Hadi bir de sanayi dönüşümü yapalım

Hadi bir de sanayi dönüşümü yapalım

Haftada en az bir tane Marmara Bölgesi’nde özellikle de İstanbul’da gerçekleşmesi beklenen depreme yönelik açıklama dinliyoruz uzmanlardan. Durumu küçümsediğim sanılmasın, hatta hatırlatmak isterim 6 Şubat depremlerinin hemen ardından İstanbul’dan daha ciddi bir deprem riski içerdiği söylenmişti Bursa’nın, yani demem o ki, durum bizim için daha da riskli…

Hal böyle büyük olunca, bu risklere karşılık vatandaşların mümkün olan en kısa sürede daha güvenli yapılarda oturmasını sağlamak için hızlı bir kentsel dönüşüm furyası başladı tüm Türkiye’de olduğu gibi Bursa’da da.

Fakat bir ayrıntıyı atlamışız gibi geliyor bana. Zaman zaman Akademik Odaların düzenledikleri toplantılarda da değinilen ve içerdiği tehlikelerden bahsedilen kimyasal maddeler meselesinden bahsediyorum.

Norm Haber’de konuk ettiğim Su Kolektifi üyeleri ile üzerinde konuştuğumuz önemli konulardan biri, sanayide kullanılan tehlikeli maddelerin depremde yaratacağı ölümcül risklerdi.

Hemen hatırladık elbette 1999 depremindeki en büyük tehlikelerden birinin günlerce söndürülemeyen TÜPRAŞ yangını olduğunu, depremden sonra yangın nedeniyle kirlenen 1.5 kilometrekarelik deniz hattından sadece 600 metreküp atık toplanabildi. Sonrasında biz toplanamayan atıklarla beslenen deniz canlılarını tükettik yıllarca…

Bir de AKSA fabrikasından sızan 6 bin 400 tonluk akrilonitrilin toprağa, denize ve havaya karışması konusu var. Normalde 176 yılda sızması beklenen miktarın bir anda doğaya karışması ile bölgede bitkiler kurumuş, balıklar, kümes hayvanları ve evcil hayvanlar ölmüş, insanlarda zehirlenme belirtileri görülmüştü.

Oysa bahsettiğimiz işlerin bir kuralı, kaidesi olmalı değil mi?

Sonuçta yaşamdan daha değerli neyimiz olabilir şu ölümlü dünyada…

Elbette gelişmiş ülkelerde sanayileşmenin kendi içinde kuralları var, işin ilginç yanı gelişmiş ülkelerde bir kural koyulduktan sonra ‘ne yapar da bu kuralın arkasından dolanıp işimi yine kuralsızca ve kendi lehime çözerim’ düşüncesinden uzak durarak doğrudan kurallara uymak da var.

Efendim, normalde olması gereken; yerleşim alanları ile sanayi bölgeleri arasında ekolojik tahribat ve deprem gibi doğal afetlerin de hesaplanması ile bir ‘sağlık koruma bandı’ oluşturulması ve bu bandın sınırlarına mutlak suretle uyulmasıdır.

Bizde yapılan nedir peki?

Önce genellikle ova bölgesinde tarlaların üzerine depo mahiyetli başlayan inşaatların kısa süre içinde fabrika binalarına dönüşmesi ve hemen ardından sanayi bölgesi olma yolunda adımlar atılması, sanayileşmenin önünün açılması adı altında hem tarım alanlarının tahribatına hem de herhangi bir kimyasal sızıntı halinde gıda maddelerine, dolayısıyla insan sağlığına etki edecek gelişmelere göz yumulması…

Daha durun, bu ilk aşama…

Bunun bir de devamı var. Şöyle ki; bahsedilen sanayi bölgeleri kurulduktan sonraki yıllarda daha ziyade siyasal yatırım olarak düşünülen imar afları, imar planı değişiklikleri, kentlerimizde ilgili kamu kurumları ve belediyeler tarafından yapılan değişiklikler derken, bir de bakmışsınız sanayi bölgeleri ile iç içe yaşıyoruz…

Demirtaş, Ataevler, Özlüce, Nilüfer, Gürsu, Barakfakih gibi sanayi bölgeleri yerleşim alanları ile iç içe geçmiştir ve genellikle zemini sağlam olmayan alanlardadır. TÜPRAŞ gibi uluslararası normlarda bir tesis bile depremde bu kadar hasar alabiliyorsa; sanayi bölgelerindeki fabrikaları, doğalgaz çevrim santrallerini düşünmek dahi istemiyoruz!” diyor Su Kolektifi Üyeleri.

‘Bütün bunlar 1999 depreminden sonra düşünülmemiş mi?’ diye sorabilirsiniz. Ben sordum çünkü ve şöyle bir yanıt aldım;

Aradan geçen 24 yılda bu konuda ne yapıldı diye araştırdık. Tehlikeli maddelerin otomasyona aktarılması konusunda karşımıza defalarca yürürlüğe girişleri ertelenen yönetmelikler çıktı. Örneğin; Kimyasalların Kaydı, Değerlendirilmesi, İzni ve Kısıtlanması Hakkında Yönetmelik (KKDİK Yönetmeliği) girişi için istenen analizler yüksek maliyetler içerdiği için analizlerini tamamlayıp kaydı yapılan tek bir yerli üretici olmadığını öğrendik. İşletmeler bu zorluğu serbest bölgeleri kullanarak aşmaya çalışıyor!”

Doğrusu beni hiç de şaşırtmayan bir yanıttı. Bu yanıta benzer pek çok örnek de sundular, sağ olsunlar. Hasılı kelam şunu demek istediler; ‘firma sahibi tıpkı çalıştırılması çok maliyetli olduğundan kullanmadığı baca filtreleri gibi bu işleri de yapmamanın yollarını buluyor.’

İçler acısı durumumuz şöyle de tarif edilebilir; şu anda muhtemelen Bursa’da hangi işletmede kaç ton hangi sınıftan tehlikeli madde var bunun bilgisine sahip olan ve şu teknolojik gelişmişlikle takır takır bu bilgileri önümüzü seri verecek olan kurum ve kuruluş mevcut değil!

Öneriler elbette anlık kaç ton ve hangi sınıfta tehlikeli maddenin nerede olduğunu belirleyebilecek otomasyon sistemlerinin kurulması; acilen sanayi bölgeleri ile yaşam alanlarının birbirinden uzaklaştırılması, sanayi tesislerinin uygun alanlara devlet teşviki ile taşınması, mümkünse sanayi alanları küçültülmesi ve kurulması planlanan yeni sanayi tesislerinden vazgeçilmesi…

Sıralaması bile güzel de işin bir de realite kısmı var.

Şimdi, biz sade vatandaşa dişini geçiren kentsel dönüşümün nasıl dönüşeceğini henüz tam ve doğru bulamamışken, kelli felli fabrika sahiplerine dişini geçiren bir sanayi dönüşümü yapabilir miyiz?

Siz üzerinize düşeni yapıyor musunuz?

Siz üzerinize düşeni yapıyor musunuz?

Rahmetli babamın mesleğinin dokumacılık olduğunu ve zaman içinde kendi küçük, küçücük işletmesini kurarak 8 kara tezgah ile dokuma atölyesine sahip olduğunu sizinle hiç paylaştım mı bilmiyorum…

Uzun yıllar önceydi elbette bu mesele…

Kendi işinin sahibi olmak, ticaret yapmak, kendi üretimini gerçekleştirmek için büyük mücadele verdi babam ve sonunda ithal ham maddeye, ham maddenin yurt dışından dolarla geliyor oluşuna ve tüm tekstil sektörünün buna bağlı oluşuna, dolayısıyla küçük esnafın, yani sermayesi olmayan esnafın kırılgan ekonominin çarkları arasındaki acımasız ezilişine mahkum oldu ne yazık ki…

Tüm bunları yazdım, çünkü bugün düzenlenen bir toplantı ile CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala’ya hallerini arz etmeye çalışan Bursa Dokumacılar Odası’nın yaşadığı bu sorunların bundan 30 yıl önce de var olduğunu hatırlatmak istedim…

Hükümetin şimdilerde dilinde olan ‘yerli ve milli’ cümlesinin büyüsüne kapılan küçük esnafın kendi iş kolunda neden böyle düşünülmediğini, neden yerli ve milli üretimin desteklenmediğini sorgulaması elbette ilginç değil.

Bir o kadar ilginç olmayan durumlardan diğeri de CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala’nın;

“Geldiğimiz nokta şudur; parası olan küresel sermaye, yalnızca yerli sermaye değil. Parasına en fazla nerede kazanç elde edebiliyorsa parayı oraya götürüyor. Bu küresel kapitalist sistemin adını koymadan ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminin bu sistemin bir parçası olduğunu kabul etmeden bir adım yukarı gidemeyiz. İthal kumaş meselesi ithal domatesten, ithal arpadan, ithal etten, ithal ilaçtan ayrı bir mesele değil!” açıklaması.

Hatta bu açıklamanın doğruluğuna öylesine katılıyorum ki, uzun uzun alkışlamak istiyorum böylesi net bir tahlili…

Bir diğer hususa gelince, Kayıhan Pala, ‘Bu iş bir milletvekilinin verdiği bir önerge ile çözülecek iş değil!’ derken de haklı.

Karşılık olarak şöyle bir argüman da sunuyor katılımcılara;

Bu ülkeyi yöneten, merkezi yönetime bu kenti yöneten Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne ve ilçe belediyelerine sizlerin söyleyecek sözleri olmalı! Çataltepe hikayesini de okudum. Oradaki temel sorunlara baktığımızda karşımıza Bakanlık ve Büyükşehir Belediyesi çıkıyor. Doğru mu? Evet. Şimdi bakanlık da bizde değil, büyükşehir belediyesi de bizde değil. Sorunları dile getirerek ben belki sizin kafanızda ya tamam milletvekili de gündeme getirdi diye iyi bir imaj bırakabilirim. Mesele sorunları dile getirmek değil. Mesele sorunları çözmek olmalı. O zaman nasıl çözeceğimize birlikte karar verelim. Biz üstümüze düşeni yapalım, ama siz de üstünüze düşeni yapın!”

Hey gözünü sevdiğimin doktor aklı…

Sorun ve çözüm önerisi net. Yapılacak belli. Yapanlar ve yapmayanlar ve sonunda olacaklar da ortada…

O halde ben de CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala gibi sormak istiyorum, başı sıkışınca muhalefet partilerinden destek isteyen Bursalılar, sandık önlerine geldiğinde çözüme yönelik karar veriyor mu?

***

CHP’DEN TEZKERE AÇIKLAMASI

Gazze bölgesinden sürekli katliam haberleri alırken ve gözümüz kulağımız bir yandan Amerika Birleşik Devletleri bir yandan Rusya bir yandan Çin bir yandan İngiltere derken tam bir dünya karması haline gelmiş Akdeniz’de neler yaşanacağındayken. Ülkemizin bu yaşanacakların içine ne kadar çekileceğindeyken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak ve Suriye’deki görev süresinin uzatılmasına ilişkin tezkere TBMM’de onaylandı.

Bugün ise CHP 81 ilde tüm il başkanlıklarında eş zamanlı bir açıklama yaparak, daha önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun meclisteki grup konuşmasında söylediği ‘Ülkemde yabancı asker postalı istemiyorum’ cümlesini bir kez daha tekrarladı.

Cumhuriyet Halk Partisi Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın okuduğu açıklamada, “Söz konusu tezkere, yabancı askerlerin Türkiye’de bulunmasının, daha net bir ifadeyle, yabancı asker postallarının kutsal vatan toprağımızı çiğnemesinin önünü açmaktadır. Saray İktidarına sormak isteriz: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ordusu yok mudur? Askerimiz, polisimiz, korucumuz ne için mücadele etmektedir?” denildi.

Hatırlatmakta yarar var, yabancı askerler konusu CHP dile getirene kadar Milliyetçi Hareket Partisi tarafından itiraz edilen bir konu değildi, ancak Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının ardından “Türkiye’ye gayrimeşru yabancı postalların ayak basması diye bir şey yoktur, şayet olursa verilecek sadece bir canımız vardır” sözleri ile bir itiraz sesi yükseltildi.

İtirazlara 20 Ekim itibariyle Dışişleri Bakanlığı tarafından; “Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının Irak ve Suriye’deki görev süresinin 2 yıl daha uzatılmasına ilişkin 17 Ekim 2023 tarihli TBMM kararının bazı yanlış yorumlara konu edildiği gözlemlenmiştir. Tezkerede yer alan ’yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması’ ifadesi, 2014 yılında kurulan DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu kapsamındaki ortak faaliyetlerle ilgilidir. Yeni olmayan bu ifade, 2014 yılından bu yana kabul edilen Irak ve Suriye tezkerelerinin metinlerinde de aynen yer almaktadır” denildi.

İşin enteresan olan yanı da bu ya, 2014 yılından bu yana yabancı askerlerin ülkemizde bulunmasına izin verilen bir madde belirli aralıklarla sürekli oylanıyor ve sürekli TBMM’de kabul ediliyor. ‘Yabancı asker demek, işgal demek!’ açıklamasından da yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, artık içinde bulunduğumuz durum 2014 yılındaki gibi olmaktan çok daha uzak! Bu kez savaş çok daha yakın ve bu yakınlık sürecinde kimin nerede saf tutacağı kestirilemiyorken, yabancı askerlerin ülkemizin belirli noktalarında bulunuyor olması tüm vatandaşlar için tedirgin edici!

 

CHP’de sandık vicdanı ve taktik savaşları

CHP’de sandık vicdanı ve taktik savaşları

Önümüzdeki 15 günlük süreç Cumhuriyet Halk Partisi için çok kritik…

Partiden kopuşlar hem üyelik bazında hem de seçmen bazında sürüyor. Kimsenin de gücü bu durumun üzerini örtmeye yetmiyor artık. Belki İYİ Parti’deki gibi seri halde yönetim istifalarını görmüyoruz, çünkü yönetimlerde olanlar hallerinden memnunlar zaten, ancak daha alt kademelerde ve sade üyeler arasında hem istifalar hem de bundan sonra sandığa gitmemek gibi pasif agresif eylem hazırlıkları mevcut…

Kopuşların önüne geçmenin tek yolunun değişim olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

İlçe ve il kongre sürecinde de sorduğum bir soruyu bu noktada, tam da burada bir kez daha yinelemek isterim; ‘değişim de nasıl bir değişim, kime doğru, neye ve nereye doğru bir değişim?’

Çünkü hali hazırda ‘değişim’ lafı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dahil herkesin ağzında.

Kongre süreçlerinde ortaya çıkan bütün adayların, en azından Bursa özelinde bütün adayların, değişimden yana olduklarını söylediklerini, partinin bir değişime ihtiyaç duyduğunu dile getirdiklerini hatırlıyorum. Sonrasında söylenen, ‘Değişim sadece genel başkanın değişmesi demek değildir, değişimi kökten yapmak lazım, asıl önemli olan parti yapısında bir değişime gitmektir…’ cümleleri burada niyeti açık ediyor…

Hayli çekişmeli geçen seçimler bittikten sonra gözümüzün önündeki tablo genel merkez destekçilerinin ağırlıkta olduklarını gösteriyordu. Ancak Kılıçdaroğlu’nun karşısına rakip olarak çıkan ve rekabeti ile halen kafaları karıştıran, çünkü Kılıçdaroğlu’nun en yakınındaki isimlerden olması nedeniyle muhalefet olduğu kabul edilmekte zorlanılan Özgür Özel değil mi ki, İstanbul’u aldı, işte film orada değişmeye başladı…

Beklenmeyeni beklemek bu olsa gerek diyen ve partinin değişmemesi halinde bir hezimete yelken açacağının farkında olan yönetim kademeleri ile birlikte milletvekilleri de kendilerini yavaştan belli etmeye başladılar.

Sonrasında da imza günü geldi çattı…

Ben aday olmam, aday gösterilirsem de görevi geri çevirmem, ben şimdiye kadar hiçbir makama kendi başıma aday olmadım’ diyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını istemek için imza verilmesi gerekiyordu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında 136 milletvekili bulunan CHP’de, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olması için 94 milletvekili imza verirken, imza vermeyen, yani ‘genel başkan artık görevi bıraksın’ diyebilme cesaretini gösteren 42 milletvekili oldu. Bu vekiller arasında CHP Bursa Milletvekili Nurhayat Altaca Kayışoğlu da var.

Kayışoğlu’nu Özgür Özel’in Bursa delege ziyaretinde CHP İl Binasında da gördük, desteğini ilk ortaya koyduğu gün olarak tarihe not düştük, mesele imza ile tamamen tescillenmiş oldu.

Bursa’dan Kılıçdaroğlu’na imza veren vekillerin de gönülleri tam olarak kendisinden yana mıdır?’

Bu soruyu biraz tartışmak gerekiyor…

Zira kongre süreçlerinden biliyoruz ki, en çok imzayı toplayan değil en çok oyu alan başkanlık makamına oturuyor ve bu durum her daim imzalarla doğru orantılı olmuyor. Hatta mesele genel başkana kafa tutmak olunca, işin renginin daha da belirsiz olacağını, sonucun siyasilerin meşhur deyişi ile ‘sandık vicdanı’ denilen kavramda gizli olduğunu düşünmek daha akıllıca gibi geliyor bana.

Şimdi, içinde bulunduğumuz süreçte kulisler kaynıyor, zira iki başkan adayının da başkan olma ihtimaline karşılık koltuklarını, makamlarını, kendilerine vaat edilen toprakları korumak adına canhıraş bir siyasi savaşa girenler, yepyeni taktikler geliştiriyorlar.

Kendileri genel başkanı desteklerken en yakınlarındaki isimlerin Özgür Özel’e destek vermesi, arka kapılardan yapılan görüşmeler ve pazarlıklar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

Eee… Siyaset bu malum, 24 saat bile uzun bir süre her şeyi değiştirmek için.

Vekillerde durum böyleyken parti örgütleri de tek tek Kılıçdaroğlu’na ziyaretler düzenleyerek desteklerini fotoğraflarla belgeliyor adeta. Önümüzdeki hafta CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş ve ekibinin de benzeri bir ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor.

Tüm bu ziyaretlerle bağlılık sunmalar CHP’nin ne kadar ekseninden kayarak sağ tandanslı partilere yaslandığının ve bakış açısının da bir o kadar dejenere olduğunun ispatı gibi bence.

Düşünsenize, tüzüğünde ‘Sol bir partidir…’ yazan koskoca Cumhuriyet Halk Partisi’nde akın akın gelen yönetimler size bağlılık sunacaklar…

Bu noktada şunu belirtmek lazım, CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın kurultay sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’na destek vermek konusunda yönetimini iradesi ile baş başa bırakacağını tahmin ediyorum. Yeşiltaş’ın bağlı olduğu özgürlükçü politikalar da bunu gerektirir zaten.

Kalanını izleyip göreceğiz…

 

Gençler kaçıyor! Bazen Avrupa’ya bazen…

Gençler kaçıyor! Bazen Avrupa’ya bazen…

Hemen kapımızın dibinde, sınırlarımızın bir adım ötesinde dünyanın ibretle izlediği insanlık dramları yaşanırken ve bazı ülkeler; kendisine demokrat, insan haklarından yana, uygar diyen bazı ülkeler buna seyirci kalırken, ülke içinde de birbirinden acı tablolarla karşı karşıyayız…

Daha geçen hafta bir üniversite öğrencisinin ailesine yazdığı hazin mektuptan alıntılar yaparak yaşamdan nasıl soğuduğuna değinmiştim. Yazımın yayınlandığı günün ertesinde yine bir üniversite öğrencisinin bu kez okul yemekhanesinde yaşamına son verdiğine ilişkin haberler okuduk ulusal basında.

Biri ‘üniversiteden mezun olduktan sonra da insanca bir yaşama kavuşamayacağımı düşünüyorum’ diyerek, diğeri ise daha 21 yaşında borçları yüzünden yaşamına son verdiğini belirterek ayrılıp gitti bu dünyadan…

Tüm bunlar nerede yaşanıyor?

Giderek derinleşen gelir uçurumunun yaşandığı, orta sınıfın eriyerek yok olduğu, toplam gelirin yüzde 85 gibi bir oranının ülke nüfusunun yüzde 5’lik kısmına denk gelen bir avuç sermayedarın elinde biriktiği, geriye kalan yüzde 95’in ise geleceksiz bırakıldığı bir ülkede. Hemen hemen aynı yaşlardaki bu iki çocuğun ve belki de haber dahi olmayan nicelerinin yaşamına son verdiği anda, gazetelerin diğer sayfalarında üç beş maaşlı siyasi figürlerin, ballı kaymaklı ihalelerin sahiplerinin haberlerine de rastlıyoruz elbette.

Ülkenin iki ucunun arasında kocaman bir ekonomik uçurum duruyor…

Koca cumhuriyet, zenginiyle fakiriyle omuz omuza verilerek kurulan ve ekonomik temellerinin merkezinde orta sınıfın olması arzulanan bu koca cumhuriyet 100 yaşına girerken geldiğimiz durum ortada…

Biz şimdilerde normalde büyük bir baklava desenine benzemesi gereken ve şişkin karnındaki bölümde orta sınıfın ekonomik olarak yerleştiği bir dengeden, sivri tepesinde küçük mutlu bir azınlığı barındıran alt kısmı genişçe, ince uzun borulu bir deney tüpüne çevirdik ülkenin ekonomik skalasını…

Gerçekten tebrik edilmesi gereken, insanların gözünün içine baka baka yapılan tüm bu değişimi koca bir topluma kabul ettirme ve üstüne bir de takdir toplama becerisini ben de alkışlamak istiyorum, ama artık bu kadarını aklım da kalbim de kaldırmıyor desem belki duygularımı ifade etmiş olurum…

80’li yıllardan bu yana sürdürülen ve son 20 yılda şiddeti giderek artan bu durumda kamuculuğu öldürmek; eşitlik isteklerini aptallık, parasız eğitim ve sağlık hizmeti taleplerini ‘geri kafalılık’ gibi göstermek en bilinen yöntemler oldu.

Halktan yana politikalara ön veren sol siyaseti ve söylemleri ayak altına alıp ezdiklerini, insanca bakış açısı adına en dik en üst durması gereken anlayışların yerlerde sürüklendiğini, hatta bu temeller üzerine kurulmuş siyasi partilerin dahi üç beş oy uğruna eksenini değiştirdikten sonra yön duyularını tamamen kaybetmiş halde yeni yollar aramaya başladığını görüyoruz şimdilerde.

Bu ülkede artık yoksulluğu çıplak gözle görüyor, elle tutuyor, kokusunu duyuyorsunuz…

Tüm bunların içinde sadece kadınlar ve çocuklar değil, gençler de boğuşuyor hayatla. Hatta belki de her geçen gün umutlarının ellerinden alındığını, soğuğu hisseder gibi hissettiklerinden, en çok onlar etkileniyor durumdan.

Tercih edilen sistem ucuz emek gerektiriyor. Niteliksiz, eğitimsiz, her şeye razı, tabiri caiz ise kendi değimleri ile ‘cahil’ insan, eşimin tanımı ile ‘düğmeci’ lazım. Yüksek öğrenim de elinden tüm nitelikleri alınarak bu amaca hizmet eder hale getirildi.

Meslek sahibi bulmak güç, buna mukabil yüzbinlerce işsiz işletme ve kamu yönetimi vs. mezunu dolaşıyor ortalıkta. Üç kuruşa çalışmaya mecbur, ancak isteksizler. Sistem köle ücretleri ile çalışacak insana gereksinim duyarken, iyi eğitim almış bir avuç genç çoktan yurt dışına çıktı bile. Geriye kalanlar da yurt dışı fırsatlarını kolluyor pusuya yatmış. Sokakta karşılaştığınız her beş gençten dördü başka bir ülkede yaşamak istiyor!

Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’ün geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamaları bu anlamda çok kıymetli bence.

“Üniversite bölüm ve kontenjanlarının ülkenin, kamu ve özel sektörün ihtiyacına göre planlaması yok. Bu plansızlıkla yarattığımız ev gençlerimiz var. Nasıl yüksek eğitim politikasıdır ki bir insan yaşamı, bir ailenin geleceği, eğitim sonrası iş hayatına geçişi planlanmadan, mesleki ve üniversite eğitimi aldırılıyor. Gençlerimiz bugün kendilerini değersiz hissediyor, özgüvenlerini kaybetmiş, ekonomik olarak ailesine bağımlı olarak kendini içine kapatıyor ve ruhsal bir çöküntü içinde. Kısacası en değerli varlıklarımız heba oluyor.

Gençler sınırlanan özgürlük alanlarından, zorlu ekonomik koşullardan, ülkemizdeki çalışma şartlarından ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerden kaçıyorlar, kaçmak için her türlü fırsatı arıyorlar. Eminim Meclis’teki milletvekillerimizin ailelerinde de oldukça fazlaca bu durum vardır.

Maalesef bunun adı beyin göçü bile değildir. Yetiştirdiğimiz mühendis, iktisadi ve idari bilimler mezunu binlerce gencimizi işçi olarak Avrupa’ya sunuyoruz!”

CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’e katılıyorum, maalesef bunun adı beyin göçü bile değil, ekonomik baskıdan kaçış olabilir ancak, bazen Avrupa’ya bazen öbür dünyaya!

Bugün Cuma

Bugün Cuma

Ben bu mesleğe başladığımdan beri Filistin’de ölen Müslümanlar için gıyabi cenaze namazı kılınmasını kaç kere takip ettim; sayısını hatırlamıyorum bile.

Bilirsiniz, gıyabi namaz bazen Diyanet’in atadığı imamla olur ya da cemaatten ağzı laf yapan bir hoca çıkar, namazı kıldırır.

Yıl galiba 2009…

İsrail yine Lübnan ve Gazze’yi adeta alev kapanına çevirmişti. Ben de muhabir olarak Ulucami’de Cuma namazı sonrası yapılacak protestoları izlemek ve görüntülemek için oradaydım. Çünkü Ulucami avlusu siyasal İslamcıların protestolar için sıkça kullandığı bir alan olmuştur.

Cemaat çıktı, kalabalık bir grup boş olan musalla taşına yöneldi ve saf tuttu. İçlerinden genç bir adam cemaate önderlik ederek başladı İsrail’e lanet yağdırmaya. Kafası öyle bir tülbent ya da bir kumaş parçası ile sarılmıştı ki ilk defa görüyordum; ne kavuk, ne takke, ne de sarıktı!

Dua ederken İsrail’in kahrolacağını öyle inanarak söylüyordu ki boynundaki damarlar çıkmıştı. Tükürükler saçarak avazı çıktığı kadar haykırıyordu.

Cemaat de gaza gelmişti, içlerinde gözyaşı dökenler bile vardı. Duanın bir yerinde Allah’a yalvarırken şöyle bir cümle kurdu: ‘Allah’ım sen bize Selahattin Eyyubi’ler yolla.’

Böyle deyince beni bir gülme tuttu. Tepki çekmemek için arkamı döndüm ve biraz uzaklaştım. Yani bu garip adam sanıyordu ki Selahattin Eyyubi kılıcı çekmiş, 300 bin adamı arkasına almış ve Kudüs’ü kurtarmıştı. Yani bu duayı edenlerden kimse çıkıp Selahattin Eyyubi askerliğinin yanında matematikçiydi, astronomdu, ayrıca doktordu yani zamanın ötesinde ufku olan bir adamdı demedi.

İşte her şeyi şiddet ile çözebileceğini sananların yanılgısıdır bu söylemler. Çünkü bu insanlar evrim teorisine, bilime, matematiğe, tarihe inanmazlar. Ateş ederek her şeyi çözeceğini sanırlar.

Dün Hamas da bunu yaptı. Yaktı, yıktı, sivil çocukları öldürdü. Öyle gözü döndü ki kendisine havlayan köpekleri bile vurdu.

Bugün onların yaptığı eylemi gerekçe gösteren İsrail adeta kana doymaz bir vampir gibi saldırıyor. Birleşmiş Milletler’in ABD’nin, AB’nin, Rusya’nın sesi çıkmıyor. Türkiye’de de o eski ‘Eeeyyyy’ sesi duyulmuyor.

İsrail, bilime, eğitime önem verdiği için koskoca Arap denizinin ortasında 10 milyonluk nüfusu ile yakıp yıkabiliyor. Çölün ortasında bir devletken Türkiye’nin tarım ihracatının katbekat fazlası bir hacme sahip. Sen çıkıp musalla taşının dibinde onlara lanet yağdırırken onlar Nobel üzerine Nobel alıyor.

Sen her şeyi Allah’tan beklerken, onlar Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Lübnan’ı, Suriye’yi ateş topuna çevirebiliyor.

Sen Kur’an’ın ilk kelimesini bile görmezden gelirken İsrail bu yüzden sana ateş yağdırabiliyor.

Bugün Cuma…

Yine birileri çıkacak, yine lanet yağdıracak ama emin olun İsrail’e hiçbir şey olmayacak ama bu cahillikle devam edilirse Allah daha ne belalar yollayacak…

El birliği ile mi dönüşüyoruz, kafanıza göre mi?

El birliği ile mi dönüşüyoruz, kafanıza göre mi?

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın adının, önümüzdeki yerel seçimlerde şimdilerde oturduğu makam için, doğal aday adayları arasında geçtiğini artık sağır sultan duyduğuna ve geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada bir dönem daha belediye başkanlığı yapmasının şehre çok yararlı olacağını bizzat Aktaş’ın kendisi söylediğine göre, yakın geçmişte atılan ve bundan sonra atılacak tüm adımları bir yerel seçim yatırımı olarak görebiliriz; öyle değil mi?

Böyle bir giriş yaptıktan sonra, son dönemlerde, Aktaş’ın şehrin tüm bileşenleri ile özellikle de Akademik Odalar ile görüş alışverişinde bulunarak, ortak projelerle ilerlediğinin altını çizen cümlelerini hatırlatmakta yarar var.

2040 Çevre Düzeni Planı ile ilgili çalışmalarla başlayan, ardından ‘kentsel dönüşümü de birlikte planlayacağız’ açıklamaları ile devam eden bu durumun gerçeği ne kadar yansıttığını sorgulayalım öncelikle.

Malumunuz 2040 Çevre Düzeni Planı benim aldığım duyumlara göre sanayi bölgeleri konusundaki anlaşmazlıklar nedeniyle, geçtiğimiz günlerde stüdyomuza konuk olarak Bursa’nın pek çok sorununa ışık tutan ve geleceğe yönelik projelerinin ipuçlarını veren CHP Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Bozbey’in söylediğine göre ise fay hatlarının üzerindeki yerleşim planları nedeniyle rafa kalktı. Sebep nedir bilinmez, ancak şu bilinir ki; Büyükşehir Belediye Başkanı Aktaş, ‘Biz bu planları yapamıyoruz!’ dedi.

Zaten Bozbey de birkaç kez planlarla ilgili görüşmelere davet edildiğini, fikirlerini beyan ettiğini, ancak diğer tüm davetlilerin de söylediği gibi, kendi görüşlerini planlarda göremediğini, nedeni sorduğunda ise ‘böyle yapılması gerekiyordu’ yanıtını aldığını söyledi.

Kısacası Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın ‘yapamıyoruz!’ ifadesi malumun ilanı olarak geçti kayıtlara…

Gelelim şehrimizin kanayan yarası kentsel dönüşüm meselesine…

default

Beşyol’da yapılan kentsel dönüşümün Akademik Odaların istediği gibi bir dönüşüm olmadığını İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek sık sık dile getiriyor zaten.

Sıcaksu bölgesine ise çoğunluğu kamulaştırılmış bir alan üzerine termal sağlık köyü yapılacak hayali kurulurken, TOKİ konutları ile burun buruna geldik. Neyse ki konutlardan kalan bir bölümde termal otel olacakmış.

Akademik odaların incelemek üzere projeyi ve zemin etütlerini talep ettiğini ve uzun süre beklediklerini biliyorum. Zira özellikle Sıcaksu ile ilgili olarak Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Başkanı Engin Er’in şu sözü çok kıymetliydi; ‘Yanlış bir sondajda Bursa’nın bütün sıcaksu kaynakları yer dahi değiştirebilir!’

Gelelim Altıparmak Çarşamba kentsel dönüşümü konusuna…

Yakın geçmişte Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın bu alanla ilgili bir protokol imzalayarak Akademik Odalarla birlikte hareket etme konusunu imzaya bağladığını söylemekte fayda var.

Hemen ardından şöyle açıklamalar geldi kendisinden; ‘2023 yılının sonuna kadar Altıparmak Çarşamba bölgesinde kentsel dönüşüme başlıyoruz.

Oysa protokol ortağı Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek gayet net, ‘Biz daha o bölgenin hikayesini yazmadık. Bunun için bir akademik kurul oluşturuyoruz. Öncelikle Altıparmak Çarşamba bölgesinin şehirdeki rolünün ne olduğuna karar verip orası için bir hikaye yazacağız, ardından bu hikayeyi resme ve projelere dökeceğiz, kentsel dönüşüm için kepçe vurma meselesi çok sonrasında gelecek!’

Atladığım düşünülmesin, işin içinde bir de Gaziakdemir Kentsel Dönüşümü var. Hatırlarsınız Kurban bayramından hemen önce alel acele bir ofis de kurulmuştu bölgeye.

Sonrasında süreç şöyle işledi;

Söylemlerde dönüşümün malikler ve sivil toplum kuruluşlarına danışılarak hazırlandığı iddiasıyla yola çıkıldı. Maliklerin konudan planlar askıya çıktığında haberi oldu. Sivil toplum kuruluşlarına ise hiç danışılmadı zaten.

Planların askıda olduğu süreçte yapılan incelemeler Osmangazi İlçesi için belirlenen yeşil alan miktarının Gaziakdemir planlarında uygulanmadığını ortaya çıkardı. Planlara hem Mimarlar Odası hem de Şehir Plancıları Odası Bursa Şubeleri tarafından itiraz edildi.

Daha insanca bir yaşam için kentsel dönüşüm yapılacak alanda olması gerekenden az yeşil alan bırakmak akla zarar çünkü.

Sonuç; itirazlar reddedildi, fakat ‘akademik odalarla birlikte kentsel dönüşüm planları yapıyoruz’ söylemleri devam ediyor.

İtiraz edilen planlar üzerinden bölge halkı ile görüşmelere başlanmış bile. Kulağıma gelenlere bakılırsa bir kentsel dönüşüm trajedisini de Gaziakdemir’den beklemek gerekiyor.

Bölgede yaşayanlar da biliyorlar evlerinin yenilenmesi gerektiğini ve bunun için çoktan gönülleler aslında, ama hemen hemen her biri miraslı iki, üç hanenin yaşadığı evlerin dönüşümü elde rezerv yapı olmadan, ‘al bu parayı kalk git buradan’ diyerek ya da üç hanenin oturduğu bina sakinlerine tek bir daire vererek, o dairenin de ne zaman biteceği hakkında bilgi veremeyerek çözülemez, bu çok açık!

Bilimden akıl alınmadıkça, sadece günü kurtarma projeleri üzerinden hareket edildikçe, hem dürüstlükten sapılmakta hem de vatandaşın yarası daha da kanatılmakta…

Bu doğru bir seçim yatırımı hamlesi midir? Orası da çokça tartışılır…

Gazze’de insanlık suçu işleniyor!

Gazze’de insanlık suçu işleniyor!

Gecenin önemli bir bölümünü hastanede geçiren bir anne olarak yazıyorum bu satırları. Biz hastanede çocuğumuzun başında beklerken, ‘okullarda salgın var’ cümlesini defalarca duyarken ve çoğunlukla bir saat süreli serum desteğini alan çocuğun eve yollandığı süreci yaşarken, hatta hasta gözlemleme bölümündeki yataklar yetmeyince çocukların sedyelere yatırıldığını görürken bir hastane bombalandı!

Dünyada, 2023 yılında, güya medeniyetin doruklarını yaşadığımız zamanlarda bir ülke başka bir ülkenin hastanesini bombaladı!

İçinde çocukların, kadınların, yaşlıların, hastaların, kısacası savaş halinde olduğu, çoğunluğu genç ve sağlıklı erkeklerle alakası olmayan insanların derdine derman aradığı bir hastane bombalandı!

Üzerinde uzandığı hastane yatağında yüzüne baktığım çocuğumun inlemelerinde duydum biçare olmayı, mecburluğu, muhtaçlığı ve savaş halinde olmamamıza rağmen, o hastane bu ülkede olmamasına rağmen anladım ki, atılan bomba o an hastanede çocuğunun başını bekleyen tüm annelerin kalbinde de patladı!

İsrail ve Filistin arasındaki savaşta orantısız güç kullanmak bir yana Gazze’de olanları sadece savaş diye tanımlamak mümkün değil, soykırıma evrilen bir vahşet yaşanıyor!

Siviller ölürken, askerler savaş suçlarından muaf olacak denirken, Gazze’de suyun tükendiği haberleri gelirken ve şimdi de hastaneler bombalanırken, batı hep gıpta ile baktığımız değerleri, demokrasi, insan hakları gibi tanımlarının sadece güçlüden yana işlediği bir düzen duruyor karşımızda.

İSRAİL SAVAŞ UÇAKLARI, GAZZE ŞERİDİ’NDE BULUNAN BAPTİST HASTANESİ’Nİ (AL AHLİ ARAB HASTANESİ) VURDU. ÇOK SAYIDA KİŞİNİN ÖLDÜĞÜ VE YARALANDIĞI AKTARILDI. (MUHAMMED RABAH/GAZZE-İHA)
İsrail savaş uçakları, Gazze Şeridi’nde bulunan Baptist Hastanesi’ni (Al Ahli Arab Hastanesi) vurdu. Çok sayıda kişinin öldüğü ve yaralandığı aktarıldı.

2007 yılından bu yana abluka altında yaşam mücadelesi veren Gazze’ye giriş çıkış yapılacak öyle çok fazla sınır kapısı yok bildiğim kadarıyla. Mısır yönünde Refah sınır kapısı, İsrail’de insani geçiş için kullanılmak üzere Erez sınır kapısı, yine İsrail tarafında ürün geçişini sağlama için Kerem Şalom kapısı. Bu saydığım isimlerin adının kapı olduğunu, ama çoğu zaman geçişe kapalı tutulduklarını ve böylece ablukanın, baskının artırılıp azaltılarak bir tür kıskacın sürekli yaşatıldığını söylemek mümkün.

Elbette şunu da kabul etmek lazım, İsrail ordusunun hastaneleri ve camileri ilk hedef alışı değil dün akşam yaşananlar. Tarihin tekerrür etmesi gibi karşımızda aynı görüntüler bir kez daha dönüyor, aynı film bir kez daha oynuyor. 2009 yılından bu yana…

Tek bir farkla…

Bu kez sivillere yönelik çok daha vahşi bir saldırı gerçekleştiriliyor…

Birleşmiş Milletler’nin 2009 raporunda şöyle yazıyor; “İsrail’in ablukayla ve yaptığı operasyonlarla insan hakları, hukuku ihlal edilerek Gazze halkına toplu ceza kesme hali…”

İsrail ordusunun sivilleri hedef alan kasıtlı eylemlerine de vurgu yapılan bu raporun 2023 versiyonunda ne yazacak çok merak ediyorum.

Bugün görüyoruz ki, bölgede 16 yıldır abluka altında yaşamaya çalışan siviller, 2009 yılından bu yana kendilerine kesilen bir cezayı çekiyorlar adeta.

Şunu atlamamak gerek, Hamas’ın gerçekleştirdiği terör eylemlerini eli kalbinde bir insan olarak kabul etmek mümkün değil, hiçbir terör eylemini, insanlara, özellikle sivillere yönelik hiçbir eylemi kabul etmek mümkün değil benim tarafımdan.

Fakat, çatışmaların en başında İsrail Cumhurbaşkanı İsaac Herzog’un “Gazze’deki sivillerin Hamas’ın saldırılarından haberlerinin olmadıklarını ya da dahil olmadıklarını söylemek doğru değildir. Gazze’yi ele geçiren kötü niyetli rejime karşı ayaklanabilirlerdi” diyerek tüm sivilleri gerçekleştirilen terör eylemlerinin sorumlusu yapması da aynı ölçüde kabul edilemez bir tavır.

Şimdi sivillere ödetilmeye çalışılan bedel de budur!

Bölgeyi çok iyi bilmediğimden konuyla ilgili yoğun okuma yapmaya çabalıyorum, Araştırmacı gazeteci Seymour Hersh’ün İsrail kaynaklarından edindiği bilgiye göre bu vahşet içerikli saldırılar sonrasındaki planlardan biri Gazzelileri Sina Çölü’nde Yermit denilen bölgede bir alana tehcir etmek.

Netanyahu’nun danışmanı Danny Ayalon’un da bu ‘çölde çadır kentler’ kurma hayalini anlattığı söyleşileri var.

9 Aralık 1948’te Birleşmiş Milletler’in ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması’ sözleşmesinde soykırım tanımı şöyle yapılmış;

Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel grubu kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak için; gruba mensup olanların öldürülmesi, bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, fiziksel varlığın ortadan kaldırılacağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi.”

Özellikle hastane bombalamanın ardından kesinlikle söylenebilir ki, İsrail hükümetinin şu anda Gazze’de yaptıkları bu tanımları karşılar duruma geldi.

İnsan olarak, insanlık adına, demokrasi ve insan haklarının sadece güçlüden yana olmadığının altını çizmekle birlikte Hamas’ın gerçekleştirdiği terör eylemini-eylemlerini kabul etmem mümkün değil. Zaten acılardan acı beğenene, acılarını yarıştıran bir insanlar topluluğunu kabul etmem de mümkün değil. İnsan olmak da böyle bir şey değil aslında.

Çocuk çocuktur ve canı acıdığında bir çocuğun canı acımış demektir, kadın kadındır ve ağladığında bir kadının gözlerinden yaşlar dökülmüş demektir, yaşlı yaşlıdır ve çaresiz kaldığında bir yaşlı insan çaresiz kalmış demektir, genç gençtir ve umutları donuk gözlerinde söndüğünde bir gencin umutları sönmüş, yaşamı sonlanmış demektir…

Tüm bunlar dünyanın tepesinde oturan ve kimin ölüp kimin yaşayacağına karar veren, adeta tanrıcılık oynayan insanların uhdesinde de olmamalıdır.

Tüm karşı duruşumuz insanlık adınadır ve Gazze’de bir insanlık suçu işlenmektedir!

 

Kara bir gece…

Kara bir gece…

İnsanlık tarihinin en kötü gecesi…

İnsanlık yeryüzünde yok olmadıkça asla unutulmayacak bir gece…

İnsanın insan olmaktan hicap ettiği bir gece…

Vahşetin sınır tanımadığı, içinde hiç bir uluslararası ilkenin olmadığı bir soykırım bir katliam gecesi.

Kendine devlet diyen işgalci bir terör örgütünün vahşet gecesi.

İnsanlık suçunun tüm dünyanın gözü önünde işlendiği alçak bir gece.

Azgın ve işgalci örgüt İsrail, Filistin topraklarında yarım asırdır zulmün her türlüsünü gerçekleştiriyor. Hasta, çocuk, bebek, kadın, yaşlı demeden masum insanların yaşadığı şehirleri bombalayan, çocukları annesiz, anneleri babasız bırakıp kendi şehrinin muhaciri konumuna getirdiği Filistinli insanları her gün öldüren, göçe zorlayan ve ata topraklarından uzaklaştırmak isteyen eli kanlı örgüt bir haftadır havadan karadan ve denizden bombaladığı masum insanların üzerine fosfor bombası atarak öldüren, şehri bombardımanla yakıp yıkan ama buna rağmen kana ve gözyaşına doymayan lanetlenmiş kavmin temsilcileri binlerce yaralı, hasta, çocuk, yaşlı ve kadının bombalardan kaçmak için sığındığı hastaneyi hedef alarak 1000’e yakın belki daha fazla insanı şehit ederek insanlık tarihinin tanık olmadığı alçakça bir katliama imza attı. Yanlış duymadınız savaşlar da bile dokunulmayan hastaneyi bombalamak. Tam da İsrail gibi eli kanlı bir terör örgütünün yapacağı türden işler. Peki bu terör örgütü İsrail savaş suçu ve soykırım olan bu eylemi yapma cesaretini nerden alıyor derseniz…

Öncelikle benden, senden yani kısacası biz Müslümanlardan.

Yanı başında milyonlarca Müslüman (!)’ın yaşadığı sözüm ona İslam ülkeleriyle çevrili bir alanda öldürmüş yanına kalmış, yakmış yanına kalmış, yıkmış yanına kalmış.

Velhasıl kalmış da kalmış…

Sonuçta Müslüman coğrafyasının bu acizliği ve korkusu azılı Siyonistlerin böyle bir katliamına zemin hazırladı. Evet her ne kadar Müslüman ülkelerin duruşu bu olaylarda etkili olsa da bu işin asıl müsebbibi ise dünyadaki bütün terör örgütlerinin finansmanı ve mimarı olan ve buna rağmen dünyaya terörle mücadele ettiği mesajını veren Amerika.

İsrail’e diyet borcunu her fırsatta ödeyen ve bu katilleri her durumda savunan, aslında dünyadaki terörün temel kaynağı olan Amerika gittiği her yere kan gözyaşı götürmekle meşhur. Ortadoğu’daki yavrusu İsrail de şüphesiz gücünü ondan alıyor. Bir avuç onurlu direnişçi birliğin yani Hamas’ın kendi ülkesinin topraklarını savunmasından rahatsızlık duyup Gazze’yi ablukaya alan azılı Siyonistlerin yardımına ilk koşan yine ABD oldu. İki savaş gemisi gönderip ben buradayım mesajı verip İsrail’e zemin hazırlayan Amerika şüphesiz bir gün bu soykırımın ve katliamın hesabını verecektir.

Peki şimdi ne olacak…

Bu gece aslında bir milat olacak gibi görünüyor. Hem Filistin hem Müslümanlar hem de dünya için.

Şüphesiz insanlığı hedef alan bu soykırım hareketi ve vahşi katliam yeni dünya düzeninin ilk adımı olacaktır..

İnsan olan insanlığından utandı ama ne terörist İsrail ne de baş terörist Amerika bu durumdan utanmadı. Hatta ilk önce ulusal medyayı yanıltma girişiminde bile bulundular Hamas yaptı diye. Nitekim çok geçmeden saldırı füzelerinin Amerikadan İsrail’e gelen roketlerle yapıldığı ortaya çıktı. Tüm bunlar bir yana İsrail kuduz köpek gibi her tarafa saldırmaya ve Ortadoğu’nun tamamını yerle bir etmeye yemin etmiş olmalı ki aynı anda hem Suriye de hem de Lübnan’da belirli bölgeleri bombalıyor.

Anlaşılan o ki kindar Yahudi ırkı 2006’daki Hizbullah yenilgisini hala unutmamış olmalı ki bu cendereye onları da çekip intikam almak istiyor.

Her ne kadar amacı intikam olsa da asıl hedef İran. Büyük babaları Amerika Lübnan üzerinden belli ki İran’ı sahaya sürmek ve bu bahaneyle oralara müdahale etmek istiyor. Ancak Rusya ile Çin’in tavrı ve Türkiye’nin tutumunu kestiremediklerinden olsa gerek bir türlü kara harekatına girişemediler.

Ancak Ortadoğu’da bu sessizlik daha fazla sürer mi çok sanmıyorum işin doğrusu. Üçüncü Dünya Savaşı’nın ilk adımları dün gece itibariyle atılmış oldu. Sonucu ne olur bilinmez ama bir gerçek var ki Ortadoğu’da çok şey değişecek.

Dünyanın Bir Çok Yerinde Protestolar Başladı…

Vahşi katliamdan sonra dünyanın her yerinde Müslümanlar sokaklara döküldü ve İsrail büyükelçiliklerine ve Amerika konsolosluklarına yürüyüşler ve protestolar meydana geldi. Özellikle Türkiye’nin tüm illerinde vatandaşlar sokaklarda İsrail’i protesto etti. Olası bir harekatta Türkiye’den ciddi bir insan kaynağının olacağı aşikar. İsrail’de bunu görmüş olmalı ki ülkedeki tüm vatandaşlarının derhal ülkeyi terk etmesini söyledi. Tabi ki bu Türkiye’yle sınırlı kalmayacaktır.
Ancak burada dikkat edilmesi gereken başka bir husus var o da şu: Umarım yanılırım ama bu olaydan sonra dünyanın farklı bölgelerinde bir çok terör saldırısı gerçekleşecektir. Ve şüphesiz tüm bunların arkasında da yine İsrail’i masum göstermeye çalışan Amerika olacaktır. Tıpkı bu alçak saldırıdan önce bebek katili Netanyahu’nun her fırsatta IŞİD ile Hamas’ı bir tutarak demeçler vermesi, Hamas’ı terör örgütü gibi göstermeye çalışması bunun akabinde Belçika’da meydana gelen terör saldırısını IŞİD’in üstlenmesi ve daha bir çok Amerikan oyunu…

Dünya bu haldeyken ve İsrail gibi işgalci örgütler varken yarının bugünden daha kanlı olmayacağının garantisi yok. Çünkü işgalci topluluk terörist saldırılarına son sürat devam ediyor. Ancak bu sefer çok sert cevaplar alacakları aşikâr. Demeçlerin çok sertleşeceği kesin ancak Hizbullah’ın, Hamas’ın ve başka bir çok oluşumun sadece demeçle karşılık vermeyeceği de bir o kadar kesin.

Diğer yandan dünya Müslümanlarının gözü kulağı şüphesiz Türkiye’de olacak. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aslında ilk andaki açıklamayla sinyali verdi. Hukuki ve siyasi anlamda çok sert söylem ve yaptırımlar muhakkak olacaktır. Bir tık ötesi olur mu bilinmez ama beklenti çok fazla. Mevzu ‘One Minute’nin ötesine de gidebilir.

Ve İran Müslümanlar başta olmak üzere tüm dünyayı bir defa da olsa şaşırtabilir.

Belki de sözün kıymetini yitirdiği bir gece .

İnsanın insan olmaktan utandığı bir gece. Dünyanın gözü önünde katliam yapıldı. Masum binlerce insan şehit edildi Filistin’de. İçimiz soğumuyor slogan atarken ama slogan atmaktan da geri durmuyoruz. Kalbimizle buğz ediyoruz. Kardeşlerimiz için Allah’a dua ediyoruz. Maddi olarak elimizden geleni yapıyoruz ama yetmiyor biliyoruz.

Evet kahrolsun İsrail demekle kahrolmayacağını biliyoruz.

Ama günün sonunda Allah’ın vaadinin gerçekleşip İsrail’in kahrolacağını da çok iyi biliyoruz.

Yeni dünya düzeninde ne bebek ve çocuk katili İsrail olacak ne de baş terörist Amerika…

Rahmetli Erbakan hocanın deyimiyle İsrail bu olaydan sonra öyle bir tokat yiyecek ki bütün hayatı “Gazze Şeridi” gibi gözünün önünden geçecek.

Zalim, İşgalci, katil ve bebek katili Siyonist İsrail’siz bir Filistin, Amerika ve bileşenlerinin olmadığı bir dünya ümidiyle…

Zalimler için yaşasın cehennem…

Özgür Özel’den ‘baba evi’ çıkışı

Özgür Özel’den ‘baba evi’ çıkışı

CHP’nin değişim talebi ile yola çıkılan kurultayına şunun şurasında 3 haftadan az bir süre kaldı.

İl kongrelerine genellikle katılmaya çalışan CHP Grup Başkanı ve Genel Başkan Adayı Özgür Özel’i Bursa kongresinde görememiştik. Anlaşılan delegenin haleti ruhiyesi biraz daha ortaya çıkınca ve Kılıçdaroğlu’nun firesiz desteklenmeyeceği belli olunca bir tebrik ziyareti ile delege nabzı yoklama işlemi ikisi bir arada olarak gerçekleşsin diye düşülmüş yola.

İyi de olmuş hani…

Çünkü yaptığım nabız yoklamalarına göre delegelerin değişimden yana duruşları ile Kılıçdaroğlu’nu destekleyişleri arasında bıçak sırtı kadar fark var sadece…

Zaten tabandan gelen ‘bazı şeylerin farklı yapılması gerekiyor’ çağrısına uyarak ‘Özgür Özel’i destekliyoruz’ diyen milletvekillerinin kendini yavaştan belli etmesi de bunun bir göstergesi değil mi…

Grup Başkanlığından da alışık olduğumuz bir konuşma tarzı var Özgür Özel’in. Aynı tarzı devam ettirdiğini ve coşkulu bir dil kullandığını söylemek lazım.

Her konuşmanın bir konsepti olur, Özel’in konuşmasının konseptini de ‘baba evi’ kavramı oluşturuyordu. Türk aile yapısına çok uygun, başımız dara düştüğünde gidebileceğimiz tek adres anlamına gelen baba evinin kapısının daha önceki seçim başarısızlıklarında da seçmen ve üyeler tarafından çarpılarak kapatıldığını, ancak gürültünün yarattığı endişe ile hem seçmenin hem de üyelerin kısa süre içinde yeniden baba evi çatısı altında toplandığını anlattı CHP Genel Başkan Adayı Özgür Özel. Bu kez durumun biraz farklı olduğunun da altını çizmeyi unutmadı.

“Şimdiki durum çok farklı, bu kez seçmen de üyeler de öyle kapı baca çarpmadan, sessizce uzaklaşıyor ve karanlık bir sokakta kayboluyor. Derhal bir değişim sürecine girmez ve partimizin tepeden tırnağa değişimini sağlamazsak destekçilerimizi yitirip gideceğiz!” çıkışı önemliydi.

Gözümüz kulağımız kulislerde, vatandaşın içinde…

Duyduğum en kritik düşünceler, ‘Bundan sonra sandığa gitmem, bundan sonra bu partiye oy vermem, üyelikten istifa etmeyi düşünüyorum…’ cümleleri çerçevesinde şekilleniyor.

Birkaç eleştiri yöneltiliyor Özel’e; ilk eleştiri, ‘şimdiye kadar yapılan tüm işlerin altında sizin de imzanız var, şimdiye kadar Kılıçdaroğlu’nu canla başla savunan siz değil miydiniz?’ şeklinde.

“Seçim sürecinde partimin bana verdiği sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirdim, Soylu’ya karşı, Akar’a karşı, Recep Tayyip Erdoğan’a karşı nasıl sizin başınızı öne eğdirmediysem, Genel Başkan olunca da başınızı öne eğdirmeyeceğim!” biçiminde bir yanıtı var bu soruların…

İkinci önemli eleştiri değişimden yana olan, vekil seçilme sürecini 3 dönemle sınırlayacağını bildiren bir grubun içinde uzun yıllar vekillik yapmış isimlerin bulunuyor olmasına yönelik.

“İki grubun içinde de uzun süreli vekillik yapan arkadaşlarımız var. Tek bir farkla, bizim uzun süreliler, değişim bizden başlasın diyor!” cümlesi de bu eleştirinin yanıtı olarak geldi önümüze. Oturduğum yerden ‘inşallah’ fısıltılarını duyuyor olmam manidardı. Partililer inanıp inanmamak arasında bir gelgit yaşıyor malum ve biliniyor ki, uzun süreli vekilliklerden herkes rahatsız…

Aslında kurultay sürecini CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na bugüne kadar yaptığı çalışmalar nedeniyle duyulması gereken saygıyı kaybetmeden sürdüreceklerinin defaatle altını çizen Özgür Özel, kendi vaatlerinin Genel Merkez tarafından kopya edilerek kullanıldığını belirtmekten de geri durmadı. O kadar muhalefet kadı kızında da olur misali bir durum…

Gelelim Bursa’ya yönelik söylemlere…

Öncelikli gündemimiz belediye başkan adayları olduğundan ve şimdiye kadar açıklanmış belediye başkan adaylarının ikisi de bu toplantıda bulunduğundan soruldu haliyle ‘seçilmeniz durumunda aynı başkan adayları ile devam mı edilecek yola?’ diye.

Belediye başkan adaylarını Parti Meclisi belirler. Şimdiye kadar açıklanmış başkan adayları ile ilgili yapılan anketlerde zaten hayli yüksek oy oranları var. Parti Meclisinin bu oranları göz önünde bulundurarak bir karar vereceğini düşünüyorum…”

Mealiyle; ‘Bunca çalışmayı heba edecek değiliz, daha iyi adayları bulma ihtimalini de zayıf görüyorum. Büyük ihtimalle aynı adaylarla yolumuza devam ederiz’ yanıtını aldık…

Gündemde olan ihraç polemiğine yönelik de bir soru vardı. Hatırlarsanız ‘seçimlerden sonra partiyi televizyonlarda tartışma konusu haline getireni kapının önüne koyarım’ biçiminde, kendi tonton dede görüntüsüne hiç de yakışmayan bir çıkışı vardı Kemal Kılıçdaroğlu’nun…

Özgür Özel, “Seçimlerde Genel Başkanlık görevini delegeler kime verir o hiç belli olmaz, baba evinin kapısı açıktır, çünkü tapusu bizde değildir” diyerek yanıt verdi bu soruya.

Elinde hiçbir not olmadan Bursa’nın sorunlarına yönelik sorulara rahatlıkla yanıt veren, genç dinamik bir lider adayı gördüm karşımda.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘değişim isteyenler için bir alternatif olsun, bizden olsun’ mantığı ile sahaya sürdüğü bir isim midir, yoksa Ekrem İmamoğlu’nun ‘ben partinin başına geçene kadar partinin başında dursun, değişimden yana tavrımız belli olsun’ ekibinin içinde midir ya da ‘Ben partinin bu gidişatına dayanamıyorum arkadaş, bu kadar emek verdiğim partinin gözümün önünde eriyip gitmesine müsaade edemem. Aday olayım, değişimi getirmek istiyorum diyeyim, arkamdan gelen olursa birlikte yürüyelim’ diyen bir savaşçı mıdır? Bu konularla ilgili soru çok. Yanıt ise sadece gelecekte gizli…

Burada oturup gizli ajanda tahminleri üzerinde ahkam kesmeyeceğim. Benim tek bildiğim ve gördüğüm odur ki, ‘Özgür Özel partiyi geçtiğimiz 20 yılda kaydığı eksenine yeniden oturtacak ve bunu yaparken de kitleleri peşinden sürükleyecek isim midir?’ delege bu soruya yanıt vererek oyunu kullanmalı. Çünkü CHP’nin böylesi bir değişime şiddetle ihtiyacı var!

Bir taşla iki kuş, Netenyahu ve Hamas (Süleymani)! Ya sonra?

Bir taşla iki kuş, Netenyahu ve Hamas (Süleymani)! Ya sonra?

Netanyahu ve Hamas’tan kurtulmanın tek yoluydu, bir taşla iki kuşu vurmak ve bu plan başarıyla devam ediyor, her ikisinin etkisini bölgeden silmek adına… Bu kez “Arap Baharı Çanlarıİsrail için çalıyor anlayacağınız!

Yeni Dünya Düzeni, sadece yeni sınırları, yeni bakış açılarını, yeni yönetim anlayışlarını değil yeni liderleri de karşımıza çıkaracak” diyorum son birkaç yıldır. Netanyahu Hükümetine de “giderayak coğrafyaya son golümüze imza at da öyle git” denmiş olacak ki akıllara zarar bir çatışma sürecine şahit oluyor dünya!

Hep diyoruz ya; Orta Doğu’da yeni kartlar açıldı, işte bu çatışma süreci de büyük ihtimalle yeni oyun kurucuların lansmanında etkili olacak.

Son dönemde ülkesinde büyük ölçüde güç kaybeden Netanyahu’nun seçime az bir zaman kala sandıktan çıkmayacağı kesin gibi bir şeydi. O halde ne yapmalıydı? Emperyalist “sevdanın son vuruşu” ona nasip olmalıydı gider ayak… Burada bir tahminimi daha aktarmak istiyorum; Netanyahu elbette son olmayacak, coğrafyada kartlar açıldıkça Netanyahu’ya biçilen gidiş yolu çok büyük ihtimalle birkaç liderin daha önüne serilecektir sırasıyla!

Peki bundan sonra ne mi olur? Uzun zamandır Orta Doğu’da oluşturulan ve oturtulan güçler yavaş yavaş sahne almaya başlayacaktır. Misal DEAŞ, misal YPG, misal Haşdi Şabi ve irili ufaklı pek çoğu. PKK ve Hamas’ın miadını doldurmasıyla yeni vizyonlara ihtiyaç duyan küresel oyun kurucular bundan sonra bu oluşumlara “böl-parçala-yönet” taktiğini devredecek. Şimdi İsrail-Hamas arasında devam eden çatışma sürecini kısa zaman içerisinde Suriye ve Irak’ta görmeye hazır olun, derim. Zira merkez orası ve bilhassa son üç yıldır bu iki noktaya dikkat çektiğimi anımsayınca şimdi yaşananların geleceği neredeyse kesin gibiymiş…

Evet Obama’nın start verdiği “Yeni Ortadoğu Yüzyılı” son virajını almak üzere ve bu virajda ciddi anlamda yüklerini atacak gibi görünüyor ABD ve Avrupa.

Misal Hamas bahanesiyle coğrafyadan “Kasım Süleymani etkisini” azaltmak. İran demiyorum çünkü Kasım Süleymani öldürülmeden çok önce İran’ın mevcut işleyişi ile ters düşmeye başlamıştı zaten. Ve Süleymani İran, Irak ve Suriye’deki silahlı güçler arasında tek kıble gibiydi. Orta Doğu insanının çok güçlü ve kabul gördüğü bir isimdi. Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden hemen sonra tüm dünya ABD’ye odaklanırken ve İran’dan ABD’ye tehditler savrulurken ben köşemde “Süleymani’nin Şii-Şii çekişmesi sonucu öldürüldüğünü” yazınca tüm dengeler bir anda değişmişti… Ki yazımdan kısa bir süre sonra İranlı bir diplomat yazımı destekleyen sözlerini “off the record” bir ortamda ağzından kaçırmış ve anında dünya gündemine düşmüştü, Süleymani-İran restleşmesi. Hatta Irak’a gidenler bilir, Kasım Süleymani sevgisinin İran’dan daha fazla olduğuna.

Özetle Hamas’ın etkisinin azalmasını İran’la birlikte ABD, AB, İsrail ve diğerleri de istiyor, zira yeni Orta Doğu’nun yeni kaos güçleri hazırda bekliyor. Sadece Filistin’de olmaz elbette “Süleymani etkisini” azaltmak. Planda Irak da var biline. Öyle görüyorum ki Irak’taki Şii baskısını azaltmak adına ciddi senaryolar kapıda. Bu senaryolar Şii etkisini azaltmayı hedeflerken Kürt-Kürt, Türkmen-Türkmen, Arap-Arap ayrışmalarını da tetikleyecektir büyük ihtimalle, zira “böl-parçala-kaos yarat-yönet” senaryoları böyle işliyor maalesef!

Bu noktada Iraklı Kürtlerin de Türkmenlerle birlikte yanyana gelmesi ve sağduyu içerisinde Türkiye’den yana bir yol haritası belirlemesi gerekiyor elbette. Irak’taki KYB’nin yürüttüğü “yeni Kandil-Sincar olma misyonunu” düşününce KYB içerisinden de ciddi bir mantık göçü KDP’ye yönelebilir diye düşünüyorum çünkü Süleymaniye bu tavrıyla her an Türkiye’nin terörle mücadele güdümüne girebilir.

Peki Türkiye nasıl bir tavır alabilir? Öyle tahmin ediyorum ki Türkiye, TBMM’nin tezkere oylaması sonucu Suriye ve Irak’ta bulunmaya devam ederek mevcut konumdan daha derin ve daha geniş bir güvenlik koridorunu oluşturacaktır. Çünkü Doğu-Güneydoğu-Akdeniz sınırımız bu denli “terör-savaş-göç” üçgeniyle sarmalanmışken ve yaşanan her şey anında etki ediyorken işin dışında kalmak imkansız gibi bir şey…

İsrail, Hamas ve Mücahitler Ordusu!

İsrail, Hamas ve Mücahitler Ordusu!

Bir haftayı aşkın süredir bütün dünyanın, özellikle de Türkiye’nin gözünü kulağını ayırmadan takip ettiği savaş hali hakkında şimdiye kadar hiç yazmadım. Çünkü bilmiyorum pek Orta Doğu dengelerini, fakat iş o noktaya geldi ki, dengeleri bilmekten, savaş stratejileri öngörmekten, dünya liderlerinin çizdikleri haritaları gerçekleştirme hayallerini tahmin etmekten ötede durumlar var…

Konu nasıl başlamış ve gelişmişti önce oradan başlayalım…

Hepimiz biliyoruz ki, İsrail, güvenliğini gerekçe göstererek, sıkışık coğrafi konumunu da genişletmek amacıyla Filistinlileri yok etme politikalarını sürdüren, bunun yaparken de yöntem olarak terörü benimsemiş bir devlet. En azından benim gözümde durum bu.

Tam karşısında ise Filistin için mücadele ederken, terörü siyaset biçimi olarak benimsemiş bir örgüt olan Hamas yer alıyor.

Bir yanda İsrail halkı diğer yanda Filistin halkı bu iki terör grubunun arasında sıkışmış halde. Etraflarında ise acıları yarıştırmaktan ibaret bir politik yarış dönüp duruyor yıllardır…

Kadınların, çocukların ölmeye devam ettiği kan ve gözyaşı dolu savaş resimlerinde bu kez bir farklılık var. Konu İsrail-Filistin çatışmasının çok ötesinde, dünya için yeni bir kırılmanın fitili ateşlendi bölgeden…

İnsani olarak ortaya koymamız gereken iki gerçeklik var, bir kere onurluca yaşam hakkını savunmak için savaşmak başka, dans eden gençleri katletmek, bambaşka…

Diğer yandan Gazze’de çoluk çocuk demeden sivillerin üzerine açılan ateşler ve askerlerin hiçbir savaş suçundan yargılanmayacağına yönelik açıklamaların yaratacağı vahşeti bilerek körüklemek, Gazze’nin elektriğini, suyunu kesip, toplu kıyımlara yol açan bombalamaların güvenlikle alakalı olduğu da aynı derecede saçma…

Her iki eylemlilik halinin de doğrudan terörle ilintili olduğunu ve insanlık suçu olduğunu söylemek boynumuzun borcudur.

Analistlerin üzerinde en çok uzlaştıkları iki tezi de taşıyalım yazımıza o halde…

İlk tez şöyle; Hamas iki yıl süren çok başarılı bir planlama ile hiçbir güvenlik açığı oluşturmadan bu saldırıyı planladı ve İsrail gafil avlandı.

Bu teze pek güvenmediğimi belirtmek isterim…

İkini tez de şöyle; İsrail’in oluşturduğu istihbarat ağı ve elindeki teknolojik yatırımlarla bu baskın hazırlığını önceden tespit edememiş olması ihtimali zayıf. Bu durum ya İsrail’in böylesi bir savaşa başlamak için izin verdiği bir eylemdir ya da başka devletlerin baskıları neticesinde göz yumduğu bir eylemdir.

Ben bu ikinci teze daha çok tutunuyorum, çünkü bana daha mantıklı geliyor…

Bundan sonrasında Gazze’de, Filistin’de ve giderek Orta Doğu’da ne olur, nasıl olur, öngörebilmek zor. Bu işlerin Türkiye’ye etkilerini şimdiden dillendirmek ise iyi bir uzmanlık gerektiriyor. Yine de şunu söylemek mümkün; her gün daha da sıklaşan savaş ve terör çığlıkları korku iklimini tazeleyecek, savaş göçleri ve beraberinde getirdikleri sorunlar artacak, ülkelerin güvenlikçi ve otoriter yönetim ihtiyaçları doğacak, yeni terör örgütlerinin yolu açılmış olacak ve devletler güvenlik gerekçesi ile bu örgütlerle zaman zaman iletişim kurar hale gelecek.

Tüm bunlar olup biterken, dünyanın diğer tarafında kendini güvende hisseden bazı ülkelerin vatandaşları da televizyon battaniyeleri altında izledikleri görüntülerin ülkelerine yakın yerlerde yaşanmadığına şükredecek…

Beni çocukluğuma götüren ve her şeyin sil baştan yaşanacağının habercisi bir durum anlayacağınız…

Tek bir fark var bu kez…

Fısıltı gazetelerini belki siz de duyuyorsunuzdur. Önünden geçtiğiniz restoranın mola vermiş çay ve sigara eşliğinde konuşan garsonları arasında, evinizdeki musluğu tamir etmeye gelen tamircinin iki lafın belini kırma arzusu içindeki konuşmasında, bakkalın önünde birikmiş gençlerin kendi aralarındaki diyaloglarında…

‘Mücahitler ordusu birkaç güne gidiyor… Allah yolunda savaşmaktan daha mühim ne var… Şehitlik mertebesine erişmenin yolu açıldı…’

Gençler kendi aralarında Gazze’ye gidip Allah yolunda savaşmaktan bahsediyorlar. Mücahit ordusu aracılığı ile!

Diyanet İşleri Başkanlığının nezaretinde camilerde oluşturulan Gençlik Kollarının içinden çıkan Mücahit Ordusu’na namazlarını kaza yapanların dahi alınmadığı, ordunun öyle mübarek insanlardan oluştuğu da aynı fısıltılar arasında dolaşıyor.

Araştırmalarım beni bu konuyla ilgili sadece 2019 yılında Rıfat Serdaroğlu’nun yazdığı bir uyarı yazısına yönlendirdi. Bunun dışındaki durum gerçekten de sağda solda gençlerin arasında fısıltı halinde dolaşan konuşmalardan ibaret.

Ama konuşmaların mesnetsiz olmadığını, gençlerin önümüzdeki birkaç günlük süreçte bölgeye gitmek üzere bir tür hazırlık içinde olma ihtimalinin bulunduğunu da belirtmek gerekir.

Eminim güvenlik güçleri bu konuyu yakından takip ediyordur. Çünkü savaşmakla ilgili hiçbir eğitimi olmayan, (en azından benim böyle bir eğitimleri olmaması için temennide bulunduğum)  gençlerimizin göz göre göre ölüme gitmeleri olacak iş değil.

Elbette bunun önüne geçilecek, konuyla ilgili gereken önlemler alınacaktır.

Fakat ülkemizi bekleyen bir diğer tehlikenin de böylesi bir gerçeklik olduğu unutulmamalı!

Osmaniye misali ‘deprem’in yaraları hızla sarılıyor

Osmaniye misali ‘deprem’in yaraları hızla sarılıyor

6 Şubat depremlerinin hemen ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla hızla başlatılan deprem TOKİ’lerinin yapımı 680 bin konutla sona yaklaşmak üzere.

11 ili doğrudan, bir o kadarını da dolaylı olarak etkileyen 6 Şubat depremlerinin yıkımı dünya afetleri listesine adını üst sırada yazdıracak boyuttaydı ve bu büyük yıkıma rağmen Türkiye bir yandan arama kurtarma, diğer yandan acil barınma ve beraberinde gıda-hijyen-sağlık-tahliye-kayıt altına alma-eğitim-enkaz kaldırma-hasarlı yapıları yıkma ve daha nicesini başarıyla yerine getiriyordu.

Tüm bu gelişmelerin bir diğer yanı da elbetteki depremzedeleri TOKİ konutları ile buluşturmaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla hızlı bir şekilde zemin etütleri yapılıp konuta uygun görülen alanlarda temeller kazılmaya başlanmıştı. Ve şimdi şükürler olsun ki olmaz denilenin olmasına sayılı günler kaldı.

KAHRAMANMARAŞ MERKEZLİ 6 ŞUBAT’TAKİ DEPREMLERDEN ETKİLENEN OSMANİYE’DE, TOPLU KONUT İDARESİ BAŞKANLIĞINCA (TOKİ) TEMELİ ATILAN 3 BİN 800 KALICI KONUT ARALIKTA TESLİM EDİLMESİ PLANLANIYOR. (MÜSLÜM BALKO/OSMANİYE-İHA)
Kahramanmaraş merkezli 6 Şubat’taki depremlerden etkilenen Osmaniye’de, Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca (TOKİ) temeli atılan 3 bin 800 kalıcı konut aralıkta teslim edilmesi planlanıyor.

Evet bir iki ay içerisinde depremzedelere teslim edilmeye başlayacak olan TOKİ konutları dünya çapında bir başarıya sahip. Ülke geneli ilk etapta 680 bin konutun bitimi için canla başla çalışan TOKİ personelleriyle birlikte elbetteki şehirlerdeki valilerimizin, belediye başkanlarımızın, kurum müdürlerimizin ve personellerinin de emekleri takdiri fazlasıyla hak ediyor.

Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğim Osmaniye’de deprem sonrası yapılan tüm çalışmaları yerinde inceledim. Sessiz sedasız kendi yağında kavrulup mükemmel bir sonuç elde eden kadim Osmaniye’de depremzelerle gerçekleştirdiğim sohbetlerde “her şey kusursuz olsa da insanın kendi evinin yerini hiçbir şeyin tutmayacağı ve en kısa zamanda kendi evlerine geçmek istediklerini” dinledim.

Osmaniye’deki TOKİ konutları da bitmek üzere. Osmaniye Valisi Dr. Erdinç Yılmaz’ın her aşamasını yakinen takip ettiği konutlar inanıyorum ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk teslimat paketinde olacak.

Makamında ziyaret ederek konu ile ilgili çalışmalarını dinlediğim Vali Yılmaz’ın yüzüne ve sözlerine yansıyan “Türkiye Yüzyılı Bürokrasi Duruşu” Osmaniye’nin büyük şansı niteliğinde.

Osmaniye Valisi Dr. Erdinç Yılmaz ile gerçekleştirdiğim söyleşinin özetini size de aktarmak istiyorum:

“Aylardır Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde vatandaşımızın hiçbir sorun yaşamaması adına burada olmanın gururunu yaşıyoruz. Tüm kademelerimizle depremin hemen ardından sahadaydık. Hepimiz aynı gece evlatlarımızı, analarımızı, sevdiklerimizi belli noktalara bırakıp depremin yaralarını sarmaya koştuk. Devletimizin varlığını ve gücünü vatandaşlarımıza iletmek amacıyla kenetlendik, çünkü bu bir kriz yönetimiydi ve vatandaşlarımıza kusursuz bir şekilde ulaşmak için birbirimizin yolunu açmak zorundaydık. Öyle de oldu. Kurumlarımızla, belediyemizle, personellerimizle, gönüllülerimizle şükürler olsun ki sorunsuz bir moda kavuştuk. İlk aylardaki teyakkuzumuz hala devam ediyor. Vatandaşlarımızın evlerine kavuşmasıyla belki biraz rahatlayacağız fakat o zaman da işimiz bitmeyecek. Osmaniye’yi kadim dokusuna kavuşturmak adına devam edeceğiz bu kez. Bununla birlikte deprem ülkesi olduğumuz bilinciyle personel altyapımızın eğitimine ve gelişimine katkıda bulunacağız…”

Geçtiğimiz hafta Kamu Görevlileri ve Çalışanları Derneği tarafından şahsına layık görülen “Yılın Valisi Ödülü”nü de alan Osmaniye Valisi Dr.Erdinç Yılmaz’a “Türkiye Yüzyılı Duruşunu” hem şehrine hem de ardından gelecek tüm idarecilere yansıttığı bir kez daha “iyi ki varsınız Erdinç Valim” demek istiyorum…

Gençler eğitime çoktan küstü…

Gençler eğitime çoktan küstü…

Çok değil bundan 15, bilemediniz 20 yıl öncesine kadar üniversite mezunu olmak önemli bir fark yaratıyordu hayatınızda. Şimdilerde üniversite mezunlarının yüzüne bakan yok, hatta durum öyle bir hal aldı ki, üniversite mezunu olmayan, teknik lise mezunu olmuş ya da başka bir biçimde işinde ustalık belgesi almış çalışanlar için ‘ara eleman değil, aranan eleman’ unvanı layık görüldü.

Üniversite mezununun kıymeti unutulup gitti, ama aileler halen çocuklarının üniversite okuması için kan, ter ve gözyaşı üçlemesi ile çaba sarf etmekte…

Okuyamayan bin pişman, mezun olan on bin pişman, o misal yani…

Bir taraftan üniversite kazanmak için çabalıyor gençler, diğer taraftan kazandıkları okulun bir işe yaramayacağını düşünerek bırakma gayretine düşüyor… Sonra yine sil baştan… Yeniden hazırlan, başka bir bölüm kazan, biraz şansını dene, bakalım kısmetine ne çıkacak…

Çocuklar bunalıyor azizim…

Çocuklar geleceklerinden umudu kestikçe bize üzücü, hüzünlü haberler geliyor…

Geçtiğimiz günlerde yeğenimle yaptığım bir telefon görüşmesinde yine böyle üzücü, acı bir haber aldım… Hayatının baharında solmuş bir yaprağın yerel gazetenin üçüncü sayfasındaki tek spotluk haberinden anlıyorduk ki; içinde umutları tükenmiş, daha okurken eğime küsmüş, ne yapabileceğine ilişkin çaresizce bir karanlığın içine düşmüş gençlik halini arz ediyordu…

Elbette ‘emniyet güçlerinden alınan bilgiye dayanarak…’ diye başlayan haber bu ayrıntıları bildirmiyordu bize, ancak arkadaşının bir gazetenin üç beş gün içinde unutulacak sayfaları arasında kaybolmasını istemeyen yeğenim sevenlere yazılmış mektuptan iki üç satır ile özetledi durumu;

“Hiçbir şey yapacak motivasyonum kalmadı. Üretkenliğimi, azmimi, çalışkanlığımı, disiplinimi sürdüremiyorum. Kendime yeni şeyler katamıyorum. Bir işlevimin kalmadığını düşünüyorum. Bu hayatta benim için anlamlı, sahip olduğum tek şeyimi, akademik başarımı da kaybettim. Başkasına muhtaç olmadan, yük olmadan gelecekte yaşayabileceğim iyi, erdemli bir hayat beklemiyor beni. Ülkemden umudumu keseli çok olmuyor. Bununla yaşanabilir. Ama kendimden umudumu kestiğim an…”

Ne acı…

Gençlerimizin büyük bölümünün artık aynı duygular içinde olduğunu üzerine basa basa söylemeye gerek yok sanırım…

Eğitime ve eğitimli insana verdiğimiz önem ve kalite artmadıkça, bu negatif gidişatı pozitife döndürmek mümkün değil.

Önümüzdeki 20 yıllık perspektif çerçevesinde, ciddi bir insan gücü planlaması yapmadan ve üniversitelerimizi sil baştan yeniden yapılandırmadan, geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz.

Öyle her köşe başına üniversite açıp bu üniversiteden; işsizlik oranlarında bu okula giden gençler görünmesin, bu okula giden gençler sayesinde bölgenin ekonomisi canlansın, bu okullar sayesinde üniversite mezunu gençlerimizin sayısı artsın… gibi bir taşla kuş katliamı beklentiler içine girersek, hele hele bir de bu üniversitelere gerekli akademik kadroları atayamazsak, bahsettiğim adımlar ancak gençlerimizin üzerinde hunharca tepindiğimiz adımlar olur…

‘Gençleri eğitime küstürmek, bir ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür!..’ diyor eğitim yazarlarının duayen ismi Abbas Güçlü…

Gençlerimiz eğitime çoktan küstü…

20 yıl önce her şehre bir üniversite diye başlayan ve vatandaştan büyük alkış alan kalkışmanın ülkemizi bir üniversite kaosunun içine ittiğini artık görüyoruz sanırım…

Üniversite, fakülte, enstitü ve yüksekokullarda yaşanan hızlı niceliksel artış bazı avantajlar sağlamış gibi gözükse de son yıllarda niteliksel büyümenin getirdiği sorunlar daha fazla ön plana çıkmaya başladı. Bu sorunların başında bölümlerin alım yaptığı yüzdeliğin genişlemesi ve akademik anlamda üst sıralarda yer almayan birçok öğrencinin bölümlere yerleşmesi; bu öğrencilerin mezun olmasıyla mesleğe ilgisi, becerisi ve yeterliliği olmayan binlerce mezunun piyasada birikmesi dertlerimizden sadece bazıları…

Hızlı niceliksel artış ve beraberinde akademik kadro oluşturulmasında yapılan tercihlerdeki sorunlar; donanımlı, alanında uzman akademik personel eksikliği yaşanmasına sebep olurken, eğitim seviyesinin yerlere inmesine, yönetim sorunlarının ayyuka çıkmasına, bilimsel yayınların sayısının en sade anlatımla yetersiz kalışına neden olmuştur.

Tüm bunların yanı sıra öğrencilerin ODTÜ gibi ülkemizin tanınmış üniversitelerinde çoğunlukla seçmeli, zaman zaman da zorunlu derslerini alırken adeta bir olimpiyat yarışçısı gibi ders seçimi maratonlarına hazırlandıklarını, bilgisayar, tablet ve telefon üçlüsü ile aynı anda ders seçme alıştırmaları yaptıklarını hatırlatmak isterim.

Garip değil mi?

Ama gerçek…

Ortada öğrenci var, seçmesi gereken dersler var, zorunlu alması gereken dersler var, öğrenci seçimlerini yapmak için ekran başına oturuyor ve karşısında ‘bu dersin kontenjanı doldu’ ibaresi oluyor!

Sebep?

Belki akademik kadrodaki açık, belki eğitim salonlarındaki yetersizlik, ama illaki üniversitenin kapasitesinin çok üstünde öğrenci alma mecburiyeti…

Çalış, çabala, ülkenin iyi üniversitelerini kazan, sonra seçmen gereken dersi bile seçeme, bu üniversitelerde okurken dahi gelecekten ümidin olmasın…

Seçmeleri gereken dersleri seçemeyen öğrenciler çareyi bir önceki yıl aldıkları dersleri seçerek notlarını yükseltmek yolundan yürümekte bulmuşlar…

Gelecekten ümitleri tükenen öğrenciler nasıl bir çare bulur dertlerine…

O gemide başkası olsaydı

O gemide başkası olsaydı

Önceki yazımda İsrail-Hamas Savaşı‘ndan 2.5 ay önce ABD gemisinin Antalya’da demirli olduğunu ve salına salına nasıl İsrail’e yardıma gittiğini kaleme almıştım.

Dün gece haber kanallarında gezerken, yandaşlığın nasıl zor bir zanaat olabileceği aklıma geldi. Zira yandaş kalemşörler Hamas’ın sivillere karşı saldırısını meşru göstermeye çalışırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o geminin orada ne işi var söylemine o kadar tutunmuşlardı ki cansiperane savunmak için canla başla mücadele ediyorlardı. Ama hiçbirinin ağzından İncirlik ve Türkiye’de konuşlu bulunan diğer Amerikan unsurları için ‘Go Home Yanke’ sözü çıkmıyordu.

Yandaşlar durmak bilmiyor ABD karşıtlığında!

Neymiş, bizim petrol arama gemimiz Abdulhamit’in yanına Gerald Ford demirleyip bize gözdağı veriyormuş!

Kusura bakmayın, bu adamları en fazla 10 dakika falan dinleyebiliyorum, o yüzden duyup aktarabildiklerim bu kadarla sınırlı.

Çünkü benim Antalya tatilimde gördüğüm ABD uçak gemisi Gerald Ford’u aynı tarihlerde bizden bir heyet de ziyarete gitmiş, incelemelerde bulunmuşlardı. Bu heyetin içerisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar ve bizim deniz gücünden üst rütbeli askerler bulunuyordu. Buraya kadar her şey normal gitti.

Burada parantez açayım, tabii gidecekler, incelemelerde bulunacaklar, çünkü o geminin o sırada bizim Anadolu gemisi ile birlikte ortak tatbikat yapıyor olduğunu hatırlatayım.

Selçuk Bayraktar’ın ziyaretteki fotoğrafları hem haber oldu hem sosyal medyada paylaşıldı. Sonra o gemi 2 ay sonra İsrail’e yardıma gitmek için yola çıktı. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan da haklı olarak o geminin orada ne işi var sorusunu ABD Büyükelçisine değil de seçmenlere sordu.

Hal böyle olunca yazımızın başında da belirtiğimiz gibi yandaş takımı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği istikamet doğrultusunda başladılar ABD’ye saydırmaya. Bütün kanalları kaplayan yandaşlar, bu ziyaret için üç maymunu oynuyorlar, çünkü övseler bir dert, eleştirseler bir dert, haber bültenlerinde verseler başka bir dert. Sadece ıslık çalarak olay mahallinden uzaklaşmayı seçiyorlar her zaman olduğu gibi.

Peki, şeytanın avukatlığını yapıp soralım; bu gemide bulunan ABD askerleri aylardır denizde ve Antalya’ya geliyorlar. Sonuçta bunlar potansiyel turist bir bakıma. Cumhuriyet Halk Partili Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, bırakın Selçuk Bayraktar gibi gemiye ziyarete gitmeyi, bir turist kafilesini karşılar gibi Gerald Ford gemisinin fotoğrafını sosyal medyasına koyup altına ‘Welcome’ yazsaydı ne olurdu?

Yandaş arkadaşların gazete ve televizyonlarında atacakları manşetleri görebiliyorum:

Böcek CHP’nin niyetini açık etti”  

İhanetin fotoğrafı”

ABD böceği”

Gazze’de ölen çocukların kanı CHP’nin ellerinde”

Antalya değil Gerald Ford’un başkanı”

Gazze’ye düşen bombalarda CHP’nin parmak izleri”

CHP’li Böcek Amerikan askerlerini böyle karşıladı”

CIA’nın Böceği”

Liste böyle uzayıp gider, yani yandaş olmak için galiba çok ama çok vicdansızlık gerekiyor!

Bugünde dün: Filistin-İsrail Savaşı

Bugünde dün: Filistin-İsrail Savaşı

‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözünü ne çok anımsar olduk son yıllarda. Ortada bulunan bugün, sürekli dünü tekrar etmekle meşgul.

Biteviye devam eden bu olaylar nihayetinde yaşananların unutulmasına veya nostalji yapılmasına izin verilmiyor. Ancak bir farkla; bugün dünden daha ağır, bugün dünden daha sert!

Geçen cumartesi gözümüzü açtığımızda maalesef ki habercilik anlamında sıradan bir hale gelen ‘Gazze’den İsrail’e roket atıldı’ başlığı ve sonrasında bir iki karşı bombardıman ile günün tamamlanacağı düşünülüyordu belki ama işler umulduğu gibi gitmedi…

Yıllardır İsrail’in baskısı ve ablukası altında nefes almaya çalışan ve yaşadığı mağduriyet ile destekleri kazanan Filistin’in mağduriyeti, Hamas tarafından elinden alınıverdi bir anda

Önce basılan müzik festivalinin görüntüsü, ardından otoyoldaki cesetlerin videosu derken kaçırılan insanların görüntüleri de sosyal medya ‘timeline’ına düşünce anladık ki bugün, dünden farklı bir hikaye yazıyor Orta Doğu’da…

Son birkaç gündür ise Gazze deyim yerindeyse ‘dümdüz’ ediliyor İsrail tarafından. İsrail Başbakanı Netanyahu, ‘Gazze’nin yeniden inşasından’ söz ediyor. Belki de yeniden inşa edilmek istenen; tünelsiz, barikatsız, direnişsiz, Filistin’siz bir Gazze.

Dün ellerinde taşlarla hakkını arayan, ablukaya direnen, ‘intifada çocukları’nın tüm meşruiyeti tarihe karıştı. Kanlı bir kavilleşme karşılığında evler, sokaklar, hayatlar bombardımanlar sonucunda paramparça oldu. Yaşananları ‘dün’ tamir edememişti, ‘bugün’ de edemeyecek.

Le Trio Joubran’ın ‘Masar’ şarkısının notalarında hissedilen, Şili’deki ‘Palestino’ takımında yeşil sahaya çıkan, Rachel Corrie’nin anısında yaşayan direniş ve isyan ruhu, şimdi yıkıntılar arasında yeniden var olma savaşı veriyor.

Bizde ise durum biraz daha farklı…

Önce Hamas bombardımanı sonrası muzaffer komutan mesajları paylaşıldı sosyal medyada, sonra İsrail’in karşı saldırısı sonrası ‘Uyuyor musun ey dünya Müslümanlar ölüyor’ sözleri işitildi.

Geçtiğimiz hafta cumartesi gece yarısı Fatih Camii önünde toplaşıp Mehmetçik’i Gazze’ye göndermeye çalışan, sonra gidip evinde mışıl mışıl uyuyan zevat ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘denge politikası’ açıklamasının ardından çil yavrusu gibi dağıldı. İki-üç gün sonra Filistin’e destek yürüyüşleri yeniden başladı; zulmün yönü değişince…

Olması gereken buydu, Türkiye şovenist bir politika yerine itidalli davranmayı tercih etmeliydi, öyle de oldu… Olması gereken İYİ Parti lideri Akşener’in söylediği gibi “Filistin halkının meşru ve haklı talebinin terör eylemleri ile kirletilmesi kabul edilebilir değildir” demekti.

İktidar trolleri ise festivalden dem vuruyor, o kamyonet kasasındaki kızın ‘soyulmadığını’, ‘giyim kuşamının öyle olduğunu’ söylüyor sanki tek derdimiz buymuş gibi. El altından ‘o kız öyle gezmeseymiş, hak etmiş’ düşüncesini yerleştirmeye çalışıyor zihinlere.

İsrail tarafında ölen olunca ‘Oh çeksin cezasını, ateşi bol olsun’ diyor, Filistin’e bomba yağınca uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırıyor. Şimdi ise çoğu suskun. Erdoğan’ın mesajları sonrası yeniden konumlanmaya çalışıyor…

Sahi, bir de Mavi Marmara vardı değil mi?

Sahi, Arap coğrafyasındaki bayrakların neredeyse tamamı neden aynı renk?

Sahi, kol kanat gerdiğimiz Filistin, neden Türkiye’nin aleyhinde politikalara destek veriyor? Yoksa ümmetçililk fikrinin öldüğünü bir biz mi kabullenemiyoruz?

Trol camia ikircikli tutumu ile politikaya yön vermeye, topluma hiza getirmeye çalışıyor. Ağzından çıkan cümleden esen rüzgara göre saniyesinde vazgeçiyor, taptığını taşlamaktan geri durmuyor. İşine gelince hümanizm dersi veriyor, işine geldi mi kan deryası talep ediyor.

Dün böyleydi, bugün de böyle…

Uluslararası boyutta ise ABD’nin İsrail safında duracağı bir gerçekti, Rusya’nın ise Filistin tarafına doğru yanaşması sürpriz değil. İran’ın durumdan vazife ile İsrail’e destek veren Azerbaycan’ı tehdit etmesi şaşırtmamıştı, İsrail’in Suriye ve Lübnan’ı ‘Gazze’ tarifesi ile bombalaması da normal sonuçtu.

Arap Baharı’nın estirdiği değişim rüzgarının ‘cereyan’a döndüğü coğrafyada aktörler planlıyor, insanlar ölüyor. Dün de aynıydı, bugün de öyle.

Büyüklerin söylediği ‘Üçüncü Dünya Savaşı Araplardan çıkacak’ sözü gerçek olur mu bilmem ama Orta Doğu dün de sancılıydı, bugün de öyle.

Görünen o ki bu hava saldırıları, karşılıklı füze uçurmalar bir müddet daha devam edecek.

Görünen o ki İsrail, belki de uzun zaman sonra ilk kez mağduriyet elbisesine bürünerek emellerini gerçekleştirmeye çalışacak.

Ve acıdır ki, Filistinlileri o meşhur ‘Nakba’dan daha karanlık günler bekliyor…

Mimarlık, örgütlülük, umutsuzluk

Mimarlık, örgütlülük, umutsuzluk

Mimarlar Odası Bursa Şubesinin düzenlediği Architecture Mimarlık Festivali’nin dördüncüsü başladı. Adı biraz afilli olan ve hattı zatında tamamen mimarları ilgilendireceği düşünülen festivalin üzerinde çalışacağı konular da; ‘Mimari Düşünce ve Üretimde; Mimarlığın Kültürle Teknolojiyle, Kentle ve Ekosistemle Olan İlişkilerinde; Mesleki Etik Değerlerimizde ve Mekanın Üretim Koşullarında Ne Değişti?’ biçiminde açıklandığından, haklı olabilirsiniz bu konuda.

Adı üstünde mimarlık festivali…

Zaten konunun mimari boyutunun dışında kalan, açılış konuşmaları ile verilen mesajlar bölümü beni ilgilendiren aslında. Zira şehrimizin tarihi mekanları dışında mimari açıdan pek de matah durumda olmadığını hepimiz kabul ediyoruzdur diye düşünüyorum…

Öncelikli kentsel dönüşüm için çoktan kolları sıvamış, uzun dönemde neredeyse yarısının bu kapsamda yeniden inşa edilmesi planlanan bir şehirde böylesine önemli bir etkinlik düzenlenirken, konunun baş muhatabı olan belediye başkanlarının vekaleten temsil edilmesi dikkat çeken bir ayrıntı olarak cebimizde dursun isterim.

Derin ve uzun bir inceleme konusu olan festivalin ‘Ne değişti?’ sorusunun yanıtlanmasında belediye başkanlarının açılış konuşmalarının büyük katkı sağlayacağı kanaatindeydim çünkü.

Gelelim ev sahibi İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek’in açılış konuşmasından ana başlıklara…

Daha ziyade genç mimarların ve mimarlık öğrencilerinin doldurduğu salonda elbette gençlere seslenmeyi daha uygun buldu Başkan Şimşek, çünkü sosyal medya üzerinden ya da başka kanallarla meslek odalarının anlamını sorgulayan, kendisinin odalar kanalıyla nasıl temsil edileceğini, yaşadığı şehre ve yaptığı işe bu bağlamda nasıl katkı sağlayabileceğini anlamaya çalışan, kısacası ‘odacılık geleneğini neden sürdürmesi gerektiği’ sorusuna yanıt arayan gençler çoğunlukta şimdilerde..

“Meslek Odası, bir araya gelmemizin, dayanışmamızın yan yana olmamızın sorunları ortaya koymamızın, çözümler üretmemizin aslında bir yerde hem sosyal tarafı hem de resmi tarafı. Bu güç bizim bütün varlığımızı ve çalışmalarımızı şekillendirmekle birlikte aynı zamanda etkileşim ve sosyal gelişim adına da çok değerli” sözleri durumun kısa özeti gibiydi.

Şirin Rodoplu Şimşek’in göreve gelişi ile birlikte yapılan işlerin ‘karşısında durmak’ yerine ‘içinde yer almak ve doğru çözüme çekme gayreti göstermek’ politikası benimsenmiş durumda Mimarlar Odası Bursa Şubesinde. Hemen not düşeyim, bu tarif bana değil başkanın kendisine ait…

Yaptığımız konuşmalarda takındığı tutumlarla ilgili bilgi verirken genellikle, ‘Karşısında durup hakkında hiçbir şey bilmemek yerine sürece dahil olup doğru yöne yönlendirmeye çalışmayı ve elbette aynı zamanda yanlış konuların karşısında tarafımızı belli etmeyi daha mantıklı buluyorum. Diyalog yollarını açık tutarak şehirde neler olduğunu, neler yapılmaya çalışıldığını bilmekten ve yanlışlardan herkesten önce haberdar olmaktan yanayım. Sorunları ancak böyle çözüme ulaştırabileceğimi düşünüyorum’ der Şirin Rodoplu Şimşek.

Açılış konuşmasında değindiği mesele aslında tam da bu…

“Ben meslek odası olarak, yöneticisi olarak bir gözlemim üzerinden ne değiştiğini paylaşmak hem de öz eleştiri yapmak istiyorum. Meslektaşlarımız arasında en belirgin değişiklik şu; gönüllü çalışmayı, karşılık beklemeden çalışmayı ne yazık ki unuttuk ve bir arada olmanın ne büyük güç olduğunu da unuttuk! Geçmişten günümüze hep benzer sorunları tartıştığımızdan dem vuruyor birtakım meslektaşlarımız. Konular değişmedi, sorunlar değişmedi, değişen şu ki, sorunları ve konuları dillendirmekte, bir araya gelmekteki hallerimiz çok değişti. Ben açıkçası bu noktada üzülüyorum, meslek dayanışması ve meslek birliği içinde yan yana olma halimizin ne büyük güç olduğunu biz hepimiz unuttuk!”

Tüm ülkenin en kritik sorunlarından biri bu zaten…

Biz ülke olarak 1980’li yıllarla birlikte çeşitli biçimlerde apolitik olmak, örgütsüz olmak, kendi kabuğunda yaşamak, sınırlı bir sosyal çevre içinde var olmak ve en son da sadece tek bir birey olarak okyanusun içinde fındık kabuğu misali yalnızlığı dibine kadar hissetmekle baş başa kalmış kişiler ordusu olmak için çaba gösterilen kocaman insanlar gurubuyuz…

Derneklerimiz, odalarımız, sendikalarımız, partilerimiz yok! Tüm bu oluşumlardaki düşüncelerimizi aktaran haftalık ya da aylık yayınlarımız, yazılarımız, sistematik toplantılarımız yok! Bunlar için ayıracak vaktimiz olmadığı gibi ne yazık ki, artık ailemiz için dahi ayıracak vaktimiz yok! Bahsettiğim yalnızlığı aşmak için teknolojik bağımlılıklarımızı bir kenara bırakarak birbirimizin gözlerinin içine bakıp düşüncelerimizi paylaşmamız ve tartışma ortamlarında fikirler üretmemiz gerektiğini anlamak için yeterli cesaretimiz de yok!

Şimdilerde elimizde kalan tek birlikte hareket etme malzemesi ‘hemşericilik’ ondan da artık gına gelmeye başladı, zira gittiği her kuruma kendi hemşerilerini doldurmaya çalışanlar sayesinde liyakatsizliğin dibini sıyırdık.

Elbette Architecture Mimarlık Festivali’nde bu bahsettiklerim konuşulmayacak, ama bahsettiklerim, Şirin Rodoplu Şimşek’in ‘üzülüyorum!’ diyerek ifade etmeye çalıştığı sorunun üzerinden geçmek için bir birliktelik alanı oluşturulacak. İşin en güzel yanı bu bence…

Bir satır başı da İMSİAD Başkanı Şeref Demir’in konuşmasına ithafen açılabilir.

“Bu etkinlik çerçevesinde şöyle bir ricam olsun. Özellikle bu arkadaşlara bir moral, motivasyon ve umut verelim. Hakikaten psikolojik olarak iyi durumda değiller. Moralinizi bozmayın. Sayısal olarak ne kadar fazlaysanız yapacak da o kadar çok işimiz var.

Devletin en üst düzey yetkilisinin belirttiği rakama göre 6 milyon 700 bin riskli bina söz konusu. Bunun bir buçuk milyonu çok riskli yapı. Acilen dönüşmesi gerekiyor. Onun haricinde iş yerleri, yollar, havaalanları, çevre alanları, kamu alanları vesaire yapacak o kadar çok şey var ki. Ve bunları yapacak olan sizlersiniz” dedi Akyükselen…

Çok doğru, pek doğru, bu işleri yapacak olanlar bu genç meslektaşlarınız. Fakat mesele iş kıtlığından ziyade bir kişinin üç kişinin işini yapmak zorunda olması ve buna karşılık mesleğinin ilk yıllarında zaman zaman asgari ücretin de altında bir rakama çalışmaya mecbur bırakılması ve bu durumun ileriki yıllar için de asgari ücrete komşu ücretlere endekslenmesi gibi garabetler…

Kısacası, aylardır ‘boşuna mı okuduk’ diye soran gençlere verilecek yanıt aslında sizden ve kardeş kuruluşlarınızdan geçiyor. Adil ve hakkaniyetli bölüşümden geçiyor. Benden küçük bir hatırlatma olsun…

Türkiye-BM-Ortadoğu sil baştan! Dünya nerede?

Türkiye-BM-Ortadoğu sil baştan! Dünya nerede?

Pandemi ile dayatılan “aidiyetler ve kolektif yaşam ‘out’, menfaatler ve bireysellik ‘in‘” süreci aslında yeni yüzyılın şeceresini gözler önüne sermişti!

2010’da Arap Baharı ile “başlatılan” süreç hemen ardından Suriye’de yüzünü gösterdi. Ve 2020 yılında tanıştığımız pandemi ile bu süreç taçlandırılınca her mecradan “Yeni Yüzyıl” tanımlasını ve “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” özetini işitmeye başlamıştık.

Peki dünya neden mi eskisi gibi olmayacaktı? Çünkü çarklar uzun zamandır dönmüyordu; yeraltı ve yerüstü kaynaklarından yana.

İnsanlık gelişiyor, değişiyor, öğrendikleri doğrultusunda körü körüne biat etmiyor, isyan bayraklarını çekiyordu ve bu durum “küresel dengeleyicilerin” egemenlik etkisini zayıflatıyordu. Sahnelenen oyunlar bir bir deşifre oluyor ve kitleler arkalarına katılmıyordu.

Artan nüfusu kontrolü zorlaştırırken dünyayı da hızla sona yaklaştırıyordu. Bu nedenle insanlığa dayatılan LGB başlığı da kadın ve erkek çekiminin, dolayısıyla da bu çekimin sonucu nüfus artışının önüne geçememişti. Özetle baktılar ki eski çamlar bardak olmaya başlamış, “Yeni Yüzyıl” demosu niyetine pandemi tokadı layık görüldü insanlığa!

Anneler evlatlarına, çocuklar arkadaşlarına, kardeşler-akrabalar-dostlar birbirine hasret kaldı! Hastanede son nefesini veren canparelerinin elini tutamadı sevenler! Ölenlerini defin edemedi ve taziyesini yapamadı kimseler! Home ofis ve uzaktan eğitim normalleşti! Sanal alışveriş zirve yaptı! İdeolojiler ve dini değerler “can korkusunun ve geçim derdinin” gerisinde kaldı!

epaselect epa10915372 A shell goes off in the water off the beach of Gaza during an Israeli air strike, 12 October 2023. More than 1,400 Palestinians have been killed and over 6,000 others injured, according to the Palestinian Ministry of Health, after Israel started bombing the Palestinian enclave in response to attacks carried out by the Islamist movement Hamas on Israel from the Gaza Strip on 07 October. More than 4,000 people, including 1,500 militants from Hamas, have been killed and thousands injured in Gaza and Israel since 07 October, according to Israeli military sources and Palestinian officials. EPA-EFE/MOHAMMED SABER EPA-EFE/MOHAMMED SABER

Sonra savaşlar patlak vermeye başladı, “kurulu küresel safları sıkılaştırmak ve gerekirse yeni yeni saflar oluşturmak” amacıyla. Özetle “sil baştan vakti” gelmişti dünyanın ve insanlığa bilhassa da Ortadoğu insanına düşen kemerlerini bağlamak ve “yüreğinden-zihninden-kendinden olana” sımsıkı tutunmaktı.

Burada önemli bir sonucu hatırlamakta fayda var. Başta BM, NATO, AB olmak üzere “kurulu küresel safların” krizler, kaoslar, savaşlar sürecinde ne denli pasif-yetersiz-tarafgir kaldığını gördü dünya. Hatta ABD ve AB ülkeleri insanlığın yaşadığı acıları bir deney olarak değerlendirerek mevcut oluşumlarını revize etmek ve belki de yeni yeni oluşumları meydana getirmek için izliyor.

Tam da bu noktada Türkiye demenin vaktidir…

Türkiye son yıllarda izlediği diplomatik, kararlı, uzlaşıcı ve insan odaklı tavrı ile tek başına BM misyonunu üstlenmeye başladı. Bu durumu Rusya-Ukrayna Savaşındaki rehine krizini aşması, gıda koridorunu açması ve barış görüşmelerine öncülük etmesiyle adeta zirveye Türkiye. Şimdi de İsrail-Filistin Savaşında uzlaşı ve siviller adına yine ve sadece Türkiye’yi görüyor dünya.

Aslına bakarsanız söz konusu Ortadoğu olunca cumanın gelişinin perşembeden belli olduğu gibi onlarca yıldır Ortadoğu insanına dejavular eşliğinde “ya şehit ya da hain” olma misyonu dışında hiçbir şey biçilmedi! Bu sebeptendir ki Ortadoğu’nun iki yakası bir araya gelmedi, gelmez, ne zaman geleceği de bilinmez.

epa10915461 Smoke rises following an Israeli air strike in northern Gaza City, 12 October 2023. More than 1,400 Palestinians have been killed and over 6,000 others injured, according to the Palestinian Ministry of Health, after Israel started bombing the Palestinian enclave in response to attacks carried out by the Islamist movement Hamas on Israel from the Gaza Strip on 07 October. More than 4,000 people, including 1,500 militants from Hamas, have been killed and thousands injured in Gaza and Israel since 07 October, according to Israeli military sources and Palestinian officials. EPA-EFE/MOHAMMED SABER

Anlayacağınız savrulma devri daha bitmedi ve bana göre daha tam anlamıyla zirveye de ulaşmadı. Ailesinden, sevdiklerinden, dostlarından, vatanından, tarihinden, kültüründen, inançlarından, ideolojilerinden, sosyal çevresinden, hayallerinden arındırılmaya çalışılan insanlık öyle görüyorum ki bir süre sonra vardırıldığı dipten isyan ederek çıkmaya çalışacak ve işte o zaman ciddi anlamda “ayrışmalar” baş gösterecek.

En başta da aynı değerler etrafında toplanan “aidiyet milliyetçiliğinin” pik yapmasıyla yüzleşecek dünya.

Özetle tüm duygularından soyutlanmaya çalışılan insanlığın “stop” demesine az kaldı…

En büyük sorun ekonomiymiş!

En büyük sorun ekonomiymiş!

IPSOS Araştırma Şirketinin elde ettiği sonuçlar üzerine dertleşmek istiyorum bugün. Yanına bir araştırma sonucu daha ekleyeceğim ki, ülkemizin içinde bulunduğu durumun anlamına anlam katacak, öyle şahane bir tablo…

29 ülkede “2023 Eylül Tüketici Güven Endeksi, Dünyanın Endişeleri” araştırmaları gerçekleştiren kurum, ülkemizdeki katılımcılara, “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir? Tüketici güven endeksi ne durumda?  Dünyanın endişeleri neler? Toplumların yaşadıkları ülkelerde ilk üç sıraya yerleştirdikleri en çok endişe duydukları konular neler? Türkiye’nin ekonomisinden memnuniyeti ne durumdadır? Beklentiler ne yönde? Döviz kuru beklentileri nasıl? Enflasyona yönelik beklentiler ne durumda? İşsizlik ile ilgili beklentiler de durum ne? Kişisel harcamalara yönelik beklentiler ne?” sorularını yönelterek bir sonuçlar dizisine ulaşmaya çalışmış…

Araştırmanın güven endeksi bölümünde sondan üç ülkesini yüzde 32 ile Türkiye, yüzde 33.1 ile Arjantin ve yüzde 35.1 ile Macaristan olarak sıralayabiliriz. Gözümüz aydın, yine sonuncuyuz…

Katılımcılar ülkemizin en önemli sorununu ‘ekonomi’ olarak belirlemişler ve bu sorunu ‘göçmen’  meselesi takip etmiş…

En çok endişe duyulan konular sıralamasında da enflasyon başı çekiyor, ardından yoksulluk ve sosyal eşitsizlik ile birlikte işsizlik geliyor, son olarak da yolsuzluklardan dem vuruluyor…

Her şey yoksullukla ilintili, ama dört yanıtı da ‘yoksulluk’ olarak veremeyeceğimizden çevresinden dolanmışız adeta… Bizde acayip bir pratik zeka var, yine kullanmış ve göstermişiz bu konudaki maharetimizi…

Katılımcıların büyük bölümü döviz kurlarının artacağını söylerken, enflasyonunun çok artacağı beklentisi yüzde 75’i oluşturuyor…

Her alanda, her konuda, her soruda ümitsiz vaka olduğumuzun altını kalın kalın çizmişiz araştırma katılımcıları olarak…

Ipsos’un 29 ülkede ölçtüğü tüketici güveni sıralamasında Türkiye Ağustos’ta en son sıraya düşmüştü, görüldüğü üzere Eylül ayında da sonunculuğu kimselere kaptırmadık. İçinde bulunduğumuz ekonomik durumda bu şaşırtıcı da değil zaten.

Henüz ısınma ve enerji masraflarının hane bütçelerini zorlamaya başlamadığı aylardayız. Hani demem o ki, kış daha kapıdan baktırmadan kazma kürek yaktırmadan ekonomiyi ve enflasyonu ana sorun olarak ortaya koyuyorsak, kış ayları geldiğinde vay halimize…

Elbette bu durum tüm katılımcılar için aynı değil. Ülke ekonomisinden memnun olanların oranı yüzde 4 seviyesinde, yani her araştırmada, her istatistikte ortaya koyulan, ‘ülkenin yüzde 5’lik bir oranı ülkenin yüzde 85’lik gelirine sahip!’ durumu bu araştırma sonucunda da kendini göstermiş…

Yüzde 95’lik kısım için ise döviz kurunun seyrine, işsizlik oranın akıbetine dair beklentiler olumsuz olmaya devam ediyor. Yaşam standardındaki gerilemeye, kişisel harcamaların artacağına dair negatif beklentilerde bir dip noktayı görmüş olabiliriz. Araştırma sonuçlarını değerlendiren uzmanlar ‘dibi görmeden toparlanamazsın!’ öngörüsünden ziyade ülkenin bir süre bu dip seviyede kalmaya devam edeceği yönünde fikir beyan ediyorlar.

Hiç haksız bulmuyorum kendilerini…

BOŞUNA OKUMUŞSUNUZ!

İçinde bulunduğumuz bu duruma katlanmayı gerekli görmeyen, hatta gerek can güvenliği gerekse akıl sağlığı ve kaybettiği özgüveni yerine koyabilmek adına başka ülkelerde yaşamak için yollara düşen beyinlerimizin göçü ile birlikte bu tablonun daha da karanlık bir hal alacağı korkusu hep var içimde…

Bir süredir aldıkları maaşlarla geçinemediklerini ve kendilerine ilginç ücretlendirme politikalarının dayatılmaya çalışıldığını belirterek ‘Boşuna mı okuduk!’ çıkışı ile gündeme gelmiş olsalar da ben kendilerine maalesef boşuna okuduklarını söylemek istiyorum…

Ülkenin okumuş kesimine yönelik en büyük eleştiri ‘bunlar da iş beğenmiyor’ olmuştur hep. Bir yandan da ‘iş var da çalışmaya adam yok’ sözümüz pek meşhurdur…

Alın size İŞKUR’dan tam da bu sözlerin açıklaması gibi rapor paylaşımı…

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, en fazla işçi talep eden sektörler ile en fazla işçi aranan meslekleri belirlemek amacıyla İŞKUR tarafından hazırlanan Açık İş İstatistikleri Araştırması ile ilgili yaptığı açıklamada, açık iş oranının en yüksek olduğu sektörlerin başında bilgi, iletişim, inşaat ve imalat sektörlerinin geldiğini belirtiyor.

Açık iş oranın en yüksek olduğu mesleklerin başında silahsız özel güvenlik görevlisi, garson ve paketleme işçisi, alçı dekorasyoncu, satış danışmanı, temizlik görevlisi, makineci, inşaat işçisi, düz dikiş makineci ve konfeksiyon işçisi yer alıyor…

Ülke mimar, mühendis, yazılımcı… aramıyor ki; tamamen beden gücüne dayanan, büyük ölçüde bir vasıf ve eğitim gerektirmeyen işlerden bahsediyoruz elimizde kalanlar olarak…

Ücretlendirme de ona göre olacak elbette.

Gidişatın böyle olması durumunda, ülkede kalan ve çalışanların neredeyse tamamı en iyi ihtimalle asgari ücret düzeyinde bir rakama çalışacaklarından, önümüzdeki yıl Eylül ayı sonuçlarını çok merak ediyorum…

İYİ Parti için çöplükten önceki son çıkış!

İYİ Parti için çöplükten önceki son çıkış!

Kendi içinde zaten bir var olma mücadelesi veren muhalefetten kopuşları dile getirmekten özellikle çekinirim ve herkesin ilk olarak iç muhasebesini yapmasına meydan vermeyi yeğlerim, ancak İYİ Parti’deki ayrılıklar kervanı öylesine uzadı ki, üzerine bir yazı yazmak benim için dahi farz oldu.

Ayrılanları tek tek sıralamak yerine bir önceki dönem milletvekilliği ön seçimlerine katılan ve partinin kuruluşundan bu yana büyük emek veren isimlerin de yer aldığı bir listeden bahsettiğimizi belirtmek isterim. Listenin bundan sonrasında daha da uzayacağına, her gün ayrı ayrı il ve ilçelerden istifa haberleri almaya devam edeceğimize de özel bir vurgu yapmak lazım…

İsimleri yazmıyorum, çünkü isimler zaten sosyal medya platformlarında yer yer tebrik, yer yer üzüntü iletileriyle birlikte dolaşıyor.

Parti jargonu ile konuşacak olursak, ‘ad’ların yerine sebepler üzerinde durmayı tercih ederim.

Ayrılışların sebeplerinin ise ilk olarak genel seçim listeleri oluşturulurken yaşanan, aslında parti içinde var olan, ancak kendisini en çok listelere kimlerin gireceği konusuna gelindiğinde hissettiren kuvvetler ayrılığı ile başladığının altını kalın kalın çizelim…

Hatırlarsanız listelerin oluşumu, genel merkezin kontenjan adaylarını ikinci sıraya yerleştirmekteki ısrarı, İYİ Parti’nin ağır toplarından İsmail Tatlıoğlu’nun vekillik listesinde yer almayışı ve her iki bölgeden de partinin milliyetçi tarafı ağır basan kadrolarını temsil eden adaylarının birinci sıraya yerleşerek Meclis’e gönderilmiş olması, ayrılık çanlarının en kuvvetli biçimde çalmasına vesile oldu.

Burada İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu’nun TBMM’de son derece etkin bir muhalefet yaptığını ve oturduğu koltuğun hakkını pek çok yaraya parmak basarak verdiğini belirtmek için bir parantez açmasam yiğidi öldürür hakkını yemiş olurum ki, böyle bir şeyi hiç istemem…

Gelelim partiden ayrılışların ilk acı sirenini çalan vekil listelerinden sonra yaşananlara…

İYİ Parti vekillerini TBMM’ye uğurladı, ancak tüm muhalefet partileri gibi böğründe de bir mağlubiyet acısı kaldı…

Bundan sonrasında top Genel Merkeze geçti…

Yenilginin nedenleri, CHP ile yapılan ittifaktan duyulan pişmanlığın dile getiriliş biçimi, bundan sonra izlenecek yol ile ilgili birbiriyle pek de tutarlı olmayan peş peşe açıklamalar parti teşkilatlarını da seçmenleri karşısında zor durumda bırakmaya başladı.

Partinin yapılan anketlerde ciddi oy kaybına uğramaya devam ettiği görüldüğünde iç mücadeleden de vazgeçişler kendini gösterdi.

Öyle ya, yarın nerede olacağını, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in meşhur tabiri ile ‘kaç kilo’ geleceğini artık öngöremediğiniz bir parti içinde merkez sağa oturma hayallerinin suya düştüğü aşikar…

Oysa İYİ Parti yola çıkarken, artık miadını doldurmaya başlamış olan AK Parti’nin yerinde oluşacak merkez sağ boşluğu doldurma maksadı ile atmıştı ilk adımlarını. Akşener de partisini bu düzlemde tutmak için son vekil listeleri oluşana kadar ciddi gayret sarf etmişti, ancak ne olduysa oldu, listeler milliyetçi cephe tandanslı vekillerin ağırlıkta olduğu biçimiyle hazırlandı. Bugün Meclis’te İYİ Parti sıralarında oturan, merkez sağ siyaset kökenli isme rastlamak mümkün değil!

Gelelim bugüne…

Önümüzde bir yerel seçim ve oy oranı genel seçimlerin de gerisine düştüğü iddia edilen bir İYİ Parti var. Üstelik parti seçimlere ittifakla değil, kendi adaylarını çıkararak girmek konusunda ısrarcı…

Pek çok gazeteci gibi ben de bunun bir pazarlık unsuru olarak ortaya koyulan, yürütülmeye çalışılan, büyük şehirler söz konusu olunca adına ‘ittifak’ denmese de ‘mutabakat, anlaşma…’   gibi isimler verilerek bir birlikte hareket etme planına dönüşecek olan taktikler zinciri olduğunu düşünüyorum…

Ancak kazın ayağı pek öyle değil galiba…

Çünkü istifalar peş peşe gelmeye devam ediyor…

En son Ankara İl Başkanının ‘Ben Mansur Yavaş’ın karşısında çalışamam!’ çıkışı ile gerçekleştirdiği istifadan sonra teşkilatların konuyla ilgili tutumları hakkında herkesin bir fikri oluşmuştur diye düşünüyorum.

Seçimin hemen sonrasında kaybettiren taraf olarak işaret edilen CHP saflarında yer almamak kanaati hakimken, sular biraz durulup manzara ortaya çıkınca teşkilatlar dahi ittifak yapılmaması durumunda yerel yönetimlerin de kaybedileceğini fark etmişken, ‘kendi ağırlığını görmek’ olmazsa da dükkanı kapatıp gitmek konusundaki ısrar zaten parti içinde ciddi bir var oluş savaşı veren, gönlü merkez sağdan yana partililere yolun göründüğünü söyleyen son şarkı oldu…

Bir kitle partisi olmak için, ülke seçmeninin büyük bölümünü oluşturan merkez sağ seçmeni peşinden sürükleyen yapı olmak için yola çıkan İYİ Parti, özellikle son düzlükte iyi yönetilememiş, hatalarının öz eleştirisini yapamamış, toparlanma hamlesi içine girememiş olmanın acısını çok yakın zamanda daha derinden hissedecek diye düşünüyorum…

Partiden ayrılan isimler için kolaycılığa kaçarak, ‘koltuk bulamayacakları için gittiler, zaten partiye katkıları yoktu, biz bize yeteriz…’ söylemleri geliştirmek ne kadar basitse, ‘küçük olsun benim olsun’cu yaklaşımlarla yol yürüyeceğini düşünmek de bir o kadar kolaycılıktır…

Siyasi tarihin çöplüğüne bir partiyi daha göndermeden önceki son çıkışta olabileceğini düşündüğüm İYİ Parti’nin hızla toparlanmak için yeniden doğru stratejileri işleme koymaya ve duygusallıktan uzak pragmatist söylemlere ağırlık vermeye ihtiyacı vardır…

Partiden ayrılan kıymetli siyasi isimlerin şimdilik politikaya ara vermeyi tercih ederken bir gözleri ile de Yavuz Ağır Alioğlu’nun yerel seçimler sonrası kuruluşunu açıklayacağı partisindeki yapılanmayı takip edeceklerini söylemekte fayda var son not olarak…

Bir son not da Bursa için gelsin, eğer merak ediyorsanız ki, biliyorum merak ediyorsunuz, Profesör İsmail Tatlıoğlu ismiyle müsemma akademik hayatına dönmek için girişimlerde bulunmuş bile. Süreç devam ederken de yurt dışındaki işleri ile ilgileniyormuş…