Bursa’da ‘FETÖ Borsası’ hikayesini bir de benden dinleyin!

Bursa’da ‘FETÖ Borsası’ hikayesini bir de benden dinleyin!

FETÖ borsasının en hızlı olduğu il Bursa’dır!..

Bunu nereden anlarsınız, biliyor musunuz? Küçücük illerde küçücük şirketlere el konarak, kayyum atanırken, bana Bursa’da 3 şirket saysanıza!..

Fomara‘da yıkılan o emniyet binasının dili olsaydı da konuşsaydı. Çok saygın, namuslu geçinenler; iddia ediyorum insan içine çıkamazdı.

İşte yıllarca önce Sayın Selami Yıldız, Bursa’da İl Emniyet Müdürlüğü görevindeyken, her sabah olduğu gibi o binaya girdim. İnsanlarda bir telaş ve tedirginlik hakimdi. Tabii bir polis muhabiri, yıllarca o emniyet binasına girip çıkan biri olarak, durumu anladım ve soruşturmaya başladım. Sordukça o günün sıradan bir gün olmadığı belli oldu. Çünkü şube müdürleri sürülmüş, istihbaratta çalışan rütbeliler dahil 14 polis ya emekli edilmiş ya da il dışına tayinleri çıkarılmıştı.

Böyle özel bir durumu 1999 yılında Aydın Genç Bursa İl Emniyet Müdürü olduğunda görmüştüm. Bir gece “Aydınlık Operasyonu” başlatmış, 176 polisin görev yerini değiştirmişti. O olayı günü gelince anlatırım.

Sordum soruşturdum, ama hayrete düşmedim. Çünkü bu depremin sinyallerini 15 Temmuz‘dan çok kısa süre sonra Sabah ve Sözcü gazetelerinin manşetinde yayınlanan “Bursa’da FETÖ soruşturmalarında neler oluyor!” haberleri vermişti. Haberlerde birçok iş adamının gözaltına alınması, çoğunun tutuklanması ve sonra da sudan sebeplerle nasıl tahliye edildikleri soruluyordu. İmalı olarak da dönen milyon dolarlardan bahsediliyordu. Ayrıca Ankara’nın bu aklanma operasyonundan rahatsız olduğu, birbirine adeta can düşmanı iki ayrı gazetede aynı manşetle çıkmasından anlaşılıyordu.

Anlatacağım skandalın fitilini Bursa İl Emniyet Müdürlüğü’nde görevli bir polis müdürü ateşlemişti. Bu polis şefi FETÖ’cü iş adamlarının nasıl olup da ardı ardına tahliye olduğunu merak ediyordu.

İki ayrı gazetede çıkan haberlerin ardından önemli bir görevde bulunan bu polis müdürü başlıyor dosyaları didik didik taramaya. Ve gözüne “önemsiz” bir yazı takılıyor. Bu yazıda FETÖ’cü iş adamlarının soruşturmasını yürüten Bursa Cumhuriyet Savcısı İ.K, İl Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesine cezaevinde olan iş adamlarının durumunu soruyor. Savcılığın böyle bir yazı yazması alışılmadık bir durum olmaktan çok, yasa dışı. Çünkü istihbarat bilgileri delil olarak sayılamaz ve kanaat oluşturamaz.

Savcılık yazıda özetle şunu soruyor: “Tutuklu iş adamlarının 17-25 Aralık sonrası FETÖ ile iltisakları var mı?”

Bursa İl Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi, bu yazıya istinaden adı geçen iş adamlarının 17-25 Aralık sonrası FETÖ ile bağlantısı olmadığını söylüyor. Ama tüm Bursa kamuoyu bu isimlerin o tarihten sonra FETÖ tarafında saf tutmayı bırakın, safları nasıl sıklaştırmaya çalıştığını unutmadı.

Bu yazıyı okuyan polis müdürü evrağı alarak koşa koşa İl Emniyet Müdürü Selami Yıldız’ a gidiyor. Yazıyı okuyan Yıldız, hemen işlem başlatarak evrakta ismi olan polis müdürlerini makamına çağırıyor. Ve yazdıkları yazıyı hemen getirmelerini istiyor. Trajikomik olay tam da burada başlıyor. Çünkü İstihbarat Şubesi, her görüş ve raporun üzerine “Adli delil olarak kullanılamaz” damgası vurur. Yani yazdığı her rapor ve görüş, kayıt dışıdır.

İstihbarat Şubesi, savcı İ.K’ya yazdığı raporda “Adli delil olarak kullanılamaz” damgasını vurmadığı halde Yıldız’a gelen evrakta bu ibare yer alıyor. Bütün bu olaylara kızan ve hemen soruşturma başlatan Yıldız Adana’ya, yazdıkları raporla iş adamlarının tahliyesini sağlayan polisler Anadolu’nun değişik illerine gönderiliyor.

Birkaç ay sonra ne mi oluyor?

Sürülen polis müdürleri gittikleri illerde fazla durmayarak İzmir, Muğla gibi şehirlerde önemli görevlere getiriliyor. Bu polisler ödüllendirilirken, sicilleri tertemiz olan birçok devreleri, sıraları geldiği halde rütbelerini alamıyorlar. Ama bir yazı ile FETÖ’cüleri tahliye ettiren polis müdürleri göstermelik soruşturmalarda aklanarak, mesleğin basamaklarını çıkmaya devam ediyor.

Savcıya gelirsek… Bursa’ya Kocaeli Başiskele’den sürgün gelen bu kişi, yanlışlıkla Bursaspor’un efsane başkanı İbrahim Yazıcı‘yı asıl gözaltına aldıran kişi. Sicilinde böyle bir hata bulunan savcı böyle önemli soruşturmalara nasıl verildi? Bu skandaldan sonra Kütahya’ya yollanarak kızağa çekildi. Ama Kütahya’da bir ay bile durmayarak Bursa İdare Mahkemesine hakim olarak atandı ve buradan sessiz sakin emekli edildi.

Yani bir el “Aferin, iyi yaptın, al sana ödülün” dedi.

Şimdilik bu kadar, bir başka yazıda da şu meşhur Tosuncuk’un FETÖ hikayelerini anlatırım.

Fazıl Say ‘bis’ rekorunu nerede kırdı?

Fazıl Say ‘bis’ rekorunu nerede kırdı?

Şarkıcılığı küçümsediğimden değil, ama sanatçıyla şarkıcı arasındaki ayrımın iyice silikleştiği, tüketim kültürünün tüm acımasızlığıyla egemen olduğu bir dönemdeyiz. Farkı ortaya koyabilmek için temel ölçüt “üretmek” bana göre.

Müziği severim, her türünü. Ama aslolan klasik müziktir, Türk müziğinde de batı müziğinde de.

Fazıl Say’ı severim. “Dünya sanatçısı” kavramının içi nasıl doldurulur bilmem ama, Say tam bir sanatçı bence. Bırakın Mozart ve Bach yorumunu, bırakın Sıvas ve Nazım bestelerini, bırakın doğaçlamalarını… Yılın çoğu günü konserler nedeniyle zaten yerinden yurdundan uzakta olan, yetmezmiş gibi seçilmiş yöneticilerin eleştirilerine “güle güle” yanıtı verdiği Say, uçakta geçirdiği saatleri bile üreterek geçiriyor. “Uçak Notları*” bu üretim sürecinin sonucu.

Müzikal yaratıcılığını tüm dünyanın alkışladığı Fazıl Say’ın, kültürel yaratıcılığa saçtığı ışık adeta bu yazılar. Başlıca konu müzik elbette, müziğin çevrelediği anlar, anılar, insanlar, kentler, yollar, yolculuklar…

“Uçak Notları”ndan benim aldığım notlara gelince…

Say’ın “Yetenek Üzerine Nietzsche’den bir alıntıyla başladığı düşünmeleri en çok etkileyen bölümlerden biri oldu beni:

Yetenek ‘veren’ değil, “verilen”dir, “sunulan”dır. En büyük şarkıcı, en güzel sesleri çıkaran değildir. En güzel seslerin içine çekilen kişidir” diyor Say.

Tartışmaya değer, değil mi?

İzlediğim hiçbir konserde hiçbir sanatçının ruh halini düşünmedim ben. Oysa hangi konser olursa olsun, diken üstünde biri varsa, o da konseri verecek olan kişiden başkası değil.

Kendinizi biraz benim yerime koyun” demiş Fazıl Say: “Sahnedesiniz. Solunuzda ünlü bir orkestranın 100 değerli müzikçisi, sağınızda 3.500 müzik tutkunu… Kabına sığamayan bu ortamın, bu gizil gücün hakkını vermek isteyen birisi olarak nasıl davranırsınız?”

Yaşamı müzikle öğrenen bir usta sanatçının hem dünya hem de Türkiye kentlerine ilişkin gözlemleri de yer alıyor kitapta. En çok Bursa’yla ilgili söyleyeceklerini merak ediyordum ve okuduklarım beni fazlasıyla memnun etti.

Bursa’nın klasik müzikte kurumlar açısından ileri bir kent olduğu değerlendirmesini yapıyor Say ve bu potansiyelin kenti etkilemek açısından eksiği olmadığını yazıyor. Hatta Say’a göre kentin asıl fazlası coşkusu:

“… Tayyare Kültür Merkezi’nde sunduğum resital programından sonra dinleyici sürekli alkışlarla beni sahneye çağırdı. İkide bir sahneye dönmek durumunda kaldım ve ‘teşekkür’ için her seferinde yeni bir parça seslendirdim. Tam altı yeni parça… ‘Bis’ rekorum Bursa’dadır…”

Sahi en son ne zaman dinledik Fazıl Say’ı Bursa’da, anımsayanınız var mı!

___

*Uçak Notları, Fazıl Say, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Aralık 2002, Ankara.

Genç Cumhuriyet’in kaymakamını beklerken…

Genç Cumhuriyet’in kaymakamını beklerken…

Bu satırları balkonumda kaleme alıyorum. Burası Yunuseli Havaalanı‘nın tam dibinde. Her gün bu manzaraya bakarak kahvemi yudumluyor, 20 yılda beton grisine bürünen bu kentte gerçekten şanslı olduğumu hissediyorum.

Dünyanın gelişmiş, gelişmekte olan ya da gelişmemiş bir ülkesinde bile olsanız bu kadar dev bir araziyi bütün belediye başkanları park yapmak için elinden geleni yapar.

Herkes Bursa’nın göbeğinde kalan Reşat Oyal Parkı (Kültürpark) gibi bir eseri ortaya koyayım, torunlarım gururla önünden geçsin, kalıcı eserler bırakayım, diye uğraşır. Ama bugünün yöneticileri çok farklı… Yeşili griye dönüştüreyim, arkamdan beddua etsinler diye adeta yarışa girmiş durumdalar. Mesela Doğanbey TOKİ projesini hayata geçirenler bugün o koltukta yok, ama eminim her gün kulakları çınlıyordur.

Balkonumdan bu devasa arazi ve çam ağaçlarına bakarken, aklıma Fakir Baykurt’un muhteşem eseri geldi. Bu eser “Yılanların Öcü“dür. Anadolu’nun ücra bir köyünde geçen romanda, muhtar Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamalarında, yani 1933’te merkezin emrini uygulamak üzere heykel dikmek için para bulmalıdır. Bunun en kolay yolu da köyün malı olan kupon arazilerden birini elden çıkarmaktır. Muhtar tabii ki avantasını alarak Deli Haceli‘ye köy merkezinden arsa satıp işi oluruna bağlamak istemektedir. Çünkü hükümet emir vermiştir. Bu emir uygulanacak ve köye yakışır bir anıt meydana dikilecektir. Daha sonra roman, burunlarının dibine ev yaptırmamak için direnen Kara Bayram ve anası Irazca‘nın kurnaz Muhtar ve Deli Haceli’ye karşı verdikleri mücadele ile devam eder.

Kara Bayram ve annesi Irazca’nın verdiği savaş bugün Bursa’daki sivil toplum örgütlerinin verdiği direnişe benziyor. Yunuseli’yi griye çevirmemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama kurnaz muhtar oyun içinde oyun çeviriyor. Onun dolduruşuna gelen Deli Haceli tüm kuvvet ve zorbalığı ile köy meydanına o evi dikmek için elinden geleni yapıyor.

Romanın sonunda Irazca, köye gelen Kaymakam’ın önüne çıkar ve muhtarla Deli Haceli’yi şikayet eder. Köye gelen bu genç Cumhuriyet’in memuru, muhtarı epey bir fırçalayarak ev inşaatını durdurur.

Biz de Yunuseli konusunda bir şeyler yapmalıyız, ama gözümüzü yollara dikip genç Cumhuriyet’in bugünlerde gelmeyeceğini bildiğimiz kaymakamını beklemektense sesimizi duyurarak, bu projeye karşı çıkmalıyız.

Kusura bakmayın!

Kusura bakmayın!

Yusuf Karayiğit… 39 yaşındaydı… Osmaniye’de yaşıyordu… Piyanistti…

Ağahan Yerdelen… 41 yaşındaydı… Adanalı’ydı… Üflemeli çalgılarda üstüne yoktu…

Duran Ay… İstanbul’da yaşıyordu… Bağlama ustasıydı… Günlük kazancı 150 lirayı geçmiyordu… Yine de yaşam enerjisiyle doluydu…

Erdem Topuz… İzmir’de yaşıyordu… Evliydi, iki çocuk babasıydı…

Mehmet Mert El… O da İzmirli’ydi… Gencecikti… Müzik aletlerini parmaklarıyla konuştururdu… Dayanışmacıydı, paylaşımcıydı, özveriliydi, fedakardı…

Karayiğit, Yerdelen, Ay, Topuz, El…

Onlar salgına değil ama geçim sıkıntısına yenilen binlerce, on binlerce müzisyenden sadece birkaçı…

O sıkıntının yendiği müzisyen sayısını kimileri 100, kimileri 130 olarak telaffuz ediyor. Tevatür çok ama sayının ne önemi var?

Ölüm olduktan sonra bir de bir; bin de bir değil mi?

Belki 100’ü, belki 130’u öldü ama kalanları da “Kusura bakmasınlar” sözleriyle ölmekten beter hale geldi.

Kararın salgınla ilgili olmadığı gün gibi açık. O nedenle şu meşhur “yaşam tarzı” tartışmasının başlaması sürpriz değil!

Zira gece 12’den sonra müzik yok demek, konser yok demek; eğlence yok demek; bar pavyon yok demek; disko yok demek; turiste “Türk gecesi” yok demek…

Hepsini geçelim…

Gece 12’den sonra müzik yok demek, sayılarının 50 bini bulduğu söylenen müzisyenlere “yaşam yok” demek…

Artık “yaşam tarzı”nı geçtik, kusura bakmayın “yaşam hakkı”na geldik!

 

Kapandık, açıldık, saçılıyoruz!

Kapandık, açıldık, saçılıyoruz!

En uzun günün sonunda beklenen müjde geldi!

Mayısta kapandık, haziranda açıldık, temmuzda saçılıyoruz…

Saçılmaya çoktan hazırdık. Öyle ki sözde en güvenilir haber kanalları bile Kabine’nin gündemine maskesiz günleri koyuvermişti!

Oysa Cumhurbaşkanı’nın saçılma müjdesini vermesinden birkaç saat önce Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz, son derece ciddi bir uyarıda bulunuyordu:

Salgın bitmedi. Etkili aşılarla yeterli aşılama olmadan bitmeyecek. Binlerce ölümle sonuçlanan yeni pikler olabilir. Hele ki ülkemizde de büyük ihtimalle yayılmakta olan delta varyantının bulaşıcılığını düşününce…”

Bilim Kurulu’nu, kullanacağım deyimi mazur görün, sallamayan Kabine’nin Türkiye’yi kafasına göre kapatıp, kafasına göre açmasından bıktık artık!..

***

Hem, biz bu filmi geçen yıl da görmemiş miydik?

Korona virüs tablolarını bilim adamları mutlaka daha doğru okuyacaktır. Onlardan özür dileyerek, sadece küçük bir kıyaslama yapacağım:

21 Haziran 2020, yani bir yıl önce vaka sayısı bin 192 iken, vefat sayısı 23.

Bir yıl sonra, 21 Haziran 2021’de vaka sayısı 5 bin 294, vefat sayısı 51.

Test sayısı arttıkça vaka sayısının arttığını, bir yıl içinde de Türkiye’nin test olanaklarını geliştirdiğini biliyorum.

Biliyorum ama en kritik veri olan vefat sayısındaki büyük fark ortadayken, bu neyin açılıp saçılması Allah aşkına?

***

Gelelim aşı meselesine…

Son günlerde aşılama hızı iyice arttı. Gelinen noktayı da Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, gururlanarak açıkladı:

14-20 Haziran arasında Türkiye, Çin ve Almanya’yı geride bırakarak, aşılama hızında en yüksek performansı gösteren ülke oldu. Her gün, aşı programındaki her 100 kişiden ortalama 1.45’inin aşısı yapıldı.”

100 kişide 1.45 başarı mıdır bilmem!

Ama aşıda da sokağa çıkma yasağı öncesi kuyruklarını oluşturmayı başardığımız çok açık. Bu da beraberinde bir başka sorunu getiriyor. Türkiye’nin o çok sevdiği eşitsizliği…

Prof. Dr. Kayıhan Pala da geçtiğimiz günlerde iller arasındaki bu dengesizliğe dikkat çekiyordu.

Oysa bırakın eşitsizliği bizim salgını “yerli ve milli aşı“mızla atlatmamız gerekirdi. Bu Türkiye’nin altından kalkamayacağı bir iş değildi. Tabii geçmişi yok saymasak, yok saymakla yetinmeyip yok etmesek!..

Hayır hayır, Cumhuriyet’in Hıfzısıhhasından söz etmiyorum.

Türkiye Kurtuluş Savaşı’nın o çok güç koşullarında bile bütün ordusunu kolera salgınından koruyabilen bir ülkeydi.

Bakın İsmet İnönü, hatıralarında nasıl değiniyor bu konuya:

“… Büyük Taarruzdan önce, karşımızdaki düşman ordusunda salgın vardı. Biz ilerlemeye başlamadan evvel, o günkü pek mahdut (sınırlı) vasıtalarımız içinde bile, bütün orduyu koleraya karşı aşılamak imkânı bulmuş ve İzmir’e kadar hiçbir bulaşmadan müteessir olmayarak şüpheli bölgeleri geçmiştik.”*

Ya, nereden nereye!..

___

*İsmet İnönü, Hatıralar, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1. Kitap, s. 65.

 

Baş köşeden suç köşesine!

Baş köşeden suç köşesine!

Geçtiğimiz günlerde Tirilye‘de bir açılışa davetliydik. Hava kapalı olmasına rağmen sıcak bir ortamda geçen açılış benim için çok anlamlıydı. Çünkü 2004 yılında, Sabah gazetesi ve ATV‘de çalışırken (O zaman sahibi Turgay Ciner‘di), bu anıtsal yapının belgesel tadında haberini yapmıştık. Bu yapı “Taş Mektep“ti. Daha o zaman restore çalışmalarına Uludağ Üniversitesi başlamış, ama bitirememişti.

Rivayete göre, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı öncesi Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios, bu okuldan mezundu. Aradan yıllar geçmiş, “Taş Mektep” kaderine terk edilmişti.

Konuya Mudanya’nın CHP’li Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz, el attı. Taş Mektep’in ilk etap restorasyonu bitirildi ve açılışı yapıldı.

2004 yılında içine girerek, adım atmaya çekindiğimiz bu binanın kültür, sanat ve turizme kazandırılmasında Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz’ın çok emeği var. Türkyılmaz, bir mübadele evladıdır. Girit kökleriyle de gurur duyar.

Yıllar önce Çağdaş Gazeteciler Derneği‘nde misafirimiz oldu. Hayri Başkan’la sohbet ilerledikçe ben şöyle bir öneri attım ortaya:

“Sayın Başkan, Mudanya, bir göç tarihine sahiptir. Sizi Girit’ten tahliye eden gemi olan ‘Gülcemal’in neden bir replikasını betondan da olsa yaptırmıyorsunuz. İçine de bir Girit göç müzesi fena olmaz mı?”

Bir anda heyecanlandı ve şöyle dedi:

Ben bir mübadil çocuğuyum, bu benim nasıl aklıma gelmez!..”

Başkan Türkyılmaz’ın bu konuda çok fazla girişim ve araştırmaları olduğunu biliyorum, ama sonuçlandıramadı. Çünkü çok büyük bir maliyet getiriyor.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere…

Taş Mektep’in açılışında baş köşeye oturtmuştu Hayri Türkyılmaz. Konuşmasının başında teşekkür ettiği isimler arasındaydı.

Bu kişi Bursa Ortodoks Topluluğunun Metropoliti İllias Billis‘ti. Merak ettim. Bursa’da kaç Rum Ortodoks yaşıyor? 10 kişi var mı? İstanbul’da yaşayan, Patrikhane’ye kayıtlı Rum Ortodoks sayısı bin 500’ü geçmez.

Ve geçtiğimiz günlerde Yunanistan’ın 1974 sonrasında iyice artan zulmünü hatırlatan bir karar çıktı. İskeçe Seçilmiş Müftüsü Ahmet Mete, yaptığı bir konuşmadan dolayı 3 yıl ertelemeli 15 ay hapis cezası aldı.

Şimdi diyeceksiniz ki Metropolit Türk vatandaşı! İyi de İskeçe Müftüsü de Yunan vatandaşı değil mi?

Akıllarınıza şu soru gelebilir. Bu açılış 20 gün önceydi. Şimdi temcit pilavı gibi sen niye ısıtıp önümüze koyuyorsun? Neden mi? Müftü birkaç gün önce ceza aldı da ondan. Neden bugün hırsla yazdım bu yazıyı? Çünkü bu satırları o gün yazsam “Öküz altında buzağı arıyorsun!” diyecektiniz. Ama müftümüze ceza çıkınca bu yazıyı yazmak şart oldu.

Batı Trakya’daki Türkler bugün değil, her dönem ve özellikle 1974’ten sonra artan bir şekilde zulme ve baskılara uğruyor. Bugün bile Gümülcine’de, İskeçe’de bulunan Türk vakıflarına ait dükkan ve mallar, atanmış kukla azınlık mensupları tarafından yönetiliyor.

Bu konuyu en iyi bilen isimlerin başında eski Başbakan Yardımcısı, AK Parti Bursa Milletvekili Hakan Çavuşoğlu gelir. Lütfen Başkan Türkyılmaz, Sayın Çavuşoğlu ilçenize gelirse kapalı kapılar ardında sorun, size neler anlatacaktır. Çünkü Bursa’da serbest avukatlık ve Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Başkanlığı yaparken haber konularında yardım istediğim isimlerdendi. Sayın Çavuşoğlu, yazılmaması şartıyla da bazı konuları anlatırdı. O yüzden burada aktaramam ve o yüzden kapalı kapılar ardında sorun, diye tavsiye ediyorum.

Bizim azınlığımız hala 80’lerin ortasında tırmanan Yunan baskısını yaşarken, Metropolit baş köşede oturtuluyorsa biz Batı Trakya davasında bir arpa boyu yol alamamışız demektir. Yunanistan’da seçilmiş müftümüz baş köşede oturtulmayı bırakın, resmi bir tane açılışa çağrılmamıştır bile.

Bu arada, diyeceksiniz ki Metropolit 1924’de giden Rumları temsil ediyor. Hayır, edemez, çünkü Yunanca’da “nea”, yeni demektir. Selanik yakınlarında “Nea Moudania” isimli bir ilçe var. Bu ilçenin sakinleri Mudanya’dan Yunanistan’a göç eden mübadillerdir. Mudanya Belediyesi o ilçenin belediye başkanı ve insanlarını çağırsaydı gıkım çıkmazdı. Ama davet ettiği bizim müftümüzün mevkidaşı Metropolit olunca orada dur deme ihtiyacında bulundum.

Şimdi diyeceksiniz ki nalına vurdun, mıhı nerede? Tirilye’de yapılan Taş Mektep açılışından 20 gün önce de Bursa Valisi Yakup Canpolat kabul ediyor Metropolit’i ve beraber fotoğraf çektiriyor. Ve bu ziyaret basına haber oluyor.

İnanın bana Yunanistan’da seçilmiş müftüler bırakın fotoğraf çektirmeyi, devletin üst düzey bürokratlarından randevu bile alamaz. Sayın Vali bu randevuyu verirken acaba hiç mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesini düşünmedi mi? Düşünmediyse bari Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar‘a sorsaydı! Yunanistan’ın, kendisini doğduğu topraklara almayarak, Türkiye Cumhuriyeti Belediye Başkanını saatlerce İpsala Sınır Kapısında nasıl saatlerce beklettiğini anlatırdı. Ya da Osmangazi Belediyesi organizasyonu ile bir tren dolusu Türkiye Cumhuriyeti bakanı, milletvekili ve gazetecilerin 10 Kasım’da Atatürk’ün evine yapacağı ziyareti nasıl engellemeye çalıştığını. Bu etkinlik için Yunan gazetelerinin “İşgal treni” başlığını attığını söylerdi belki. O trenin içerisinde bulunan tanıklardan biri de Batı Trakya doğumlu gazeteci Enver Akasoy‘dur. Belki bir gün detaylıca kaleme alır, bize bu olayı hatırlatır!

Ayasofya’da kılıçla minbere çıkan Diyanet İşleri Başkanı, o minberin ve elindekinin hakkını versin!..

1924’te Türklerin terk ettiği bölgelere; Kılkış’a, Drama’ya, Serez’e, bırakın Selanik’e bağımsız ve azınlıktan müftüler atanması gerektiğini söylesin de göreyim.

İddia ediyorum bugün Selanik’teki Müslüman nüfusu İstanbul’daki Rum nüfusunun belki 10 katıdır. Ama siz bunları görmezden gelerek Batı Trakya’yı sadece “Çukur Kahve” olarak görürseniz soydaşlarınızın hala boynu bükük kalacaktır.

***

Yıllar önce Yabancılar Şube polise bağlıydı. Şube müdürünü aradım ve Türkiye’de yaşayan yabancı uyruklu bir kişinin var olan problemini nasıl çözüleceğini sordum. Bana şöyle dedi:

Gel buraya konuya bakalım. Çünkü burası hastane gibi. Herkesin ayrı teşhisi var!..”

Yani bu ne demek, her yabancıya uygulanan işlem ayrı, çünkü…

Bizim dış ilişkilerde mütekabiliyet ilkesinin uygulanması var.

Senin soydaşın orada zulüm görüyorsa o Metropoliti bırak baş köşede oturtmayı o resmi davete çağıramazsın bile.

Şimdi diyeceksiniz ki bundan ne çıkar!.. Yıllar önce Gümülcine’den Almanya’ya göç eden teyzemin oğluna şöyle sordum:

“Abi Yunanistan’ı eleştiriyorsun ama o pasaport ile Almanya’ya gittin…”

Öyle bir cevap verdi ki:

“Sen azınlık yaşamanın ne olduğunu bilmezsin. 4 kiremit değiştirmek için karakoldan izin alırsın!”

Bizim azınlığımız, Yunanistan’ın bir parça Avrupa Birliği baskısından çekinerek, belki bugün 4 kiremit için izin almıyor, ama baş köşeye de oturtulmuyor!

‘Bizim Çocuklar’ tatile gidiyor!

‘Bizim Çocuklar’ tatile gidiyor!

Harç bitti, yapı paydos.

Büyük büyük laflarla, hamaset dolu marşlarla ve kallavi primlerle uğurladığımız ‘Bizim Çocuklar’, gerisin geriye evine döndü.

Açıkçası bir futbolsever olarak bu sonucun beni hiç üzmediğini söylemem gerekir.

Zira, turnuvadaki 24 takım içerisinde ne oynadığını bilmeyen ve futbolları ile keyif vermeyen ‘Bizim Çocuklar’ mevcut halleri ile o atmosfere de yakışmıyordu.

Neyse, şimdi bir tatil yaparlar; sonra da yeni turnuva primleri için eleme maçlarında harikalar yaratırlar.

Biz bu filmi EURO 2016’da da izlemiştik, yabancısı değiliz.

Bizim gibi ‘üçüncü dünya ülkesi’ olmaktan keyif duyan ve vasata alışan bir ülke için bu sonuç bile tatmin edicidir, etmese de bir ay sonra unutulur gider.

Açık konuşalım;

TRT’si ile, futbolcusu ile, kadrosu ile, futbolu ile, teknik adamı ile koca bir ülkeyi ancak bu kadar futboldan soğutabilirdiniz. Milli takım gibi ortak bir değer ancak bu kadar siyasallaşabilir, ucuz politikalara kurban edilebilirdi.

Hamdolsun, gerçek oldu.

A Milli Futbol Takımı’nı ‘Bizim Çocuklar’ diye pazarlamaya çalışmanın, bir futbol organizasyonunu savaş atmosferine sokmanın başarı getirmeyeceği belliydi; öyle de oldu.

Ayrıca, liyakatin öldüğünü de Milli Takım kadrosunda bir kez daha gördük. Örneğin, Milli Takım Teknik Direktörü, kadroyu hangi kriterler eşliğinde kurdu? Madem seçim onundu, neden Galler maçı sonrası ilk olarak futbolcuları ateşe attı?

Kamuoyunun sıkça adını zikrettiği ve Süper Lig’de geçen sezonu başarılı bir şekilde geçiren isimler neden kadroya dahil edilmedi? Bunu sadece kadro tercihi olarak yorumlamak ne kadar doğru?

Madem tüm tercihler doğruydu, biz neden turnuvayı kötü futbolla, bir gol atıp sekiz gol yiyerek grup sonuncusu olarak tamamladık?

Madem bu kadar kötü bir tablo çıktı ortaya, prim konusu ne olacak?

Milli kadronun neredeyse yarısı reklam filmlerinde boy gösteriyor. Turnuva hazırlığı böyle mi yapıldı?

Daha çok soru gelir insanın aklına… Sorulur da, cevap alınabilir mi bilemedim.

Ancak anlamadığımız nokta şu:

Biz bu tür turnuvalara ne fiziksel olarak, ne de psikolojik olarak hazırlanabiliyoruz. Turnuvaya katılım bizim için öncelikli hedef oluyor, onu başarınca da ipleri gevşetiyoruz. Bu durum başarısızlığı getiriyor, gelen her başarısızlık sonrasında da yetkili olduğunu zanneden şahıslar, birbirinden abuk yasaklarla durumu kontrol altına alacağını zannediyor.

Maç içinde bir anda sinirlerimiz geriliyor, kavga edecek yer arıyoruz. Bazen oyunun kurallarını baştan koyuyor, ne alakaysa rakibimizin milli marşlarını ıslıklıyoruz.

İtalya maçında Merih’in kendi kalesine attığı gol sonrası spikerin ‘Üzülme Merih, sen bu vatan için neler yapmadın ki’ vecizesi, durumumuzu yeterince anlatıyor bence.

Siyasetten sanata, bilimden genel kültüre her alanda yokları oynuyoruz. İşin kötüsü, marifetimizle oturmak yerine daha çok konuşuyoruz. Memlekette herkes uzman, herkes bilirkişi oldu. YouTube gurmelerden ve yorumculardan, Twitter siyasi analizcilerden, Instagram fotoğrafçılardan geçilmiyor.

Veyis Ateş’in ‘gazeteciyim’ diye ortalıkta dolandığı bir ülkeden bahsediyorum. Durumun vahametini varın siz hesap edin…

Hal böyleyken;

Bence ‘Bizim Çocuklar’ın turnuva sonunda heykeli dikilsin. Heykeli de memleketin dört bir yanında muhteşem eserlere imza atan isimler ortaklaşa yapsın.

Bu finali hepimiz hak ediyoruz çünkü.

 

 

Voyvodalar çoğalmış kazık atan atana!

Voyvodalar çoğalmış kazık atan atana!

Mesleğe “müvezzilik”le başlayan, çok sayıda gazetede muhabirlik, yöneticilik ve yazarlık yapan Necmi Onur’un “Unuttuğumuz Doğu” adlı kitabında yer verdiği bir anekdot hiç aklımdan çıkmaz.

Meslek yaşamının bir bölümünde serbest röportajlar yapan Onur, sık sık Doğu’nun, Güneydoğu’nun, çaresizliğin ve yoksulluğun fotoğrafını yansıtır gazete sayfalarına. Ancak patronunun hoşuna gitmez bu durum.

Okuyucu” der, gazete patronu, “Bıktı artık hep aynı hikayeleri okumaktan, yeter artık!..”

Doğu’nun bir köyünde doğan, çalışma hayatına hamallıkla başlayıp tezgahtarlıkla devam eden, gazete satıcılığından mürettipliğe terfi eden, Hukuk Fakültesini yokluk yüzünden yarım bırakmak zorunda kalan Necmi Onur’un yanıtı, adeta tokat gibi iner patronun yüzüne:

Sizin bıktık dediğiniz hikayeleri insanlar her gün yaşamaya devam ediyor orada!..”

Türkiye’de yıllardır yaşanan binbir sorun var böyle…

***

Asgari ücret mesela… Lafa gelince, işçi de memur da enflasyona ezdirilmez bu memlekette. Ama ne hikmetse yoksulluk sınırının da üstüne çıkamaz o ücret, açlık sınırının da… Varsın çıkmasın, ne gam!.. Ne de olsa “Bizim memurumuz işini bilmektedir”, Türkiye’nin çağ atladığı yıllardan bu yana…

Sadece çalışanlar değil, emekliler de ezdirilmez bu memlekette… Enflasyon oranında zam alırlar nitekim. Ne var ki enflasyon zammının boyu kısa geldiği için maaşları derhal bin 500 liraya tamamlanır.

Mesela 1 Temmuz’da yine zamlı alacak maaşını emekli. Ama anlamayacak zammı. Çünkü bir kısmı bin 500 TL almaya devam edecek. Çünkü devletin verdiği zamla bile en düşük emekli maaşı düzeyine çıkamayacak aylığı.

Sosyal devlet budur işte!.. Zam aldığını bile hissettirmez insana!..

E, emekliler de bu kadirşinaslığın karşılığını verir elbette… “Çift dikiş” yapıyorlarsa şayet, aldıklarından çoğunu verirler Hazine’ye…

Vereceğine karga, alacağına kartal” derdi, rahmetli babam…

***

Emekli demişken, “sosyal bir yara“ya dönüştüğü nihayet görülmeye başlanan EYT‘li hikayeleri de memleketin değişmeyen manzaralarındandır bizde.

Düşünsenize, hiç bir baba “Çocuğum inşallah üniversiteyi kazanamaz, yoksa nice olur halim!” diye düşünebilir mi?

Ya da iş bulamayan bir insan nasıl olur da “Hiç olmazsa o zaman maaş bağlanır eşime evladıma!” düşüncesiyle nasıl kıyar canına?

İş vermeye gelince yaşlı olunan, emekli etmeye gelince gençleşilen bir memlekettir Türkiye!

***

Keza vergi meselesi de değişmez Türkiye’de…

Sabah gözlerinizi açar açmaz başlarsınız vergi ödemeye… Yüzünüzü yıkadınız vergi, kuruladınız vergi… Televizyonu açtınız vergi, kahvaltıya oturdunuz vergi… Otobüse trene bindiniz vergi… Sakın kontağı çalıştırmayın, yine vergi…

***

Açıkladığı rakamlar için bir de “güven” araştırması yapması gereken Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), şaşırtıcı bir şekilde (!), varsılın biraz daha varsıllaştığını, yoksulun biraz daha yoksullaştığını açıklamış birkaç gün önce…

TÜİK’in 2020 Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırmasına göre, Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun (şanslı azınlık bu galiba) toplam gelirden aldığı pay, küresel salgın yılında 1.2 puan artarak yüzde 47.5; en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı 0.3puan azalarak yüzde 5.9 olmuş…

Memlekette “sürekli yoksulluk” oranı yüzde 13.7, “ciddi maddi yoksunluk” oranı yüzde 27.4 imiş…

Yani yoksulun sırtından doyan doyana

Yani voyvodalar çoğalmış, kazık atan atana, itibar günümüzde kazığı dik tutana

Yani dünya döndükçe umut fakirin ekmeği, ye Memet ağam ye!..

Bursa’ya iade-i itibar!

Bursa’ya iade-i itibar!

Bursa üzerine okumalar yaparken, Bursa Defteri’nin 20 yıl önceki sayılarından birinde Prof. Dr. Rana Aslanoğlu’nun bir makalesine rastladım.

Zamansız yitirdiğimiz Rana Hoca’nın “Bursa’nın Yeni Merkezi İş Alanında Doldurulamayan Bürolar: Beklentiler ve Gerçekler” başlıklı makalesindeki bir cümle gerçekten çok çekiciydi:

Kentin öyküsü kentin kendisinden büyüktür.”

Devamında şöyle diyordu Rana Hoca:

Başka bir ifade ile kentlerin sosyal, ekonomik ve mekansal yapılarını etkileyecek kararlar, bölgesel, ülkesel hatta günümüzde büyük çoğunlukla küresel düzlemlerde alınmaktadır.”

Şöyle bir düşündüm de gerçekten de kentin öyküsü kentin kendisinden büyük değil mi?

***

Uludağ Üniversitesi’ni yine Rana Hoca’nın danışmanlığında hazırladığım “göç” teziyle bitirmiş, bir süre sonra da Olay gazetesinde muhabirliğe başlamıştım.

İlk işim “Kimliğini Arayan Kent: Bursa” başlıklı bir araştırmaya girişmek olmuştu.

Avrupa Konseyi’nin Bursa’ya “Avrupa Şehri” ödülü vermesinin üzerinden birkaç yıl geçmişti. Şehrin belli başlı noktalarında “Avrupa Şehri Bursa” tabelaları vardı. Beni sözünü ettiğim yazı dizisini hazırlamaya iten ise Emirsultan’daki  bir apartmanın üçüncü kat balkonuna asılan pankarttı. O pankartta şöyle yazıyordu:

Bursa Osmanlı şehridir!”

Tabii geniş kapsamlı bir sorgulamaya giriştim. Yerel yöneticilerin akademik odaların, Bursalıların görüşlerine başvurdum.

Araştırmanın can alıcı özeti, şimdi Nilüfer Belediye Başkan Yardımcısı olan Osman Ayradilli’den gelmişti.

O dönem Mimarlar Odası Bursa Şubesi Başkanlığı yapan Ayradilli, şöyle demişti:

Bursa iyi bir Osmanlı şehri olduğu için bir Avrupa şehridir!”

***

Bursa Osmanlı’nın ilk şehridir!

1326’ya kadar surların içine hapsolan Prusa, fethin ardından şehirleşmeye başlar.

Osmanlı’nın güç simgesi külliyeler şehrin en yüksek noktalarına kurulur. Bakın Muradiye’ye, bakın Hüdavendigar’a, bakın Yıldırım’a, bakın Yeşil’e ve bakın Emirsultan’a…

Külliye demek sadece dini bir mekan demek değildir. Bir eğitim merkezidir. Sosyal kültürel bir alandır. Külliye bir çekim merkezidir ve şehir külliyelerin arasında kurulur.

Orhan Gazi’nin Emir Hanı da şehir merkezinin nüvesini oluşturur. Emir Han ticaretin merkezidir. Koza Han ve diğerleri onu izleyecektir.

Aslında Bursa’yı UNESCO Dünya Mirası Listesine sokan da budur.

Cumalıkızık ne kadar Osmanlı köyü ise Bursa o kadar Osmanlı şehridir. Hatta Osmanlı şehrinin ilk örneğidir. Cumalıkızık’ta simgesini bulan kırsal yerleşim aynı zamanda şehrin lojistik merkezidir.

Cumalıkızık’tan başlayan hikaye Hanlar Bölgesine, oradan da Sultan Külliyelerine uzanarak Bursa’yı bir dünya mirasına dönüştürmüştür.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü “Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesi” projesi işte bu yüzden çok önemli.

Projenin şanına yakışır şekilde tamamlanması halinde bu aynı zamanda Bursa’ya iade-i itibar, Bursalıların Bursa’dan özür dilemesi olacaktır.

Türkiye’nin ‘ucubelerle’ imtihanı!

Türkiye’nin ‘ucubelerle’ imtihanı!

Geçtiğimiz hafta hayırlı bir iş için Samsun‘daydım. Kaldığımız otel tam ünlü Atatürk heykelinin yanındaydı. Balkondan sabah saatlerinde o muazzam eseri seyrederek kahvemi yudumladım.

Bu eserin fotoğrafını yanılmıyorsam ilk olarak ortaokul 2’ye giderken, Milli Tarih kitabının üzerinde görmüştüm. Daha sonra Orhan Gencebay ve Hülya Koçyiğit‘in oynadığı bir filmde… Filmin kahramanları 1970’lerin Samsun’unda bu heykelin önünden geçiyorlardı.

Ve bir anda Türkiye’nin heykel ile imtihanı gözlerimin önünden geçti. Çünkü ülkemde estetik yoksunu bile diyemeyeceğim heykel terörü yaşanıyordu.

Son olarak Mersin‘de gördük. Sinan Şamil Sam‘ın heykeli o efsane boksöre değil, Ata Demirer‘in Berlin Kaplanı‘nın karikatürüne benziyordu daha çok.

Ya, onu da bırakın, belediyelerce yüz binlerce lira verilerek diktirilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan heykelleri ne öyle!

Hiç mi göz yok hiç mi izan yok!..

Bu, kötü bile diyemeyeceğim estetik yoksunluğunun sebebini kısaca anlatayım.

1923 Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye, doğudan kurtularak batıya yüzünü çevirmek için adeta bir devrim başlattı.

Bu devrimin hikayesi aslında hafta sonu seyrettiğim heykeli yapan ve ülkesinden kaçmak zorunda kalan Türkiye’yi vatanı gibi seven iki Alman’ın hikayesinde gizlidir. Bu Almanlardan biri Heinrich Krippel‘dir.

1928 yılında Samsun Valisi öncülüğünde şehir bir kampanya düzenlemiştir. Anadolu zaferini simgeleyen bir anıt dikilmesi kararlaştırılmıştır. Avusturyalı Heykeltraş Krippel’e bir anıt için sipariş verilmiştir. Bu heykel Samsun şehrinin simgesi, ünlü şaha kalkmış atının üzerinde betimlenen Atatürk heykelidir. 1931 yılında bitirilmiştir. Birkaç sanat tarihçisi eleştirse de görsel olarak muhteşem bir eserdir. Krippel, 13 muhteşem eser daha dikmiştir Türkiye’de. Bunlardan biri de Afyon Kocatepe’de bulunan “Büyük Utku” anıtıdır.

Genç Cumhuriyet sanata yurt dışından sanatçı transfer edecek kadar önem vermiştir!..

İkinci isim de Rudolp Belling‘tir. Nazilerden kaçan bu Alman, 1937’de Atatürk’ün Türkiyesi’ne sığındı.

Wikipedia’da Belling şöyle anlatılıyor.

‘Ülkesinde, Nazi rejimi tarafından eserleri harap edilmekte, eritilmekteydi. İstanbul’a giderek Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü Başkanı oldu. 1939’da oğlunu gizlice Berlin’den İstanbul’a getirdi. 1940 yılında Türkiye’deki tek anıt çalışması olan Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi önündeki anıtını tamamladı. 1942’de ikinci eşi, yarı İtalyan yarı Alman Yolanda Carolina Manzin ile evlendi ve 1943 yılında kızları Elizabeth dünyaya geldi. 1952-1965 yılları arasında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık f-Fakültesi’nde ders verdi. Türkiye’de bulunduğu yıllarda resme ağırlık verdi, portreler yaptı. Ülkesine ancak 1956 yılında çağrılan Belling, ileri yaşına rağmen II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda çok sayıda anıtsal eser üretti ve sergi açtı. Kendisine ülkesinde çeşitli ödül ve nişanlar sunuldu. 1966 yılında, 80 yaşında iken Almanya’ya dönmeye karar verdi. Münih yakınlarındaki Krailling’e yerleşti ve 1972’de bu şehirde hayatını kaybetti. Belling’in eserleri New York, Hamburg, Viyana müzelerinde ve özel koleksiyonlarda bulunmaktadır.”

Yani bu Belling, Türkiye’de 40 sene yaşadı. Öğrenciler yetiştirdi. Bunların en önemlisi 1965 yılında iki direkli yelkenlisi Hulda’yı (o tekne bugün 116 yaşında) satın alıp orada yaşayan ve 65 yaşında ölen İlhan Koman’dır.

Belling ve İsmet İnönü

Yazının başında ortaokul demiştim. Beden Eğitimi en sevdiğimiz dersti. Çünkü top oynardık ve iki ders biter giderdi. Ama bazen istenmeyen durumlar da olurdu.

Bu anımı hatırlayınca hep Kemal Burkay’ın şiiri gelir aklıma:

Kömür deposu boşaldı işte
Mamak’a sonbahar geldi

Yine bir sonbaharda ortaokuluma odun gelmişti. Taşınması için okul idaresi öğrencilerin beden eğitimi dersini kullanırdı. Derste bizi sıraya soktular ve odun yığınından bir insan zinciri oluşturdular. Elden ele tekniği ile odunları eskinin prefabrik yapılan uçak hangarı formatında, adı “Spor Salonu”, kullanım amacı odun kömür deposu olan yere taşıyorduk. Odun deposu boşaldığı için arkada kalan eski malzemeler de görünüyordu.

Farelerin yediği toplar, kasa, minder ve atletizm malzemeleri çürümüştü. Mavi bir brandanın altında bir masa vardı. Brandayı çektim ve tamamen yok olmaya yüz tutmuş, tuşlarının yarısı kalmış piyanoyu gördüm. Hayatımda siyah beyaz seyrettiğim TRT haricinde ilk kez gördüğüm bu devasa müzik aleti çürümüş de olsa karşımdaydı. Yani Genç Cumhuriyet, küçücük bir ilçenin ortaokuluna piyano yollamıştı. Bu gün belli başlı özel okullarda bulunuyor. Piyano çürümüştü, ama bizim okulun lise kısmında hala “Sanat Tarihi” dersi müfredatta duruyordu. Ve bu dersten 6 Edebiyat A’da kalan kalanaydı.

Genç Cumhuriyet aslında şöyle tasarlamıştı:

Bir insanın sanat yeteneği yoksa bile ondan hoşlansın ve yorumlamayı bilsin. Daha sonra Türkiye’nin sanat karnesi gün ve gün zayıflarla doldu.

İlk hatırladığımız Necmettin Erbakan, 1973 yılında iktidar ortağı iken “Ah Güzel İstanbul” heykeli kriz olmuştu. Çünkü Karaköy meydanına dikilen bu heykel Türk Halkının ahlakını bozuyordu! Erbakan heykelin kaldırılmaması halinde koalisyon hükümetini bozacağını açıklamıştı.

Bugün iktidarın Saadet Partisi’ni parçalamak için “Truva atı” olarak kullandığı Oğuzhan Asiltürk, dönemin İçişleri Bakanı olarak bu gün olduğu gibi bir genelge çıkatıp heykeli Yıldız Parkı’na taşıttı. Kahraman Ecevit’in koalisyon bozulacak korkusu ile gıkı bile çıkmadı. 1973’ten beri o heykel hala sürgünde. İmamoğlu keşke o heykeli ait olduğu yere tekrar dikse.

Şimdi, ülkede bu heykel terörü niye yaşanıyor biliyor musunuz?

Ucube denilerek sanat eserlerini yıkarsanız;

Hayatını sanata adayan isimlerle değil, bütün ilçelerin girişini çatalda köfte, tatlı, zeytin diken yandaş şirket ve ajanslarla çalışırsanız;

Plastikten dinazor heykellerine 750 milyon dolar harcarsanız;

100 yıl daha Samsun Atatürk anıtı gibi bir şaheser göremezsiniz!..

Elli Yaş Üstü Kardeşlerim

Elli Yaş Üstü Kardeşlerim

Malum, sosyal medya hepimiz için başlı başına bir haber, eğlence ve genelde bir iletişim aracı oldu!

Adaleti orada arıyoruz, kayıpları orada arıyoruz, medyadan okuyamadığımız haberleri orada arıyoruz, satın alacağımız ürünleri oradan arıyoruz.

Aradıkça da “online”da kaybolması çok zor izler bırakıyoruz.

Peki, bıraktığımız bu izler nereye çıkıyor?

Google’a “sosyal medya yüzünden” yazınca çıkan ilk dört sonuç şöyle;

  1. Sosyal medya yüzünden öldü,
  2. Sosyal medya yüzünden boşandı,
  3. Sosyal medya yüzünden kavga,
  4. Sosyal medya yüzünden tutuklandı.

Dur, dedim, bir de bardağın dolu tarafına bakalım;

Sosyal medya sayesinde” yazınca çıkan ilk dört  sonuç ise şöyle:

  1. Sosyal medya sayesinde hayatı kurtuldu,
  2. Sosyal medya sayesinde yapılan yardımlar,
  3. Sosyal medya sayesinde adalet,
  4. Sosyal medya sayesinde tutuklananlar.

Yazının başlığında özellikle elli yaş üstü kardeşlerim, diye hitap ettim ama, elli yaş altı kardeşlerim de baş tacı!

Biz televizyonun İstiklal Marşı ile açılıp İstiklal Marşı ile saat 24.00’te kapandığı bir dönemin kuşağıyız. Faks, dijital fotoğraf makinaları, hatta sensörlü kapılar bile şaşırtıcı icatlardı bizim için. Yani, internet ile birlikte ile değişen hayatın tanığı bir ara kuşağız.

İnternetsiz bir yaşamı hayal dahi edemeyecek kuşakla bir arada yaşarken, bu yeni dünyaya uyum sağlamış olmak, benim için oldukça eğlenceli oluyor doğrusu.

Her şey gerçek ama sanal.

Her şey bu gün var, yarın yok.

Her şey gözle görülüyor, elle tutulmuyor.

Her şeyi bilmek kolay, bildiğinin değiştiğini anlamak zor.

Doğruya inandırmak zor, yalanı yaymak kolay.

Okumak, seyretmek, yazmak kolay; hakkını vermek zor.

Günde neredeyse 2 saatimi alıyor sosyal medya. Önceleri boşa zaman harcadığımı düşünürken, şimdilerde daha barışık bir ilişkim var sosyal medya ile.

Bu konudaki aşırılığımı, zaman zaman girdiğim detoks dönemleri ile aşmaya çalışırken, şunları yapmak oldukça yararlı oluyor:

Takip ettiklerimi azaltıyorum, en çok kullandığım hesabı bir süreliğine donduruyorum, sosyal medya uygulamalarını silip, tarayıcıyı kullanıyorum. Bildirimleri kapatıp, çoktandır okumayı düşündüğüm kitaba başlıyorum.

Detoksun neden şart olduğunu şu ironik bilgiyle teyit edelim:

Bağımlılıkla mücadelenin en eski kurumlarından olan YEŞİLAY bile internet bağımlılığını mücadele kapsamına almış.

Evet, elli yaş üstü kardeşlerim, çocukluğumun geçtiği ilkokulun bahçesinde ayrı bir bina olarak kütüphane vardı. Duvarında kocaman harflerle şu söz yazılıydı:

Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.”

İnternetin yaygınlaşma başladığı 1990’lı yılların özellikle ikinci yarısında @ harfini öğrendiğimizde başımıza gelecekleri henüz bilmiyorduk.

O harfi öğretenin değil, ama o harfin kölesi olduk galiba.

Gelecek Partisi’nin EYT modelinden ne anladım?

Gelecek Partisi’nin EYT modelinden ne anladım?

Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu liderliğinde kurulan Gelecek Partisi, uzun süredir merakla beklenen “EYT Sorununun Çözümünde ‘Gelecek’ Modeli” başlıklı raporunu geçtiğimiz günlerde açıkladı. Uzun süredir beklenen, diyorum, zira Davutoğlu’nun bu açıklamayı aslında mart ayında yapması bekleniyordu. Ancak belli ki çalışmalar uzadı. Tabii bir de hayatın her alanını olumsuz etkileyen küresel salgın koşulları vardı.

Gelecek Partisi’nin EYT konusundaki çözüm modelini EYT’lilerle birlikte açıklaması kuşkusuz önemli ve anlamlıydı.

EYT’LİLER DOĞRU YOLDA

EYT’liler 6 yıl önce bir dernekle başladıkları mücadeleyi bugün federasyon düzeyine taşımış durumda. Sırada konfederasyon var. EYT örgütlenmesi büyüdükçe çözümü getirecek siyaset kurumu nezdindeki tanınırlığı da o ölçüde artıyor. Bu da Gönül Boran Özüpak ve arkadaşlarının ne kadar doğru bir yolda ilerlediğini ortaya koyuyor.

Gelelim Gelecek’in EYT konusundaki çözüm modeline…

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki yine ne sayı belli ne de net bir maliyet var! Bu elbette Gelecek ekibinin kabahati değil. Ancak tam da bu noktada EYT’lilerin Davutoğlu’na hiç değilse “sitem” etme hakları var. Zira Davutoğlu, 2002’den 2016’ya kadar devlet yönetiminde bulunmuş bir isim. Üstelik 27 Ağustos 2014-22 Mayıs 2016 tarihleri arasında hem iktidar partisinin hem de Başbakan olarak memleketin başında. Az değil, üç hükümet kurmuş. Üstelik biri de seçim hükümeti.

‘EYT FİNANSAL DEĞİL SOSYAL BİR MESELE’

EYT’liler o zamanlar da en az bugünkü kadar yüksek sesle bağırıyordu. Demek ki Davutoğlu’nun EYT’lileri fark etmesi için muhalefete geçmesi gerekiyormuş. Dolayısıyla EYT sorunu verilerle tartışılmak yerine siyasallaştırılıyorsa bunda Davutoğlu’nun da payı olsa gerek!

Gelecek’in EYT raporunda yapılan ilk tespit şu: EYT finansal değil sosyal bir meseledir. Elbette son derece yerinde bir tespit. Zira yine raporda yer alan verilere göre;

Türkiye nüfusunun yüzde 21.3’ü yoksul.

Yoksulluk sınırı 9 bin 219 lira.

Açlık sınırı 2 bin 830 lira. Yani aşağı yukarı bir asgari ücret kadar.

-Üniversite mezunu işsizlerin yüzde 61.6’sı “yol ve yemek masrafları karşılığı çalışım” diyor. Yani “boğaz tokluğuna…”

Gelecek’in EYT raporundaki ikinci tespit sosyal meseleye yaklaşımın siyasal değil, sayısal olması gerektiği yönünde. İşte gerçek sonuca ulaşmanın zorluğu da burada başlıyor. EYT’li sayısı belli değil. Kaç yaşındalar, emekliliklerine ne kadar kalmış, sosyal ve ekonomik durumları nedir, çalışıyorlar mı işsizler mi belli değil!

Gelecek bu verileri EYT dernekleri ve bir kamuoyu araştırma şirketine yaptırdığı saha araştırması ile elde etmeye çalışmış. Sonuçta varılan nokta EYT’li sayısının yaklaşık 5 milyon olduğu… Keşke o araştırmanın bütün ayrıntılarını açıklasalar da gerçek tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilse!

GELECEK PARTİSİ’NDEN EYT İÇİN 5 MADDELİK ÖNERİ

Gelecek lideri Davutoğlu’nun açıkladığı 5 maddelik çözüm modeline de tek tek bakalım:

1.Asgari 5000 gün sosyal güvenlik primi ödemiş olmak ve herhangi bir işte çalışmamak kaydıyla, herkes emeklilere tanınan bütün sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanacaktır (EYT’lilerin birikmiş GSS prim borçlarının ise affı yoluna gidilecektir).

Sağlık meselesi iktidarın her yıl aldığı kararla geçici olarak çözülüyor. Davutoğlu’nun açıkladığı modelde GSS borçlarının affedilmesi konusu yeni. Yapılandırma yerine af! Oysa her af yenilerini doğurmaya adaydır. Dolayısıyla GSS’de prim sorunu daha köklü bir çözüm beklemektedir.

2.Asgari 5000 gün sosyal güvenlik primi ödemiş olmak ve herhangi bir işte çalışmamak kaydıyla, erkeklerde 48, kadınlarda 46 yaşından gün almış olanlara halen en düşük emekli maaşına denk bir meblağ “Hak kazanım öncesi desteği” kapsamında yasal olarak emekliliğe hak kazanana kadar veya herhangi bir işte çalışmaya başlayıncaya kadar süre sınırı olmaksızın ödenecektir.

Bu maddeden benim anladığım şu:

-EYT’yi getiren mevcut düzenleme yerli yerinde duracak,

-Sosyal güvenlik sistemine/mevzuatına “hak kazanım öncesi desteği” diye bir kavram girecek,

-Asgari 5000 gün prim ödeyen bir erkek, eğer işsizse ve 48 yaşından gün aldıysa kendisine en düşük emekli maaşı (bugün için bin 500 lira) ödenerek, emeklilik yaşının gelmesini bekleyecek,

-Asgari 5000 gün prim ödeyen bir kadın, eğer işsizse ve 46 yaşından gün aldıysa kendisine en düşük emekli maaşı (bugün için bin 500 lira) ödenerek, emeklilik yaşının gelmesini bekleyecek.

– Emeklilik yaşı gelmeden “hak kazanım öncesi desteği”nden yararlanan EYT’li eğer herhangi bir işte çalışmaya başlarsa ödeme durdurulacak.

3.Asgari 7000 gün sosyal güvenlik primi ödemiş olmak ve herhangi bir işte çalışmamak kaydıyla erkeklerde 48, kadınlarda 46 yaşından gün almış olanlara “asgari ücretin net tutarını geçmemek koşuluyla” emekli olmaları halinde alacakları emeklilik maaşı eşdeğeri “hak kazanım öncesi desteği” kapsamında, yasal olarak emekliliğe hak kazanana kadar veya herhangi bir işte çalışmaya başlayıncaya kadar ödenecektir.

İkinci maddenin bir benzeri olan 3. maddede iki farklılık var: Prim gün sayısı ve ödenecek miktar.

Üçüncü maddenin özeti şöyle:

-EYT’yi getiren mevcut düzenleme yerli yerinde duracak,

-Sosyal güvenlik sistemine/mevzuatına “hak kazanım öncesi desteği” diye bir kavram girecek,

-Asgari 7000 gün prim ödeyen bir erkek, eğer işsizse ve 48 yaşından gün aldıysa kendisine en fazla net asgari ücret kadar (bugün için 2.825,90 lira) ödenerek, emeklilik yaşının gelmesini bekleyecek,

-Asgari 7000 gün prim ödeyen bir kadın, eğer işsizse ve 46 yaşından gün aldıysa kendisine en fazla net asgari ücret kadar (bugün için 2.825,90 lira) ödenerek, emeklilik yaşının gelmesini bekleyecek,

– Emeklilik yaşı gelmeden “hak kazanım öncesi desteği”nden yararlanan EYT’li eğer herhangi bir işte çalışmaya başlarsa ödeme durdurulacak.

Maddede “emeklilik maaşı eşdeğeri kadar” diyor ama öncesinde de “asgari ücretin net tutarını geçmemek koşuluyla” denerek, bir bakıma o eşdeğer belirleniyor.

4.5510 sayılı kanunla yeniden düzenlenen aylık bağlama oranlarındaki yüzde 70 seviyelerinden yüzde 28 seviyelerine düşüş sonunda; insanca yaşamak için elverişli şartları sağlayamayacak kadar düşük emekli maaşlarının bağlanması ve yine aynı kanunla “kayıt dışı istihdamı” teşvik eden çalışma süresi arttıkça bağlanacak maaşta meydana gelen azalma konularında da düzeltici yönde adımlar atılacaktır.

Madde çalışan kesimin en büyük sorunu ABO oranlarının düşürülmesi ve çalıştıkça emekli maaşını düşüren sistemle ilgili. Ancak somut bir öneri yok. Sadece düzeltici yönde adım atılacağı vaadi var.

5.8 Eylül 1999 yılında çıkarılan 4447 sayılı yasanın çalışanların aleyhine olacak şekilde geçmişe yönelik olarak uygulamaya alınması nedeniyle oluşan kaybın azaltılması için, yönetime geldiğimizde ülkenin ekonomik imkanları da göz önüne alınarak; mümkün olan adımlar atılacaktır.

Dilek ve temenni maddesi. “Mümkün olan adımlar” ifadesinin altının çizilmiş olması da “bu işler o kadar kolay değil” demenin bir başka şekli olsa gerek!..

GELECEK PARTİSİ’NE GÖRE EYT’NİN MALİYETİ NE?

Gelecek Partisi, yukarıda çizilen model çerçevesinde EYT’ye önerdiği çözümün bir maliyetini de çıkarmış. O maliyet raporda şu ifadelerle yer buluyor:

Önerilen çözümün finansal maliyeti; Milli Gelir’in yüzde 0,6’sı ile başlayacak, ilerleyen 4-5 yılda yüzde 0,9’una çıkacak, daha sonraki yıllarda azalacaktır. Bu tutara yapılacak harcamadan sağlanacak ilave vergi gelirleri dahil değildir. Bu harcama kapsamlı bir ekonomik reform paketinin parçası olacağından bütçede kalıcı bir açık yaratmayacaktır.”

Milli Gelir’in binde 8 ile yüzde 1’i arasında bir maliyet hesabı ne derece doğru bilmem ama Gelecek’in şu tespiti yerli yerinde:

Türkiye’de eksikliği çekilen şey kaynak değildir. Eksik olan ehliyetli ve liyakatli yönetimdir. Eksikliği çekilen dürüst ve şeffaf kamu yönetimi anlayışıdır. Eksikliği çekilen yolsuzluğa bulaşmamış, ahbap-çavuş kapitalizmine dönüşmemiş devlet yönetimidir. Eksikliği çekilen israftan, gösterişten, yandaş kayırmacılığından uzak siyasettir.”

GELECEK’İN MODELİ EYT’LİNİN TALEBİNİ KARŞILIYOR MU?

Şimdi gelelim sonuç kısmına… Daha önce “Babacan’ın DEVA’sı EYT’ye deva olur mu?” başlıklı yazıda da belirttim:

EYT’lilerin en temel isteği bir gecede çıkarılan yasayla getirilen adaletsizliğin ortadan kaldırılması. Sadece DEVA’nın değil tüm siyasi partilerin kulağına küpe olsun. Eğer konu öncelikle bir adalet meselesi ise ilk iş o düzenlemeyi tarihin çöp sepetine atmak olmalı!

Bu cümledeki DEVA yerine Gelecek’i koyun, olsun bitsin!..

Gelecek’in modelinde EYT’yi getiren 4447 sayılı sayılı yasa yerli yerinde duruyor. O nedenle önerilen model olsa olsa yıllardır iş bulamayan ve iş bulmaktan artık umudu kesen EYT’liler için ancak bir can simidi olabilir.

Ya da…

Gelecek Partisi EYT çözüm modelinde bir revizyon yapar. Hani 5.maddede 4447’nin geriye işlemesinden doğan kayıplardan söz ediliyor ya… İşte o kayıpları, yani yıllardır haksız yere çalışandan kesileni geriye öder. O halde bu model tutar!

Bilmem mümkün olur mu?

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Hayal etmek sonu olmayan bir güçtür!..’

‘Hayal etmek sonu olmayan bir güçtür!..’

Bursa’daki kitap fuarlarından birindeydi. Sevgili Aydın Ilgaz, Çınar Yayınları standında kitap imzalıyor, bir yandan da sohbet ediyorduk. Türk edebiyatının çınarı Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı televizyonda izleyen çocuklar bu kez kitabıyla tanışıyor, Rıfat Hoca’nın çocuklar için yazdığı onlarca kitabı inceliyorlardı.

Ortam bir hayli kalabalık… Fuar salonunu dolduran çocukların gürültüsü çekilmez haldeydi, bana göre. Sıkıldığımı görmüş olacak ki şöyle dedi Aydın Ağabey:

En sevdiğim ses kitap fuarlarındaki çocukların sesi…”

Merinos’ta, Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde o güzel uğultu vardı dün…

Biliyorsunuz, Bursa Büyükşehir Belediye Meclisi’nin kararıyla 2021 Hanlar Bölgesi ve İpek Yılı ilan edildi. Kültür ve Sosyal İşler Dairesi de bu kapsamda “Çocukların Kaleminden Bursa’nın Hanları” başlıklı bir atölye düzenledi. Atölyeye katılan 9-12 yaş arası 20 çocuk 3 hafta süreyle “yazarlık” eğitimi aldı. Atölyede üç gruba ayrılan çocuklar Bursa’nın üç önemli tarihi değerini; Koza Han, Pirinç Han ve Fidan Han’ı hayalleriyle birleştirip gencecik kalemleriyle hikayeleştirdiler. Üstelik tüm bu süreci “uzaktan” yürüttüler. Bursa Büyükşehir Belediyesi de o hikayeleri bir kitapta topladı. İşte Merinos’ta o kitabın tanıtım töreni ve imza günü vardı.

Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Süleyman Çelik, törendeki konuşmasında, çocukların yaşadıkları şehrin tarihi değerleri üzerine yaptıkları çalışmanın kitap haline getirilmesi ve bunun için bir imza günü düzenlenmesinin ilk kez Bursa’da yaşandığını dile getirdi.

Bahar aylarında başlayan atölyenin çocuklar dışında iki kahramanı vardı: Sevgi Uyumaztürk ve Hülya Biyan

Hülya Biyan, Işık Kaplan ve Sevgi Uyumaztürk…

Işık Kaplan kitabını “Hayal etmek sonu olmayan bir güçtür!” notuyla imzaladı…

Her şeyden önce öğretmenim” diyen Yazar Koçu Hülya Biyan, atölye sürecinde çocuklarda “yazıya dair” önemli bir farkındalık oluştuğunu, ortak çalışma ve iş birliği konusunda güzel bir örnek sergilediklerini anlattı. Her şeyin ötesinde onlar kendine güvenen ve cesur çocuklardı. Zira yazmak cesaret isterdi!

Biyan, Atatürk’ün kendisine de rehber olan şu sözlerini hatırlattı:

Kitapsız yaşamak; kör, sağır, dilsiz yaşamaktır.”

“Çocukların Kaleminden Bursa Hanları”nı pandeminin en sıkı günlerinde hayal eden ve sonrasında da o hayali hayata dönüştüren isim ise Sevgi Uyumaztürk’tü.

Sevgi Uyumaztürk, Bursa ve sosyal sorumluluk denince akla gelen ilk isimlerdendir. İçinde olduğu her projeye canla başla sarılır, büyük titizlik gösterir, emeğini esirgemez, yüreğini koyar. Yeter ki inansın!..

Sevgi Uyumaztürk Etkinlik Yönetimi olarak Proje Danışmanı sıfatıyla görev aldığı son projede de öyle oldu. Pandemiden kaynaklanan her türlü güçlüğün üstesinden büyük bir özveriyle geldi. Bursa’nın farklı bölgelerinden, farklı okullardan, farklı sosyal ve kültürel düzeylerden çocukları bir araya getirdi. Hem şehir o çocuklara bir şeyler verdi, hem o çocuklar şehre değer kattı.

Gelelim çocuklara ve hikayelerine…

Ahmet Yekta Yaldız, Damla Yıldız, Duru Deniz Mengüloğul, Enes Baki Karakaşlı, Işık Kaplan, Nisanur İpek ve Zeynep Ela Ceran’ın Koza Han’ı anlattıkları hikayenin adı: “Koza Han Afiş Yarışması…”

Pirinç Han’daki Festival” adlı hikayenin yazarları ise Ada Sarı, Ceylin Sert, Çağla Çalova, Ece Çelik, Nida İlhan ve Nurefşan Çavuşoğlu

Eyüp Ömer Sevinç, İmge Hacıbaba, Karen Karakoç, Mustafa Halil Özçakar, Münevver Afra Arkun, Pırıl Öner ve Zeynep Naz Öğüt ise “Fidan Han Ormanı” adlı hikayeyi kaleme almışlar.

“Çocukların Kaleminden Bursa Hanları”, Büyükşehir Belediyesi’nin Bursa Kütüphanesine uzun bir aranın ardından eklediği son eser oldu. Çok da anlamlıydı. Özellikle de çocukları geleceğe hazırlamak bakımından… Onlara yapılan yatırım, üstelik kültür sanat alanında ifadesini bulan bir yatırım, bana kalırsa her türlü hizmetten daha önemli.

Siyasetin Ofsayt Osman’ı EYT’den gol atar mı?

Siyasetin Ofsayt Osman’ı EYT’den gol atar mı?

Tophane rıhtımında yaparlar gemi, aman aman…”

İşte böyle başlar Sadri Alışık’ın o ünlü filmi “Ofsayt Osman.”

Cem Yılmaz, filmlerinde sık sık gönderme yapar bu siyah beyaz şahesere.

Sadri Alışık’ın oynadığı karakter hayatı boyunca bir baltaya sap olamamıştır. Kader onu hep ofsaytta bırakmıştır. Bir gün Adanalı iki milyonerin tutuştukları iddianın baş aktörü olan Osman, yaptığı iyiliğe karşılık mahkemeye düşer. Finalde Sadri Alışık o ünlü tiradı atar ve hakime sorar:

Bu da mı gol değil!..”

Yıllar önce Yanık Koza dizisi Bursa’da çekilirken, rahmetli gazeteci arkadaşımız Yunus Hakan ile Kültürpark’ta bir çekimine haber yapmaya gitmiştik. Toprağı bol olsun, dizinin oyuncularından, çekim sırası bekleyen Sadri Alışık’ın eşi Çolpan İlhan, bize kahve ısmarlamıştı. Biz de “Ofsayt Osman”dan bahsedince gözleri doldu ve şöyle dedi:

O filmin galasından sonra izleyiciler Sadri’yi omuzlarına alıp Taksim Caddesi’nde yüzlerce metre yürümüşlerdi.”

Çolpan İlhan’ın sözleri filmin Türk sinema tarihi açısından önemini anlatmaya yetiyordu.

Gelelim bizim Ofsayt Osman’a…

Onu akademisyenliği ile değil, Abdullah Gül’e danışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’yla tanıdık. AK Parti’de forvet oynuyordu. Arı gibi vızıldıyordu ama bal yoktu. İlk icraatı Mısır’da Müslüman Kardeşleri desteklemek oldu. “Arap Baharı”nın ardından bizim Mısır ile ilişkilerimize kış geldi. Bugün bahar estirelim diyoruz ama olmuyor. Mısır’da hala soğuk hava dalgası hakim. Kahire’de çalan düdük ve kaldırılan yan bayrakla ilk olarak orada ofsaytta kaldık.

Arkasından hemen kitabını yazdığı “derin strateji”yi hayata geçirdi. Büyük Osmanlı projesi ile askerimizi Suriye’ye sokmadan Esed’i düşürecektik. ABD’nin gazı ile “eğit donat”ı başlattık. Vizesini kaldırdığımız Afganistan, Pakistan ve Rusya’dan gelen savaşçıları eğiterek Suriye’ye soktuk. Amacımız din kardeşlerimizi Esed’in zulmünden kurtarmak ve birlikte namaz kılmaktı. Bir de baktık ki 4.5 milyon Suriyeli camiye gitmek yerine İstanbul plajlarında halay çekiyor. Yani Şam’da çalan düdükte ofsaytta kalan yine Türkiye olmuştu.

Komşularla sıfır sorun olarak başladığımız maçta yanımızda yöremizde selam verenimiz kalmadı. IŞİD Musul’a ilerlerken Konsolos’a ısrarla “yerinde kal” talimatı verildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin memuru tam 108 gün, forvetimizin deyimiyle “öfkeli çocukların” elinde kaldı. Geri alabilmek için cezaevinden kimler salındı, nasıl tavizler verildi, bilmiyoruz.

Sonra Birleşmiş Milletler toplantısı için gittiği ABD’de terör elebaşı Fetullah Gülen ile görüşünce kriz çıktı.

Ofsaytlar bununla bitmedi. Teknik direktör bir ışık görmüş olacak ki takımın dizilişini değiştirmiş ve tek forvetle oynamaya karar vermişti.

Bu yeteneğin Başbakanlığı dönemini herkes hatırlıyor. Buradan kısa geçeyim, unuttuğum olursa özür dilerim. Suruç ve Gar bombalandı. Hürriyet gazetesi basıldı. Dağlıca’da 16 askerimiz şehit oldu. Güneydoğu’da yaptığı konuşmada, “AK Parti iktidardan indirilirse buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak” diyerek Kürt seçmene aba altından sopa gösterdi. Bu arada, Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, kim vurduya gitti.

Arkasından koalisyon kurulamayınca 1 Kasım seçimleri geldi. Neredeyse yüzde 50 oy alarak, “tamam, bu sefer gol attı” derken, maçın hakemi ve takımın teknik direktörü golü iptal ederek bizim forveti kenara aldı. Sonra da başka bir takıma transfer olmadan direkt kendi takımını kurdu.

Dün forvet oynayan Sayın Ahmet Davutoğlu, bugün seçim vaadlerini sıralamaya başladı. Sormazlar mı adama, bu ülkede güç sende kudret sendeydi, neden yapmadın?

En son emeklilikte yaşa takılanlar için söz verdi. Oysa Başbakanlığı döneminde bırakın bu sorunu çözmeyi, TBMM’de bir komisyon kursa, mağdur sayısını ve maliyetini belirleseydi!

Bütün siyasetçiler gibi Gelecek de EYT’nin oylarına göz dikmiş, belli! Ama Davutoğlu onca olup bitenden sonra istediği kadar kendisini anlatsın. Eskiden oynadığı takımda olduğu gibi hep ofsaytta kalacağa benzer!

Oysa Sadri Alışık’ın tiradından sonra hakim o golü veriyordu!..

 

Doğanbey’den Yunuseli’ye ders çıkar mı?

Doğanbey’den Yunuseli’ye ders çıkar mı?

Bursa’nın son dönemdeki en önemli tartışma konusu kuşkusuz Yunuseli… Yunuseli denince de akla hemen Doğanbey geliyor. Hani şu, TOKİ’nin çıraklık dönemi şaheseri (!) olarak Bursa’ya armağan ettiği Doğanbey!..

Yunuseli tartışmasına katılan istisnasız herkes Doğanbey örneğini verdi. Hatta Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş da son açıklamasında “Bursa’ya Doğanbey gibi bir kara lekeyi daha neden düşüreyim?” dedi.

Tabii tartışma Yunuseli’nin imara açılması, hatta bölgede yüksek katlı yapılar inşa edilmesi üzerinden yürüdüğü için karşılaştırma doğal. Doğal ama ne kadar doğru? Doğanbey, Yunuseli için ders çıkaracağımız bir alan mı?

 

Geçen hafta kaleme aldığım “Yunuseli’nin anahtarı Ankara’da” başlıklı yazımın ardından Bursa için kafa yorduğunu bildiğim bir okurumdan uzunca bir mesaj aldım:

Yunuseli ile Doğanbey, farklı konular. İkisini aynı cümlede ananlar bunu kasıtlı yapıyor. Yunuseli için hassasiyet gösterenler, bölgede bir metrekare bile beton olmasın istiyor. Yunuseli ile Doğanbey’i birlikte ananlar ise ‘acıtmayacağız, korkmayın!’ demek istiyor. Akıllarınca Doğanbey’i gösterip Yunuseli’de yapacakları daha düşük yoğunluklu rant projesini kabul ettirme derdindeler!..”

Doğanbey, aslında ne bugünün ne de 2006 ve sonrasının sorunuydu.

Haşim İşcan, Fevzi Çakmak ve Gazcılar caddeleri arasında kalan 4 mahalle; Doğanbey, Tayakadın, Kiremitçi ve Kırcaali mahalleleri artık bir çöküntü bölgesine dönüşmüştü. Bölgede korunması gereken tescilli yapılar da vardı.

Bölgeyi kapsayan “Merkezi İş Alanları (MİA) Planı” Haziran 1991’de onaylanarak yürürlüğe girdi. Plan raporuna göre, Bursa artık bir metropole dönüşmüştü. Şehrin yeni bir merkeze, hizmet ve ticaret alt sektörlerinin yoğunlaşacağı yeni bir bölgeye gereksinimi vardı. Planın uygulama aşamasında özellikle Haşim İşcan’da iş merkezleri yükselmeye başladı. Ancak plan çöküntü bölgesini oluşturan mahallelere ilerleyemedi, iç kesimlerde yapılaşma başlamadı. Oysa planlamaya göre, yenilenecek mahallelerde bitişik nizam dört katlı yapılaşma sağlanacaktı. Elbette eğitim ve sosyal kültürel alanlarla yeşil alanlar da planda unutulmamıştı.

Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Bazı iş merkezi inşaatları yarım kaldı, yapılanlar dolmadı, dolanlar istenen işleve sahip değildi. Mahallelerin yenilenmesi de mümkün olmadı.

O dönem Osmangazi Belediye Başkanı olan Hilmi Şensoy, bölgede yapılaşmanın en fazla 4 kat olacağını, hem tarihi dokunun ortaya çıkacağını hem ovanın görünür hale geleceğini söylüyordu. Ancak bölge sakinlerinin konuyu bakışı daha gerçekçiydi: “3-4 komşu birleşip evimizi müteahhite versek, kim daire alacak veya müteahhit nasıl para kazanacak? Bu işe kimse girmez, kat sayısını arttırmanız lazım!..”

O işe girecek müteahhit iktidarın değişmesiyle ortaya çıktı: TOKİ…

Osmangazi Belediyesi ile TOKİ arasında 6 Şubat 2006 tarihinde ön protokol imzalandı. İlçe belediyesinin yetkilerinin sınırlı olduğu görülünce işe Büyükşehir Belediyesi de dahil oldu. Bu kez 28 Kasım 2006’da üçlü bir protokol yapıldı: “Bursa Osmangazi Doğanbey Kentsel Yenileme Projesi Protokolü.”

Altı etaptan ve dört grup bloktan oluşan Doğanbey’de inşaat başladığında bir sorun yoktu! A Bloklar az katlı sıra evlerden oluşuyordu. Ne zaman ki diğer bloklar gökyüzünü delmeye başladı. Tantana o zaman koptu ve işin rengi değişti. Anlaşıldı ki bölgede 2 bin 338 hak sahibi olmasına karşın 2 bin 726 konut yapılmaktadır. Tam 361 adet konut TOKİ’ye aittir!

Başka deyişle TOKİ Doğanbey’de kentsel yenileme değil, emlakçılık yapmaktadır!

İktidarın o dönemde Milli Güvenlik Kurulu ve Milli İstihbarat Teşkilatı dışında bizzat Başbakan’a bağladığı tek kurum olan TOKİ, Bursa’nın gözünün yaşına bakmamış, üstüne bir de bu işten para kazanmıştır! Maalesef o dönem Bursa’yı yönetenler de bizzat Başbakan’a bağlı bu kuruma dur diyememişlerdir.

Doğanbey buydu! Oysa Yunuseli’nin dönüşecek bir durumu yok!

Yunuseli, yeşil Bursa’nın son “vaha”larından biri. Bin 400 dönüm arazinin sahibi Milli Emlak’tır, kullanımı Jandarma’dadır, BURULAŞ’tadır. Bana kalırsa bir önemi yok. Çünkü bu son vahada her Bursalı manevi hissedardır. Tartışma da Bursa’yı temsil eden Büyükşehir Belediye Başkanı’nın araziyi bizzat Cumhurbaşkanı’ndan istemesiyle başlamıştır. Tartışmada ortaya çıkan ortak kanı ise Yunuseli’nin korunması gerektiğidir. Şimdi Bursa bu korumanın nasıl gerçekleşeceğine karar verecektir ve toplumun farklı kesimleri bu konuda görüşlerini açıklamaktadır.

Meseleyi doğru zemine çekmek lazım. Yunuseli ile Doğanbey arasında bir ilişki yoktur” diyen okurumun koruma konusundaki görüşü şöyle:

Yunuseli’nin uluslararası bir havaalanına dönüşmesi noktasında hala bir ihtimal var. Şahsen benim fikrim, dere üzerinden pisti doğuya doğru bir iki kilometre uzatıp bu hayali gerçekleştirmektir. Evet, birkaç kilometre tarım alanı tahrip olur ama kalan tarım arazileri zorunlu olarak korunur. Ovanın Çukurca ve çevresindeki kısmının imara açılma ihtimali ortadan kalkar. Hem mania kriterleri nedeniyle hem de sıkı korunacağı için.”

‘Müsilaj’ın baş şüphelisini açıklıyorum!

‘Müsilaj’ın baş şüphelisini açıklıyorum!

Aslında vatandaşı olmasan, eğlenceli bir ülke Türkiye… Yazan inandığım, güvendiğim, takip ettiğim T24 haber sitesi olmasa “Zaytung” haberi der, güler geçerdim.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, sosyal medya hesabından bir fotoğraf koyarak, altına aynen şöyle yazıyor:

“Arıtma tesislerini “temel atmama” törenleri ile durduran CHP zihniyetinin İstanbul’umuzu getirdiği durumun fotoğrafıdır.

Ardından müsilaj derdinin reçetesini de yazıyor:

“Milletimiz müsterih olsun, her zaman olduğu gibi bu sorunu çözecek olan yine Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde AK Parti iktidarıdır.”

Yahu Sayın Oktay, ben Yunanistan’da yaşamıyorum! Yoksa bu ülkede iktidar değişti de benim haberim mi yok? Bizim Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Fransa Cumhurbaşkanlığına mı bağlandı?

Tamam, bu işi belediyeler beceremiyorsa hemen bir Kanun Hükmünde Kararname yazarak, belediyelerin yetkisini Çevre ve Şehircilik Bakanlığına verirsiniz. Ama sorunu çözmektense konuyu CeHaPe’ye bağlamak hem kolay hem de masrafsız. Ve Marmara Denizi’ne Balıkesir’in, Bursa’nın, Kocaeli’nin kıyısı yok mu? Neden AK Partili belediyelerden söz etmeyip “vurun abalıya” misali hedefte Ekrem İmamoğlu var!

Marmara Denizi’nin kirliliği bugünün sorunu değil ki! 80’li yıllarda İzmit Körfezi’nin kokusunu alan biri olarak bu cümleleri kuruyorum.

Asıl üzüldüğüm nokta Oktay’ın özgeçmişi… Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesinde aynen şöyle:

“1964 yılında Yozgat-Çekerek’te doğdu. 1985 yılında Çukurova Üniversitesi İşletme, 1990 yılında ABD’de otomotiv sektörünün merkezi Detroit’teki Wayne State Üniversitesi’nde imalat mühendisliği ve işletme alanlarında yüksek lisans programlarını tamamladı. Aynı üniversitede endüstri mühendisliği alanında doktora derecesini alarak, havacılık ve otomotiv endüstrisi alanlarında uzmanlaştı.”

Yani üretim konusunda bu kadar uzmanlaşan Oktay, gerçekleri söylemiyor. Marmara Denizi’ni saran organize sanayii bölgelerinin ve nüfus yoğunluğu bulunan şehirlerin yıllardır AK Partili belediyelerce yönetildiğini ve yönetilmekte olduğunu kasıtlı olarak göz ardı ediyor.

Marmara Denizi’ne kıyısı olan şehirlerin belediyelerinde, 2004 yerel seçimlerinden beri tam 17 yıldır, koltukta şu partiler oturuyor:

-İstanbul: 15 yıl AK Parti, 2 yıl CHP.

-Balıkesir: 12 sene AK parti,  5 yıl Cumhur İttifakı ortağı MHP.

-Kocaeli: 17 yıldır kesintisiz AK Parti.

-Bursa: 17 sene  AK Parti.

-Yalova Belediyesi: 5 yıl AK Parti (Yakup Koçal’ın tartışmalı siyasi hayatı ve Vefa Salman’ın görevden alınmasından dolayı tam hesaplayamamış olabilirim).

-Tekirdağ: 5 yıl AK Parti, 12 yıldan beri belediye koltuğunda CHP var.

Oktay’ın sözlerinden bir yorum çıkaracaksak, Marmara Denizi’ne kıyısı bulunan en tehlikeli il Çanakkale. Çünkü bu kent CeHaPe zihniyetinin adeta ete kemiğe bürünmüş hali ve müsilajın baş sanığı. Nedeni ise Çanakkale’yi  2004 yılından beri yöneten Ülgür Gökhan’nın CeHaPe’li olması. Kirliliğin sebebi CEHaPe olduğuna göre, düşünün Çanakkale’nin Marmara’yı ne kadar kirlettiğini. Yani AK Parti ile yönetilen devasa şehirlerin yanında galiba bu küçücük  Çanakkale şehri kirliliğin, müsilajın baş şüphelisi. Çünkü Fuat Oktay’a göre 17 yıldır CeHaPe zihniyeti ile yönetilen bir şehir.

CeHaPe zihniyeti ile yönetilen Çanakkale’de bir organize sanayi bölgesi var. 55 işletme mevcut. Çalışan sayısı 707. AK Partili Kocaeli ve Bursa’daki OSB’leri saymaya parmaklarınız yetmez!

Üretim uzmanı olan Cumhurbaşkanı Yardımcısının açıklamasına göre, Marmara Denizi’ni CeHaPe’li kentler kirletiyor. İstanbul,  Bursa, Kocaeli, Balıkesir’i yıllarca yöneten ve yönetmekte olanlar sütten çıkmış AK kaşık.

Herkes gibi biliyoruz ki yıllarca Marmara Denizi, altına pislik süpürülen halı misali kullanıldı. Ve gelinen noktada artık halı bu kadar pisliği kaldırmıyor.

Ayrıca Sayın Oktay’ın atanmış bir devlet memuru olarak muhalefeti eleştirme hakkı var mı? Çünkü o koltuğa halkın oyları ile değil kararnameyle geldi ve öyle de gidecek!

Vakti zamanında AK Parti’yi eleştiren bürokratlar için şöyle derdi Sayın Recep Tayyip Erdoğan:

“Siyaseti çok seviyorsan cübbeni çıkar öyle siyaset yap. Siyaset meydanına çık ve orada kendini ispat et!..”

Siz de oturduğunuz makamı bırakıp siyaset yapın ve 7/24 vurun ha vurun CeHaPe’ye.

Gazeteci dostlarım Cüneyt Önder ve eşi Işıl, işi gücü bırakarak Çanakkale’ye yerleşti. Ben de zihniyet olarak içinden deniz geçen bu küçük şehre yerleşmeyi iple çekiyorum. Biraz da ben kirleteyim Marmara Denizi’ni. Bursa’dan kirletemiyormuşum çünkü…

 

‘Son Ada’da demokrasi!

‘Son Ada’da demokrasi!

Zülfü Livaneli‘nin “Son Ada*”sını okurken, bireyliğinin farkında olanlar için demokrasinin çok da “matah” olmadığı, hiç değilse keskin bir “çelişki” içerdiği düşüncesine kapıldım.

Mutluluk“taki müthiş anlatım ve betimlemelerden mi, yoksa “Leyla’nın Evi“ndeki heyecan veren kurgudan mı kaynaklandığını bilemediğim bir duyguyla sarıldım Son Ada’ya.

Darbeci bir başkan ve cennet bir ada!..

Öyle olmayacağını bile bile – ada var ya adında- Yaşar Kemal‘in “Bir Ada Hikayesi” dizisindeki tat var mı acaba, diye açtığım kitabı birkaç saat içinde okuduğumda, yazının başlığındaki düşünce yerleşti usuma:

Demokrasi gerçekten de kendi içinde büyük bir çelişki değil miydi!..

Sayfalar arasında dolaşırken 80’li yılları da düşündüm, günümüzde yaşananları da…

İkisine birden bakınca, “Değişen ne var ki?” diye sordum kendime ve sonuçta geldiğim nokta, ezenle ezilen arasındaki ayrımın hiçbir zaman ortadan kalkmayacağı oldu.

Zayıfların eşitlik, dostluk ve demokrasiye ihtiyacı vardı. Güçlünün ise tek bir isteği: Daha fazla güç!”

Son Ada’da olup bitenlere, martıların, tilkilerin, yılanların yok edilmesi girişimlerine, sonuçta tüm yaşam alanlarının yok edilmesine baştan beri karşı çıkan sadece tek bir kişi; yazar vardı.

Oysa emekli (darbeci) Başkan’ın Son Ada’ya yerleşmesi de Başkan’ın cennet adada “düzen” sağlama girişimleri de bütün bunları yaparken ada sakinlerinin onayını alması da demokrasi marifetiyleydi. Ancak arada önemli bir fark vardı. Yazar sadece yaşamak; Başkan güçlü olmak, gücünü kaybetmek istemiyordu.

İşte demokrasinin çelişkisi onu kullananların elinde net bir şekilde ortaya çıkıyordu. Hele de halk dediğin değişken bir şeyse, “teşvik ve tehdide bağlı“ysa!..

Türk romanını yakından izleyenler mutlaka okumalı Son Ada’yı, bence.

Livaneli’nin çoğu eserinde bulduğum yazınsal tat yoktu kitapta ve ben bunu önemli bir başarı olarak görüyorum.

Son Ada’yı yazan Livaneli’nin kendisi değil, yazarlığa; hatta yazarlığa da değil, sadece yazmaya öykünen “halktan biri”ydi:

Çağdaş yazarların yaptığı gibi yap, anlatılanın değil anlatım biçiminin önemli olduğu bir yapı kurmaya çalış, biraz cesur ol” diye kendi kendini uyarırken, işi bilen bir yazarın “basit bir anlatıcı” rolünde roman yazmasının güçlüğünü de sergiliyordu.

Roman boyunca yer yer ortaya çıkan bu kendi kendine öğütleri, ben yazınsal bir eleştiri olarak da aldım.

*Son Ada, Zülfü Livaneli, Remzi Kitabevi, Ekim 2008, İstanbul. (Livaneli 2016’da da “Son Ada’nın Çocukları”nı yayımladı.)

Turnuvayla kabaran milli duygular: Marş marş!

Turnuvayla kabaran milli duygular: Marş marş!

Siz bu satırları okuduğunuzda EURO 2020 başlamış, Türkiye ve İtalya turnuvanın açılış maçını tamamlamış olacak.

Gönlümüzden geçen elbette Türkiye’nin EURO 2020’yi güzel bir noktada nihayetlendirmesi ancak bu yazının konusu o değil.

Konu, her turnuva öncesinde ortaya çıkan birbirinden abuk milli takım marşları.

İlham gelmesi üzerine mi hareket ediliyor yoksa bir istek sonucu mu yazılıyor bilemiyorum ama sanki yazılmasa daha iyi olurmuş gibi bir hissiyat oluşuyor bünyede.

Söz konusu yazının, geçen gün sosyal medyada arz-ı endam eden ve Kıraç’a ait olan ‘Haydi’ isimli milli takım marşı denemesinden yola çıktığını da burada belirtmeyi bir borç bilirim. Ayrıca, eklemek gerekir ki bu marş, 2016 yılında yayınlanmış. Yani, bu güzide piyade marşımızın evveliyatı bir önceki turnuvaya dayanıyor… Bir de Mustafa Sandal’ın evlerden ırak bir marşı var ama ona da değinerek turnuvaya dair heyecanınızın içine limon sıkmak istemiyorum.

Kıraç, söz konusu denemede;

“Sen de askersin sen de Mehmet’sin

Kalbinde en derinde hissedeceksin

Sen de askersin sen de Mehmet’sin

Kalbinde en derinde hissedeceksin

Kora kor dişe diş dağ gibiyiz biz

Tarihlerden fışkıran kaplanlarız biz

Hep onurlu hep cesur tüm hikayemiz

Ay yıldızlı bayrağın neferleriyiz” diyor.

 

Tamam da niye?

Ahali olarak her uluslararası organizasyona topla, tüfekle, Allah Allah nidalarıyla koşmaya bayılıyoruz. Farkındaysanız özellikle son yıllarda sanki bir kültür-sanat ya da spor organizasyonuna gidiyormuşuz gibi değil de küffarın kapısına dayanıyormuşuz gibi bir ruh haline büründük.

‘Yarışma’ ya da ‘turnuva’ denince birilerinin aklında hemen mehter çalmaya başlıyor. Kös sesleri kudümlere karışıyor, biz de ‘yedi düvel’ ile cenk etmek için er meydanına koşuyoruz.

Söz konusu marşta da futbolculara yapılan ‘Mehmetçik’ benzetmesi ile dibine kadar yaşanan bir militarizm, vatan, bayrak, millet, devlet edebiyatı görüyoruz. Belki de bunun bir savaş olmadığına dair paylaşımlar yapılsa çok daha rahat, çok daha başarılı bir turnuva geçireceğiz ama fırsat olmuyor bir türlü… Gerçi elde oyuncak kılıç, kafada süzgeçle tarihi dizi izleniyor bu memlekette. O yüzden bu sefer hazırlıklarını çok yadırgamamak lazım belki de…

Mevcut iktidar her ne kadar ‘başaramadık’ dese de kültürel değişim burada da kendini gösteriyor. ‘Ay-Yıldızlılar’ kavramı gidiyor, yerine ‘Bizim çocuklar’ geliyor.

Futbolcular başarılı olursa ‘Bizim çocuklar başardı’ (Our boys have done it) manşetleri de atılır belki, kim bilir?

Gereksiz bir sahiplenme, gereksiz bir ayrıştırma olarak tezahür ediyor. Hemen hemen her konuda kutuplaşan bir ülkede, milli takıma ‘bizim’ diyerek birleştirici olmaya çalışmak da haliyle inandırıcılıktan uzak oluyor.

Peki, yalnızca bir ay sürecek bir futbol turnuvasında mücadele edecek futbolculara ‘Sen de askersin, sen de Mehmet’sin’ diye seslenmek, kavramları basitleştirmek anlamına gelmiyor mu? Hele ki futbolcularımıza galibiyet primi, başarı primi diye dünyanın parasını verdikten sonra. Milli forma madem kutsal, neden bizim sahadaki ‘Mehmet’ler bu kutsal formayla oynamak için üstüne para alıyor?

Ya da istisnasız tüm milli takım hocaları neden maaşlarını Euro olarak alıyor?

Hatırlarsınız;

Benzer bir ‘gaz’ durumunu 2006 Dünya Kupası Avrupa Elemeleri Play-Off rövanş maçında İsviçre karşısında da görmüştük. Günlerce medya eliyle körüklenen bir gerginlik sebebiyle belki de çok rahat kazanacağımız maçın ilk dakikasında Alpay Özalan’ın yaptırdığı penaltıyla geriye düşmüş, ev sahibi avantajını yitirmiş, maçı kazansak bile Dünya Kupası’na gidememiştik. Sonrasında yaşanan olaylar da malumunuz…

Yine aynı maçın seremonisinde Alpay Özalan’ın İstiklal Marşı’nı nasıl okuduğunu da hepiniz hatırlıyorsunuz zaten.

EURO 2008’den sonra aradaki tüm turnuvalara mendil salladık, EURO 2016’yı büyük bir fiyasko ve ‘adamlık’ tartışmaları ile yedik. Ama hiç ders alınmadı, siyasetin futbol üzerindeki gölgesi hiç eksilmedi. Yıl oldu 2021, futbol siyasetin arka bahçesi olmayı sürdürüyor. Abuk sabuk sınırlamalarla ve kurallarla güzelim sporun içine ediyoruz.

Durumumuz ortada, yine bir turnuvaya gözü kapatıp dalmaya gidiyoruz.

2002 Dünya Kupası için bestelenen, hala en çok çalınan, en çok söylenen milli takım marşının sahibi Tarkan, belki de bu yüzden yazdığı şu sözlerle çok güzel özetliyor bizi;

‘Arar buluruz izini, bilirsin zır deliyiz biz!’

Yunuseli’nin anahtarı Ankara’da!

Yunuseli’nin anahtarı Ankara’da!
Cânım Bursa!..
 
50’lerden sonra öylesine başıboş bırakılmış, öylesine plansız büyümüş ki yeşil Bursa, şehrin belli bölgelerinde adeta bir “vaha” olarak kalmış! O vahalar da birer birer tartışma konusu olarak Bursa’nın gündemine gelmiş.
 
Örneğin 20 yıl önce Merinosu çokça tartışmıştık.
 
Yine aynı süreçte Kent Meydanı şehrin yöneticileriyle sermaye güçlerini karşı karşıya getirmişti.
 
Tüm itirazlara rağmen yıkılan Atatürk Stadının yerini alan Millet Bahçesi’nde Bursalıların gözyaşları var!
 
Timsah Arena, hemen arkasına inşa edilen hastane binası ile hala sıcak gündemin ana konularından biri.
 
Hemen herkesin “bu artık bir kent suçudur” görüşünde birleştiği Doğanbey de öyle…
 
Ama bu dönemin ana polemik konusu Yunuseli
 
Önceki sabah Merinos’ta iki ayrı toplantı vardı.
 
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, medya kuruluşlarının yayın yönetmenleriyle buluştu.
 
Bursa Kent Konseyi Başkanı Şevket Orhan da üstün zekalılar için kurulacak okulu anlatmak üzere basın toplantısı düzenledi.
 
Her iki toplantıda gündeme gelen ortak konu Yunuseli’ydi.
 
Şevket Orhan sıradan bir isim değil. İktidar partisinin kurucu il başkanı ve ilk milletvekillerinden biri. Daha ötesi Bursa’da “AK Parti’nin vicdanı” olarak görülen isimlerden biri.
 
Yunuseli konusundaki görüşleri de sır değil:
 
Şu anda Yunuseli Havaalanı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda… Biz yeşil alan olarak kalmasından yanayız. Ben kendi fikrimi söylüyorum. Arkadaşlarla konuşacağız, buranın yeşil alan olarak kalması konusunda da mücadelemizi vereceğiz.
 
Yunuseli konusunda eleştirilerin hedefindeki Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Aktaş’ın açıklamaları da net:
 
Yunuseli Havaalanı arazisi Milli Emlak’a ait. Boş araziye konut yapalım, satalım gibi bir hesabımız yok. Bursa’ya Doğanbey gibi bir kara lekeyi daha neden düşüreyim. Yunuseli’yi düşünenler ne kadar Bursalı ise ben de o kadar Bursalıyım. Neden kötü anılayım? Yunuseli ile ilgili alınmış bir karar yok. Ortada kararlaştırılmış bir proje yok. Yunuseli şu anda bizim önceliğimiz değil.
 
Başkan Aktaş’ı dinlerken, belleğim beni 31 Mart 2018 tarihine kadar götürdü. O gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Pendik ilçe kongresinde konuşuyordu. Konuşma aniden Bursa’ya gelince dikkat kesilmiştim. Şöyle diyordu Erdoğan:
 
“… Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı, dün yanımdaydı. ‘Şehir merkezindeki havalimanını eğer müsaade ederseniz kaldırmak istiyorum’ dedi. ‘Niye?’ dedim. ‘Yenişehir’de havalimanı var, 45 dakika. Sabiha Gökçen de bize 45 dakika. Merkezdeki havalimanına sadece patronlardan birkaç tane uçağı olan günde bir iki kere inip kalkıyor. 1400 dönüm arazi. Burayı ben değerlendirmek istiyorum’ dedi. Ben de ‘Sabırlı ol’ dedim. Oturalım konuşalım, ondan sonra.”
 
Mart 2018’den Haziran 2021’e tansiyonu giderek artan Yunuseli tartışmasında aslında Bursa’nın büyük bölümü söyleyeceğini söyledi. Muhalefet, akademik odalar, sivil toplum örgütleri Bursa’nın son vahasının korunması gerektiği görüşünde.
 
Yunuseli konusunda netleşmeyen iktidar cephesi. Öyle anlaşılıyor ki orada da farklı görüşler var. Dikkatler de Ankara’da, Çevre ve Şehircilik Bakanlığında, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’da…
 
Zira Mart 2019’dan beri iktidar için Bursa artık İstanbul’dur ve de Bursa’yı artık İstanbul gibi düşünmektedir!