Ahmet Davutoğlu ve Nazım Hikmet

Ahmet Davutoğlu ve Nazım Hikmet

Bu AK Parti’den kim istifa edip başka bir siyasi oluşuma giderse hemen insan haklarından, adaletsizlikten, ekonomik yokluktan söz etmeye başlıyor.

Hemen bir aydınlanma, dünyaya sol pencereden bakarmışçasına bir tavır alıyor. Adamlar parti değil, sanki ülke değiştirmişler ve geldikleri az gelişmiş ülkenin sorunlarını dile getiriyorlar sanırsınız.

Biz hangi ülkede yaşıyorduk bunları, siz ile biz aynı kimliği taşımıyor muyduk?

Bir de mazeretleri var: Geçen yıl çalıştığımız kuruma ziyaret için Ali Babacan‘ın genel başkanlığını yaptığı DEVA Partisi Bursa il yöneticileri geldi. Sohbet ederken genel yayın yönetmenimiz Esat Kaplan, dünün AK Parti’nin hızlı neferlerinden, bugünün DEVA’cısı yöneticiye bir soru sordu. “AK Parti bu kadar yanlış içerisinde de siz o partide yıllarca neden bulundunuz?” deyince yüzü bile kızarmadan “Olabilir ama İslam’da tövbe müessesesi vardır. Tövbe ettim geçti gitti” dedi. Bu cevabı gelişmiş bir demokraside versen siyasi hayatın biter!

Bu tövbekarlardan biri de ülkede AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık yapmış Ahmet Davutoğlu. Kendisinin hiç hatası yokmuş gibi konuşuyor. Ben onu yapacaktım engellediler, ben bunu edecektim kolumdan tuttular!

Ya, bu Suriye politikası kimin eseri? 4 milyon sığınmacı kimin derin stratejisi? Bu ülkenin en önemli koltuklarından birinde oturdun, seni boş damacana gibi kapıya koymalarına karşı çıksaydın.

Kongrede aday olsaydın, kazanamasan bile bugün söylediklerinin bir karşılığı olurdu. Mesut Yılmaz‘ın Anavatan‘da Özal‘ın, Çiller‘in Doğru Yol Partisi‘nde Demirel‘in hegemonyasını nasıl yıktığı hala hafızalarımızda.

Bir de bu AK Parti’den istifa edenler, direksiyonu hemen sola çekiyor. Yaptıkları konuşmalar, yayınladıkları videolar buram buram Erbakan’ın 95 yılında kullandığı sol söylemler kokuyor.

Geçen gün Davutoğlu’nun bir videosu ile karşılaştım. AK Parti’den neden ayrıldığını anlattığı görüntüler bana Nazım Hikmet’i hatırlattı.

Şöyle diyor eski Başbakan:

“Eğer dava, damadını Hazine ve Maliye Bakanı yapıp zengin etmekse, ben o davayı sattım.

Eğer dava, memleketin kaynaklarını 3-5 müteahhide peşkeş çekmekse, ben o davayı sattım.

Eğer dava, AK Parti genel merkezinde kokain tüketen gençlerin lüks arabalara binmesiyse, ben o davayı sattım.

Eğer dava, ülkeyi yolsuzluklara, yoksulluğa boğmaksa ben o davayı sattım.

Eğer dava, akrabaların her birini zengin etmekse, doğru, ben o davayı sattım.

Eğer dava, Hz. Ömer adaletiyse, siyasi ahlakı savunarak o davanın sahibi biziz.

Eğer dava, kendi çocuklarını, damadını vatan evlatlarından ayrı düşünmemekse, eğer dava her türlü yasağa direnmekse o davanın sahibi biziz.”

https://twitter.com/Ahmet_Davutoglu/status/1428430460221276161

Sayın Ahmet Davutoğlu’na bir tavsiyem var. Hazır direksiyonu sola kırmışken Nazım Hikmet‘in “Vatan Haini” şiirini bu şekilde okursa daha etkili olabilir:

“‘Davutoğlu davayı satmaya devam ediyor hala

Katar’ın emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Davutoğlu

Davutoğlu davayı satmaya devam ediyor hâlâ.’

Bir yandaş gazetede çıktı çıktı bunlar, üç sütun üstüne,

kapkara haykıran puntolarla,

Damadın kardeşinin gazetesinde, fotoğrafı yanında 5 müteahhit gülüyor

66 santimetre karede gülüyorlar, ağzı kulaklarında müteahhitlerin

‘Katar ne tank palet fabrikası bıraktı ne şeker

Katarlı iş adamlarının esiriyiz’ dedi Davutoğlu.

Davutoğlu davayı satmaya devam ediyor hala

Sizin dava dediğiniz buysa ben satmaya devam ediyorum hala

Dava satılan çiftliklerse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse

şose boylarında gebermekse açlıktan dava

Dava soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,

Katar’a Dubaililere satılan ‘Kanal İstanbul’ ise dava

Dava beton mikserleriyse yandaş müteahhitlerin

Dava Kanun Hükmünde Kararnamelerse, genelgelerse

ödeneklerinizse, on maaş alan yönetim kurulu üyelikleriyse dava

ABD Başkanı Biden’ı mitinglerde yuhalatıp sonra hamdolsun kanka olmaksa dava

ben davayı sattım

Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:

Davutoğlu davayı satmaya devam ediyor hâlâ.”

Perinçek Rambo 3’ü seyretse böyle gaflete dalmazdı!

Perinçek Rambo 3’ü seyretse böyle gaflete dalmazdı!

VHS kasetlerden aksiyon filmleri seyrederdik. Bu filmlerde en sevdiğimiz kahramanlardan biri Rambo‘ydu.

İlk filmde Sylvester Stallone, ülkesi için yıllarca savaşmış, ama toplum tarafından dışlanmış eski bir Amerikan askerini canlandırıyordu. Kendisini dışlayan, hor gören topluma ve devlete, kendi yöntemi ile karşı çıkıyordu.

Daha sonraki filmin senaryosu Pentagon‘da yazılmış, buram buram ABD propagandası kokuyordu.

3. filmde ise Rambo’nun savaşı bitmişti. Tayland’da inzivaya çekilmiş, kendisini meditasyona vermişken Vietnam’daki albayı onu buluyordu. Afganistan’a gidecek silahları ulaştırmak için Rambo’dan yardım istiyordu (Bu silahlar basit piyade tüfekleri değildi. Bir savaşçının tek başına kullandığı, omuzdan atılan ve helikopterlerin korkulu rüyası Stinger füzeleriydi). Rambo, görevi kabul etmiyordu. Ancak albayı bu zor görevde silahları mücahitlere ulaştırıyor, Sovyet işgal güçleri tarafından yakalanıyor ve ağır işkenceler görüyordu. Haberi alan Rambo, hemen Afganistan’a hareket ediyordu. Hatta bir sahnede Ruslar bir köyü helikopterle yok ediyordu. Rambo, mücahitleri örgütlüyor, omuz omuza savaşıyordu.

Filmin sonunda kahraman Amerikan askeri albayını kurtarıp peşindeki Rus komutanı da kullandığı helikopterle birlikte havaya uçuruyordu.

Bu film çekildiğinde Sovyetler‘in çökmesine 3 yıl vardı ve o dönem Hollywood’un en pahalı filmiydi. ABD, Afganlara nasıl yardım ettiğinin adeta propagandasını yapıyordu.

Gerçekte de Afgan mücahitler bu Stinger füzeleri sayesinde Ruslara karşı savaşı kazandılar.

Evet, ABD de başına bela olacak olan bu savaşçıları nasıl eğittiğinin, nasıl yardım ettiğinin, nasıl palazlandırdığının ve omuz omuza nasıl çarpıştığının filmini çekmişti.

Yani ABD daha sonra Taliban’a evrilecek bu savaşçıları paraya ve silaha boğdu. Bu şımarık çocuklar babalarının başına bela olunca ABD Afganistan’ı işgal etti. 20 yıl sonra ABD çekilme kararı alınca Taliban birçok bölgeyi ele geçirerek başkent Kabil’e girdi.

Biz gelen göçmenleri falan tartışırken, 45 yaşına geldiğim halde, daha nasıl birisi olduğunu anlayamadığım, 84 bin oy alarak devletin rotasını çizdiğini iddia eden Doğu Perinçek şöyle bir açıklama yaptı:

Taliban Afganistan’ı kurtardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye’de yaptığı gibi Afganistan’ın Kurtuluş Savaşını başardı.”

Taliban karanlığıyla Mustafa Kemal’i aynı cümlede kullanmak bile densizliktir. Kuvayı Milliyecileri gözü dönmüş militanlarla karıştırmak gaflet ve dalaleti aşabilir.

Perinçek için bence artık dönecek İslamcılıktan başka yer kalmadığı için böyle konuşuyor da olabilir.

ABD’nin yarattığı Frankenstein bugün Afganistan’da iktidarda. Anadolu’da bir laf vardır: “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” ABD de boşu boşuna, orada durup dururken kimseyi öpmez. ABD, kuvvetlerini öyle oradan apar topar değil, bilinçli, planlı olarak çekti.

İleriki günlerde göreceğiz. ABD, bu Taliban’ı komşusu İran’ı istikrarsızlaştırmak için mollalara karşı nasıl sopa gibi kullanacak.

Perinçek’e bir tavsiyem var. Netfilx’ten açsın ve Rambo 3’ü seyretsin. Orada ABD ile Taliban’ın temelleri olan mücahitlerle nasıl kanka olduklarını görebilir. Belki o zaman akıllanılır, gaflet ve dalalete sapmaz.

‘Depolitik Z Kuşağı’ siyaseti değiştirebilir mi?

‘Depolitik Z Kuşağı’ siyaseti değiştirebilir mi?

Son dönemde “Z kuşağı” diye kavramlaştırılan genç kuşak, siyasetçilerin başlıca hedef kitlesi oldu. Peki, kimdir bu Z kuşağı? Memlekete dair ne düşünür? Siyasal yaşama nasıl bakar? Toplumsal sorunlarla ilgili ne der?

Amprik araştırmalar kuşkusuz sahanın tamamını aydınlatmaz, ama sahaya güçlü bir ışık tutar. O ışığı tutan bu kez Hacettepe Üniversitesi’nden Doç. Dr. Sinan Ateş ve arkadaşları oldu.

Önce araştırmanın künyesine ilişkin bilgileri vereyim: Tesadüfi örnekleme yöntemiyle 22 ilden 16-19 yaş grubundaki 2 bin 471 kişi seçilmiş. Anketler 1-15 Şubat 2021 tarihlerinde Ateş’in koordinasyonunda yapılmış. Görüşülen kişilerin yüzde 48.04’ü kadın, yüzde 51.96’sı erkek. Yüzde 70’i kentlerde, kalanı kırsalda yaşıyor.

Araştırmanın, bana göre, öne çıkan sonuçları şöyle:

– Gençlerin yüzde 70’i hayatından memnun değil.

– Gençlerin hayatını anlamlı kılan şey “idealleri.”

– Gençleri en çok “haksızlığa uğramak” rahatsız ediyor.

– Gençlerin yarısından fazlası siyasi gruplara ya da dini gruplara “kesinlikle dahil olmayacağını” söylüyor.

– Gençlerin başlıca gelecek hedefi “iyi bir kariyer” ve “yurt dışına gitmek.” Dörtte biri “Türk vatandaşlığı”ndan vazgeçebileceğini söylüyor.

– Gençler “sosyal medya” ile yatıp kalkıyor. Gündemi oradan izliyor, toplumsal tepkilerini oradan gösteriyor.

– Toplumsal sorunlara duyarlık şöyle sıralanıyor: Hayvan hakları, deprem, kadın hakları, çevre ve kentleşme sorunları, eğitim sorunları, terör ve güvenlik sorunları, ekonomik sorunlar.

– Gençlik yönetime gelse ele alacağı ilk üç sorun: Yolsuzluk ve rüşvet, eğitim sistemi, işsizlik…

– Gençliğin en önemli 3 sorunu: Eğitim, işsizlik, gelecek kaygısı…

– Ülke sorunları ve inanç konusunda “ciddi tartışma”yı göze alıyor.

– Gençlerin çoğu kendilerini “Türk Milliyetçisi” ve “Atatürkçü” olarak niteliyor. Müslüman kimliğini “çok önemsiyor.”

– Gençlik için en önemli 3 değer: Bayrak, vatan, özgürlük.

Araştırmadan çıkan sonucu yorumlayan Doç. Dr. Ateş’e göre, ortaya çıkan ilk bulgu, “mevcut bölüşüm rejimine ve geleneksel kurumların ortaya çıkardığı hiyerarşik düzene karşı birikmiş bir ‘öfke’nin varlığı.”

Evet, gençler öfkeli. Hayatlarını “idealleri”yle anlamlandıran ve bu yolda en çok “haksızlığa uğrama” kaygısı taşıyan gençlerin “aidiyet” hisleri de buna göre biçimleniyor.

Yarısından fazlası siyasi gruplara ya da dini gruplara “kesinlikle dahil olmayacağını” söylüyor. Doç. Dr. Ateş, gençlerin dini gruplara koyduğu mesafenin 15 Temmuz sonrası “anlaşılır” bir refleks olduğu görüşünde. Ancak Ateş’e göre, gençlerin refleksi bizatihi dini gruplara yönelik değil. Gençler daha çok dini grupların devlet içindeki kadrolaşmasından ve bu durumun ortaya çıkardığı haksızlıktan şikayetçi! Siyasi kurumlara konulan mesafe de gençlerin “apolitik” değil, “depolitik” olduğunu gösteriyor. Başka deyişle gençler politikayı değil ama mevcut politika yapma şeklini reddediyor.

Peki ama “depolitik Z kuşağı”, yeni bir politika inşasına yol açabilir mi? Siyasetin geleceğini değiştirebilir mi?

Kişisel ekonomik gelecek kaygısını ön planda tutmak zorunda kalan; yurt dışı alternatifini nitelikli eğitim ya da iyi bir kariyerden ziyade daha fazla gönenç için düşünen; toplumsal tepkisinin çoğunlukla sosyal medyanın anonim dehlizlerinde kaybolmasını tercih eden; örgütlü siyasal yapılar içinde örgütlü mücadeleye kayıtsız kalan; soyut düzlemde önemsemediği dini ve milli değerleri ciddi tartışma konusu haline getirebilen… bir kitleden geriye kala kala mevcut “statü” kalıyor. O statünün “cumhuriyetçi manada eşitlik idealine olan özlemi” de zaten bugünün değil, on yılların meselesi.

Elbette toplumsal değişim devam edecek, o değişim kimi farklılaşmaları da beraberinde getirecek. Doç. Dr. Ateş’in “depolitize” diye nitelediği gençlik bir yandan da “politize olma” sürecinde ve bu hal yeni siyaset üretme biçimlerini zorunlu kılıyor. Mevcut halde ekonomi de hukuk da kriz çizgisinde duruyor. Yeni politikayı inşa etmek ise ancak bu krizi aşmakla mümkün!

Büyük devlet olmayı 17 Ağustos’ta gördüm!

Büyük devlet olmayı 17 Ağustos’ta gördüm!

Bugün 17 Ağustos…

O kara gecenin üzerinden 22 yıl geçmiş. Ben bu konu hakkında bir şey yazmayı düşünmüyordum ama bir anda aklıma gazeteci ağabeyim Yüksel Baysal geldi.

Geçtiğimiz günlerde orman yangınları ile Türkiye kavrulurken Yüksel Ağabey (Baysal) yazısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin neden kullanılmadığı sorusunu sormuştu. Ben de ona özel olarak yaklaşık 1.5 ay kaldığım deprem bölgesinden anılarımı anlattım. Bunları neden yayınlamadığımı sorunca ‘Belki bir kitapta toplarım’ dedim.

Ama bugün dayanamadım.

Bugün orman yangınlarında nasıl bocalamış ve başarısız olmuşsak o günlerde de öyleydi. Mesela, ‘Büyük devlet nasıl olunur?’ sorusunun cevabını 23 yaşında Akşam gazetesinde muhabirken gözlerimle gördüm.

Büyük deprem sonrası Türkiye’de devlet, iktidar daha ne olup olmadığını bilmiyor, bir refleks veremiyordu.

O dönemin ünlü inşaatçısı Veli Göçer’in yaptığı konutların çoğu Yalova Çınarcık’ta yerle bir olmuştu. Oraya vardığımda 112 ekibi ve gençler çöken bir binanın altında engelli bir gence ulaşmışlardı.

Ama teknik imkanlar olmadığından bu yatalak depremzedeyi bulunduğu yerden çıkaramıyorlardı. Tek tesellileri ise bu gence bisküvi, süt ve su ulaştırabiliyor oluşlarıydı.

112 ekibinin doktoru gazeteci olduğumu görünce yanıma geldi ve ‘Birilerine sesimizi duyuralım, bu genci kurtaralım’ diyerek adeta bana yalvardı. O sırada yeşil plakalı 2 arazi aracı geldi. Yeşil plakalı araçları Türkiye’de görevli yabancı devletlerin personellerinin kullandığını bildiğimden dikkat kesildik.

Gelenler 8 ya da 10 kişilik kurtarma ekibiydi. Çoğu Türkçe biliyordu. Orada bulunan yardıma gelmiş gençler ve 112 Sağlık Ekibi enkaz altında bulunan canlıdan söz ederek yardım istediler.

Kurtarma ekibi hiç oralı olmadı. Bu sırada bu kişilerin İsrail’den gelen ekip olduğunu herkes anlamıştı. Hemen yanda tamamen oturmuş bir enkaza girdiler. Jandarma ile bir şeyler konuştuktan sonra askerler kimseyi o enkazın yanına yaklaştırmamaya gayret gösteriyorlardı.

Bir zaman sonra insanların ilgisi de kayboldu. Ama ben uzaktan bu adamları seyrediyordum ve birinin kucağında 5 yaşlarında bir çocuk gördüm. Çocuğu hemen geldikleri araçlardan birine koydular. Arkasından ardı ardına cesetler çıkartıyorlardı. Onları da hemen ceset torbalarına koyuyorlardı.

Akşam üstü çalışmalarını bitirdiler ve sessiz sedasız oradan ayrıldılar. Birkaç gün sonra konu anlaşıldı.

Jandarma rütbelileri ile yaptığımız sohbette bu kişilerin özel bir izin ve haber alınamayan Musevi vatandaşların adresinin olduğu bir liste ile geldiklerini söylediler.

Bu enkaza bilinçli olarak girdiklerini ve haber alınamayan vatandaşlarının ellerinde fotoğraflarının olduğunu, cesetleri onlara göre teşhis ettiklerini anlatınca ağzım açık kalmıştı. İşte o ekipler büyük devlet olmanın ete kemiğe bürünmüş haliydi ve ben bunu o gün gözlerimle görmüştüm.

22 sene önce yaşadığım bu olay gelince aklıma bugünler geldi.

Yani büyük devlet olmak ‘Ey ABD, ey Merkel, ey İsrail’ demekle, her felakette IBAN istemekle olunmuyor.

Batı Karadeniz’deki sel felaketi önlenebilir miydi?

Batı Karadeniz’deki sel felaketi önlenebilir miydi?

Sorunun yanıtı belli: Evet, en azından bu kadar büyük bir afete dönüşmeyebilirdi.

Tabii akıl ve bilim rehber edinilse, 3 yıl önce hazırlanan raporda işaret edilen önlemler alınsaydı.

Ve tabii yaklaşık 350 milyon lira harcanabilseydi.

Resmi bir rapordan söz ediyorum. Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından hazırlatılan “Batı Karadeniz Havzası Taşkın Yönetim Planı” Raporu’ndan.

İnşaat, Meteoroloji, Orman ve Endüstri mühendislerinden oluşan 13 kişilik bir çalışma grubunun imzasını taşıyan rapor Temmuz 2019 tarihli.

Rapor tam 821 sayfa. Elbette tüm ayrıntılarını aktarmam mümkün değil. O nedenle raporun özellikle Bozkurt bölümüne odaklanacağım. Zira büyük felaketin merkezi Bozkurt oldu.

Öncelikle “Batı Karadeniz Havzası”nın Bartın, Karabük ve Zonguldak’ın tamamını, Bolu, Çankırı, Düzce, Kastamonu, Ankara, Sakarya ve Samsun topraklarının büyük bölümünü kapsadığını belirteyim. Bozkurt elbette tamamıyla bu havza içinde. Raporla ulaşılmak istenen hedefler de son derece net:

“1-Yeni taşkın risklerinden kaçınmak,

2-Mevcut taşkın riskini azaltmak,

3-Taşkına direnci artırmak,

4-Taşkın tehlikesi ve taşkın riski hakkında bilinci artırmak.”

Rapora göre, Batı Karadeniz’de 1956-2016 yılları arasında 225 taşkın kayıt altına alınmış. Bunlardan 42’si Kastamonu ve ilçelerinde. Bozkurt’tan sadece bir sel var kayıtlarda, o da 1 Mart 1989 tarihinde meydana gelmiş.

Son 60 yılda Batı Karadeniz’de meydana gelen 225 selde 32 can kaybı yaşanmış. Son selde sadece Kastamonu’daki can kaybının 60 olduğu düşünülürse felaketin büyüklüğü net olarak ortaya çıkıyor.

Rapor hazırlanırken il, ilçe, köy gibi toplam 2 bin 306 yerleşim birimi değerlendirilmiş. Bunlardan 226’sında taşkın riski bulunduğu tespit edilmiş. Son felakette selin yıkıp geçtiği tüm yerleşim birimleri riskli grupta yer alıyor.

Riskli her bölge için taşkın derinlik ve tehlike haritalarının çıkarıldığı raporda, çoğunlukla Abana ve Bozkurt birlikte değerlendiriyor ve Ezine Çayı için şunlar söyleniyor:

Ezine Çayı Kastamonu İli Bozkurt ve Abana ilçelerinden geçerek Karadeniz’e mansaplanmaktadır. Dere yatağı eğimi Bozkurt ilçesinde, ortalama binde 11 ve Abana ilçesinde binde 8 olmaktadır. Ezine Çayı sağ ve sol sahillerinde yoğun yerleşim ve ticari alanlar mevcuttur. Bozkurt ve Abana İlçesi’nde yayılım alanlarında taşkın suyunun hızı ve derinliğinin sorun olacağı tespit edilmiştir. Dere kenarlarına yakın yerler ve ilçe içinde su hızının yer yer yaklaşık 2 m/s’ye ulaştığı tespit edilmiştir. Yine, Bozkurt ve Abana İlçesi’nin taşkın yayılım bölgelerinde su derinliğinin çayın etrafında 1.5 m yüksekliğe ulaştığı tespit edilmiştir. Ezine Çayı’nın sol ve sağ sahil yayılım alanındaki su hızının da derinlik kadar sorun üreteceği sonucuna varılmıştır. Özellikle taşkın tehlike haritası sonucunda derenin sağ sahili, yüksek taşkın tehlike riskine maruza kalmaktadır. 2014 yılında Ezine çayı taşması sonucunda Abana ilçesi yerleşim yerleri ve ticaret alanları sular altında kaldığını görülmektedir.”

Raporda Batı Karadeniz’in “taşkın risk haritaları” da ortaya konmuş. Uzmanlar “taşkın riski” kavramını, “taşkın olayının olma ihtimali ile meydana gelebilecek taşkının insan sağlığı, çevresel ve ekonomik aktivitelere olan muhtemel olumsuz etkilerinin birleşimi” olarak tanımlıyor.

Nüfus bakımından Abana’nın ve Bozkurt’un birlikte değerlendirildiği rapora göre, iki ilçenin 2018’deki toplam nüfusu 14 bin 168. Rapor bu nüfusun yüzde 45.61’inin, yani en az 6 bin 462 kişinin olası selden olumsuz etkileneceğini söylüyor.

Ekonomik zarar bakımında da yine Bozkurt ve Abana için ortak bir değerlendirme söz konusu.

Raporda, yapıların yüzde 26.19’unun, yollarının yüzde 11.01’inin ve araçların yüzde 62.8’inin olası selden zarar göreceği belirtilmiş ve zarar miktarı yaklaşık 59 milyon 346 bin 767 TL olarak tahmin edilmiş.

Selin en çok ticari ve endüstriyel yapılara zarar vereceğini, ikinci sırada ise konutların yer alacağını ön gören rapora göre, sadece yıkılan ya da hasar görecek binalardan doğacak zararın miktarı 15 milyon 542 bin 944 TL.

Yine rapora göre, Abana ve Bozkurt’taki olası bir sel 833 bin 572 TL’lik tarımsal zarar anlamına da geliyor.

Elbette raporda belde belde sele karşı alınması gereken önlemler de sıralanıyor.

İşte Ezine Çayı için önerilen tedbirler:

“1-… Ezine Çayı akarsu yatağının 350 metrelik bölümünde, Mustafa Dicel Sokak ve Hilmi Uran Caddesi kesişiminden başlayarak sahile kadar, 500 yıllık taşkın tekerrür debisini geçirecek şekilde sol sahilde 3 metre yüksekliğinde Taş Tahkimat tipinde ıslah gerekmektedir.”

“2-İlçe merkezindeki dere ıslahı sırasında sağ sahildeki kanal duvarları sol sahildeki duvarlardan yaklaşık 1 m. daha düşük yapılmıştır. İki dere birleşiminin 150 m. Mansabında her iki sahilde de dereye erişim için açıklıklar bırakılmıştır. Kanal duvarları birleştirilmemiştir. Bu açıklıklardan taşan suların akarsuya dönemediği için sağ ve sol sahil yerleşimlerinde ciddi taşkın riski oluşturmaktadır. Bunun yanında yeni yapılan duvarların eski duvarlardan yaklaşık 1 m. daha düşük kotta inşa edildiği görülmüştür, sağ sahil seddelerinin Q500 debisini geçirecek şekilde yükseltilmesi, iki dere birleşimin membaında Ezine Çayının sol sahildeki kanal yüksekliklerinin yeterli olmadığı tespit edilmiş, sol sahil kanal duvarlarının yükseltilmesi, akarsu güzergahı boyunca duvar kanallarında düzensizlikler bulunduğu, kimi yerlerde seddelerin kırılarak bozulduğu ya da geri kalan sedde yüksekliklerinden daha düşük olan yerlerde seddelerin düzenlenmesi gerekmektedir..”

“3- Kastamonu İli Bozkurt İlçesi Yakaören Köyü yerleşimi içinden geçen İlişi Çayı akarsu yatağının 350 metrelik bölümünde, Yakaören Köyü Yolu paraleli denizin yaklaşık 500 m membaından başlayarak deniz çıkışına kadar, 500 yıllık taşkın tekerrür debisini geçirecek şekilde sağ sahilde 2.5 metre yüksekliğinde Kargir Duvar tipinde ıslah gerekmektedir.”

Raporda yer alan tedbirler tablosunda yukarıda zikredilen maddeler öncelik sırasında “orta/düşük” derecede yer alıyor. DSİ tarafından yapılması gereken uygulamanın periyodu ise 2019-2023 arasında.

Sadece ilk madde için, yani Ezine Çayı’na yapılsın denilen taş tahkimata harcanacak rakamı da burada not edeyim. Zira raporda 2018 rakamları baz alınarak fayda-maliyet analizi de yapılmış.

Ezine Çayı’na yapılması gereken taş tahkimatın inşaat gideri 486 bin 328 TL, tesis gideri 559 bin 277 TL, yatırım gideri 643 bin168 TL. Şimdiki gibi bir taşkın durumunda hesaplanan maliyet ise en az 56 milyon 346 bin 767 TL. Taş tahkimatın yıllık koruma faydası 2 milyon 967 bin 338 TL. Başka deyişle hayata geçirilmiş olsa yüzde 63.83 oranında rantbal bir proje.

Üstelik Bozkurt’u, Bozkurt’ta yitip giden onlarca canı kurtaracak bir proje!

Zaten raporda yer alan maliyet tablosuna göre, eğer 3 yıldır yaklaşık 350 milyon TL bu yönetim planının hayata geçirilmesi için harcanabilseydi ne seli konuşacaktık, ne kayıplarımıza ağlayacaktık!

İslam aleminin kıyamı!

İslam aleminin kıyamı!

Daha fikri noktada olgunluğa erişememiş, mensubu bulunduğu tarikatta varmış olduğu en üst mertebe “dervişlik” olanların, kafalarındaki sarıktan, sırtındaki cüppelerinden dolayı İslam adına hüküm verebilen “hoca” mertebesine çıkartıldığı bir toplumda, İslam’ın dirilişe geçmesi imkânsızdır.

Kim ne derse desin, giymiş oldukları kıyafet; genel itibarı ile cehaletlerini örtmeye yetmemektedir.

Bu şahsiyeti oturmamış zatlar, Kur’an’a, dolayısı ile Hazret-i Peygamber’e göre değil, put yapmış oldukları efendilerine/şeyhlerine göre hareket etmektedirler.

Bizler şekillere değil, fikirlere değer vermekteyiz.

Çünkü bizler gayet iyi bilmekteyiz ki İslam’ın en azılı düşmanlarından biri olan Ebu Cehil dahi, kafasında sarık ile dolaşmaktaydı.

Bundan dolayı da ölçümüz fikir, filtremiz İslam’dır.

İslam’ın filtresinden geçmeyen hiçbir şey, bizim gönül filtremizden geçemez!

Ne güzel söylemiş aklını işleten toplumlar için Yunus, değil mi:

Dervişlik olsaydı tâc ile hırka, 

Biz dahi alırdık otuza kırka.”

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Sel felaketinin 5 nedeni

Sel felaketinin 5 nedeni

Günlerdir Batı Karadeniz’i vuran sel felaketiyle yatıp kalkıyoruz. Sel özellikle Kastamonu’da, Kastamonu’da da özellikle Bozkurt’ta ağır sonuçlara yol açtı. Elbette şimdi “yaraları sarma” zamanı.

Yaralar mutlaka sarılacaktır da evlatlarını sel sularında kaybeden anaların ağıtları dinmeyecek, evlatlarını suyun yıktığı binaların altında kaybeden babaların suskun dudaklarından dua eksilmeyecektir:

Allah, kimseye evlat acısı vermesin!.. Hele de böyle ölümle…

Parmak basmazsa yara azmaz!” derler Kastamonu’da. Ama bilinir ki ancak kaşınan yara iyileşir! O yüzden acının böylesi bir daha yaşanmasın diye sarılmalı acılar. Sararken de felaketin nedenleri iyice sorgulanmalı.

İşte benim okuyarak, düşünerek, izleyerek, dinleyerek çıkardığım felaketin 5 nedeni:

1. Karadeniz bölgesi coğrafi yapısı itibariyle yılın tamamında yağış alan bir bölge. Son yağışlar “aşırı” geldi. Örneğin, selin adeta yuttuğu Bozkurt’ta 11 Ağustos’ta metrekareye 117 kilogram yağış düştü. Aynı tarihte ilçe merkezine 37 kilometre uzaklıktaki Mamatlar Köyü’ne düşen yağış miktarı metrekareye 126 kilogramdı.

Kastamonu’nun afet tarihi bize şunu söylüyor: Kastamonu’da su taşkınları olur. Genellikle de ağustos ayında olur. Yaz sezonunun 15 Haziran-15 Ağustos arasına sıkıştığı bölgede, ağustosta toprak son derece kurudur ve suyu hemen çekemez. Aşırı yağışla gelen selin bir nedeni budur!

Nitekim büyük felaketin yaşandığı 11 Ağustos’tan sonra Bozkurt’a düşen yağış miktarı da az değildir. 12 Ağustos’ta Mamatlar’da metrekareye 294 kilogram yağış düşerken, ilçe merkezi 37 kilogram yağış alıyor. 12 Ağustos’ta da önceki günü aratmayacak kadar yağış olmasına rağmen su baskını bir günle sınırlı kalmıştır. Belli ilk gün yumuşayan toprak suyu çekmiş, ancak Ezine Çayı kıyısındaki binaların yıkımına neden olmuştur.

2. Aşırı yağışın felakete dönüşmesinin ikinci nedeni dere yataklarının daraltılması. Bozkurt’taki Ezine Çayı, Çatalzeytin’deki Akçay bunun çarpıcı örneklerinden.

Akçay, daraltılan yatağından taştı. Islah amacıyla kenarlarına dikilen beton bloklarla birlikte hemen kenarından geçen yolu yuttu ve Sinop bağlantısını sağlayan köprüyü de yıktı. Sel suları Akçay yatağındaki 2 metre derinlikte bulunan HES borularını da parçalayarak sürükledi.

Ezine Çayı’nda tanık olduğumuz felaketin boyutu çok daha büyüktü. Çünkü Akçay’da olduğu gibi Ezine’de de akarsu yatağı daraltılmıştı. Hem de öyle birkaç metre filan değil.

Deprem Bilimci ve Jeoloji Yüksek Mühendisi Dr. Ramazan Demirtaş, “Ezine Çayı seli nasıl afete dönüştü?” diye soruyor ve devam ediyor:

“Taşkın ovası yatak genişliği = 400 m., Daraltılmış güncel yatak genişliği = 15 m., Su tırmanma yüksekliği = 7-10 m., 400 m. genişlikteki yatağı 15 m. genişliğindeki yatağa hapsedersek, su da 7-10 m. yükselir, sonuç afet olur!.. Yani anlayacağınız suçu boşu boşuna metrekareye düşen 300-400 kg. yağışa, aşırı yağışa, tarihte görülmemiş yağış gibi bahaneye atmayalım. Suçlu doğrudan dere yatağını 400 metreden 15 metreye daraltan ve dere yatağını imara ve yapılaşmaya açan insanoğlunun ta kendisi.”

Ramazan Demirtaş’ın akarsu yatağının korunması ve bugün su altında Bozkurt’un bu yatağın dışına taşınması gerektiği düşüncesini de not edeyim.

3. Elbette dere yatakları boşu boşuna daraltılmıyor. Islah diye başlanıyor, yapılaşma beraberinde geliyor. Son derece riskli, çoğunlukla da kaçak olan yapılaşma, imar aflarıyla resmiyet ve onay kazanıyor.

4. Çok tartışılan HES konusu. HES’ler selin nedeni midir? Bu konuya önceki yazılarımda da değindim. Bu kez Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın “10 Soruda Hidroelektrik Santraller” başlıklı kitapçığındaki bilgileri aktarmakla yetineyim:

HES’lerin inşat sürecinde, hafriyat dökümü sırasında yamaç boyunca yer alan bitki örtüsü fiziksel olarak zarar görmekte, hatta yok olmaktadır. Bu durum alanın erozyon ve sel felaketlerine karşı savunmasız kalmasına yol açar.”

HES işletimleri dolaylı olarak sel baskını riskini arttırır. Çünkü HES’ler nehir civarındaki bitki örtüsünü olumsuz etkilemektedir. Oysa bitki örtüsünün işlevlerinden biri sel kontrolüdür.”

HES’lerin akarsu ve vadi yataklarının doğal yapısı ve akışını bozduğu da ortada. İşte Akçay, yatağından 2 metre derine gömülen HES borularını bunun için söküp atıyor.

5. Adına ister küresel ısınma, ister iklim krizi/değişikliği deyin Dünya’da bir şeyler oluyor. Ekolojik denge altüst olmuş durumda. Yazlar yaz değil artık, kışlar kış!

Peki iklim değişikliği bir neden mi yoksa sonuç mu?

Birleşmiş Milletler’in İklim Raporu henüz hafta başında yayımlandı. Buna göre, 2100 yılına kadar kıyı bölgelerde yaşayan milyonlarca insan sel felaketlerine maruz kalacak! Bu durum iklim krizinin bir sonucu.

Televizyon ekranlarında sıkça rastladığımız Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu da bu duruma dikkat çekiyor:İklim değişikliği sebep değil sonuç; selleri başlatmıyor, sıklığı ve şiddeti artırıyor.”

Velhasılı kelam, Karadeniz’de doğayla insanın mücadelesi bin yıllardır sürüyor. İnsan bu mücadelede akıldan ve bilimden uzaklaşarak, ucuza ve kolaya kaçtıkça son sözü hep doğa söylüyor!

 

Kuşlar artık bizden davacı!

Kuşlar artık bizden davacı!

Ağustos ayı başından beri felaketleri yazıyorum. Önce güneyimizdeki yangınlar, ardından kuzeyimizdeki seller.

Elbette yangınlara ne kadar yandıysam, selin getirdikleri de o kadar sarstı beni. Üstelik son yılların bu en büyük felaketi baba ocağım Kastamonu’daydı. Günlerdir bölgeden aldığım haberleri hem köşeme aktardım hem de normhaber.com’un sayfalarına. Karadeniz’in cansız bedenleri birer birer geriye vermeye başladığı bugün ise gücüm tükendi. Yine de HES tartışması konusunda söylemem gereken bir iki söz var. Çünkü HES’ler bu acının tek nedeni değilse de nedenlerinden biri.

Türkiye’de yaklaşık 685 HES var. Bunlardan 10’u Kastamonu’nun farklı bölgelerindeki çay ve dereler üzerinde kurulu: Selin adeta yuttuğu Bozkurt’u ikiye bölen Ezine Çayı üzerinde Ebru ve Aybige HES, Cide Aydos Çayı üzerinde Berke HES, Çatalzeytin Akçay üzerinde Yunuslar HES, Küre Zarbana Çayı üzerinde Yavuz HES, Araç Çayı üzerinde Zala, Samatlar ve Kuzkaya HES, Gökırmak Nehri üzerinde Akkaya HES, İhsangazi Ilgaz Çayı üzerinde Kızılçam HES.

Bütün bu santraller kurulurken, Kastamonu’daki çevre gönüllüleri çok mücadele etti. HES’lerin ekolojik dengeye vereceği zararları anlattılar, kitaplar yazdılar, protesto yürüyüşleriyle seslerini duyurmaya çalıştılar, davalar açtılar. Üstelik bunu “hain” damgası yeme pahasına yaptılar. Bugün çok büyük bir acıyla karşı karşıyayız ve dün HES’e karşı çıkan hemşerilerim şimdi Bozkurt’tan Çatalzeytin’e, afetzedelerin yardımına koşan gönüllü cephenin yine ön saflarında.

Aşağıda okuyacağınız yazı Kastamonu’da; Bozkurt’ta, Cide’de, Araç’ta, Çatalzeytin’de yoğun bir HES mücadelesi verilen Eylül 2010’da Çatalzeytin Mektubu gazetesinde yayımlandı. Sizi o günlerin duygularıyla baş başa bırakıyorum:

KUŞLAR BİZDEN DAVACI OLMASIN!

Çevre hakkı, salt “insanın sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” olarak mı görülmeli?

Kavramsal tartışmalara bakacak olursak öyle!

Çevrebilim de çevre hukuku da çevre hakkını insan hakları bağlamında tanımlamaya çalışır. İnsan haklarının 200 yıllık geçmişine bakar ve son aşamada çevre hakkının sadece bugünü değil, gelecek kuşakları da içine alan “dayanışmacı” bir hak olduğunu söyler. “Çevre hakkı herkesin hakkı, anayasaya göre devlet de bireyler de çevre hakkının yükümlüsü” diye kestirme bir sonuca varır.

Peki, Küre Dağları’nın hakkı ne olacak?

Asırlık çınarların, çamların, gürgenlerin, kayınların, iğde ağacının, zeytin ağacının…

Yaralıgöz’deki sapsarı yayla güllerinin, çiğdemlerin, gökşenlerin…

Değişen iklime kanıp sonbaharda açan papatyanın, badem çiçeğinin, ne konuştuğumuz ne su verdiğimiz pencere kenarındaki menekşenin; doğadaki nice börtü böceğin…

Yaşam alanlarını giderek daralttığımız kedilerin, köpeklerin, balıkların, martıların…

Masmavi denizlerin ve de akarsuların…

Siyasal iktidarın, “Türk bakmayacak, su akmayacak” dercesine esir almaya çalıştığı akarsuların hakkı ne olacak?

Kaderine terk edilemeyecek vatan toprağının hakkı ne olacak?

Çevre hakkı insanın da “çevrenin hakkı” ne olacak?

***

Türkiye küreselleşme sürecinin ağırlığını hissetmeye başladığından beri yeni bir sorunla tanıştı: Güven sorunu…

Son yıllarda yaşamın her alanında karşımıza çıkan güven sorunu, Çatalzeytin’i şimdilerde bir kez daha karıştırıyor.

Gıdıklaya gıdıklaya hamamı tarihi eser yaptılar” diyenlere güvenmedik!

Yüzyıllardır devlete hep verdik, şimdi alma sırası bizde. Ginolu’ya bu yüzden liman yapıyoruz” diyenlere güvenmedik!

Çatalzeytin’i yıllar boyu susuz bırakanlara, güvenmedik!

Çatalzeytin’e çift şerit sahil yolu yapıyoruz diye denizi küstürenlere, güvenmedik!

Karadeniz Otoyolu’nu Çatalzeytin’den geçireceklere de güvenmiyoruz. Biz denizi, deniz bizi unutacak, aramıza keskin duvarlar örülecek!

Çatalzeytin’in akarsularına bir değil, iki değil, üç hidroelektrik santrali (HES) birden yapmaya kalkışanlara da güvenmiyoruz!

Doğanın yüreğine hançer vurulmasını yüreğimiz kaldıramadığı için…

Neden güven duyalım ki!

HES projelerini gündeme getirenler, o projeleri hazırlayanlar, yürütecek olanlar; doğanın sayesinde köşe dönmeyi düşleyenler; HES’leri savunanlar ve hatta ikircikli durumda kalanlar…

HES projelerine güven duymamızı sağlayabilecek ne söyleyebiliyorlar?

Siyasal iktidar bir karar almış: “Bu ülkenin dereleri özgür akmayacak!”

Neden, üç kuruşluk elektrik için mi?

Hayır, satacak savacak başka bir şey kalmadığı için!..

Bakmayın siz, “Satmıyoruz, kullanım hakkını devrediyoruz” diyenlere…

Kimin hakkını kimden alıyor, kime veriyorsunuz?

HES projelerini yürütecek olanların gözü dönmüş. Çünkü son 10 yılı kapsayan büyük paylaşımda onlara kala kala, nazlı nazlı akan Akçay kalmış, Karaçay kalmış, Şeyhşaban Çayı kalmış, Sarıerik Deresi kalmış…

Hadi onları anlayalım. Üretecekleri enerjinin değil, sahip olacakları suyun hesabını yapıyorlar!

Peki, körü körüne HES’leri savunanlara ne diyelim?

Elektriksiz geçen günleri unutmayalım diyen mi istersiniz, istihdam yaratılacak diyen mi?

***

Bakalım nasıl bir potansiyele sahip Suçatı’ya kurulacak HES, ne kadar elektrik üretecek, kaç kişiye iş sağlayacak?

Kurulu gücü 1,04 MW olan Kuzköy Regülatör (Reg) ve HES, bir yılda ancak TOFAŞ Otomobil Fabrikası’nın sadece bir haftalık enerji gereksinimini karşılayabilecek kadar elektrik üretebilecek. Tabii her şey yolunda gider, Akçay çağıl çağıl akar, yağmur ve kar yeraltı sularını çoğaltır, santral tam kapasite ile çalışırsa…

İşin üretim yanı böyle…

Peki, istihdam cephesinde ne olacak?

İnşaatında çalışacak 50-60 kişiyi saymazsanız, HES üretime başladığında sadece 5-6 “vasıflı” işsiz iş sahibi olacak, ama 7 değil!

Çatalzeytin’de mi o “vasıflı” işsizler?

Bir de taş ocağı kurmuşlar… O da en az yapacakları HES kadar zarar veriyor, verecek!..

Orada da çalışacak insanlar. Ta ki inşaat bitene, açtıkları taş ocağının Çatalzeytin doğasına saplanmış bir hançer olduğu görülene kadar…

***

Bu işin Suçatı ile sınırlı kalacağını sananlar da aldanıyor. Akçay üzerinde Yunuslar HES, Karaçay Deresi üzerinde Kemal Reg. ve HES, Şehyşaban Çayı ve Sarıerik Deresi üzerinde Dumanlı Reg. ve HES projeleri de hazır.

Çatalzeytin’den Bozkurt’a, Azdavay’dan Cide’ye… Bolu’dan Kastamonu’ya, Zonguldak’tan Sinop’a, Giresun’dan Rize’ye… Sadece Karadeniz’de tam bin 700 HES…

Beton HES’lerle örülüyor yurdumuz!

Dünya, yenilenemeyen doğal kaynaklarıyla ilgili durumunu bilmiyor, bilemiyor. Örneğin, 1980’lerin başında dünyada 40 yıllık petrol rezervi kaldığı söylenirdi. Aradan 30 yıl geçti, bugün yapılan hesaplamalarda da petrole 40 yıllık ömür biçiliyor. Üstelik, bilim dünyası şunu da söylüyor: Mevcut teknoloji, arz-talep dengesi vb. pek çok bileşene bağlı olarak yapılan hesaplamalar çok gerçekçi değil, gereksinim duyulması halinde petrol farklı katmanlardan ve kayaçlardan da elde edilebilir. (1)

Bütün bu tartışmalara karşın yenilenebilir enerjiden yanayım, çünkü kalkınmanın sürdürülebilir olması gerektiğine inanıyorum. Sürdürülebilirliğin, doğadaki her su birikintisine HES kondurularak sağlanamayacağı da çok açık!

Öncelikle sağlıklı bir planlama yok. Oysa dünya suyu planlarken; önce içme suyu, ardından kullanma suyu, sonra tarım ve daha sonra da sanayiyi düşünerek planlıyor. İnsanlık alternatif enerji için rüzgara, jeotermale, güneşe yöneliyor.

Böyle bir planlama var mı Türkiye’de?

Çevrenin hakkını; doğanın yaşam döngüsünü dikkate almadan çıkarılan bir yasa var. Bilimsel veriler, sosyolojik olgular, çevreci bakış açısı ve toplumun kanaat önderlerinin fikirleri alınmadan, masa başı kararlarla çıkarılmış antidemokratik bir yasa…

Bugüne kadar bir yetkili gelip bize sordu mu, ne dersiniz diye? Hayır, çünkü minareyi çalan kılıfını hazırlamış, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) denilen ve çevre yönetimine halkın katılımını sağlayan süreci de Çatalzeytin’den esirgemişler. ÇED kapsamında olması gereken işlemler bütününden oluşan HES’lerin büyük bölümü ÇED kapsamı dışında… Dolayısı ile halk hiçbir karar sürecinde yok.

Neymiş, 25 MW’nin altındaki HES’lerde, Vali istemezse ÇED’e gerek yokmuş!

ÇED’e değil, HES’e gerek yok!

Çatalzeytin’e HES istemiyorum.

Çünkü çevre hakkının insanın hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte çevrenin de hakkı olduğunu savunuyorum.

Başka deyişle, Akçay’ın da hakkı var, o su önce Akçay’ın, sonra doğanın, insanın olduğu kadar doğadaki tüm canlıların, toprağın, ağaçların, çiçeklerin, hayvanların…

Oysa HES, suyu Akçay’dan koparacak, üstelik yetmeyecek, yeraltı sularını da çekecek.

Sadece susuz kalmayacağız. Bitki çeşitliliği azalacak, doğa kuruyacak, yeşil solacak, çölleşmeye ve küresel ısınmaya; felakete adım adım ilerleyeceğiz.

Kısacası cennet de cehennem de bu dünyada, anlayana!..

***

En başta sorduğum soruları yineleyeyim.

Çevre hakkı insanın da “çevrenin hakkı” ne olacak?

Çevrenin hakkını düşünmeyene neden güven duyayım?

Siz de güven duymayın!

İstanbul’da yapılan bilgilendirme toplantısında, ne güzel söylemiş Cemil Özdemir: “Kuşlar bizden davacı olmasın!..”

___

1 Dr. Kamil Salihoğlu, “Yenilenebilir Enerji Tartışılırken, Ekonomik Pusula, (13-19 Temmuz 2010), s. 12.

‘Mağdur’ HES’ler ‘mecburen’ patladı!

‘Mağdur’ HES’ler ‘mecburen’ patladı!

Batı Karadeniz’de, özellikle de baba ocağım Kastamonu’da meydana gelen sel felaketiyle ilgili dünkü yazımda, iletişim güçlüklerine rağmen edindiğim bilgileri paylaşmış, “umarım bir mucize olur da can kaybı fazla olmaz!..” demiştim.

Maalesef, o mucize gerçekleşmedi!..

CAN KAYIPLARI

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD), 12 Ağustos 2021 saat 23.30’daki açıklamasına göre, Kastamonu’da 15, Sinop’ta 2 kişi hayatını kaybetti. Kastamonu’daki can kayıplarının ağırlıklı olarak Bozkurt’ta olduğunu tahmin ediyoruz. Tahmin ediyoruz, zira AFAD ne ilçe bazlı bir sayı veriyor, ne de isim açıklıyor.

Şimdi ben merak ediyorum. Çatalzeytin’in Kuzsökü Köyü’nde toprak altında kalarak can veren 66 yaşındaki Hatice Öncü, AFAD’ın açıkladığı 15 sayısının içinde mi? Çatalzeytin’le en son konuştuğumda Öncü’nün köylüler tarafından toprak altından çıkarıldığı, cenazenin savcı incelemesi için beklediği söylendi.

Üzerinde durulması gereken bir nokta da bu! Savcı gelecek de nereden gelecek? Çatalzeytin Adliyesi, ilçe sakinlerinin tüm itirazlarına rağmen Haziran 2012’de kapatıldı. İlçe adliyesi önce 10 kilometre doğudaki Sinop’un Türkeli Adliyesi’ne, Ocak 2013’te de 58 kilometre batıdaki İnebolu Adliyesi’ne bağlandı. Diyelim savcı İnebolu’dan çıktı yola, gelecek. Gelecek de nasıl gelecek? Sel her yeri yutmuş, ne yol kalmış ne köprü… Çatalzeytin’in 41 köyü var, sadece 10’uyla ulaşım mümkün!..

Kastamonu-Sinop bağlantısını sağlayan köprüyü yıkan Akçay…

KAYIPLAR

Bir de kayıp meselesi var. AFAD’ın resmi açıklamasında sadece “Bartın’da kaybolan 1 vatandaşımızı arama çalışmaları devam etmektedir.” deniyor. Oysa selin adeta yuttuğu Bozkurt’taki kayıplara hiç değinilmiyor.

Girin sosyal medyadaki Kastamonu gruplarına kayıp ilanından geçilmiyor. Ben burada bir sayı telaffuz edecek durumda değilim. Kastamonu gazetesinin afet haberinde de afetzedelerin kayıplarla ilgili çelişkili bilgiler verdikleri, dile getirilen rakamın 100’u bulduğu belirtiliyordu.

HES PATLADI MI?

Gelelim HES meselesine… “HES patladı!” haberi ardı ardına yalanlandı, ama bu hamur daha çok su kaldıracağa benziyor.

Kastamonu’nun sahil ilçeleri ve sahilden sadece 2 kilometre uzakta bulunan Bozkurt, çok şiddetli bir yağışa sahne oldu. Yağış o kadar şiddetliydi ki Ezine Çayı üzerinde kurulu bulunan HES’lerde muazzam bir su birikti.

Bozkurt’un içinden gelen Ezine Çayı…

Benim bildiğim kadarıyla böyle durumlarda zaten sistem otomatik bir uyarı veriyor. Baraj kapakları kendiliğinden açılmıyorsa patlayarak açılıyor. İşte Bozkurt’ta da böyle bir durumun gerçekleştiği anlaşılıyor. Çok sayıda Bozkurtlu, felaketten sadece 10 dakika önce Ezine Çayı üzerindeki iki HES barajının kapaklarının patladığı yolunda uyarı yapıldığını söylüyor. Hatta anonsun bizzat belediye tarafından yapıldığı, ancak sadece araçların çay kenarından çekilmesi yönelik bir uyarı olduğu iddia ediliyor.

Aslında sosyal medyada rastladığım, Cideli bir hemşerimin yazdıkları her şeyi özetliyor:

HES patlamaz! HES demek, hidro elektrik santralı demek, yani su gücüyle elektrik üretmek demek. Suyla elektrik üretmek için suyu bir yerde depolamak gerekir. Buna da baraj denir. Barajlarda su seviyesi yüzde 95’in üzerine çıktığında tehlike başlar. O zaman baraj kapaklarının bazıları otomatik açılır ve işte felaket o zaman başlar. Buna bir de aşırı yağışlar eklendiğinde felaket ikiye katlanır. Bu Karadeniz bölgesinde ise dörde katlanır. Bizim bölgemiz dağlık ve yamaç olduğundan sular hızlı akar, debisi yüksektir. Onun için Karadeniz bölgesinde baraj yapmak akıl işi değildir. Bizim sularımızı kendi haline bırakmak lazım!..”

Hani her fırsatta aklımızla alay eden Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, “HES’ler selin sebebi değil mağduru” dedi ya, bunun için diyor!..

Yerseniz!..

Sel bölgesi Kastamonu’dan son haberler!

Sel bölgesi Kastamonu’dan son haberler!

Bu satırları yazmaya başladığımda, Çatalzeytin Mektubu gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Emin Türkay Öztürk, sosyal medya hesabından “Akçay Köprüsünü sel aldı” diye yazalı birkaç saat olmuştu.

Öztürk, şöyle devam ediyordu mesajına:

Şiddetli yağışlardan sonra oluşan sel saat 13.35’te Akçay Köprüsünün yarısını yıktı. Türkeli ile geçişler durdu. Akçay yatağından taşan sel suları Çayağzı Mahallesini tehdit etmeye başladı. Polis ve Jandarma, Akçay kıyısında güvenlik önlemlerini almaya devam ediyor.”

Kastamonu-Sinop sınırını çizen Akçay…

Aynı saatlerde emekli öğretmen Ergun Usta da Akçay Köprüsünün sel sularına kapıldığı ana ilişkin görüntüleri paylaştı.

Akçay Köprüsü’nün yıkılması demek, Kastamonu ile Sinop arasında sahilden ulaşımın kesilmesi demekti!..

https://www.dailymotion.com/video/x83ci48

Selin baba ocağım Çatalzeytin’e verdiği hasarı şu an tam olarak bilemiyorum. Ama Kastamonu’nun bir başka ilçesi Bozkurt’u adeta yuttu sel. Devrekâni topraklarından doğan ve Abana’dan Karadeniz’e dökülen Ezine Çayı’nın oluşturduğu vadiye kurulan Bozkurt, belediye başkanı Muammer Yanık’ın deyişiyle “yok oluyor!..”

İnsanların 4-5 katlı evlerinin çatılarına çıkarak kurtulmaya çalıştığı Bozkurt’a saatlerce yardım ulaşmadı. Sel nedeniyle bölgeyle sağlıklı bir iletişim de kurulamadı. Kastamonu merkez ve çevre ilçelerdeki bazı dostlarıma ulaşmayı başardım. Tek söyleyebileceğim umarım bir mucize olur da can kaybı fazla olmaz!..

Bozkurt’ta elektrik yok. Arama kurtarma ekibi yok denecek kadar az. Yakınlarını arayan insanların soracakları kimse yok. Anlaşıldığı kadarıyla doğru dürüst çalışan bir kriz merkezi de yok!

Bozkurt’un ortasından geçen Ezine Çayı

Peki neden? Doğa neden bir kez daha intikam alıyor bizden? Bozkurt’u yutan, Kastamonu’nun öteki ilçeleri Çatalzeytin’e, Azdavay’a, Küre’ye, İnebolu’ya, Şenpazar’a, Cide’ye büyük zarar veren, Sinop’un Ayancık’ını, Bartın’ın Ulus ilçesini vuran selin nedeni ne?

Özellikle Bozkurt’taki büyük felakete Ezine Çayı üzerindeki HES barajı kapaklarının patlamasının yol açtığı haberi doğru mu?

HES patladı” haberi Kastamonu Valiliği tarafından yalanlandı. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, “HES’le alakalı bir sorun yok” derken, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, suyun regülatörün üstüne aştığını, ancak olumsuz bir durum olmadığını söyledi.

Bölgeden görüştüğüm bağımsız kaynaklar da haberi doğrulayacak durumda değildi. Zira bölgeye karadan ulaşmak olanaksız!.. Ayrıca Ezine Çayı üzerinde bir değil, iki HES var: Ebru HES ve Aybige HES.

Bozkurt köylüleri Ebru HES için yürütmeyi durdurma kararı aldırdılar ama iptal çıkmadı. EPDK’nın 49 yıllık lisansını 2008’de verdiği santral 2016’da faaliyete geçti.

Patladıysa hangisi patladı? Biri mi ikisi mi? Tıpkı yangında risk altında kalan termik santral şirketi gibi HES şirketleri de sus pus. Zaten bu enerji şirketleri oldum olası sır küpüdür, karda yürür izlerini belli etmezler!

Ezine Çayı üzerindeki ikinci santral Aybige HES

Özellikle yapım aşamasında yeşil örtüyü yok eden HES’lerin beraberinde sel, heyelan ve çamur baskınlarını getirdiği artık inkar edilemeyecek bir gerçek. HES’lerle derelere beton dökülüyor, santraller dere yataklarını değiştiriyor.

HES’lere bir de Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Karadeniz’de de ormanların kelleşmesine yol açan taş ocaklarını ekleyin… Onların hafriyatı da tıpkı HES’lerdeki gibi derelere dökülüyor.

DSİ ve belediyeler de boş durmuyor. HES’lerin ıslah edemediği dereleri dizginlemek için yatakları daraltılıyor. Islah dediğiniz şey dereyi bir beton oluk içine almak demek. Tıpkı HES’lerdeki gibi dereye beton dökmek demek. Sonuçta dere, suyuyla o duvarları yerle bir ediyor. Çünkü ıslah projeleri suyun akışını hızlandırıyor, en küçük bir engelde de taşmasına neden oluyor. Oysa Çatalzeytin’in Akçay’ı mesela, 30 kilometre boyunca kendisiyle buluşan dereleri de içine alarak, kendi akışında dönemeçler oluşturur ve Karadeniz’e öylesine nazlı nazlı dökülür ki sesini bile duymazsınız. Bugünkü halini ise yukarıdaki görüntüler ortaya koyuyor.

Çatalzeytin’de Akçay taşmasıyla yıkılan bir köprü daha… İlçenin Kızılcakaya Köyü ile bağlantısını sağlayan köprü de yıkılmış durumda…

Bütün bunların ardından zaten coğrafi olarak sel ve heyelana açık bir bölge olan Karadeniz’de iş iyice çığırından çıkıyor!..

Su akar Türk bakar” anlayışından “Su akar Türk yapar”a geçtiğimizden beri başımız beladan kurtulmuyor.

“Su akar Türk bakar” demek, Anadolu’da bin yıllardır doğayla kurulan kadim ilişkiye, o ilişkideki saygı ve ince düşünceye, suyun geçmişten değil gelecek kuşaklardan alınan bir miras olduğuna işaret ediyordu.

“Su akar Türk yapar” demek ise Türkiye’nin enerji tüketiminin sadece yüzde 5’ini karşılamak üzere, çağıl çağıl akan dereleri özel şirketlere yıllar boyu kiralamak demekti.

İki tercihimiz vardı. Biz ikinciyi tercih ettik ve sonucuna katlanıyoruz.

Kitle iletişimde illüzyon

Kitle iletişimde illüzyon

Reel ekonomi gerçek üstü bir hal aldı.

1990 yılından bu yana reklamcılık ve pazarlama alanında çıraklık yapmaya devam ediyorum. Çıraklık benzetmesini mütevazılık olsun diye kullanmadım. Gerçek anlamda çıraklıktan söz ediyorum. Çünkü sektördeki gelişimler ve 5-6 yılda bir yaşanan zorunlu değişimler hep çırak kalmamızı sağladı.

İşte bu çıraklık serüveninde “kitle iletişimde illüzyon” dönemini de görmüş olduk. Geldiğimiz noktada reel ekonomiyi yorumlamaya çalışırken, hepimizin şaşkınlıkla izlediği bu yeni dönemin ilginç örnekleri var…

Reel ekonomide en gerçeküstücülük, 2001 yılında, anayasa kitapçığı ve onu takiben yazar kasa fırlatmalar ile başladı, diyebilirim.

İlerleyen yıllarda TL’den 6 sıfırın atılması da piyasalar açısından büyülü gerçekçiliğe güzel bir örnek olarak not edilebilir.

Yakın yıllardaki örneklere geçersek durum eğlenceli bir hal alıyor…

Polis ve zabıta eşliğinde soğan depolarının basılmasına ne dersiniz?

Tarımsal üretimin arz talep dengesine bağlı olarak bir türlü planlanamaması sonucu bazı yıllar toprağında çürümeye terk edilen ürünler, bazı yıllar spekülatörlerin elinde fahiş kârlar sağlayabiliyor. Bu plansızlığın sonuçlarının da hükümete karşı kökü dışarda hainlerin bir kumpası olarak sunulması illüzyon iletişimin en güzel örneklerinden..

İşte bu iletişim illüzyonunu desteklemek adına gerçekleşen soğan deposu baskınları, ekonomi tarihimize altın harflerle yazılmış durumda. Birçok tarım girdisi ithalata dayalı politikalar yüzünden maalesef çiftçilerimizi zor durumda bırakıyor.

Kontrolden çıkan fiyat artışları sonucu ülkemizin her yerinde üretimi çok kolay ve bolca yapılabilecek, çarliston biberden domatese kadar her şeyin fiyatı bir anda yüzde 100’leri aşmış, kahraman belediyelerimiz hemencecik tanzim satışı keşfetmiş, hain tüccarlara karşı kahramanlık rolüne soyunup, belediye önlerine tezgahlar açmışlardı. Siyaset tüccarları seçmen alışverişte görsün misali, bunları hamaset dolu nutuklarla, demeçlerle açmış, çok kısa bir süre sonra da kapanıp kaybolmuşlardı.

Alsana bir kitle iletişim illüzyonu vakası daha.

Ama durun; cin şişeden çıkıp ekonomide işler biraz karışsa da kitle iletişimde illüzyonu başlattınız mı onu devam ettirmeye mecbur kalırsınız. Böylelikle üstesinden gelemeyeceğiniz ekonomik sorun da yoktur!

Örneğin bu günlerde vatandaşlarımızın bir kısmı için refah göstergesi nedir sizce?

TÜFE dediğiniz duyar gibiyim… Yok değil. ÜFE hiç değil… Açıklanan enflasyonu oranları da değil…

Cep telefonu! Evet, cep telefonunuz…

Çıkar bakayım cebinden” komutunu duydunuzsa ve akıllı bir telefonunuz varsa bütün ekonomik parametreler anlamını kaybediyor…

Siz refah içinde sayılırsınız!

Kitle iletişimi ve illüzyon açısından en manidar örnekleme döviz artışında yaşandı.

Sana ne döviz artışından, markette kasapta dövizle mi ödeme yapıyorsun dendi. Bunu da tik tok fenomenlerinden değil, en yetkili ağızlardan duyduk.

Kitle iletişiminde illüzyonu başarmış bir yönetimin, “Ay’a yol yaptık desek inandırırız” özgüveni ile her krizden alnı açık çıkması kaçınılmaz.

Kaçınılmaz olan, mutlu eden yalanlardan rahatsız eden gerçekleri göstermeye çalışanların rekabeti.

İş öyle bir hal aldı ki; her iki taraf için de geçerli olmak üzere kazanan taraf, kaybetmiş olacak.

 

 

Ormanların yok olması için yanmasına gerek yok!

Ormanların yok olması için yanmasına gerek yok!

Daha dün Bursa Yenişehir’de, Kirazlıyayla’da kesildi ağaçlar.

Sınır tanımayan madenciler, sokağa çıkma yasağını fırsat bilmişlerdi.

Daha dün Bursa Orhangazi’de, Yeniköy’de kesildi ağaçlar.

Geciktikçe geciken, belki de hiç gelmeyecek trene bazalt taşı götüreceklerdi ağaçları keserek.

Daha dün Uludağ’da, Zeyniler ile Dağcılar Çeşmesi arasındaki asırlık kayınlara kıydılar.

Sözde “seyrelttiler” ya da yangın yolu açtılar hesapta!

Ve daha dün Muğla Akbelen’de, henüz Türkiye’nin yüreğini yakan yangın bile söndürülememişken, katlettiler ağaçları!

Büyük yangında “patladı patlayacak” diye yüreğimizi ağzımıza getiren termik santrale kömür taşıyacakları Akbelen, nöbette hala!

Türkiye’de ormanların yok olması için 28 Temmuz’dan beri yaşadığımız kabusu yaşamamız gerekmiyor aslında.

Ben Orman Genel Müdürlüğü’nün yalancısıyım. Türkiye’nin ormanlarında “ormancılık dışında” neler yapılıyor, buyurun, 2020 yılı “Ormancılık İstatikleri Raporu”na birlikte bakalım:

2012 yılında toplam 20 bin 679 hektar ormanlık alanda 5 bin 110 “orman izni” verilmiş.

2020’ye gelindiğinde toplam izin sayısı 50 bin 555’e, bu izinlerle yürütülen faaliyetlerin kapsadığı alan 340 bin 315 hektara çıkmış.

Ne mi yapılıyor ormanlarda? Elbette para getiren işler…

Enerji ve madencilik ilk sırada mesela. Taş var, mermer var, bazalt var, kömür çıkarılıyor, altın aranıyor! HES kuruluyor, RES dikiliyor, termik santral yapılıyor, nükleer sıraya giriyor. Yüksek gerilim hattı, petrol boru hattı, doğalgaz, baraj, gölet… Hepsi ormandan eksiltiyor.

Madencilik ve enerji başlığı altındaki faaliyetler dışında bakın nelere izin veriliyor ormanlarda: Savunma, ulaşım, haberleşme hizmetleri, su, atık su, altyapı, katı atık bertaraf (Türkçesi çöp!), sokak hayvanları bakımevi, mezarlık, sağlık, eğitim ve spor tesisleri, Turizm Bakanlığına tahsisler, turistik tesis, üniversite yerleşkesi, balık çiftliği, arkeolojik kazı, define…

Liste böylece uzayıp gidiyor.

Son 8 yılda ormanlarımızın 81 bin 136 hektarını madencilere, 126 bin 296 hektarını enerjicilere, 132 bin 883 hektarını da diğer işlere feda etmişiz.

Rakamlar ortada, varın gerisini siz hesap edin.

Ormanda ormancılık dışında her şeyi yapıyor, üstüne bir de ateşe veriyoruz. Zira istatistiklere göre, her 10 yangından sadece biri doğal nedenlerle çıkıyor. Kalan 9’u ise insanın yol açtığı nedenlerden kaynaklanıyor.

Üstelik yanan alan miktarı yangın sayısından kat kat fazla. Son 8 yılda çıkan 24 bin 357 orman yangınında küle dönen ormanlık alan ise 87 bin 342 hektar.

Bu da ister istemez şu soruyu gündeme getiriyor:

Acaba yangınlar şu meşhur ‘orman izinleri’ni kolaylaştırmak için mi çıkarılıyor?”

Neresinden bakarsak bakalım. Son 8-10 yıllık istatistikler siyasal iktidarın ormana orman olarak değil, ticari alan olarak baktığının açık kanıtı.

Ekosistemi, ekolojik dengeyi, küresel ısınmayı, iklim değişikliğini boş veren…

Edirne’den Ardahan’a hemen her şehri maden şantiyesine çeviren…

Dünyanın en temiz havasına sahip Kaz Dağlarının altını oyan…

Cerattepe’nin, Artvinlilerin bakır kadar kolay şekil alacağını sanan…

Munzur’dan Loç Vadisine kadar hayatı savunanlara “Su akar Türk bakar!” değil, “Su akar Türk yapar!” diyen… anlayışın hepimize çıkardığı ağır fatura.

Yineleyeyim:

Türkiye’de ormanların yok olması için yanmasına gerek yok, işletilmesi yeter! Üstelik bu yöntem idareciler için daha akılcı.

Baksanıza, 10 gün süren yangında hop oturup hop kalktık. Oysa maden ocaklarıyla, santrallerle, çöplüklerle, turistik tesislerle yıllardır yanıyor ormanlar da gıkımız çıkmıyor.

Tıpkı su deneyindeki kurbağa gibiyiz!

___

Not: Yazıda yer alan grafikler İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Ormancılık Politikası ve Yönetimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihan Erdönmez tarafından Habertürk TV yayınında sunulmuştur.

Sevr’den Fesli Kadir’e!

Sevr’den Fesli Kadir’e!

Bugün 10 Ağustos, yani Osmanlı Devletini ortadan kaldıran, imzaları Türkleri bozkıra sıkıştırmak için atılan Sevr Anlaşması’nın 101. yıl dönümü.

Sevr Anlaşması’ndan sonra işgal devletleri, özellikle 400 yıl Türk hakimiyetinde bulunan Yunanlar Batı Anadolu’ya asker çıkararak 9 Eylül 1922’ye kadar sürecek katliam dönemini başlattılar.

Bu anlaşmanın özeti şöyleydi:

– İstanbul, Osmanlı Devletinin başkenti olarak kalmaya devam edecektir.

– Eğer Osmanlı Devleti, Sevr Anlaşmasına uymazsa İtilaf devletleri İstanbul’u Osmanlı’nın elinden alacaktır.

– Batı Anadolu ve Doğu Trakya, Yunanistan’a bırakılacaktır.

– Ege adalarının hepsi Yunanistan’a verilecektir.

– Rodos ve 12 Ada İtalya devletine bırakılacaktır.

– Osmanlı İmparatorluğunun Doğu Anadolu bölgesinde bir Ermeni devleti kurulacaktır.

– Irak ve Musul İngiltere’ye bırakılacaktır.

– Boğazlar bütün devletlere açık bırakılacak, savaş esnasında dahi savaş gemileri boğazdan geçirilecek, Boğazları kontrol eden bir komisyon kurulacak ve bu komisyonda Türk üye yer alamayacaktır.

– Azınlıklar kendi okullarını açabilecektir.

– Kapitülasyonlar devam edecektir.

– Osmanlı İmparatorluğu savaş tazminatı ödemeyecektir.

– Batı Anadolu İtalya’ya ait olacaktır.

– Hicaz bağımsız bir devlet olacaktır.

Mustafa Kemal, Gençliğe Hitabesinde bugünleri şöyle anlatıyordu:

Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.”

Evet, Yunan postalı Sevr Anlaşması ile işte böyle girmiştir Anadolu içlerine. Ama devletin memuru askerler bu anlaşmaya baş kaldırarak silaha sarılmış ve sonunda Lozan zaferini getirecek taarruz ile 9 Eylül 1922’de Yunanları denize dökmüştür. Ama Yunanlar geri çekilirken, Anadolu’yu yakıp yıkmıştır. Tecavüz ve katliamları tarihi belgelerde hala durmaktadır.

Aradan yıllar geçince Fesli Kadir (Mısırlıoğlu), Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kazandığı bu zaferi küçük görmüş ve “Saltanat yıkılacağına keşke Yunan kazansaydı!” demişti. Bu Fesli Kadir’i hastanede yatarken devletin yöneticileri ziyaret için sıraya girmişlerdi. Son günlerinde sarf ettiği bu utanılacak cümlelere tepki gösterileceğine Fesli Kadir’e itibar göstermişlerdi. Geçtiğimiz günlerde de feslinin adının Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından bir caddeye verilmesi kararlaştırıldı.

Konya Büyükşehir Belediyesi’ni buradan kutluyorum. Ama “yetmez ama evet!..”

Belediye meclisi hemen bir daha toplanmalı. Eline Lozan’dan sonra Yunanlarla işbirliği yaptığı için sürgüne gönderilen 150’liklerin listesini almalı, cadde ve sokakları bu kişilerin isimleri ile donatmalı.

Çerkez Ethem ve kardeşinin adı bir alış veriş merkezine verilebilir mesela. Kendileri satış işini iyi bilir.

Konya Büyükşehir Belediyesi basın birimine de ayrı bir isim düşünülebilir. Kurtuluş Savaşında yedi düvele uğraşırken bizi arkamızdan vuran, daha sonra da Yunanistan’da gazete çıkaran, yazdığı köşe yazısında Türklükten istifa eden kalleş Mustafa Sabri Efendi’nin ismi belediyenin basın birimine kondurulabilir.

Kuva-i Milliye’ye karşı hazırladığı bildirileri Yunan uçaklarından Anadolu köy ve kasabalarına atılan İskilipli Atıf Hoca’nın ismini nereye koyalım, derseniz, ona gerek yok. Çünkü Devlet hastanesine bile adını verdiler.

Peki, şeytanın avukatlığını yaparak bir soru soralım: Sosyal medyada bir vatandaş, 3 Kasım 2002 seçimlerinde keşke iktidara Aleksis Çipras gelseydi, diye yazsa ne olur?

Ben soruyu cevaplayayım: Yunan sevici Fesli’nin adını caddeye verenler onu linç ederler bu ülkede, yaşamasına izin bile vermezler.

7. yılında Cumhurbaşkanı’nın oyu hangi oranda?

7. yılında Cumhurbaşkanı’nın oyu hangi oranda?

Bugün 10 Ağustos… 10 Ağustos tarihinin Türk siyasal tarihinde önemli bir yeri var. Bundan 7 yıl önce bugün, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı halk tarafından seçildi: Recep Tayyip Erdoğan

Erdoğan, 10 Ağustos 2014 seçiminde 21 milyon 143 oy alarak, yüzde 51.79’la cumhurbaşkanı oldu.

2014 sonrası Türkiye çok önemli gelişmeler yaşadı. Kuşkusuz bugüne yön veren olay 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiydi. 15 Temmuz sonrası MHP’nin nicedir ayak dirediği “başkanlık sistemi”ne “evet” demesiyle Türkiye, 200 yıllık “parlamenter sistem” deneyiminden vazgeçti. Adına “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen “Türk tipi başkanlık sistemi” 24 Haziran 2018 seçimleriyle resmen başladı. Erdoğan, bu kez 26 milyon 330 bin 823 oy alarak, yüzde 52.59’la konumunu korudu.

Cumhurbaşkanlığında geçen 7 yılın ardından tablo nasıl?

Metropoll Araştırma’nın “Türkiye’nin Nabzı Temmuz 2021” çalışması bu konuda yol gösterici olabilir. “Bilgisayar destekli telefonda anket” yöntemiyle yapılan araştırmada katılımcılara “Genel olarak düşündüğünüzde Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı görevini yapış tarzını onaylıyor musunuz?” sorusu yöneltilmiş. Buna göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görev onayı yüzde 48.1 düzeyinde (Bu oran Haziran 2021’de yüzde 47.1, Mayıs 2021’de yüzde 45.2’ydi). Onaylamayanların oranı ise yüzde 47 (Bu oran Haziran 2021’de yüzde 48.6, Mayıs 2021’de yüzde 49’du). Artı eksi 1-2 puanlık hata payını da düşünürseniz “fifti fifti” diyebilirsiniz.

Metropoll’un Kurucusu Özer Sencar, son tabloya bakarak, şu yorumu yapmış:

Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimini güvenceye almak için Kürt seçmeninin desteğini alması gerektiğini biliyor. Aynı anda hem Kürt seçmeni hem de milliyetçi seçmeni birlikte hedefliyor. Diyarbakır gezisinin bu hesapla yapıldığı açık. Gezi HDP ve Kürt seçmen üzerinde etkili olmuş görünüyor. Muhalefet partileri neyi yanlış yaptıklarına dikkatle baksınlar.”

Gerçekten de Cumhurbaşkanı’nın görev onayı tablosuna MHP ve HDP seçmeni açısından bakıldığında görünen rakamlar dikkat çekici. MHP’li seçmenin görev onayı yüzde 53.1’den yüzde 76.8’e, HDP’li seçmenin görev onayı yüzde 12.4’ten yüzde 32.9’a çıkarken, onay vermeyenlerin oranı azalmış.

HDP seçmeninin bakışını sadece Diyarbakır gezisine bağlamak ne kadar doğru, tartışılır!

Bana kalırsa tabloda tartışılması gereken MHP ve HDP’den ziyade İYİ Parti ve Saadet’in durumu. Zira İYİ Parti seçmeninin Cumhurbaşkanı’na onayında yüzde 13.1, Saadet Partisi seçmeninin onayında da 36.8’lik bir artış söz konusu. Elbette onaylamayanların oranında da azalma var.

Tabii tablonun en dikkat çekici yanı Erdoğan’ın kendi partisindeki durum. Buna göre Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına onay veren AKP’lilerin oranı yüzde yüzde 7.7 azalırken, onay vermeyenlerin oranı da yüzde 7.9 oranında artmış.

Elbette bu bir seçim anketi değil, ancak veriler son derece ilginç. Hem tartışılmaya hem de izah edilmeye muhtaç.

Salt bir gezi HDP seçmeni üzerinde bu kadar etkili olabilir mi? Sütre gerisinden HDP’ye uzatılan zeytin dalına rağmen MHP desteği bu kadar güçlü devam edebilir mi? Hadi teşkilat problemleri, ekonomideki kriz vs. ile AKP desteğindeki erimeyi açıkladınız, İYİ Parti’nin yüzde 13’lük onay artışına ne diyeceksiniz?

Eğer tablo doğruysa birileri zil takıp oynasın, birileri de şimdiden karaları bağlasın!..

Yok tablo sahanın yansıması değilse Metropoll’u telefonda işleten vatandaş fena geliyor demektir ki ters köşeye hazırlanın!

Sizce hangisi?

Devletin ve dinin temeli adalettir!

Devletin ve dinin temeli adalettir!

Eğer insanlar dininden dahi soğuyacak duruma geldi ve artık bunu yoğun bir şekilde dillendiriyorlar ise burada suç İslam’ın değil, İslami söylemler ile iktidara gelip, “adalet” kavramını sorgulatan, iktidar partisinin vermiş ve sınıfta kalmış olduğu bir sınavdır.

Adalet; dinin, dolayısı ile bir devletin temelidir.

Bu olgunun tekrardan gözden geçirilip, bu noktada sınıfın geçilmesini umut ediyorum.

Çünkü adalet bir gün herkese lâzım olacak ve gelecek nesillere bırakabileceğimiz en büyük servet, adalet ile hükmeden yöneticilerin olduğu bir devlettir.

Ayrıca, Müslüman; düşmanının dahi adaletinden emin olduğu, düşmanına dahi adalet ile hükmeden bir dinin temsilcisidir.

Tabii ki burada topyekûn bu olguyu hükümet partisine yıkmak da başka bir adaletsizlik olur.

Toplumun “adalet” anlayışı değişmediği sürece, yöneticilerin de adalet anlayışı değişmeyecektir!

Bundan dolayı da her kişi ilk olarak, kendi adaletinden sorumludur.

Adaletin olmadığı bir yerde; dinin, ideolojinin, ırkın, dilin ve rengin hiçbir ehemmiyeti yoktur.

Devlet, adaleti olduğu kadar saygındır.

Adaletin hâkim olduğu bir gelecek ümidi ile.

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Hızlandırılmış gündem: Bir haftanın özeti

Hızlandırılmış gündem: Bir haftanın özeti

Nasıl içimiz şişmiş kaç gündür.

Ormanlarımız yanmış, ciğerlerimiz küle dönmüş, börtü böceğimiz, habitatımız ölmüş.

Sonra bi çay faslı gelmiş geçmiş, hararetimiz daha da artmış. Talihli arkadaşların ağzında talihsiz açıklamalar semirmiş, yetmemiş bazı genç irileri televizyonların canlı yayınlarına saldırma cüretini göstermiş, tansiyon yükselmiş, tepkiler yükselmiş, yardım isteyenlere soruşturma başlatılmış, yetmemiş güç gösterisi için Somali’ye 30 milyon dolar hibe edilmiş.

Sonra tam o anda Peyk’in ‘Hareminde Han’ parçası çınladı kulağımda. Diyordu ki,

“Hareminde han hastadır,

Kuşlara bakar gamlanır

Sözü geçmez tebaasına,

Oturur buna hırslanır

Kimseye açamaz derdini,

Yakarır, yakarır, yakarır,

Canımı al

Yüreğine han taş basar

Gayrı seferin vaktidir

Orduyu salar ırağa, asar keser düşmanı

Kimseye acımaz, kimseye, vurur

Öldürür, öldürür

Nam salar

Ve hanların hepsi bulur

Kendine göre bir tebaa

Görüyorsun, duyuyorsun

Susuyorsun…”

Falan filan…

Yukarıda saydıklarımı İzlanda, Norveç gibi ülkeler iki yıllık gündem olarak yaşıyor.

Daha saymadıklarım da var tabi o da başka mesele.

Ama işte burası böyle…

Yangın söndürme uçağının önüne denizin ortasında jet-ski dikilir, söndürme çalışmasına ‘story’ atmak için gelen tipler itfaiyeye çemkirir, vatandaşa IBAN yollayan ‘güçlü devlet’in sanatçıları aralarında para toplayıp yangın söndürme helikopteri kiralar, bir vekil diğer vekile ‘müptezel’ der, başka vekil bir oyuncu ile münakaşaya girişir. Bizde rutin böyle yani.

Valla iyi duruyoruz ayakta ha…

Ama biter mi? Elbette bitmez.

İşte tam bu süreçte kendine köşe yazarı diyen biri çıktı, darbe imasını kastederek mahalle teyzesi edasıyla ‘Benden duymuş olmayın ama bi hazırlık var diyolla, sonra şaşırmayın’ dedi, başka bir lüzumsuz artık cüretini nereden bulduysa iç savaş imasında bulundu, sonra yazdığını sildi. Bundan gaz alan klavye milliyetçileri yine ‘vur de vuralım, öl de ölelim’ sloganlarını yazdı, yola kefenleri ile çıktıklarını belirtmeyi de ihmal etmedi.

İstihbaratları nereden geliyor, kimden duyuyorlar bunları kimse sormuyor ya, o da ilginç bir durum.

Bu arada Milli Eğitim Bakanı da ‘affını istedi’, ‘müsaade senin’ denilerek yerine yardımcısı getirildi. Af sırasında olan başka bakanların da olduğuna dair söylentiler var ama bakacağız artık. Yangınların sorumlusu olarak ‘Gılışdar’ diyemeyenler, ‘Cehapeli belediyeler’ dedi. Neyse ki ‘beyaz et’ açısından içimizi rahatlatan açıklamalar da duyduk…

Bekir Pakdemirli mi? O ‘bakan’ olarak hayatına devam ediyor.

Neyse ki bu yazının yazıldığı vakitlerde orman yangınlarının sönmeye başladığı bilgileri geçiyor.

Söndürme çalışmalarında emek veren herkese sonsuz teşekkürler.

Dilerim ki orman yangınları tümden söner ve yanan alanlar yapılaşmadan uzak bir şekilde, ilerleyen yıllar içinde yeniden yeşilin hüküm sürdüğü alanlar olarak kalırlar…

Ormanların gözyaşları

Ormanların gözyaşları

İçin için ağlarlar, tiz bir sesle… Yanarken ağlar ağaçlar!..

Sonra o tiz ses büyük bir çığlığa, gürültülü bir yasa dönüşür.

Ormanın yasını Yaşar Kemal anlatmıştır, ta 1954’te, “Yanan Ormanlarda Elli Gün” röportajında:

Bir çığrıltı, bir patırtı, bir cazırtı geliyor ki ormandan, olmaya gelsin. Bir cehennem gibi yanıyor ortalık. Arada bir, bazı da üst üste top patlar gibi bir şeyler patlıyor. Yanan ormanın çığlığına, uğultusuna korkunç, sağır edercesine uzun bir dev ıslığı karışıyor. Yalımlar göklere doğru süzülüyor. Göklerde dolanıyorlar. Ateş devi ormanın üstüne yatmış, dünyayı yutarcasına nefes alıyor. Bir deli nefesi.

Sonra Türk şiirinin yayla gönüllü adamı Tahsin Şentürk, dizelere dökmüştür o sesi, “Yanan Ormanın Sesi”nde:

“Kibrit benim ağacımdan,

Kibritin ateş almasını sağlayan oksijen benden,

Üstelik beni yakan insan, bana borçlu havasını suyunu.

Ben bir ormandım,

Nice bitkinin vatanı,

Evi barkıydım binlerce canlının.”

Yaşayan Orhan Veli”dir o, ince ince ne taşlamalar yazmıştır:

“Vaaar, var atalarımızla ortak bir yanımız.

Onların mangal gibi yüreği vardı,

Bizim de mangalımızda yürek var, cız bız.”

Her şeye rağmen insanla yarışır direngenlikte doğa ana. “Direnç” koyar başlığını şiirin bu kez Tahsin Şentürk:

“Yakımdan, yıkımdan başını alamayan orman

Kayaya tututan ağaç

Bize rağmen…

Çölün avucundaki boncuk göl,

Yeşeren ot, açan çiçek, uçan kuş,

Bize rağmen…

Birbirinin takvimini ihlal eden

İpin ucunu kaçıran mevsimler

Bize rağmen…

Erozyon kanserinin pençesindeki toprak

A/4’ten farksız yeşil alan

Tısırdayan çeşme

Azınlığa düşen oksijen

Bize rağmen…

Biz… Bize rağmen…”

Ve yıllar önceden bugün yaşanan tartışmalara işaret eder, “Algı Anlayış” diyerek, “Yazı Kırıntıları”nda…

“Herkesin bakışı farklıdır ağaca, ormana…

Kimi kağıt kalem olarak bakar;

Kimi hava, su, toprak diye…

Mevsimdir, ekosistemdir kimisi için,

Evi barkıdır binlerce canlının.

Kimi içinse meyvedir, yemiştir,

Gölgedir uzun…

Farklıdır bakışı herkesin ağaca, ormana…

Algılaması, yorumlaması başka başka…

Vatandır orman çoğu insan için, candır.

Kimisi rant kapısı, para tomarı diye bakar

Kimi kitap olarak görür ormanı

Kimisi odun;

Kimi de kanun!..”

Çevrecidir Şair Şentürk…

Çevre kimliktir” ona göre, “emanettir.”

“Bana ne” demek, “nemelazım” demek yakışmaz insana.

İnsan unutmamalıdır, seyirci kaldığı her olumsuzluğun ortağı olduğuna:

“Sen peyda ettin,

Gölü yerinde çölü!

Senin elinden,

Yeşil tepenin kel tepeye dönüşü!

Denizi kim çürüttü,

Kim kör etti gökyüzünü?

Senin elinin altından değil mi

Mevsimlerin birbirine düştüğü!

Dengeleri kim altüst etti ha,

Kim bozdu büyüyü?

Duymuyor görmüyorsun,

Küresel ısınmanın soğuk yüzünü!”

 

 

Felaket mi rezalet mi?

Felaket mi rezalet mi?

Artık neredeyse ezberledik ama, “hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” diyerek, bir kez de ben yineleyeyim gelişmeleri:

Konu aslından bundan tam 2 yıl önce gündeme geldi. İzmir’in Karabağlar ilçesinde çıkan ve ancak 3 günde söndürülebilen orman yangınları sırasında “nerede bu THK uçakları?” diye soruldu. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, THK uçaklarının “güvenli” olmadığını iddia ederek, tarihe “Vizontele açıklaması” olarak geçen sözleri sarf ediyordu:

Hani neredeymiş 20 tane uçak, nerede? 6 tane apronda uçak gözüküyor, 3 uçağın içine kuşlar yuva yapmış, motor yok. Vizontele’de açıyorlar ya hani ‘motor yok’ diyorlar, öyle. Böyle bir trajikomik tiyatro ile karşı karşıyayız. Hükümete siyasi bir saldırı var.”

Pakdemirli’nin açıklamasının üzerinden bir ay bile geçmeden THK’nın “vizontele uçaklarıTEKNOFEST diye bilinen İstanbul Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali’nde görücüye çıktı. Atatürk Havalimanı’ndan kalktı, denizden su aldı, pist kenarında belirlenen alana suyu boşalttı.

Bol bol da alkış aldı.

THK yetkilileri “uçaklarımız hazır ama bakanlık yardım istemiyor” derken, Bakan Pakdemirli sadece THK uçaklarına değil, THK’nın verdiği sertifikalara da güvenmediğini açıklıyordu. Ama güvenmediği THK’ya pilot lisansını yeniletmekten imtina etmiyordu.

THK ile Bakan birbirini yiyedursun, gazeteciler meseleyi THK’nın onursal başkanı da olan devletin başına sordu. Rusya dönüşü uçakta konuşan Cumhurbaşkanı, THK’nın arkasında da CHP’nin olduğunu söyledikten sonra noktayı koydu:

Oradaki uçakların motorları, pervaneleri yok. Yani rezillik diz boyu. Şimdi büyük ihtimalle şurada birkaç gün içerisinde orayı da masaya yatıracağız. Yani bu Türk Hava Kurumu ile bir yere varamayız.”

THK’nın içi zaten kaynayan kazandı. Yolsuzluk, usulsüzlük, kumpas iddiaları almış başını gitmişti. Yönetimden istifalar sıra sıra geliyor, suç duyuruları, mahkeme kararları birbirini izliyordu. Sonunda Ankara 9. Sulh Hukuk Mahkemesi “kayyım” kararı aldı.

THK, kamu yararına bir dernekti sonuçta. Herkes kayyımın 45 günlük sürede kurumu genel kurula taşımakla görevlendirildiğini sanıyordu. Ama kazın ayağı öyle değildi. Mahkeme, “kayyım atansın” diye dava açan THK Merkez Denetleme Kurulu’nun “olağanüstü ve seçim gündemli temsil kayyımı” talebi yerine davalı THK Başkanlığının “yönetim kayyımı atanması” talebini kabul etmişti.

Böylece sağda solda “Beni Cumhurbaşkanı buraya yarı kayyım olarak gönderdi” dediği öne sürülen Bertan Nogaylaroğlu gitti. Yerine kayyım heyetinin başına atanan, 2015’teki seçim hükümetinin Gümrük ve Ticaret Bakanı Cenap Aşçı geldi.

İki kış, iki bahar geçti, ikinci yaz geldi çattı. 2021’in yaz/yangın sezonu başladı. Kanada’dan İspanya’ya dünyanın dört bir yanı alev alev yanıyordu. Bizde ise temmuzun sonuna gelinmesine rağmen ciddi bir olay yaşanmamıştı. Orman Bakanı için demeci patlatmanın tam zamanıydı:

Şu anda çakmak yaksalar, yakalıyoruz. Duman çıkınca hemen oradayız. İnanılmaz başarılıyız.”

İnanılmaz başarının keyfini sadece 15 gün sürebilen Pakdemirli, Manavgat yangınına Silifke, Bodrum, Marmaris de eklenince kaçınılmaz soruyla yüz yüze geliyordu:

THK ile problemimiz yok, olmaz da. Elindeki uçakla ilgili problem, uçabilecek kapasitede değil, uçsa da performans verecek kapasitede değil. Biz son teknoloji diyoruz hâlâ antikacı dükkanı gibi 60’lardan kalan uçakları kullanalım deniyor.

Antikacı dükkanı” sahibi Cenap Aşçı ise memleket alev alev yanarken, görevinin başında değil, bir “hanım kızımız“ın düğününde (pardon, nikahında) bulunuyordu. Bu da normaldi. Zira kendisi “THK’nın başkanı değil, kayyımın başkanı”ydı. Kendisine ulaşamayan ana muhalefet liderinden helallik istedikten sonra “antikacı dükkanı”ndaki durumu açıkladı:

Bakımları yapılsa 6 uçak uçabilirdi. Bunun için 4 milyon dolar gerekiyordu. Bakımı yapılmayan uçağın pilotu da yoktu. Kovmuşlardı.

Oysa kayyım başkanı sadece bir yıl önce “4 uçak uçuşa hazır. 300 bin dolar harcarsak 6 uçağa çıkarız” demişti.

Demişti ama o paraları bulmaya da harcamaya da gerek yoktu. Yangın uçağı için açılan kiralama ihalesindeki teknik şartları THK uçakları sağlayamıyordu. Eksik 100 litre mi yoksa bin litre mi, tevatür çeşitli…

Yangın söndürmek için THK yerine Rusya’dan uçak kiralayan, uçak almak yerine Savunma Sanayi Başkanlığından İHA alan Orman Bakanlığı, çakmak çakan piknikçileri gördü, ama çam kozalaklarının hızına yetişemedi. Sözde herkese örnek oldu, dünya Türkiye’yi konuştu!

Oysa…

Atatürk’ten geriye kalan Cumhuriyet’in son köklü kurumlarından THK’ya sahip çıkılsa bugün Avrupa bize değil, biz Avrupa’ya uçak gönderecektik. İşte o zaman örnek olacaktık, işte o zaman konuşacaktı dünya Türkiye’yi!

Eğri oturalım, doğru konuşalım:

Yerli ve milli” THK, 28 Şubat’tan beri hedef tahtasına oturtuldu. Kerameti kendinden menkul tarikatların cemaatların sırtı okşanırken, THK’ya “üvey evlat” muamelesi yapıldı. THK’nın içinde olup bitenler, yolsuzluk; usulsüzlük iddiaları “yozlaşma” artsın diye görmezden gelindi, sümen altı edildi.

İşte felaket rezalete böyle dönüştü!

‘İyi ki Yapmışsın’ Metin Akpınar!

‘İyi ki Yapmışsın’ Metin Akpınar!

Birkaç gün önce elimde TV kumandası ile gezerken, Metin Akpınar’ın hayatını anlatan “İyi ki Yapmışım” belgeselini gördüm. Seyrederken de birden notlar aldığımı fark ettim.

Türkiye’nin yaşadığı değişimi bu entelektüel sanatçıdan dinledim. Yıllar içerisinde onunla birlikte aynı sahneyi paylaşmış arkadaşları, dostları ile yapılan kısa söyleşilerde de onların gözünden Metin Akpınar’ı dinledim. Ama bunlarla ilgili bir şey yazmak aklıma gelmedi. Ta ki Hürriyet gazetesinde, her devrin adamı Ertuğrul Özkök, birkaç gün önce bu belgeseli köşesine taşıyana kadar.

Özkök, yazıyı uzatmadan, Metin Akpınar’ın elinde tost, adliye koridorunda beklediğini, bu dev sanatçının Twitter’da 3 gün TT olunca kendisini sahipsiz hissetmediği cümlelerini köşesine taşımıştı. Bunu görünce beynimde şimşekler çaktı. 80 yaşındaki koca çınara, bir sanatçıya bunun neden yaşatıldığından tek kelime bile bahsetmemişti anlı şanlı yazarımız.

Özkök, asıl belgeselin içerisindeki bir detayı da görmezden geliyordu. 40 sene gazetecilik yapan, köşe yazan ve uzun yıllar eskinin amiral gemisi Hürriyet gazetesini yöneten bu kişi, muhabir refleksi ile bunu gözden kaçıramazdı. O da Türkiye’nin geldiği durumdu.
Ama yandaş bir gazetenin köşesinde dümen suyuna gidince demek ki bunları görmüyorsunuz!

Türkiye’nin bugünkü durumunu o belgeselde Metin Akpınar değil, oyuncu arkadaşı Cihat Tamer özetliyordu.

Röportajı yapan kişi bir soru soruyor:

– Devekuşu Kabare bugün oynanabilir mi?

Cihat Tamer:

– Ne diyorsun sen ya!.. (Gülüyor) 12 Eylül darbesinden sonra oynadık “Yasaklar” oyununu, şimdi oynayamazsın.

İşte Türkiye’nin geldiği nokta budur. Bu detayı Ertuğrul Özkök görmüyor mu, fark etmiyor mu? Bal gibi de biliyor. Ama yazamıyor. Neden? Yarın öbür gün koyarlar kapıya, içtiği şarapları, dinlediği aryaları okuyamayız köşesinde.

Peki bugün iktidarı eleştiren, adeta yerden yere vuran bir tiyatro oyunu bu dönemin en popüler oyuncuları tarafından oynanırsa ne olur?

En başta tiyatro kapanır, arkasından ima yoluyla hakaretten dava açılır. ,

Belediye gelir, tiyatronun bir sürü mevzuata aykırı açığını bularak ceza üzerine ceza keser.

Maliye boş durur mu? Gelir, defterleri alarak binlerce liralık vergi borcu çıkarır.

Bu oyunu oynayan sanatçılar özel televizyonlarda iş bulamaz. Osman Öcalan’ın çıktığı TRT’nin önünden bile geçemezler (Özür dilerim TRT Kürdi).

Özel sektörde sakıncalı herifin biri olarak damgalanırlar.

Yandaş köşe yazarları tarafından sanatçı bozuntusu, bölücü örgüt üyesi, subliminal mesaj veren FETÖ’cü, kökü dışarda vatan hainleri denilerek lince uğrarlar.

Bunlar sadece aklıma gelenler…

Ne kadar acıdır ki tüm bunlar, 2002’de, “yasaklarla mücadele edeceğiz, Avrupa trenine bineceğiz” diyenlerin iktidarında olur!