaları güçlenirse. Cahit Aral’ı bile unutmayan bizler sizi çok net hatırlarız.