Hamdolsun ‘kanka’ olduk!

Hamdolsun ‘kanka’ olduk!

Bizim ABD ile tangomuz Berberi savaşları ile başlar.

1815’te ABD gemilerini Türk korsanlar Akdeniz’de yağmalamaya başlayınca o tarihlerde yeni kurulmuş olan Amerika, Osmanlı’ya bağlı beylere savaş açmıştır.

Amerika donanmasının temelini atan bu savaş sonucunda antlaşma sağlanmış, korsanlık faaliyetleri son bulmuştur. Ama Avrupa’dan kaçan haydutların torunları, genlerinden gelen özellikleri ile durmamış bütün dünyayı sömürmek için kararlı bir şekilde yollarına devam etmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dedeleri İngiliz ve Fransızlardan bayrağı devralarak bütün coğrafyaları sömürmek için ellerinden geleni ardına koymamışlardır.

Savaş sonrası Marshall Planı çerçevesinde Avrupa’yı yeniden yapılandırmayı amaçlayan ABD, ‘kızıl tehlike’nin sınırlarından biri olan Türkiye’yi unutmamıştır.

1946 yılında ilk yardım gelmeye başladığında İsmet İnönü, ‘Bedava peynir sadece kapanda olur’ misali ABD’ye temkinli yaklaşmıştır ama 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti Türkiye’nin anahtarlarını nerdeyse Amerika’ya teslim etmiştir.

Amerikan şirketleri bize otomobil, benzin ve madeni yağ satabilsin diye Demokrat Parti, tren yollarını bile sökerek yerine asfalt dökmüştür.

Daha sonra ABD, komünizmin yeşeren filizlerini çürütmek için Kore’de savaşmaya başlayınca Amerika’nın kankası Başbakan Adnan Menderes ve Demokrat Parti durur mu?

Türkiye hemen yardıma yetişmiştir ve bu yardım 1000’e yakın vatan evladının Kore dağlarında şehit düşmesiyle noktalanmıştır.

En fazla şehidi nerede verdik biliyor musunuz?

ABD askerleri rahat geri çekilsin ‘Yankiler’ ölmesin diye bütün baskıyı üzerimize aldığımız Kunu-ri Muharebesi’nde.

Yani SAM amcanın çocuklarının burnu kanamsın diye bizim evlatlarımız şehit düştü.

Şimdi içinden şöyle diyenler çıkacak: ‘Ama NATO’ya girdik.’

Yunanistan asker mi yolladı da mı NATO’ya üye oldu? Zaten NATO bizi almayıp da ne yapacaktı?

Ayrıca, evlat sizin olmayınca Kore’de şehit vermesi kolay tabii.

Gelelim günümüze… Trump seçimi kaybedince ülkemin trol ordusu yas tutmaya başladı. Joe Biden, ile ilgili tweetler, yorumlar küfürler…

En üst perdeden ‘Eyyy Biden sen kimsin be kimsin’ söylemleri edilirken bir de baktık Hamdolsun Amerikan başkanı kankamız olmuş.

Ayrıca bununla yetinmemiş bir de müjde vermiş: ‘Afganistan’daki Kabil havaalanını siz koruyacaksınız’.

Ama bizi de sağ olsun düşünmüş, masrafları ABD karşılayacak.

Ben Libya’da ve Katar’da açılan üslerin Türkiye’nin uzun vadede çok yararlı olduğunu düşünenlerdenim. Ama bizim Libya’daki düşmanımız ABD’nin desteklediği Halife Hafter değil mi?

Kimse Biden’a şunu demiyor mu?

Ya Joe, tamam biz Afganistan’a girelim, girelim de, ‘Sen de şu Hafter’i sustur. Libya’dan defet YPG’ye sağladığın silahları geri al. FETÖ elebaşını paketle ver’, diyen yok.
‘Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?’ filminde Haluk Bilginer’in canlandırdığı Karagöz şöyle diyor, ‘Sizinki alışverişte bizimki neden hep veriş, biz de alış neden hep eksiktir?’

Bizim ABD ile ilişkimiz bu cümle ile özetlenebilir. Hep bizden almış, yerine hep nasihat vermiştir.

Ayrıca Afganistan’a girersiniz ama çıkamazsınız. İngilizler 19 yy, Sovyetler 20 yy, ve Amerika 21.yy’da bunu çok acı olarak tecrübe etmiştir.

Diğer bir taraftan da Afganistan’da Taliban açıklama yapıyor ve şöyle diyor, ‘Türkiye’nin de diğer yabancı güçler gibi ülkeden çekilmesini talep ediyoruz. Aksi takdirde işgalci muamelesi görürler.’ Yani Türkçesi, ‘Sizinle savaşırız’ diyorlar.

Benim bu açıklamadan çıkarttığım yorum; anlaşılan o ki Kore’de olduğu gibi yine SAM amcanın çocukları yırtacak, bizim kavruk yüzlü evlatlarımız şehit düşecek.

Belediyecilikte ‘gönül’ paradigması!

Belediyecilikte ‘gönül’ paradigması!

Son yıllarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gayretleri ve tensipleri ile Türkiye çapında bir ‘Gönül’ furyası başladı.

AKP’nin, 31 Mart yerel seçimlerinde slogan olarak kullandığı ‘Gönül Belediyeciliği’, seçimlerden sonra da kullanılmaya devam edildi. Örneğin, AKP’nin seçimi kazanamadığı veyahut kıl payı kazandığı bölgelerde adayların ‘Seçmenin gönlüne dokunamadığı’ eleştirisi yapıldı.

Yerel seçimlerden sonra ‘gönül’ aşkı devam etti. Erdoğan ve AKP’lilerin konuşmasına dikkatli bakarsanız ya bir yerde gönüllere giriliyor ya da birilerinin gönlü kazanılıyor. Mutat hale gelen beyanatlar, alay-ı vala ile vatandaşa zerk ediliyor, isteniyor ki taraftar olmasa da en azından ‘gönlü kaysın.’

Acaba bu ‘gönül’ mottosu, dönemin akil adamlarından olan ve vakti zamanında ‘Gönül derdin hiç bitmiyor’ diyen Orhan Gencebay’dan mı çıktı?

‘Dertli gönüllere giren’ AKP’nin son icraatı da Bursa’da, Yıldırım ilçesinde yaşandı. İlçenin Mevlana Mahallesi’nde kentsel dönüşüm çalışmalarına başladıklarını kaydeden Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz, “Bu proje için hemşehrilerimizle yüzde 100 oranında uzlaşma gerçekleşti ve hiçbir kamulaştırma yapmadık. Tamamen gönül rızası ile olan bir projedir” ifadelerini kullanmış.

İmdi, baştan şunu netleştirmek lazım: Bu kentsel dönüşüm denen şey, olası bir deprem tehlikesine karşı bina stoklarının kalitesini artırmak, çürük binaların ayıklanmasını sağlamak ve haliyle vatandaşın can güvenliğini korumak amacıyla uygulanan bir sistem değil mi?

Evet dediğinizi duyar gibiyim.

O zaman soralım;

Madem öyle, kim çürük evde enkaz altında kalma tehlikesiyle yüz yüze kalarak yaşamaya ‘gönül’lü olur?

Madem söz konusu bölgelerde böyle bir tehlike vardı, ‘İmar Barışı’ dediğiniz uygulama neden çıkarıldı? Neden bina stoku incelenerek işlem yapılmadı da oy potansiyeli gözetilerek bu yol seçildi?

Yıldırım başta olmak üzere Bursa’da çoğu binanın ‘kaçak yapılaşma’ eseri olduğu söyleniyor. Neden bu yönteme göz yumuldu? Neden caydırıcı önlemler alınması noktasında geç kalındı?

Son olarak da,

Bir ara kaçak yapılaşma drone ile takip edilecekti, ne oldu o iş?

Sorular uzar gider, ama cevaplar kısa. Bu konuların konuşulması, bu soruların sorulması lazım.

Bursa gibi uzmanların ‘büyük risk altında’ diye değerlendirdiği, 3 milyondan fazla insanın yaşadığı, ülke sanayisinin önde gelen kentlerinden biri için depremsellik konusunda ağır hareket ediliyor.

O tehlike bağıra bağıra yaklaşırken, pazarlık masasında ‘gönül’ kovalamak mantıklı bir hamle değil, kimse kusura bakmasın.

Bu iş kamu spotları ile, ‘bizim tayfayı’ reklamlarda oynatmak ile çözülecek bir mesele değil. Bu konunun bilimle, teknolojiyle, ekonomiyle çözülmesi gerekiyor; ‘gönül’le değil.

O yüzden;

‘Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.’

Ya yeni bir yol açacağız ya yeni bir yol bulacağız

Ya yeni bir yol açacağız ya yeni bir yol bulacağız

Ben liseye giderken, Tarkan’ın Gypsy Kings’ten arakladığı ‘Asla Vazgeçemem’ şarkısı çok meşhurdu. O yıllarda başka bir merakım da tarihti, matematik ve fen bilgim yerlerde sürünürken tarihten hep neredeyse tam puan alırdım. O şarkıyı dinlerken, tarihin aslında vazgeçilemez adamların mezarlığı olduğunun farkına vardım.

Kendi senatosunda bıçaklanan Jul Sezar sonrası Roma’nın nasıl devam ettiğini, Büyük İskender sonrası generallerinin her birinin nasıl bir köşeye çekilerek küçük devletçikler kurduğunu gördüm. Alp Dağlarını filleri ile aşan Kartacalı Hannibal, o yolculukta şöyle demişti, ‘Ya yeni bir yol açacağız yada yeni bir yol bulacağız.’

Daha sonra Romalılardan kaçarken sığındığı küçük bir krallık Hannibal’dan vazgeçmişti.

Dünya’yı tir tir titreten tanrının kılıcı Atilla bile bir sabah uyandıklarında bu dünyadan göçmüş ama hayat her zamanki gibi devam etmişti.

Osmanlı’da bile Fatih, Yavuz ölmüş ama imparatorluk yıllarca ayakta kalabilmişti.

Napolyon; Avrupa’yı kasıp kavurmuş, Rus steplerinde kaybolup gitmişti. Ama yılmadı, sürüldüğü Elbe adasından kaçtı, Paris’e girdi. Bu vazgeçilmez şahsiyeti Waterloo’da İngilizler tarumar edince köşesine çekildi.

Fransızların bu büyük imparatorunun aslında bir İtalyan, Müslüman topraklarını yakıp yıkan İngiliz kralı Aslan Yürekli Richard’ın Fransız olduğunu, tek bir kelime İngilizce dahi bilmediğini olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım.

Ama tarih sahnesinde etnik köken olarak o milletten olmayan bir sürü imparator, kral, tiran ve diktatör olduğunu çok sonra öğrenmiştim. Mesela Stalin Gürcü’ydü. Lenin sonrası koca Sovyetleri ‘demir yumruğu’ idam mangaları ve gulaglarla yönetti. O Gürcü’nün heykelleri yıkıldı paramparça edildi. Bugün yerinde yeller esiyor.

O Gürcü Stalin şöyle dedi: ‘Ben gidersem sizi emperyalistler kör köpek yavruları gibi boğarlar.’

Bir sabah Stalin’i korumaları yatağında buz gibi bulunca ne oldu?

Yerine Kruşçev geldi ve o dönemden adeta özür diledi. Sovyetler uzaya bile ABD’den önce çıktılar çünkü devlet kişi değil, sistemdi.

Bana göre Prut’ta yenemediğimiz Çar Petro o sistemi kurmuştu ve çarklar 1917 devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonrası bile dönmüştü.

1979’da devriminden sonra Şah, kaçtıktan sonra bile İran’da sitem işlemiş ve devlet ayakta kalmıştı. Çünkü İran’ın devlet bağları kadim Pers uygarlığına kadar uzanıyordu.

Dünya tarihinde devletler insanlara değil sistemlere bağlıdırlar. Devletin bekası ve geleceği attığınız temeller kadar yaşar.

Osmanlı’dan bir örnek vereyim. Kanuni Sultan Süleyman, şair Baki’yi çok sever. Bir gün kendisini eleştirmesine kızar ve şairi Bursa’ya sürgüne yollar.

Baki, buradan sultana bir mektup yazar sonuna şu mısraları ekler: ‘Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî.’

Türkçesi şudur: ‘Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.”

Bu mısraları çok seven Sultan Süleyman, ferman yazdırarak Baki’nin sürgününü kaldırır ve İstanbul’a geri çağırır.

Benim çocukluk arkadaşım bir markette müdürdü. Bir gün patronuna gitmiş ve geçinemediğini söyleyerek zam istemiş.

Patronu; zammı yılbaşında yaptığını, ücretinde düzeltme yapamayacağını söyleyince bizimki hemen istifayı yazmış ve ‘Ağabey iyi düşün ben gidersem bu market çöker‘ demiş.

Patronu son derece sakin, ‘Oğlum bu ülkeyi Mustafa Kemal kurdu. Adam öldü buranın adı hala Türkiye Cumhuriyeti’ demiş.

Ben de heyecanlı heyecanlı sordum ‘Oğlum sonra ne oldu?’

Arkadaşım şöyle cevap verdi. ‘Ne zammı lan? Paşa paşa üç gün sonra geri döndük’ dedi.

Yani bir Fransız atasözü şöyle der, ‘Mezarlıklar vazgeçilemez adamlarla doludurlar.’

Sorunun kaynağı Kristof Kolomb ise şaşırmam!

Sorunun kaynağı Kristof Kolomb ise şaşırmam!

Türkiye’nin gündemi bu günlerde Adıyaman ve Malatya’daki tütün üreticilerinin yaptığı eylem ve protestolar. Ama seslerini pek duyurabilmiş değiller, gibime geliyor. Çünkü muhalefet geçmişte yaşadığı tecrübelerden olsa gerek bu tip konulara biraz ürkek yaklaşıyor. Nedeni ise 15 yıl önce yaşanan fındık eylemleri.

O gün Karadeniz’deki çiftçiler fındık fiyatları için protestoya başlamışlar, yolları kapatmışlardı. Üreticiler kıçına cop, gözüne biber gazı yemiş, birkaç ay sonra yapılan seçimlerde de iktidar partisine ortalama yüzde 70 oy vermişti.

Anadolu ve Balkanlar’ın tütün ile mücadelesi Ulu Hakanımız Abdülhamit ile başlar. Dizilerde Avrupa ve Rusya ile kıvrak zekası sayesinde adeta satranç oynar gibi oynayıp, koca imparatorluğu bu melunların zulmünden koruyor. Ama tarihi gerçekler şöyle cereyan etmiştir:

Ulu Hakanımız borçları ödeyemeyince alacaklı bankerler ve devletler Osmanlı’nın tütün ve alkol, balık avı, tuz gibi kalemlerden alınan vergilerine el koydular. Düyunu Umumiye (Genel Borçlar) adını verdikleri bu kurum halkın anasını ağlattı. Bu uygulamanın en acı tarafı da tütünün alımı ve satımını yapan Düyunu Umumiye’ye bağlı Reji dairesinden başka kimsenin ticaret yapamamasıydı. Sömürünün zirvesindeki bu uygulama Anadolu ve Balkanlar’da tütün köylüsünün boğaz tokluğunun da altında çalışmasına yol açıyordu.

Tütün kaçakçılığı “Ayıngacı” önlemek için Reji dairesi maaşını kendi ödediği 7 bin kişilik bir kolluk kuvveti çalıştırıyordu. Bu paralı askerlerin kaçakçılığı önlemek için 20 bin kişiyi vurarak öldürdüğü biliniyor.

Düyunu Umumiye, Selanik’ten Halep’e kadar tütün köylüsünü inim inim inletirken, İttihatçılar, Ulu Hakanımızı devirerek iktidarı ele geçirdiler. Bu sistemi kaldırmak istedilerse de güçleri yetmedi. Avrupa devletleri ve bankerler, paralarını “söke söke” almakta kararlıydı. Ama genç Cumhuriyet 1925’te “söke söke” bu sistemi millileştirdi ve bütün geliri devlet kasasına akıtmaya başladı. Osmanlı borçları 1956 yılına kadar son kuruşuna kadar ödendi.

Ama bizim tütün maceramız bitmemişti. 2001 ekonomik krizinin en ağır günlerinde IMF ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde tütün ekimine ağır yasaklar getiriliyordu. IMF’ye gönderilen niyet mektubunda tütün ekimin yasaklanacağı taahhüt ediliyordu. Bunun üzerine özelleştirmeden sorumlu Devlet Bakanı Yüksel Yalova, “Bu mektubu kim imzalamışsa vebalini taşır” diyerek, karara karşı çıkıp istifa etmişti. Bakan Yalova, Nasrettin Hoca‘nın Timur’un karşısında kaldığı gibi dımdızlak yalnız başına, çağırdığı taksi ile bakanlıktan ayrılmıştı. Ne çiftçi örgütlerinin ne tütün üreticilerinin gıkı çıkmıştı. Bugün eylem düzenleyenler, o gün bunları Yüksel Yalova için yapsaydı belki bu durumda olmazlardı.

Yüksel Yalova ‘Entel Köye Efe Köye Karşı’ filminde bakan rolünde

İktidar ise suçluyu bulmuş durumda. AK Parti Adıyaman Milletvekili Ahmet Aydın‘a göre bu eylemlerin faili DSP ve Kemal Derviş‘ten başkası değil. Sayın Aydın’a sormak lazım, hani eski Türkiye geride kalmıştı? Siz eski Türkiye artığı bu yasaları neden temizlemediniz? Ayrıca bugün o yasaları çıkaran üçlü koalisyon ortaklarından biri bugün Cumhur İttifakı’nda değil mi? Onun hiç suçu yok mu?

Muhalefet bu soruyu sorarsa iktidar partisi tarihi birkaç yüzyıl geri alarak suçu Kristof Kolomb‘a da atabilir. İktidar milletvekillerinden, “Kolomb Amerika’yı keşfetmeseydi, tütün bu topraklara gelmeyecekti. İktidarımız böyle bir sorunla uğraşmayacaktı!..” açıklaması gelirse şaşırmam!..

Sivas’ın acısına dayanamayan çınar!

Sivas’ın acısına dayanamayan çınar!

Sivas’ın, Madımak’ın, 2 Temmuz’un ateşi en çok kimi yakmıştır diye sorsalar bana, hiç tereddüt etmeden Rıfat Ilgaz derim.

Türkiye’nin Madımak acısıyla sarsıldığı günlerde 82’inci yaşını sürmektedir Rıfat Ilgaz.

Tam da…

YÜZYIL’ımı dörde böldüm…

Her bölümü bir mevsim,

Biri kaldı, üçü gitti…

YAZ’ı gitti, GÜZ’ü gitti,

Karlı, tipili KIŞ’ı gitti,

Yemyeşil bir bahar kaldı!” dediği günlerdir.

Ömrü cezaevleriyle sanatoryumlar arasında geçen, ya otel odalarında ya matbaa kuytularında konaklayan Ilgaz, 70’li yıllarda iyi kötü bir emekli maaşına kavuşur. Ve soluğu Cide’de alır. “Ne iyi etmiş de anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş” dediği Cide’de. Eşsiz, benzersiz bir memlekettir Cide, ona göre: “Her şeyimi yitirdiğim günlerde Cide’nin belleğimin duvarlarına yansıyan görünümü ile dirilir, yaşama gücümü tazelerdim…”

Rıfat Ilgaz Cide’de deniz kenarında….

Ne var ki Sivas’ın alevleri Cide’nin o eşsiz, benzersiz görünümünü bellekten silecek kadar güçlüdür. Toplumun üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül’de, 70 yaşına rağmen gözleri bağlı elleri kelepçeli Cide sokaklarında gezdirilerek, Kastamonu mezbahasındaki zulme direnen Ilgaz’ın yüreği Madımak’a dayanamaz.

Sivas katliamından birkaç gün önce Edebiyatçılar Derneği’nin ödülünü almak üzere Ankara’dadır Rıfat Ilgaz. Kimler yoktur ki törende… Behçet Aysanlar, Metin Altıoklar, Asım Bezirciler… Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gidecek şairler, yazarlar, sanatçılar… Dostlarının Sivas’tan dönüşünü beklerken, kara haber gelir. Yıkılır Ilgaz.

Sivas’ın ardından Cumhuriyet gazetesine söyledikleri yaşadığı yıkımın en net ifadesidir:

Yaşamla ölümün bir anlamı kalmadı. Her şey yalama oldu! Artık hiçbir şeye inanmıyoruz. Yaşama da inanmıyoruz. Artık yaşam yalama oldu. Evden dışarı çıkmamak mı lazım? Bizim aklımız ermez oldu. Asım benim çok eski dostum. Benim için yıllarca çalışıp değerli kitaplar yazan bir yazar.

Yazar, kitapları yalnız kendisi için yazmaz. Kitaplar birer sevgi derlemeleridir. Asım aylarca yıllarca benimle yattı, kalktı. İyi günlerimde gülmüş; hapishanelerde, kelepçelerde ağlamış. Gözlerinin önünde 81’de kelepçeliyim. Asım yanımda. Türkiye’de, yaşama da ölüme de inanılmıyor. Asım Bezirci yaza yaza kayboldu gitti işte. İnsanca yapabileceğimiz tek şey, şimdi Asım’ı saygıyla anmak.”

Rıfat Ilgaz ve Asım Bezirci, Kastamonu’da Rıfat Ilgaz Sokak’ta…

Kadim dostu Asım Bezirci’nin, Nesimi Çimen’in ve diğer aydınların katledilmesine yüreği yanıyordu Ilgaz’ın. Ama asıl büyük yıkım olayın bizatihi kendisiydi. “Bak Aydın” demişti oğlu Aydın Ilgaz’a:

Firavunlar, piramitlerin içindeki tabletleri kırdılar. İkinci Dünya Savaşı’nda, Hitler’in orduları bütün kütüphaneleri paramparça ettiler. Ama insanlık tarihinde hiçbir zaman düşünürler, yazarlar, aydınlar bir binaya toplanıp, üzerlerine benzin dökülmedi. Bu bizim ayıbımız.”

1940’lardan 1980’lere türlü zulümlerle baş eden büyük usta işte bu ayıba katlanamadı. Sivas katliamından sadece 5 gün sonra yaşama veda etti.

Edebiyat dünyası, basın dünyası, işçiler, emekçiler, öğrenciler, Sarı Yazmalılar, Karadeniz, Türkiye… 7 Temmuz 1993’ten beri Rıfat Ilgaz’sız. Ama romanlarıyla var, hikayeleri yazılarıyla var, şiirleriyle var. Hep olacak!

Hem ne var bugün ölüm yıldönümüyse! Bugün ölüm yıldönümüyse bu yıl da 110. doğum yılı…

Yaşama itişkenliğiyle damga vurmuş Ilgaz’dan söz edilen yerde umutsuzluk olur mu? Karamsarlık olur mu? İnsancıllık elden bırakılır mı?

O bile yazmadı mı, ölümünden sonra ortaya çıkan son şiirinde:

Elim birine değsin,

Isıtayım üşüdüyse,

Boşa gitmesin son sıcaklığım.”

 

Kalb öncesi zamanlar…

Kalb öncesi zamanlar…

Kalb öncesi zamanlar vardı…

Erkan Oğur, 2000 yılında böyle söylüyor ‘Fuad’ albümünün açıklamasında.

Fuad, tasavvuf düşüncesinde kalpteki hayat noktası anlamına geliyor. Ceninin, anne karnındaki gelişimi esnasında kalbin ilk atışı deniyor. Bazıları, kalbin ilk ve son atışı arasında geçen zamanı ‘Fuad’ diye adlandırıyor.

Erkan Oğur, ekliyor daha sonra;

o ilk darbe anı ve hareketin başladığı hayat noktası “fuad” ile sarsılır cisim… gücü vardır, sesi vardır. ritmi vardır… kalb, hayata hevesle tüm gerçekliği ile başlar… hızlanmalar, yavaşlamalar, heyecanlar, korkular, aşklar, mutluluklar, keskin şoklar, gider bozuklukları, yetmezlikler, hastalıklar, durma ve yeniden başlamalar… derken cisme gelen sinyal ve durma anı… “fuad”. en küçük sonsuzluktan, en büyük sonsuzluğa, yokluktan varlığa kainatı başlatır, “fuad”… orada artık ne son ne de ilk olmak tariflenemez. mutlak varlık yegane gerçektir… kalb öncesi, kalb anı, kalb sonrası sorularını kendime sormaktayım… kalbin kırıldığı an vardır ki, o hayat noktasında “fuad”dan kırılır. kalbin en mutlu olduğu an “fuad”dır… “fuad” ile görür, duyar, dokunur, tadar, koklar, sever, gariplikleri sezer, hissederiz… ve “fuad” ile düşünürüz. yeteneklerimiz ve hatta hiçbir zaman keşfedemeyeceklerimiz “fuad”…

Hani kimi zaman birileri çıkar kendilerine göre gelmiş geçmişli listeler hazırlar ya, Fuad, benim için o listenin daima en üst sıralarında yer alır.

İşte bu harikulade albüme büyük anlam katan duduk üstadı Ermeni müzisyen Djivan Gasparyan, geçtiğimiz gün yaşama veda etti. Yalan yok, zaten aklımdaydı ya ben de bir kez daha dinledim Fuad’ı, Mayrig’i, Yemen’i, Siyah Perçemlerin Gonca Yüzlerin’i…

İstediğin kadar dinle, müzik susunca gerçek hayatla baş başa kalıyor insan. Gözünü açıp normale dönünce iç sıkıcı, bunaltıcı gündeme tekrar kavuşuyorsun. ‘Bir tane hayırlı şey olmaz mı şu memlekette?’ diye sorarken kendi kendine, bin tane melanet diziliveriyor baş köşeye.

Ağzımızda tat, yüzümüzde gülümseme, dizlerimizde derman kalmadı. Yaşamanın tadını unutalı çok oldu ya, gün doldurmak için ‘öylesine’ yaşıyor gibiyiz.

Birileri ya da bir şeyler bize hayatın ne olduğunu unutturdu. Hisler, duygular, sevinçler başka bir iklimin parçası sanki. Belki bir nefes ya da bir kıpırtı bizi kendimize getirecek ama nerdee…

Halimize bakınca, üstadın o sözü bir kez daha anlam kazanıyor.

Kalb öncesi zamanlar vardı…

 

HDP TİP’le Türkiyelileşebilir mi?

HDP TİP’le Türkiyelileşebilir mi?

Piyasadan gelen tüm sinyaller gösteriyor ki Türkiye ağır ağır ama emin adımlarla seçim sath-ı mailine giriyor. Her ne kadar Cumhur İttifakı ortakları “Seçim 2023’te” dese de seçimin “erken” olması kaçınılmaz görünüyor. Elbette iktidar süreyi sonuna kadar kullanmak isteyecektir. Ancak seçimin koşulları oluştuğunda kimse “Ben şimdi değil, bir yıl sonra oynayacağım” diyemez!

Herhalde o koşullardan biri HDP hakkında açılan kapatma davasının sonuçlanmasıyla oluşacak.

Anayasa Mahkemesi’nin önünde iki yol var: Ya HDP temelli kapatılacak ya da devlet yardımından kısmen veya tamamen yoksun bırakılacak.

Olasılıktır ki HDP’nin tamamen kapatılması halinde aralarında milletvekillerinin de olduğu çok sayıda kişi siyasi yasaklı hale gelecek. Bu noktada milletvekillerinin durumuna ayrıca bakmak gerek. Zira 2010 yılındaki “yetmez ama evet” referandumunda yapılan anayasa değişikliğiyle kural değişti. Parti kapatılsa bile milletvekilliği otomatik olarak düşmeyecek.

HDP 24 Haziran 2018 seçimlerinde 67 sandalyeyle Meclis’e girdi. Şu anki milletvekili sayısı 55. 55’ten 44’ü hakkında siyasi yasak isteniyor. Yani öyle ya da böyle 55 vekil partisiz kalabilir. Ama yargılama süreçleri hızlandırılıp son karar genel kurulda okunmadığı sürece milletvekillikleri devam eder.

Partisiz kalacak HDP’lilerin önünde, bana kalırsa, iki yol var: Ya Meclis’te tek sandalyeyle temsil edilen Demokratik Bölgeler Partisi’ne (DBP) geçecekler ya da 2018’de 3 sandalye verdikleri Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılacaklar.

Hatırlanacağı gibi 60’lı yılların efsanesi TİP, 2017’de yeniden kuruldu. Meclis’e HDP listelerinden giren TİP Genel Başkanı Erkan Baş ve sanatçı Barış Atay, Ekim 2018’de kendi partilerine geçti. Gazeteci Ahmet Şık da Mayıs 2020’de HDP’den istifa ederek, TİP’e katıldı. TİP’in son transferi de “Behice Boran’ın partisini Meclis’te ikisi bıyıklı üç erkeğe terk etmeye gönlüm razı değil!” diyen CHP’li Sera Kadıgil oldu.

Eğer siyasi yasaklı HDP’liler DBP’ye geçerse DBP, TİP’e geçerse TİP Meclis’te grup kurmuş olacak. Böylece Yüksek Seçim Kurulu’nun seçime katılabilecek partiler listesinde yer almayan iki partiden biri seçilme yeterliğine sahip olacak.

Bu parti TİP olabilir mi? Neden olmasın…

Neden olmasın ama hepimiz biliyoruz ki HDP’nin tek başına bu tür kritik kararlar alma yeteneği yok. Ne kadar itiraz etseler de yetkileri de yok. Oysa gerçekten “Türkiye partisi olma” iddiaları varsa yol belli gibi geliyor bana.

Acaba HDP, TİP’le Türkiyelileşebilir mi?

Acaba TİP, HDP ile birlikte öteki sol, sosyalist, emekçi kesimleri tek çatı altında toplayabilir mi?

Tam da Zülfü Livaneli’nin SHP’den DSP’ye ve CHP’ye, İnönü’den Ecevit’e ve sonunda Baykal’a kadar solu tamamen “yok” ilan ettiği bir dönemde…

Ve tam da Z kuşağının seçmen olduğu bir dönemde…

Bakalım, siyaset bu! Daha köprülerin altından çok sular akar! Bekleyip görmek gerekecek.

Yaz okumaları

Yaz okumaları

Okumanın yazı kışı olmaz demeyin. Oluyor.

Mesela kışın 600-700 sayfalık bir klasik her daim elimin altındadır. Bazen 10 bazen 60 sayfa bir solukta okunmayı bekler. O sırada duyduğum, rastladığım, merak ettiğim farklı konularda birçok kitap da elimden akar geçer.

Kışın uyumadan önce, gece yarısı uykum kaçınca.

Ya da pandemi ile beraber evde geçirilen zaman arttıkça okumak için hep fırsat kollar durumdayım.

Lakin yazın başka.

Evin dışında açık hava bir yerde ya da balkonda güneşli bir öğleden sonrası mesela. Sayfaları ürperten ılık bir rüzgar ile baş başa kalınabilecek zamanları seçerim. Bir yudumda okunup son sayfası bitince arkaya yaslanıp gerçek dünyaya dönme konusunda sizi hayıflandıracak kitaplar daha çok ilgimi çeker.

Bu türden kitapların benim için tartışılmaz yazarı da Gabriel Garcia Marquez‘dir.

O nedenle bu yazın okumaları listesinin başına Kolera Günlerinde Aşk kitabını koydum.

Son birkaç yıldır Karaburun’da, sakinliği, deniz ve havasının ferahlığı ile avunduğum tatiller yapıyoruz ailecek. Hani Nazım’ın Şeyh Bedrettin Destanı‘nın şu dizelerinde geçen Karaburun’dan söz ediyorum.

Duyduk ki Mustafa huruç eylemiş, Aydın elinde Karaburun’da.
Bedreddin’in kelamını söylemiş, köylünün huzurunda.”

Karaburun’a dair fasıldan devam edersek, tarihe ayrı bir parantez açan dev eserinde Nazım şöyle devam ediyor:

“- Dost musunuz düşman mı? dedi.

Dost iseniz hoş geldiniz.

Düşman iseniz boynunuz kıldan incedir.

– Dostuz, dedik.

Ve o zaman öğrendik ki, Sarohan valisi İskender Paşa ordusunu, yani toprakları tekrar hünkar beylerine vermek isteyenleri,

bizimkiler Karaburun’un dar, dağlık geçitlerinde tepelemişlerdir.

……………….

– Buradan, ta Karaburun’un dibindeki denize dek uzayan

Kardeş soframızda,

Bu yıl incirler böyle ballı, başaklar böyle ağır ve zeytinler böyle yağlı iseler,

Biz onları sırma cepken giyen haramilerin kanıyla suladık da ondandır.“

diyerek tarif ettiği İzmir Karaburun.

İşte bu yıl yine gideceğim bu Karaburun da okumak üzere Samet Altıntaş tarafından yeni yayınlanan Ben Şeyh Bedrettin / Derviş-Devlet-İsyan kitabını da iki numaraya koydum.

Bir diğer yaz okumam ise Kazım Karabekir‘in İttihat ve Terakki Cemiyeti kitabı. Kuruluşundan başlayarak içinde bulunduğu bu teşkilatın tarihsel sürecini, hatıraları ışığında oldukça akıcı bir şekilde anlatmış Kazım Karabekir.

Dünya değişti, dönemler değişti, hükümetler değişiyor. Ancak İttihat ve Terakki ile başlayan bazı devlet reflekslerinin kalıcı olmasını ve günümüzü etkileyen unsurlarını şaşkınlıkla görmek mümkün bu kitapta. Üç numaraya da bu kitabı koydum kendim için.

Mario Levi, şöyle sorar:

Kitaplar önümüze taşıyamadığımız gerçeklerden kaçmak için bir yol mu çıkarmıştı yoksa? Belki. Oradaki gerçeğimiz neydi o zaman.”

Muhtemelen ben kendi gerçeğime göre seçtiğim kitapları okuyorum.

Herkesin kendi gerçeğine göre kitabını seçeceği, umduğumuzdan güzel bir yaz olsun.

Hukuk Mahallesi Adalet Blok!

Hukuk Mahallesi Adalet Blok!

Ekonomik durgunluk ya da ekonomik canlanma dendiğinde akla ilk gelen sektör olan inşaat sektöründe işler durma noktasında!

Çarşambanın gelişi perşembeden belliydi!

2017’den başlayarak faiz oranları artış eğilimine girdi. Yabancıların ülkemizdeki yatırımları sabit duruma geçti. Özellikle iş yerleri için yeni dükkân kiralamalar, önceki yılların aynı dönemine göre geriledi. İstanbul başta olmak üzere ekonominin kalbinin attığı büyük illerde ofisler 4’te bir oranında boşaldı.

Bu esnada resmi ağızlar olumlu hava estirmeye çalışıp, ekonomik kalkınma hamlelerine ilişkin gösterişli basın toplantılarında teatral şovlar ve kısa vadeli çözümler sıralıyordu.

İnşaat sektörünün domine ettiği 150’yi aşkın alt sektöre yansıyan bu daralma, krize dönüştü. Her ne kadar düşük faizli kredilerle canlandırmaya çalışılsa da inşaat sektöründe son 3 yılda işini kaybeden sayısı 600 bini aşmış durumda.

Döviz istikrarsızlığı, inşaat girdilerinde ciddi maliyet artışlarına ve belirsizliklere sebep oldu.

Yalnızca inşaat demirinde son bir senede yüzde 116’ya ulaşan fiyat artışları gerçekleşmiş.

Bu artış oranını ne enflasyon ne döviz artışı, hiçbir şeyle açıklamak mümkün değil.

TÜİK tarafından geçtiğimiz mart ayında yüzde 31.97 olarak açıklanan inşaat maliyeti artış oranı ise sektör temsilcileri tarafından komik bulunuyor. Çünkü bu oran bazı kalemlerde yüzde 145’i buluyor.

Bu durum da daire fiyatlarında çok ciddi artışlara neden olmuş durumda.

Tablo şu;

Daire alamayan vatandaş.

İmalat yapamayan müteahhit.

Kelepire yatırım peşindeki yabancı alıcıya ve bankaların insafına terk edilmiş bir sektörden bahsediyoruz.

Tablo gerçekten karanlık.

Yine de sektörü feraha çıkaracak istikrar politikalarının bedeli çok ağır değil aslında.

Ancak etrafta bu politikaların bedelini kendi adına ödemeye hazır bir siyasi irade yok.

Bu politikaları talep edecek ısrar ve cesarette meslek örgütü de yok.

Bakmayın şimdi sızlandıklarına, meslek örgütleri resmi politikalara eklemlenmişlerdi. Uzun vadeli istikrar hedeflerinden, mali disiplinden koptuğu çok açık olan karar vericileri eleştirmek bir yana parlak basın bültenleri ile iyimser hava yayma işlevini üstlenmişlerdi.

O sırada çarşambanın gelişi görünüyordu.

Formül çok açık aslında.

Düşük faiz + Düşük enflasyon + İstikrarlı döviz.

Bu formülde yine “inşa”ya bağlı!

Ülkede adaletin inşasına!

 

 

 

 

 

 

 

 

Çankırılı Boris 100 sterlin isterse!

Çankırılı Boris 100 sterlin isterse!

İnsanlarımıza aşıdan, koronadan, pandemiden gına geldi. Ben de böyle bir yazı kaleme almayacaktım, ama İngiltere’de Covid-19 aşısına 100 sterlin ödendiğini duyunca dayanamadım, geçtim klavyenin başına. Bu arada, bizi kıskanan İngilizlerin 100 sterlini bin 200 liraya karşılık geliyor. Yani Allah’tan bizim ülkemizde aşı ücretsiz, mazallah bir doza bin 200 lira ödesek, 3 kişilik bir ailenin aşı masrafı 3 bin 600 lira olur ki asgari ücretle geçinmeye çalışan insanlarımız o ay ve gelecek ay aç kalır. Allah sizi başımızdan eksik etmesin!

İşin latife kısmını geçelim ve gelelim gerçeklere… İngilizler, Monarşi ile yönetilmekteyse de dünyanın en adaletli, en özgürlükçü, en örgütlü halklarından biridir. 1215’te Kral’a karşı gelerek onu masaya oturtmuşlar ve Magna Carta‘yı imzalatmışlardır. Kral’ın yetkilerini kısıtlamış, vatandaşlık haklarının temelini atmışlardır. Biz ise kulluktan ancak 1923’ten sonra vatandaşlığa geçebilmişizdir. Çünkü Osmanlı padişahlarına göre vatandaş yok, kulları vardır.

Bu İngilizler kendi adalarında o kadar adalet ve özgürlüğüne düşkünken, yüzyıllarca mazlum halkları adaletsizce sömürmüş, kendilerine kul yapmışlardır. Kara Kıta’dan Amerika’ya, Hindistan’a kadar yerli halkların kıçından donunu bile almışlardır. İngiliz sömürgeciliği deyince Gandi‘nin o büyük sözü gelir aklıma: “Mustafa Kemal bunları yeninceye kadar ben tanrıyı İngiliz sanırdım!..”

Yani Çanakkale’den başlayarak İstanbul’un alınışına kadar geçen zamanda Mustafa Kemal, İngilizlerin sömürdüğü halkların adeta kaderini de değiştirmiştir.

İngilizlerin başka bir özelliği de örgütlü toplum olmalarıdır. Yaşamın ve iş hayatının en ince ayrıntısında sendikaları, sivil toplum örgütlerini görürsünüz.
Ve bu İngilizler hep bir işin sonunu görüp ona göre plan yaparlar. 1939’da Alman orduları Avrupa’yı kasıp kavurmaya başladığında, İngiliz hükümeti Hitler ile anlaşma yoluna gitmek istemiştir. Winston Churchill, buna karşı çıkmış, başbakanlığı üzerine alarak o meşhur konuşmayı yapmıştır: “Her yerde savaşacağız!..”

1945’te İngiliz Mareşal Montgomery‘nin orduları Afrika çöllerinden Avrupa’nın içlerine doğru yürüyerek savaşa son veriyordu. Ama bu halk savaşın bitişinden 1.5 ay sonra yapılan seçimlerde, kapitalist ekonomik programları uygulayan savaş kahramanı Churchill’i değil, İşçi Partisi’ni seçerek sol duyusunu  göstermiştir. O sol hükümet savaşın yaralarını devletçi programlar uygulayarak sarmış, İngiliz ekonomisini daha çabuk ayağa kaldırmıştır. İngilizleri hızlı reformlarla daha iyi bir hayat standardına kavuşturmayı başarmıştır.

İngiltere’nin nasıl bir örgütlü toplum olduğuna kısa bir örnek vereyim. Benim ergenlik dönemimde TRT’de “Emret Bakanım” isimli politik mizah dizisi gösterilirdi. Bu dizinin müdavimiydim, her bölümünü seyretmişimdir. Dizinin ileriki sezonlarında seçimleri kazanan bakan, başvekil olarak İngilizleri yönetmeye başladı. Başbakan, biraz mütevazi, saf, ahlaklı ve sevecendi. Ama bütün işi İngiliz siyasetini, diplomasisini iyi bilen müsteşarı Sir Humphrey yapıyordu.

Dizinin bir bölümünde otobüs işçileri greve gitmişti. Sabah Başbakan, konutu olan “10 Numara“dan çıkarken, karşılarında gazetecileri buluyordu. Tabii ki ilk soru otobüs işçilerinin grevi oluyordu. Başbakan şöyle diyordu: “İngiltere’yi pek etkilemez. Muazzam bir demir yolu ağımız ve metrolarımız var. Ada ülkesi olduğumuzdan deniz yollarımız bu açığı kapatır. Ayrıca her evde bir otomobil bulunuyor.

Başbakan açıklamasının ardından aracına biner. Ön koltukta oturan kurnaz müsteşar Humphrey, geri döner ve “Siz ne yaptınız!” diye sorar.  Başbakan da “soruyu yanıtladım, gerçeği bu değil mi?” diye cevap verir. Müsteşar “yarın görürsünüz efendim” der ve konuyu kapatır. Ertesi sabah Başbakan kahvaltısını yaparken gazeteyi açtığında kahvesi burnundan çıkar. Çünkü Başbakan’ın açıklamasından sonra İngiltere’deki bütün ulaşım sektörü dayanışma grevine gitmiş, ada adeta felç olmuştur.

Yani demem o ki siz İngilizler’den 100 sterlin aşı parası isterseniz, o halk hemen sokağa dökülür. Protesto gösterileri ve grevler başlar. Londra, Liverpool gibi şehirlerde ekonomi durur.

Kraliçe başbakanın istifasını istemez bile. Bizim Çankırılı Boris, sabahın köründe paşa paşa gider, Kraliçe’yi zahmete sokmadan istifasını sunar.

Nereden mi biliyoruz, çünkü İngiltere’ye acı reçeteler içiren, inim inim inleten Demir Leydi Margaret Thatcher öldüğünde, halk onu sırtını dönerek uğurladı.

‘Sizi rahatsız etmeye geldim!’

‘Sizi rahatsız etmeye geldim!’

Yeni bir gazeteye başlarken, insanın tavrını, fikrini, omurgasını ortaya koyması gerekir.

Kimdir, nedir, fikri yapısı nelerden oluşur, kırmızı çizgileri nelerdir, okuyucuya bunu deklare etmesi gerekmektedir.

Benim bu satırları kaleme aldığım vakit, Sivas Katliamı veyahut da Madımak Olayı olarak da tarihe geçen, 2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında, Madımak Oteli’nin, IŞİD zihniyetli bir grup tarafından yakılması ve çoğunluğu Alevi inancına sahip, 33 yazar, fikir adamı ve 2 otel çalışanının, yanarak ya da dumandan boğularak hayatlarını kaybetmesi ile sonuçlanan, tarihimize kara bir leke olarak geçen, insanlık dışı olayların, yıl dönümüydü.

Bu insanlarımızı yakan grup; kin ve nefret dilinden beslenen, kendi gibi düşünmeyen herkesin ölümünü hak gören, farklı fikirlere tahammülü olmayan, tabir-i caiz ise sevgi ile değil de kılıç zoru ile insanların üzerine çöreklenen, İslam adı altında İslam’a bir müşrikten daha fazla zarar veren, beyni olup da fikri olmayan, insanlık fukarası tiplerden oluşmaktadır.

Alevi, Sünni, Hristiyan, Yahudi; hangi mezhep, hangi meşrep, hangi ideoloji, hangi hizip taraftarı olursa olsun, fikrinden dolayı hiç kimse yakılmayı, öldürülmeyi ve dövülmeyi hak etmez!

Buna ne İslam, ne de insanlık rıza gösterir.

“Benden veyahut da bizden değil” diye herhangi bir hizbe karşı adaletsiz bir tavır sergilemek, sümme haşa, Allah’ın kitabı yüce Kur’an’ın ayetlerini, ayaklar altına almak demektir!

Bu vesile ile Sivas’ta katliam yapanları tüm hiddet duygularım ile kınıyor, fikri yüzünden yakılan sanat insanlarının manevi ruhunu, saygı ile selâmlıyorum.

Burak Kılıçaslan olarak; benim gibi, bizim gibi düşünmeyenlere karşı da dâhil olmak üzere, haksızlık, adaletsizlik, ötekileştirme, ayrıştırma, kin ve nefret söylemleri, farklılıklara tahammülsüzlük kimden gelirse gelsin, karşısında kelle koltukta mücadele edeceğime, buradan tüm okurlarıma, bir namus sözü olarak, not düşüyorum.

Tüm insanlık düşmanlarına, İslam dünyasının büyük düşünürü Ali Şeriati’nin çağları aşan şu sözleri ile sesleniyorum:

Sizi rahatsız etmeye geldim!”

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

‘Artagan’ olsaydı bizim döşeme işi yatmıştı!

‘Artagan’ olsaydı bizim döşeme işi yatmıştı!

Benim emektar Polo’nun kapı döşemeleri ne zamandır dökülüyordu. En sonunda bütçeyi denkleştirip yaptırmaya karar verdim. Bu işlerin doktoru bizim Civanoğlu’dur. Polo’yu ona teslim ettim. Ne yaptı etti, Beşyol’da bir merdiven altı döşemeci buldu. Usta bir hafta içinde kapı döşemelerini sıfırladı. Böyle giderse ben bu arabaya bir 15 yıl daha binerim.

Bu vesileyle Bursa’da otomobil döşeme ustasının pek az olduğunu, kalanların çoğunun kendilerini klasik otomobillerin yenilenmesi işine adadığını, böylece iyi de para kazandıklarını öğrenmiş oldum.

Öğrendiğim bir şey daha oldu. Eğer oto sanayiye işiniz düşerse, hele hele işiniz benimki gibi merdiven altı bir atölyede görülecekse cebinizde nakit bulundurun!

Neden mi?

Bizim ustanın yenilediği kapı döşemelerini taktırdık. Sıra ödeme faslına geldi. Benim cüzdanda bir para kart var, bir de kredi kartı. Nakitsiz hayata öyle alışmışım ki cebimde simit alacak kuruş yok. Bizim ustada da pos cihazı yok. Allah’tan Civanoğlu tedarikli de akılsız başın cezasını ayaklar çeker hesabı, o sıcakta bir de bankamatik aramıyoruz Beşyol’da.

Ödemeyi yapıp kontağı çalıştırırken, ben söyleniyorum, “Bu devirde kredi kartı olmaz mı yahu!” diye, ama Civanoğlu gülüyor: “Ne sandın abi, neresi burası, Danimarka mı?”

İYİ Parti’nin devlet bütçesine 300 milyar liranın üzerinde katkı sağlamayı vadeden “Artagan”* projesini duyunca henüz bir hafta önce yaşadıklarım geldi aklıma. Zira bu proje hayata geçerse bırakın döşeme ustasına yapacağım ödemeyi sokaktan simidi bile kredi kartıyla alacağım.

Kayıt dışı ekonomi gerçekten ciddi bir sorun. Türkiye, 36 OECD ülkesi arasında kayıt dışı şampiyonu. Şampiyonluğun rakamsal karşılığının 1.4 trilyon lira olduğu ifade ediliyor. Başlıca nedenleri de kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, naylon fatura, hayali ihracat, vergi kaçakçılığı, yolsuzluk… Yani bizim döşemecinin kredi kartı kullanmaması bırakın devede kulağı, devede tüy bile değil!

“Artagan” projesinin başlıca hedefi kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almak ve finansal sistem dışındaki parayı sisteme çekmek. Bunu da dijital bir ekonomik sistem kurarak yapmayı planlıyor. Yani topyekün dijitalleşme. Yani dijital devlet peşinize öyle bir takılacak ki Mahkeme Fırını’ndan tahanlı pide aldığınızı bile anında görecek! Görsün zararı yok, yok da bu sistem gerçekten kaçakçılık, kara para, yolsuzluk gibi asıl kara delikleri tespit edebilecek mi? Ve tespit ettiği kaçağın cezasını vererek, gerçekten vadettiği ekonomik adaleti sağlayabilecek mi?

İYİ Parti iktidara gelir mi gelmez mi, gelirse “Artagan”ı gerçekten hayata geçirebilir mi? Bunların hepsi soru işareti. Ama soru işaretine yer bırakmayacak bir gerçek var: Yozlaşma her alanda kılcal damarlarımıza kadar sinmiş. Son günlerde gündemi meşgul eden olaylar silsilesi de bu yozlaşmanın eseri!

İşte adına “Varlık Barışı” denilen uygulama 6 ay daha uzatıldı. Böylece birileri yurt dışından getirecekleri kaynağı belirsiz milyonları vergi ödemeden, sorgusuz sualsiz memlekete sokabilecek. Birileri yine kirli servetlerini bizim üzerimizden beraat ettirecek! Bitecek mi? Elbette bitmeyecek, zira çok iyi biliyoruz ki her af bir sonrakinin habercisidir.

Dileyelim de öyle olmasın!

Dileyelim de şu ekonomik adaletsizlik ortadan kalksın. Artık vurguncunun, soyguncunun, devleti dolandıranların, yetim hakkı yiyenlerin, üç kağıt ekonomisiyle milyonları indirenlerin defteri dürülsün!

“Artagan”ı düşünenler, planlayanlar, uygulamak isteyenler bu meselenin her şeyden önce bir zihniyet dönüşümü olduğunun umarım farkındadır. Yoksa “Artagan” kredi kartıyla ödeme kabul etmeyen Beşyol’daki döşeme ustasıyla bana çatar ki bizim zaten çoğalacak, fazlalaşacak, artıracak bir şeyimiz kalmamış!

___

*İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, “artagan”ın öz Türkçe bir sözcük olduğunu, “bolluk bereket” anlamına geldiğini söyledi. Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük’ün de “artağan” için “Alışılandan veya beklenilenden artık verimi olan, bereketli”, “Çoğalan, fazlalaşan, artımlı” açıklamaları yapılmış.

 

‘Karışma be ya, açılım var!..’

‘Karışma be ya, açılım var!..’

Pandemi bahanesiyle AK Parti‘nin yaşam tarzına müdahalesinin ardı arkası kesilmiyor. Ama benim bu yazıyı kaleme alma ihtiyacım, komşuluk, arkadaşlık, dostluk yaptığım Romanlara bir borç bildiğim içindir.

İktidar partisi anketlerde istenmeyen sonuçlar çıkınca hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor. Arka bahçesi gördüğü tarikat ve cemaatlere şirin görünerek, kemik oyunu korumak için işi gücü bırakıp alkolü nasıl yasaklarız; vatandaşı kutuplaştırarak giyim tarzına, sokakta, metroda nasıl müdahale ettiririz; ekonomik zorluğun artık tamamen yokluğa döndüğünü unutturarak, gündemi nasıl değiştiririzin peşine düştüler. Çünkü bir şeyi bizden daha iyi anlıyorlar, o da oylarının güneş gören kar gibi eridiği. Bu tespiti de anketlerden değil, e-devlet üzerinden bir tıkla sonlandırılan parti üyeliklerinden görüyorlar. Her gün yüzlerce kişi istifa ediyor.

Pandeminin ağır şartlarını yaşayan meslek grubunun başında müzisyenler geliyor. Müzisyenlerin içerisinde en mağdur gruplardan biri de düğün çalgıcıları. Düğünlerde müzik yapanların yüzde 90’ı Roman vatandaşlarımızdan oluşuyor. Bu insanlar bırakın kötü ekonomik şartları, açlıkla mücadele ediyorlar.
Düğünlerde ya da Arap Şükrü Sokağı’nda toplayacakları bahşişlerle yaralarını sarmaya çalışacakken, hop bir kararname, gece 24’ten sonra müzik yasak! Yasak da, yazın hava ancak 20.30 gibi kararıyor ve insanlarımız ancak sokağa çıkıyor.

Pandemi ve ekonomik yokluğu en fazla hisseden kitle eminim ki Romanlar. Çünkü hemen hemen tamamı geçici, sigortasız işlerde çalışıyorlar. 15 ay boyunca kapanmalardan dolayı mecazi olarak söylemiyorum, sözcüğün gerçek anlamı “aç kaldılar!..”

Bu insanlara Türkiye’de hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılıyor. Sözde pandemi döneminde dünyanın en fazla yardım yapan ülkesiyiz ya, Romanların cebine ne kadar girdi? Kayıp 128 milyar doların ne kadarı bu vatandaşlarımızın yastığı altında? Vergi veren, yeri gelince şehit veren ama devlet kapısında boynunu bükerek, “vatan sağ olsun” diyen bu insanların Suriyeliler kadar değeri yok mu?

2010 yılında yaptığınız “Roman açılımı”nda bu insanlara ev sözü vermediniz mi? Eşit yaşam hakkı sunacağınızı anlatmadınız mı? Bu açılım Kibariye’nin şarkıları, şakşakçı, yalandan solcu Balık Ayhan ve atılan göbeklerden mi ibaretti?

Romanlara eşit yaşam hakkı, çocuklarına eğitim, fırsat eşitliğine kavuşacaklarına inandırdınız. Geçici de olsa bir özgüven aşıladınız.

Romanlar hep devlet ve kolluk kuvvetlerinden korkar ve çekinirler. Gazeteci bir ağabeyim anlattı. Açılımın en cafcaflı günlerinde Bursa‘nın Mustafakemalpaşa ilçesinde Roman bir vatandaşımız emniyet müdürlüğünün önüne at arabasını bağlamış, yük ve eşya taşımak için müşteri bekliyormuş.

O sırada bir trafik memuru düdük çalarak at arabasını kaldırması için uyarmış. Roman kardeşimiz şöyle demiş: “Karışma be ya, açılım var!…”

Yani belki de ilk defa kendilerini eşit vatandaş hissetmişlerdi. Ama artık umutlarının kalmadığını, türlü bahanelerle oyalandırıldıklarını onlar da idrak etmiş durumdalar.

Roman açılımının da balon olduğunu örnek vereceğim olaydan anladık. 2015 genel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi, Uludağ Üniversitesi mezunu Roman asıllı vatandaşımızı İzmir’den 5. sıraya koydu. Bunu duyan dönemin AK Parti Genel Başkanı ve Başbakanı Davutoğlu, hemen karşı hamle yaparak milletvekili değil ama Roman bir kardeşimizi danışman olarak atayacağını açıkladı. Bir sürü kararname gördük ama öyle bir isme rastlamadık. CHP’nin adayı Özcan Purçu, o seçimde Avrupa’nın 3’üncü, Türkiye’nin ilk Roman milletvekili olarak parlamentoya girdi.

Artık bir Roman vatandaşımızı AK Parti listelerinde göreceğimi sanmıyorum ama… Ahmet Davutoğlu hep diyor ya, ben şunu yapacaktım yaptırmadılar, ben bunu yapacaktım yaptırmadılar. Kurduğu Gelecek Partisi’nde tek güç kendisinin, bakalım kaç Romanı, genel ve yerel seçimlerde listelerin en üstlerinde gösterecek merak ediyorum.

Bugün iktidar çok zor günler geçiren bu topluma hemen bir açılım yapmalıdır. Bu açılım Kibariye ya da Balık Ayhan ile değil, ekonomik bir programla yürütülmelidir. Romanlar da dünya gözüyle devlet babalarının kendilerini unutmadığını görmelidirler.

‘Uzatma yapmıyoruz size!..’

‘Uzatma yapmıyoruz size!..’

Yıl 1954…

Meclis Genel Kurulunda bütçe görüşmeleri tamamlanmış, Menderes Hükümetinin bütçesi 55 kırmızıya karşı 339 beyaz oyla kabul edilmiştir. Başbakan Adnan Menderes, teşekkür konuşması için kürsüye çıkar. Uzun ve sert konuşur. Demokratların alkışlarıyla coştukça coşar, teşekkür konuşması adeta seçim konuşmasına döner.

Görüşmeleri gazeteci olarak izleyen Metin Toker, o oturumu yıllar sonra şöyle kaleme alacaktır:*

“… Menderes iktidarlarının büyük başarılarını söylemekle yetinmedi. CHP’li muhalifleri ikiyüzlülükle suçladı. Bunlar özel yaşamlarında başka, siyasi yaşamlarında başka konuşuyorlardı. Kör değillerdi ya, yapılan harikulade işleri onlar da görüyorlardı. Bunu kendi aralarında belirtiyorlardı. Kendisini onlar da takdir ediyorlardı. Ama bunu, açıktan söyleyemiyorlardı.

Laf tabii döndü dolaştı, İsmet Paşa’ya geldi. İş onun başının altından çıkıyordu. 1944-45 hikayeleri, diktatörlük edebiyatı, Milli Şeflik, bunların hepsi bir defa daha sıralandı.”

Başbakan konuşmakta, muhalefet lideri İsmet İnönü not almaktadır. Menderes kürsüden inince o söz ister.

Oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Fikri Apaydın, sorar:

-Ne hakkında?

İsmet İnönü:

-Şahsımdan ve partimizden bahsedildi. Cevap vereceğim.

İç Tüzük açıktır. Ama vekillikten önce savcılık, yargıçlık, avukatlık yapan Başkan Vekili o sözü vermez.

***

Aradan tam 67 yıl geçmiş… Yıl 2021…

Meclis kürsüsünde İYİ Parti Grup Başkanı ve Bursa Milletvekili Prof. Dr. İsmail Tatlıoğlu, gündemde Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu’nun Anonim Şirkete dönüştürülmesine ilişkin yasa teklifi var.

Tatlıoğlu, konuyla ilgili partisinin görüşlerini açıklıyor. 20 dakikalık süresi dolunca mikrofon otomatik olarak kapanıyor. Meclis’te usul oturumu yöneten başkanın “Toparlayınız” deyip mikrofonu açması. Ama öyle olmuyor.

Resmi tutanaklardan aktarıyorum:

“BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Tatlıoğlu.

İSMAİL TATLIOĞLU (Devamla) – Bir dakika…

BAŞKAN – Uzatma yapmıyoruz.

İSMAİL TATLIOĞLU (Devamla) – Bir dakika…

BAŞKAN – Efendim, bir dakika da olsa yapmıyoruz.

İSMAİL TATLIOĞLU (Devamla) – Yirmi dakika geneliyle görüştük Sayın Başkan.

HAYRETTİN NUHOĞLU (İstanbul) – Olur mu Başkanım ya, Grup Başkanı ya!

BAŞKAN – Arkadaşlar, müsaade edin lütfen.

İSMAİL TATLIOĞLU (Devamla) – Geneliyle ilgili Sayın Başkan.

BAŞKAN – Biliyorum yani Sayın Tatlıoğlu, genel olarak uzatma yapıyoruz. Selamlama için açayım. Buyurun.”

Tabii İsmail Hoca, sabırlı, soğukkanlı, nezaket sahibi adam. Başkası olsa bir sözüyle genel kurulu birbirine katar ya, Hoca öyle yapmıyor. “Evet, arkadaşlar, biz konuşacağız tabii, her yerde, her zaman konuşacağız, her şekilde konuşacağız; bunun için milletin karşısındayız. Teşekkür ederim.” deyip alkışlarla kürsüden iniyor.

Ama Hoca’nın ve İYİ Parti grubunun Meclis TV kaydıyla tutanakları karşılaştırmasında yarar var. Zira Tatlıoğlu’na ek süre vermeyen Başkan Vekili Süreyya Sadi Bilgiç, sadece “Uzatma yapmıyoruz” demiyor, “Uzatma yapmıyoruz size” diyor.

***

Peki herkese yapılan bir dakikalık uzatma bir muhalefet milletvekiline, üstelik bir partinin grup başkanına neden yapılmıyor?

Onu da herhalde Tatlıoğlu’nun süresi henüz bitmeden söylediklerinde aramak lazım.

Hani “uçacağız” diye Türkiye’nin içine sokulduğu yeni sistem var ya! İşte o sistemle memleketin yaklaşık 200 milyar dolarını kaybederek, fakirlik sürecine girdiğini söylüyor Hoca ve Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın son açıklamalarına atıfla şu tespitleri yapıyor:

1.Türkiye’de demokratik hukuk devleti kalmamıştır.

2. Mafya yeni yargıdır.

3. Yargıda FETÖ benzeri, aklı, hukuku ve ahlakı dışlayan yapılanmalara vurgu vardır.

4. Dolayısıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu fakirleşme süreci sadece ekonomik bir fakirleşme değildir.”

Kısacası Tatlıoğlu, Türkiye’de bir “devlet edememe” sorunu olduğunu söylüyor. Maalesef iktidar sahipleri bunu görmeyi bırakın, duymayı dahi istemiyor.

***

67 yıl önce Meclis’te söz hakkı verilmeyen İsmet İnönü’ye gazeteciler “Kürsüye çıksaydınız ne söyleyecektiniz?” diye soruyor.

İnönü’nün yanıtı ne kadar da manidar:

“… Bu iktidar cevap almayarak itham etmek, muhakeme etmeyerek mahkum etmek usulünü takip eder. Ancak şunu bilmek lazımdır ki her karşılaşmada olduğu gibi siyasi tartışmada da muhatabından cevap almaya cesaret edemeyen haksızlığını kabul etmiş olur.”

___

*Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa’lı Yılları (1944-1973): DP’nin Altın Yılları (1950-1954), Bilgi Yayınevi-Ankara, İkinci Basım, Ocak 1991, s. 276-277.

Çökelek peyniri!..

Çökelek peyniri!..

Bizim küçük bir tartışma kulübümüz vardır. Serdar Akar‘ın “Gemi“de filminin açılışı gibi o kulüpte herkesin görevi bellidir. Bu toplantıların başkanlığı ve organizasyonu gazeteci Necati Kartal‘a, genel sekreterliği Bursa’da reklamcılığın duayeni Nail Özer‘e aittir. Ben bu masaya dinleyici olarak katılırım. Biz holding patronlarından 10 Milyon Euro sakal indirmediğimizden bu buluşmalar çok mütevazi yerlerde geçer.

Sohbetlerimiz çoğu zaman Stalin ile başlar, ilginç konularla yol alır. Bir keresinde Fidel Castro öncesi iktidarda olan ve devrimcilere ABD sopasını sallayan Küba devrik liderinin reformistliği tartışması başlamıştı. Ama Nail Ağabey’in “Necati, bu sohbet Batista’nın reformculuğu ile başlayacaksa ben kalkayım” tehdidi ile konuşma hemen son bulmuştu.

Necati Ağabey ve Nail Özer, Gemlik Lisesi‘nden arkadaştırlar. Sohbet çoğu zaman dünya devrim tarihi ile başlayıp Gemlik’in eski kulağı kesiklerinin anıları ile son bulur. Hatta bir keresinde Necati Ağabey, Türkiye’deki balık göçünü anlattı. Ben burada anlatamam, çünkü anlatılmaz yaşanır.

Ben bu toplantıları iple çekerim. Necati Ağabey, “Nail’i ara, akşam gelin” dediğinde, lunaparka gidecek bir çocuk gibi sevinir ve heyecanlanırım.

Bu satırların bir kısmını Necati Ağabey kaleme alacaktı, ama 1 yıldan beri yazmadığı için benden günah gitti.

Geçen yıl yine bu sohbetlerin birinde Türkiye’nin sinir uçlarından ve dönüm noktalarından bahsederken, ben dedim ki “Ağabey, Yüksel Aksu’nun ‘İftarlık Gazoz’ filminde bir sahne var. O filmi seyrettin mi?”

Bilenler bilir, Necati Ağabey tabanca gibi patladı: “Seyretmem mi!..”

O sahne Türkiye’nin aslında röntgeni gibidir. Cem Yılmaz‘ın hayat verdiği Cibar Kemal‘in çırağı gazoz satmak için halk evine girer. Burada Devrimci Yol sempatizanlarının yerli sermayenin desteklenmesinden yola çıkarak yaptıkları tartışma Çırak Adem‘in sigortalı çalışmasına gider. Bunu duyan Cibar Kemal içeri dalar ve şöyle der:

Siz ne karıştırıyorsunuz sigortasını, o benim evladım. Gerekirse malım mülküm onun!..”

Yılların Cibar Kemal’inin sinirlendiğini gören devrimci gençler alttan alarak, bu sevimli esnafa oturmasını ve bir çay içmesini söylerler. Cibar Kemal, şöyle çıkışır:

Sen çayını Moskova’da içersin. Koca halk partiyi parça pinçik ettiniz. Çökelek peyniri gibi dağıttınız. Bu memleketin hakkından Ecevit gelemedi, siz mi geleceksiniz!”

Halk evinden çıkan Cibar Kemal, Adem’i üç tekerlekli bisikletine oturtarak, şöyle der:

Aşırılığa gerek yok, Aşırılığın hepsi zarar. Allah bu dünyayı yarattı. Atatürk bizi kurtardı. Bitti gitti.”

Ben bu sahneyi hatırlatınca Necati Ağabey şöyle dedi:

Diyalektik zayıf ama her i…liği de biliyor. Ben bunu yazarım!..”

Ama dediğim gibi 1 yıl geçince benden günah gitti.

Evet, daha sonra Türkiye’de solcular çok ağır bedeller ödediler, dar ağaçlarından, zindanlardan geçtiler. 12 Eylül zulmü bir İran olmasa da reformcu Batista’ya rahmet okuttu.

12 Eylül sonrası Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) girdi hayatımıza. Cuntanın dağıttığı yorgun ve bıkkın solcuları bir araya getirmeye çalıştı, başardı da. 1989 yerel seçimleri bunun göstergesidir. O günlerde iktidarın bütün baskı araçlarını kullanan Turgut Özal, önemli şehirlerden Adana ve Malatya‘yı kurtarabilmiş, istifa tartışmaları başlamıştı. Bugün İstanbul, Ankara, Adana gibi şehirler el değiştirdi, ama o günkü tartışmaların esamisi okunmuyor.

Bu arada, Turgut Özal, ABD baskısı ile 12 Eylül sonrası yasaklanan siyasetçilerin seçim yasaklarını kaldırmak için 1987’de bir referandum yaptı. Kıl payı da olsa Süleyman Demirel Doğru Yol, Necmettin Erbakan Refah, Alpaslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi’nin başına geçerek, “Nerde galmıştık!” dediler.

Bu sırada, 12 Eylül’ün dayağını yemiş bütün solcular Ecevit‘i SHP’nin başında Özal’ı yıkacak tek lider olarak görüyordu. Ama Ecevit, “küçük olsun benim olsun” mantığı ile karısı Rahşan Ecevit‘e kurdurduğu Demokratik Sol Parti‘nin başına geçti. Bu herkesi şok etmişti. Ecevit, 12 yıl sonra koalisyon ile iktidar gördü, onu da eline yüzüne bulaştırdı. 1989’da seçim zaferi Ecevit liderliğinde yaşansaydı bugün bambaşka bir Türkiye’ye uyanırdık belki.

Sonra Türkiye’de zaten zayıf olan sol siyaset, siyasal İslamcılar tarafından sandıkta ezildikçe ezildi. Çünkü 12 Eylül öncesi Dev Yol, CHP’yi nasıl çökelek peyniri gibi dağıtmışsa Ecevit de yıllar sonra aynısını yaptı. 1999 seçimlerinde Ecevit yüzünden devleti kuran parti parlamento dışında kaldı. Bugün iktidar o yıllarda yaşanan ekonomik ve sosyal krizi Ecevit yüzünden seçim barajını geçememiş CHP’nin hala karnesine yazmaya devam ediyor. Ve partisine sırt dönen, onu çökelek peyniri gibi dağıtan Karaoğlan‘ı da kimse unutmuyor.

Nereden mi biliyorum, unutmadığını!

Yıllar önce televizyonda Can Dündar‘ın Ecevit belgeseli gösteriliyor. Bülent Ecevit, eşi Rahşan’ın elinden tutmuş, yürürlerken bir görüntüsü belirdi. Rahmetli babama dedim ki “Bak senin ki çıktı!..” Babam öyle bir küfür etti ki burada yazmaya terbiyem el vermez. “Baba neden sövüyorsun, benim adım bile Bülent” dedim. Bana döndü, “Bizi hep iki parça bıraktı, en büyük sağcı bu adammış, biz anlayamadık” dedi. Bugün de CHP dağıtılmak ve parçalanmak isteniyor. Başkanlık sisteminde 1 oyun bile çok büyük önemi var. İktidar CHP’yi bölmeye çalışırken, diğer taraftan da Oğuzhan Asiltürk ile Saadet Partisi’nin içerisine Truva atı sokmaya çalışıyor.

Soldaki Truva atını Deniz Baykal’a methiyeler düzerken ve AK Partililerin iki, üç, beş, dokuz maaşlarını açıkladığı o konuşmayla tanıdık. Sanki annemin bana Sümerbank’tan seneye de giyer diye almış olduğu, kolları uzun bir takım elbise giymişti. Ama Aziz Nesin‘in dediği gibi “Kepeneğe değil içinde yatan yiğide bak!..”

O konuşmada iktidarı yerden yere vurdu, konuşması internette milyonlarca izlendi. Sonra yıldızı birden parladı. Ergenekon kumpasında, o mahkemede yaptığı çıkışlar ve otobüsün en ön koltuğuna binerek, general edasında o masum insanlara sahip çıkması hafızamızda. Dokunulmazlıklara hayır diyerek, “Bakın bizi tuzağa çekiyorlar” uyarılarını da unutmadık, hep aklımızda kalacak.

Ama sen Muharrem İnce! Bu parti sana daha ne yapacaktı? 3 dönem milletvekili oldun. Seni o parti Cumhurbaşkanı adayı yaptı.
Türkiye demokrasisinin dönüm noktası sayılacak bir gecede ortadan yok oldun. Neredeyse “zayi” ilanı vereceklerdi. İnsanlar seni mikrofon önüne beklerken, telefon mesajı ile “Adam kazandı” dedin. Sonra mesaj attığın gazeteciyi suçladın. O gece bütün kredin bitti, ama sen farkında değilsin. Bugün düştün yollara… Doğu Perinçek kadar oy alamayacağını kendin de biliyorsun. Yarın Cumhur İttifakı‘na yanlayıp “Devleti bizim doktrinimiz yönetiyor” deme de… Amacın sadece gündemde olmak ve seni genel başkan seçmeyen CHP’den intikam almak. Dün Dev Yol ve Ecevit o partiyi çökelek peyniri gibi dağıttı, ama parti toplanmayı bildi.

Bugün açıklama yapıyorsun: “CHP’ye Atatürk gelse Kurultayı kazanamaz!..”

Peki Baykal’ın kaset rezaleti patladığında sen o dönemde en popüler milletvekillerinin başını çekiyordun. Genel Başkanlığa aday olsan Kılıçdaroğlu‘nu kurultayda paramparça ederdin. Bu kadar genel başkanlığa hevesliydin, niye aday olmadın? Çünkü korktun…

Baykal’ın 1999’da seçim barajının altında kalarak istifa etmesinin ardından partiye birkaç yıl sonra pop star gibi lazer ve dumanlarla sahneye çıktığı gibi, bu belayı da savuşturacağını ve geri döneceğini öngördün.

Sonra Baykal’ın seni tehlikeli görerek çanına ot tıkayacağını düşündün.

Bugün seni Cumhurbaşkanı adayı bile yapan CHP’den intikam almaya çalışmaktansa kabuğuna çekilip oturup sıranı bekleyecektin. Çünkü “Roma’yı fethedemezsin, Roma seni çağırır!..”

Keşke Yalova‘nın Elmalı Köyü‘nde oturup CHP’nin seni çağırmasını bekleseydin.

Muhalefete duyurulur: Açlık sınırı asgari ücreti geçti!

Muhalefete duyurulur: Açlık sınırı asgari ücreti geçti!

Rakamları Türk-İş yeni açıkladı: Yoksulluk sınırı 9 bin 331 TL, açlık sınırı 2 bin 864 TL.

Açlık sınırı dört kişilik bir ailenin sadece aylık gıda harcaması tutarını kapsıyor. Bu hesapla Türkiye’de milyonlarca aile açlık sınırının altında yaşıyor. Zira bu yıl ödenen asgari ücret 2 bin 825 TL.

Yüz binlerce emeklinin durumu asgari ücretliden daha kötü. Hatırlayacaksınız, Türkiye’de en düşük emekli maaşı henüz mayıs ayında alınan bir kararla bin 500 TL’ye çıkarıldı. Yani açlık sınırının kat be kat altında!

Muhalefetin dikkatini çekelim. Zira açları doyurma görevi onlara havale edildi.

***

Muhalefetin parlayan yıldızı Meral Akşener, bir kasap dükkanına çat kapı giriyor. Adam yakınıyor, sanırsın kasap değil, asgari ücretli:

5 liralık kıyma almaya gelenler oluyor, onu verirken inanın bizim canımız acıyor.”

Kasap yem fiyatından yakınıyor, “Altınla yarışıyor” diyor.

Akşener, oradan çıkıyor, bir çiftçinin sözlerine kulak veriyor:

Yem 160-170 lira. Elimizde avcumuzda ne varsa yeme, mazota veriyoruz.”

***

Kemal Derviş’in IMF mirasıyla iktidara ekonominin altın yıllarını yaşatan Ali Babacan da üniversite adayı bir gencin sözlerine kulak veriyor:

Onurumla gururumla yaşıyorum. Garsonluk yapıyorum, dershane masrafımı çıkarıyorum. Annem de emekçi babam da… Onlarım emeklerinin çöpe gitmesini istemiyorum.”

***

Ahmet Davutoğlu’nun önünü ise bir emekli kesmiş.

Kira 2 bin liraya çıktı. Biz açlıktan ölüyoruz artık… Bir markete gidiyoruz, kasaya geliyoruz bin lira. Aldığımız hiçbir şey yok!..”

***

11 maaş alan kooperatif müdürünü, 10 maaş belediye başkanlarını, 3-4-5 maaş alan bürokratları soruyor vatandaş.

Bırakın yoksulluğu, açlıkla mücadele eden vatandaş derdini muhalefete anlatıyor.

***

Sorunun esas kaynağını ise 20 yıllık iktidarın paranın patronluğuna atadığı Lütfi Elvan açıkladı:

“… Bizim amacımız, toplumdaki her ferdin refahını artırmak. Bu amaç için kaliteli bir büyüme patikasına ve daha adaletli gelir dağılımına ihtiyacımız var…”

Ne de olsa açları doyurmak onların görevi” diyerek, bu sözleri de muhalefete duyurayım. Ama bir de ek yapayım:

Bu amacı iktidara gelmeden önünüze koyun da 20 yıl sonra siz de açları doyurma görevini muhaliflerinize havale etmeyin!

Ağzında altın kaşıkla doğmak!..

Ağzında altın kaşıkla doğmak!..

Bilindiği üzere Katar diye bir devlet var. Bu devlet mutlak monarşi ile yönetilmekte. Ülkenin toplam nüfusu 2 milyon 600 bin kişi kadar. Katarlıların nüfusa oranı sadece yüzde 11.6. Yani ortalama 300 bin Katarlı Arap var. Geri kalanlar ülkeye çalışmaya gelen işçiler.

Katar, 1915’e kadar Osmanlı toprağı olarak kaldı. Daha sonra toprağından doğal gaz ve petrol fışkıran bu küçücük ülkeye İngilizler çöreklendi. Petrolün su gibi aktığı bu bölge için İngiltere ve Amerika, soğuk savaş yıllarında şöyle diyordu: “Biz burada olmasak bu zenginliğe Sovyetler çöker. Bu küçücük ülkenin Türkiye’ye karşı bir sempatisi var.”

Son yıllarda Katar’ı Türkiye’deki bütün “akçeli” işlerin tam göbeğinde görmeye alıştık, ki artık yadırgamaz olduk. Tank Palet fabrikasından “Kanal İstanbul” güzergahına kadar her taşın altından çıkıyorlar. Sebebi ise şu: Katar, tek kara sınır komşusu Suudi Arabistan ile önemli derecede gerginlik yaşıyor. Çünkü Suudlar bu ülkeyi radikal İslamcı örgütlere finansman sağlamakla suçlayarak, kara sınırını kapattılar. Ve geçtiğimiz günlerde iki ülke arasında sıcak meltemler eserek, 3 yıl sonra bu sınır bir tek noktadan açıldı.

Bu krizde Suudlar işi o kadar abarttı ki kara sınırına bir kanal kazarak, Katar’ı otoyol sınırından mahrum bırakmayı hedeflediler. Katar da “kardeşim sağ olsun Suudlar, kanalı ayağımıza getiriyor, ne işimiz var Türkiye’de, ‘Kanal İstanbul’ manzaralı evlerimizde…” demeyerek, ülkemizde milyarlarca dolarlık dev yatırımlara girişiyor. Çünkü olası bir Suudi işgalinde ülkelerinden çıkacaklar ve ultra zengin, küçük bir azınlık olarak Türkiye’de yaşayacaklar.

Katar’ın başka bir özelliği de futbola olan harcamaları. Katarlı şirketler bizim Süper Lig dahil bir çok ülkenin canlı maç yayın haklarını satın aldılar. Katarlı takımlar miadı dolmuş dünya yıldızlarına su gibi para akıtıyorlar. Bu futbolcular emekli ikramiyesi gibi gördükleri bol sıfırlı paralara transfer oluyorlar. Ama bu dünya yıldızları Katar’a gittiklerinde bir hayal kırıklığı ile karşılaşıyorlar. Çünkü çöl olan bu ülkede Avrupa’da ya da Türkiye’deki sosyal yaşam şartlarını bulamıyorlar. Katar, ne kadar uğraşırsa uğraşsın coğrafi şartlar ve yaşam tarzı olarak yıldız sporcuları elinde tutamıyor. Milyon dolarlara imza atan dünya yıldızları birkaç ay sonra bu ülkeden kaçmanın yolunu arıyorlar. Neden aramasınlar, Katar’ın yerlileri bile yılın önemli bir bölümünü Türkiye’de ve İngiltere’de aldıkları evlere geçiriyorlar.

Birkaç gün önce Katar ile bir anlaşma imzalandı. Artık Katarlı öğrenciler Türkiye’de tıp, diş hekimliği, eczacılık, sağlık meslek yüksek okulu, hemşirelik alanlarında ön lisans, lisans ve lisansüstü eğitim alabilecek. Türk genci ise yamalı bohçaya dönen eğitim sisteminde dirsek çürüterek, sınavsız olarak hayata 10-0 önde başlayan Katarlı akranları ile aynı sıralarda eğitim görmek için ter dökecek. Katarlıların sınavsız avanta üniversite hayatını gören bu gençler kendilerini Türkiye’nin geleceği olarak görmeyip kapağı Avrupa’ya atmanın derdine düşecekler.

Peki bu kadar zengin olan Katar, bir şeyin farkında değil mi? Futbolcu eskilerine milyon dolarlar döken bu petrol zengini ülke neden süper bir üniversite inşa edip içerisini tıp eğitimi konusunda son sistem cihazlarla donatmıyor? Neden Avrupa’dan ve Amerika gibi gelişmiş ülkelerin üniversitelerinin önemli beyinlerini, hocalarını bu binanın içerisine doldurup kendi gençlerine eğitim verdirmiyor?

Sebebi futboldaki tecrübesine bağlı. Katar, dev stadyumları yaptı ama dışarıdan transfer ettiği futbolcular ile bu muhteşem arenaları dolduramıyor. Doldurmayı bırakın son demini yaşayan sporcular parayı aldıktan sonra kaçmaya yer arıyorlar. Çünkü Avrupa’daki, ABD’deki yaşam tarzı Katar’ın yanından bile geçmiyor.

Dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Katar, futbolda yaptığı gibi dünyanın dört bir yanından akademisyenleri neden transfer etmiyor? Bu insanları paraya, mala boğarak öğrencilerini Türkiye’ye yollamaktansa kendi topraklarında eğitmiyor? Çünkü değerli bir akademik kadroyu uzun vadede transfer edemez. O insanlar en az 10 yıl Katar’da yaşamak zorunda kalacak. Oysa bu onların hayat tarzına uymaz.

Bu arada Katar, askeri tıp alanında uzman olan Gülhane Tıp Akademisi gibi marka kurumların kapatıldığının farkında bile değil.

Ne kadar dev binalar da yapsanız içerisine parlak beyinleri dolduramazsanız beton olarak kalırlar. Katar’ın yaptığından ders almazsak yarın bizim de dev binalarımız olacak, ama içerisinde bulunması gereken pırıl pırıl gençler olmayacak.

Marka Anadolu Liseleri’ni ideolojik olarak İmam Hatip’e çevirerek, öğrenci değil torna makinesi gibi seçmen yaratmaya çalışırsanız…

Yaşam tarzına türlü bahanelerle müdahale ederseniz…

Her yıl eğitim sistemini yap boz tahtasına çevirirseniz…

Yarın Katar gibi gençlerinizi eğitecek yer ararsınız.

Ama pek bulacağınızı da sanmıyorum. İngilizlerin bir sözü vardır. Zenginliği böyle tarif ederler: Ağzında altın kaşıkla doğmak!..

Yani Katar vatandaşıysan ağzında altın kaşıkla doğuyorsun, doyduğun; eğitim gördüğün yer fark etmiyor. Çünkü o kaşık hep ağzında kalıyor.

Katarlı’ya sunduğun imkanları sunmazsan senin gencin de torunlarının ağızlarında altın kaşıkla doğması için koşa koşa Avrupa’ya, ABD’ye göç eder, ediyor!..

 

Bursa bunu hak ediyor!

Bursa bunu hak ediyor!

Mutluluklarımız aidiyet hissi veren mekânlar yaratmamızda saklıdır.” 

Bu sözü yıllar önce yayıncılığını yapmakta olduğumuz dergide dile getirmiştim.

Nitekim insanın uygarlaşmasının ilk adımı olan yerleşik yaşamdaki bütün çaba, bu ait olma ve ait hissetme meselesine dayanıyor.

Bursa’nın Misi köyünde Nazife Küçükaslan’ın “Nermin Abla’nın Evi Otel Restoran” adıyla kurduğu işletmeyi yine kendilerinin daveti ile görüp tanıdık. Bir ahde vefa ve özlem duygusu ile vefat eden ablasının adını yaşatmak üzere de ismini koymuşlar bu güzele mekana.

Kurucusu Nazife Küçükaslan bir akademisyen. Bursa turizminin gelişmesi için birçok projede görev aldığı gibi turizme insan kaynakları yetişmesi yönünde yıllarını vermiş.

Ve bu yatırımı ile tam da yukarıdaki giriş cümlesinde özetlenen şeyi başarmış.

 Aidiyet hissi veren bir mekân yaratmış olmanın mutluluğu yüzünden okunuyor.

Yorucu ama umut verici bu çaba, kendisi için çok anlamlı bir eser meydana getirmiş.

Bu yatırım Bursa turizmi açısından başka bir anlam taşıyor.

Bilindiği gibi Bursa ülkemizin iç ve dış turizm pastasından, dile getirilmesi bile acı veren çok küçük bir paya sahip. Bu payı şu ironi ile örneklemeye çalışayım.

Bursa’da bu alanda görevli bürokrasi ya da bu alanda misyon üstlenmiş sivil toplum örgütleri, dünyanın bir çok yerine fuardan fuara, destinasyondan destinasyona, kardeş şehirden kardeş meslek örgütüne koştururken, yaptıkları turistik seyahatler, Bursa’ya yapılan turistik seyahatlerin toplamından fazladır belki de.

Çünkü yıllardır merkezi idare yetkilileri kendi görev sürelerini, siyasi karar vericiler olan yerel yönetim temsilcileri ise algı çalışmaları ile kısa vadeli günlük çözümlerle programladılar turizm politikalarını.

Bu da özellikle son 20 yılın sonuçları açısında tam bir fiyaskoya neden oldu.

Pandemi buna tuz biber ekmiş durumda.

Buna rağmen Bursa, turizm gelirlerini artırmak açısından avantajlarını korumaya devam ediyor.

Hızlı ve etkili sonuçlar verecek bir reçeteye ihtiyacı var Bursa’nın.

Bu reçete, iç turizmden pay almak için gereken ön koşulların sağlanmasından oluşuyor.

Bursa sahip olduğu, bir yanda Cumalıkızık’ın öte yanda Tirilye beriki yanda Misi gibi, İznik gibi, kısmen de olsa karakteristik özelliklerini koruyan birçok değerli yerlere sahip.

Bu yerlerde Misi’deki Nermin Abla’nın Evi Otel Restoran’ın kurulduğu 110 yıllık tarihi olan evdekine benzer mekânlar çoğaltılması çok zor değil.

İç turizm için konaklama ve gastronomi turizmi için de irili ufaklı birçok tesis yeni çekim etkisi yaratacaktır.

Burada önemli olan o mekânı karakterinden koparmadan yerli ya da yabancı turizmin hizmetine sunulabilmektir.

İznik’te Hristiyanlığın bin yıl önceki kutsal mekânlarını cam kapılarla restore edip kimliğinden koparırsanız anlamını kaybediyor.

Tarih boyunca şarap diyarı olarak tanınmış Misi’yi ve burada yerleşim kurmuş antik Misia halkını yok sayarsanız eksik kalıyor.

Yaşayan gerçek bir Osmanlı köyü olan Cumalıkızık’ın tarihi sokaklarını seyyar satıcılara teslim ederseniz olmuyor.

Yukarıda söz ettim, Nazife Küçükaslan Nermin Abla’nın Evi Otel Restoran ile cesur bir girişimde bulunmuş. Bütün maddi birikimlerini bu projeye yatırmış. Mekânın tüm karakteristik özellikleri korunmuş, yeni eklentiler ise zenginliğini artırmış.

Oraya gelen herkesin kendisini ait hissedebileceği bir otel restoran ortaya çıkmış. Aile yadigârı birçok eşya ile dekore edilmiş butik mekân.

Hafta sonları konaklamalı ya da günübirlik Bursa turları için biçilmiş kaftan olmuş.

Böyle mekânların arttırılması konusunda neden özendirici teşvik, hibe programları ve uygulamaları kolaylaştırılıp yaygınlaştırılmaz bilmiyorum?

Bizzat Bursa Kültür Turizm ve Tanıtma Birliği bir hafta sonu gidip, Eskişehir’in iç turizmden aldığı payı yerinde görüp biz neyi yapamıyoruz diye sorsalar keşke.

Çok ciddi mesafeler alabilir Bursa turizmi.

 

 

İznik Gölü, Kirazlıyayla, Bursa’nın kaderi!

İznik Gölü, Kirazlıyayla, Bursa’nın kaderi!

Bursa’ya iade- itibar!” başlıklı yazımda, zamansız yitirdiğimiz Prof. Dr. Rana Aslanoğlu’ndan bir alıntı yapmıştım:

Kentin öyküsü kentin kendisinden büyüktür. Başka bir ifade ile kentlerin sosyal, ekonomik ve mekânsal yapılarını etkileyecek kararlar, bölgesel, ülkesel hatta günümüzde büyük çoğunlukla küresel düzlemlerde alınmaktadır.”

Gerçekten de artık kentlerin kaderini belirleyecek kararların yerelin dışına taşarak, bölgesel, ülkesel ve hatta küresel unsurların zorlamasıyla alındığını görüyoruz. O kararlar kentlerin sadece mekânsal yapılarını değiştirmekle kalmıyor, toplumsal ve ekonomik yapılarını da değiştiriyor.

Bu saptamaya en çok hak eden şehir İstanbul’dur belki. Ancak Bursa’nın da ondan aşağı kalır yanı yok. Bursa’nın en çarpıcı örneği de Cargill olsa gerek.

İznik Gölü kıyısına kurulan Cargill’e karşı verilen ve hala devam eden hukuksal mücadelenin tarihçesi, kim bilir Bursa Barosu’nda kaç klasör doldurmuştur! O tarihçede ne Cumhurbaşkanları ne Başbakanlar ne Valiler ne Belediye Başkanları ne iş adamları ne gazeteciler… geldi geçti. Projeye en başında karşı çıkan bürokratlar öyle ya da böyle boğun eğdi. İş adamları kısa sürede saf değiştirdi. Gazeteciler bir şekilde “ikna” edildi. Bu küçücük fabrika öyle büyük bir meseleydi ki ABD Başkanlarının ajandasında bile ilk sıralarda yer alıyordu. Her Amerikan Büyükelçisi o “mısır şurubu“nun mutlaka tadına bakıyordu.

Sözde Bursa’nın 2040 yılındaki içme suyu kaynağıydı İznik Gölü. Ama işte bir küresel güç geldi ve şehrin seçilmiş yöneticisinin tüm itirazlarına ve çabalarına rağmen – ki o isim herkesin çok iyi bildiği gibi Erdem Saker’dir- kentin kaderini değiştirdi.

Bursa’nın başı şimdilerde de yine bir yabancıyla dertte. Ne ilginç ki onun da hikayesi İznik Gölü yakınlarında geçiyor. Yenişehir’e bağlı Kirazlıyayla’da kurulmak istenen, daha doğrusu tüm itirazlara rağmen adım adım kurulan maden tesisinden söz ediyorum.

Düşünsenize, adamlar ta Lübnan’dan kalkıp geliyor, size ait toprakları delip deşiyor, yetmiyor ağaçlarınızı kesiyor, üstelik bunu da kamu görevlilerine yaptırıyor.

Şehrin yöneticileri suskun, şehrin vekilleri suskun, bürokratlar emir eri! Birkaç muhalif vekil, çevreciler, doğasever hukukçular köylünün yanında… Ancak öyle görünüyor ki karşılarında umduklarından daha büyük bir güç var.

Çevresel Etki Değerlendirmesi, yani ÇED dediğiniz sürecin aslı, halkın ne dediğinin saptanmasıdır. Ne var ki o süreçte de minare kılıf düzeni devreye giriyor, ÇED izni tabandan değil tavandan alınıyor. Bilirkişi bile “ÇED raporu yetersiz” diyor. Ama mahkeme kendi bilirkişisinin raporunu görmezden geliyor.

Kısacası işin içine yine bir küresel Ali Cengiz oyunu giriyor!

Ne diyordu Tolstoy: “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.”

Bizim şehre hep bir yabancı geliyor ve maalesef bizim hikayemizin başı da sonu da acı bitiyor!