Tıpış tıpış

Tıpış tıpış

Yıllar önce Doğan Haber Ajansı’nda muhabirdim…

Bir akşamüstüydü, ofisin kapısı çaldı. İçeriye birden o zaman milletvekili olan Kemal Kılıçdaroğlu girdi. Mütevazi ve naif bu milletvekili ile çok kısa bir sohbetimiz olmuştu. O zaman Melih Gökçek ile yaptığı tartışmalar ve açıkladığı dosyalarla gündemi meşgul ediyordu. Daha sonra Deniz Baykal tarafından CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı yapıldı. Fakat kazanamadı.

O seçimde İstanbul esnafı kendisini Hint fakirine benzetmiş olacak ki Gandi lakabını layık gördü.

Deniz Baykal, bir kaset sonrası Pensilvanya’ya selam çakarak başkanlığı bırakınca kendini koltuğa 23 Nisan çocuğu gibi otururken buldu. Çünkü CHP içerisindeki deve dişi gibi milletvekilleri Baykal’ın geri döneceğinden öyle bir emindi ki kimse bu riske girmek istemedi. Ayrıca kapalı kapılar ardında şark kurnazlığı yapıp ‘Zaten memur adam bunu o koltuktan kovalamak kolay olur’ diye düşündüler…

Genel Başkan olduktan sonra ilk sınavı FETÖ’nün hazırladığı ‘yetmez ama evet’ referandumunda oy kullanamayarak verdi.

Arkasından girdiği her seçimi kaybettikçe, o naif ve kibar adam gidiyor, parti içerisinde diktatörlüğünü ilmek ilmek dokuyan bir Kemal Kılıçdaroğlu geliyordu.

Açılım üzerine açılım yapıp hayatı CHP’ye ve Mustafa Kemal Atatürk’e sövmekle geçen ne kadar partisine küskün sağcı varsa topluyor, kimine milletvekilliği verirken kimini de danışman yapıyordu.

Partinin öz evlatlarını ise ciğerci kedisi gibi kapının önünde bekletiyordu.

Nasıl olsa delege ağaları elindeydi…

Seçmen de nasıl olsa tıpış tıpış oy veriyordu. Böyle gelir, böyle giderdi.

Sokaktaki ayakkabı boyacısı bile 2023 seçimlerinde kazanamayacağını biliyordu.

Hemen bir masa kurdu, binde 1 oyu olmayan partilere, öz evlatlarının hak ettiği milletvekilliklerini rüşvet olarak dağıtıp kendini aday yaptırdı. Çünkü bildiği bir şey vardı. Partide delege yine Kılıçdaroğlu diyecek ve seçmen ilk seçimde kızacak darılacak ama yine tıpış tıpış oy verecekti.

Hesap biliyordu kitap biliyordu ama felsefeden sınıfta kaldı.

Çünkü biraz felsefe okusa, ‘toprağı bol olsun’ Efesli Herakleitos’un yüzlerce yıl önceki sözünü bilirdi: ‘Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.’

CHP’de de devran değişmişti. Fakat o değişimin farkında değildi çünkü o çok yetenekli danışmanları ve politbüro üyeleri kendisine her şeyi tozpembe göstermekle meşguldü.

Ama Kılıçdaroğlu değişime kulak tıkadı. Hatta değişim isteyenleri Brütüs ilan etti.

Eeee işte Kemal Efendi…

Böyle tavır alıp seçmeni ve delegeyi koyun gibi görürseniz, sağcıları toplayarak sağdan oy alabileceğinizi düşünürseniz, 25 yıldır partide koltukları tapusuna almış adamlarla yola devam ederseniz, bırakın tıpış tıpış gitmeyi; genel başkan olduğunuz partiden öyle gece yarısı Kibar Feyzo’daki Maho Ağa gibi topuklarınız kaba etinize vura vura kaçarsınız.

Ama olsun,

Kılıçdaroğlu, genel başkanı olduğu partinin kurultayını bile kaybederek başarısızlık kariyerini zirvede bıraktı. Bir daha kimse bu başarısızlığı yakalayamaz gibime geliyor.

Ayrıca CHP’yi sağcılarla dolduran Kılıçdaroğlu’na bir tavsiyem var.

Şimdi git bir sağ partiye, ben solcuyum diyerek bir görev iste. Seni bırak bir milletvekili ya da danışman yapmayı, kapıdan sokup çay söylemezler. Bunu da böyle bil.

Bu arada benden yeni yönetime ‘MERHABA.’

CHP’de kimin seçildiği değil, ne yapılacağı mühim!

CHP’de kimin seçildiği değil, ne yapılacağı mühim!

Cumhuriyet Halk Partisi uzun süredir beklenen, tabanın gerçekleşmesi için ciddi baskılar oluşturduğu ve nihayet Genel Merkezin de bahsettiğim çağrılara kayıtsız kalamadığı için başlatmak zorunda kaldığı kurultay sürecinin sonuna geldi.

Siyasetle ilgilenenlerin günün ilk saatlerinden itibaren çeşitli haber kanallarından aldıkları bilgileri tekrar etmek yerine, kurultayda yapılan iki önemli konuşmanın altında yatan nedenleri irdelemeyi, kurultaya bu açıdan bakmayı daha mantıklı buluyorum.

Öncelikli olarak söylemek gerekir ki, sürecin en başından itibaren kurultay sürecinin sadece iki Genel Başkan Adayı yoktu. Genel Başkanlığa aday olduğunu en başından itibaren belirten ve partinin sol ağırlıklı kesimini temsil etmeye talip olan Örsan Öymen, söylemleri açısından son derece beğendiğim, hitabeti açısından ise daha çok yol yürümesi gerektiğini düşündüğüm bir aday olarak yarıştan çekildiğini açıkladı.

Hem de ne açıklama…

Kurultay, partideki bozuk düzenin bir parçası veya uzantısı olanların ‘yarışına’ dönüştürülmüştür. Bu Kurultay’da, kim kazanırsa kazansın, kaybeden ne yazık ki CHP ve Türkiye olmuştur!”

Bir süredir hem delegelerin kararsızlığında hem de üyeler ve seçmenin isyanlarında dile getirdiği gerçekliğin en sade, en yalın anlatımı olarak alıp, aklımın bir köşesine koymak istiyorum bu cümleleri.

Peki, ne diyordu kararsız delegeler ve isyankar seçmen ile üyeler?

İlk söylem; Kemal Kılıçdaroğlu’nun ekibinde uzun yıllar yer alan ve parti yönetiminde önemli görevlerde bulunan Özgür Özel’in eskinin sorumlusu olarak yeniyi nasıl temsil edeceğine yönelik bir kafa karışıklığını anlatıyor.

Tüm bunlar olurken Özgür Özel orada değil miydi?’ sorusuyla da seslendiriliyor.

İkinci söylem ise daha da karmaşık bir sorunun işaretçisi. Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel arasındaki yol ortaklığının, kader birliğinin yarattığı bir liderlik karmaşasından bahsediyorum. ‘Ekrem İmamoğlu tarafından ‘Sen şimdilik partinin başında dur’ denilerek göreve getirilen adama mı oy vereceğiz, değişim bu isimle mi olacak?’ cümlesi bahsettiğim bu karmaşıklığın dışa vurumu olarak çokça konuşuldu kurultay sürecine gidene kadar ve kurultay salonunda.

Çekilen adaylardan İlhan Cihaner de çekildiğini açıkladığı konuşması sırasında;

“Maalesef partiyi bugüne getirenler ikiye ayrılarak, ilerletici bir dönüşümün ve yeniden inşanın boğulduğu bir açmaza mahkum edilmiştir. Siyasi yaklaşımların tartışılması, yetkin kadroların belirlenmesi yerine belediye olanaklarının yarıştırıldığı çirkin bir ortam yaratılmıştır. Öte yandan yoğun bir medya manipülasyonu ile güç algısı yaratılarak kurultay süreci yalnızca iki kişinin yarıştığı siyasetsiz bir psikolojik savaşa dönüştürülmüştür. Vatan Cephesi katılımlarını andıran imza açıklamaları baskıya dönüştürülerek diğer aday adaylarının demokratik temsilleri engellenmiştir!” diyerek çok daha sert sözlerle olan biteni gözler önüne serdi bence.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşmasındaki ‘hançer’ içerikli cümlenin delege üzerinde olumsuz bir etki yarattığına ve genel konuşma havasının var olandan daha merkezci yönetilmeyi müjdelediğini herkesin sezdiğine eminim.

Ama işte şu bahsi edilen ‘belediye olanaklarının yarıştırıldığı’ bölümüne gizlenmiş, herkesin ayrı ajandasına işaret eden, herkesin benim hesabıma ne düşer yaklaşımı ile baktığı oy pusulasından ne çıkacağı mevzu bahis ‘olanaklar’a bağlı…

Kılıçdaroğlu’ndan daha kucaklayıcı bir konuşma yapan ve ‘sizi seviyorum, size güveniyorum’ diyerek konuşmasının sonunda kendisini delegeye teslim eden Özgür Özel de biliyor aslında partinin genel seçimler için dahi bu kadar efor sarf etmeyen üyelerinin her birinin orada neden olduğunu ve ne gibi beklentiler içinde bulunduğunu.

Seçimden çekildiğini açıklayan her iki ismin de belirttiği gibi siyaset konuşulmuyor, siyaset üretilmiyor

Kurultayın kazananı kim olursa olsun bu saatten sonra partide dengelerin yerine kolay kolay oturmayacağı çok açık. Sokaktan gelen değişim talebi ve özellikle daha da korkunç olan, CHP’ye yönelik kayıtsızlık öylesine zorluyor ki şu anda ana muhalefet partisini, Özgür Özel’in seçimi kazanması bir şeylerin değişmeye başladığına dair ikna konusunda yeterli olacak mı muallak…

Ancak, CHP’de hep söylenegeldiği gibi, isimlerin değil toptan siyaset biçiminin değişmesi gibi bir yol izlenirse ve bu yolda partinin temelleri sarsılmadan ilerlenebilirse, belki o vakit bir şans olabilir.

Aksi halde Genel Merkez koridorlarını aşamayan, genel başkanın peşinde gezilere katılmaktan öteye gidemeyen, vatandaşın evine giremeyen, halkla teması minimuma indirip tepeden bakan bir yaklaşımı sürdüren kadrolarla bu iş zor.

Akıldan çıkarılmaması gereken iki nokta daha var. Parti seçmeninin büyük bölümü değişim beklentisinin karşılanmadığına kanaat getirirse sandığa gitmeyi dahi düşünmüyor ve şu çok güvendiğiniz gençler var ya hani, işte o gençler belki AK Parti’yi desteklemiyor, ama CHP’ye de inancını kaybediyor.

Kurultay yarışının sonunda kazananın Kemal Kılıçdaroğlu olması da bu gerçeği değiştirmiyor, Özgür Özel olması da…

Partide bundan sonra örgütün tüm kılcal damarlarına nüfuz edecek ve bu damarların en deli kanla akmasını sağlayacak bir yapılanmaya seçimin hemen ertesi gününden itibaren gidilmesi şart. Aksi halde Ankara’yı Mansur Yavaş, İstanbul’u Ekrem İmamoğlu da kurtaramaz!

Kurultayda bir pankart

Kurultayda bir pankart

İngiltere’de bir hafta sonu, öğleden sonrası…

Güneşin bulutların arasından ara ara gözüktüğü bir öğle saatinde üstlerinde kırmızı formaları ile Anfield Road’da yemyeşil çimlere yüzünü dönen binlerce insan açtıkları atkılarla haykırır:

“Asla yalnız yürümeyeceksin

Fırtınada yürürken başını hep dik tut,

ve karanlıktan sakın korkma.

Çünkü sonunda altın rengi bir gökyüzü

ve mutluluğun gümüşten şarkısını bulacaksın.

Hayallerin sarsılsa da, alt üst olsa da,

Rüzgarda, yürümeye devam et

Yağmurda, yürümeye devam et.

Kalbinde umutla, yürümeye devam et

ve bil ki, hiçbir zaman yalnız yürümeyeceksin

Asla ama asla yalnız yürümeyeceksin.”

Türkçesini iliştirdiğim sözler, İngiltere’nin en büyük futbol kulüplerinden Liverpool ile özdeşleşen ‘You’ll Never Walk Alone’ (Asla Yalnız Yürümeyeceksin) isimli marşa ait.

Tarihinde sayısız başarısı olan, sürüyle kupa kaldıran ama zaman zaman da düşüşler yaşayan Liverpool, bundan 6-7 sene öncesine kadar yine bir duraklama evresindeydi. Şimdi aşina olduğumuz Klopp önderliğindeki Salah’lı, Van Dijk’lı kadrodan önce de başarısız sezonlar hep oldu ama tribünler Liverpool’a ‘You’ll Never Walk Alone’ demekten hiç vazgeçmedi, küsmedi.

Tabelada mağlubiyet yazsa da Anfield Road duvarlarında bu marş hep yankılandı.

Belki de kökleşmiş birlikteliğin sırrı budur. Belki de başarının anahtarı budur.

Yazının konusuna gelince…

Liverpool tribünlerinin kült hale gelen bestesinin adı, bu hafta sonu Ankara’da yapılacak CHP Kurultayı’nda Kılıçdaroğlu’na destek amacıyla asılan bir pankartta zuhur etti bir anda, ama bir farkla:

Yalnız’, ‘Yanlız’ olmuştu pankartta!

O tek harflik hata, belki de AK Parti’nin 21 yıllık iktidarının, CHP’nin 21 yıllık müzmin muhalefet serüveninin, 14 Mayıs’ın, 28 Mayıs’ın ve bu hafta sonu yapılacak kurultayın özeti aslında.

Bu kurultay, gösterişli olmak isterken tökezleyen, defolarını saklamak isterken daha büyük fireler veren, 100. yılını ‘kök salmak’ yerine ‘yaşlanmak’ olarak hissettiren CHP’nin acı bir özeti.

‘Yanlış’ politikalara tevessül eden, çizgisini geride bırakan, toplumun sağıyla helalleşirken sol seçmenin kalbini kıran CHP’nin acı bir özeti…

Bu hafta sonu kurultayda mevcut Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve ‘değişim’ vaat eden CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel yarışacak.

Bezmişliğin, basiretsizliğin, yenilmişliğin, ‘küçük olsun benim olsun’ anlayışının; yarım bilinmezlikle mücadelesini izleyeceğiz. Burada yarım bilinmezlik tarafı Özgür Özel oluyor haliyle, zira grup başkanvekilliği ve parti genel başkanlığı ayrı şeyler takdir edersiniz ki. Diğer tarafın kim olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.

Bu hafta sonu Liverpool taraftarı, takımını malum marşla ‘yalnız’ bırakmazken,

CHP delegeleri, malum pankartın altında (bir ihtimal sosyal medyadaki tepkilerden sonra kaldırılabilir) yeni genel başkanını seçecek.

Liverpool, tarihi boyunca yaşadığı krizlerden başarıyla çıkmayı başardı, taraftarı ‘yalnız’ bırakmadı.

Bakalım CHP, yeni döneme marşta söylediği gibi kuvvetli bir inanç ve umutla mı yoksa kamuoyunun sırtını döndüğü ‘yanlız’ bir parti olarak mı girecek?

AL GÖZÜM SEYREYLE BASIN YASASINI

Gazetecilik; hakkıyla yapanın hayatın çarkları arasında zorlandığı, sıkıştığı; birilerine embedlenenlerin ise dert üstü murat üstü dolaştığı bir sektör haline geldi epeydir.

Araştıran, çaba sarf eden gazetecinin baskılandığı, hapse atıldığı bir dönemden geçiyoruz.

T24 yazarı Tolga Şardan da, bu durumun en taze ve en acı örneği oldu maalesef. Elbette ki Şardan da hapisten çıkacak, yazmaya devam edecek ancak geldiğimiz nokta kaygı verici.

Bizim bundan bir sene önce ‘Basında Sansür Yasası’ diye tepki gösterdiğimiz, birilerinin ise ‘yihuu basın kartı alacağız’ diye allayıp pulladığı düzenlemenin meyveleri ağaçtan düşmeye başladı kıymetli meslektaşlarım, hepimize hayırlı olsun.

Bundan böyle belediye bültenlerini köşeleştirir, basın toplantısındaki kahvaltılardan analiz yazısı yazarız hep birlikte.

Ama baştan hatırlatayım; tabakta domatesin peynire olan uzaklığına kızıp üslubunuzu sertleştirmeyin lütfen, ağzımızın tadı bozulmasın.

Devlet anaokulları için para istiyor!

Devlet anaokulları için para istiyor!

Her yerden para bulmaya çalışıyoruz…

Arap ülkelerinden, Avrupa ülkelerinden, vergileri artırarak, vergilerin çeşitlerini artırarak, tek seferlik ek vergiler koyarak, elimizde bir avuç kalan yolları, köprüleri satılığa çıkararak…

Şimdi de devletin zorunlu kıldığı anaokulu eğitimini paralı yaparak…

Yanlış duymadınız, şimdiye kadar devletin ücretsiz sağladığı anaokulu eğitimi artık ücretli. Aslında anaokulu eğitimi ücretsiz de devlet ‘katkı payı’ almaya karar vermiş. Tıpkı zam yapmak yerine fiyat ayarlaması yapmaya karar verdiği gibi…

Şöyle yazmışlar velilere gönderdikleri yazıda;

“14.10.2023 tarih ve 32339 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı Okul Öncesi Eğitim ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 67. Maddesi’nin birinci fıkrası gereği ‘Okul öncesi eğitim hizmeti resmi okul öncesi eğitim kurumlarında ücretsizdir.  Ancak okul öncesi eğitim kurumlarında çocukların okulda geçirdikleri süredeki temel ihtiyaçlarını, öz bakım süreçlerini ve eğitim programının uygulanmasını desteklemek amacıyla katkı payı alınır’ denildiğinden 2023-2024 eğitim öğretim yılına mahsus olmak üzere velilerden alınacak katkı payı ücretinin…”

Konuyla ilgili okullardan gelen bilgilendirme mesajında ise şöyle yazıyor;

“Sayın velilerimiz, Bakanlığımızın 14.10.2023 tarih ve 32339 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İKY Yönetmelik Değişikliğiyle Okul Öncesi Eğitim Hizmetleri ‘Katkı Payı’ getirilmiştir. Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğümüzün 23.10.2023 tarihli toplantı kararıyla 400 TL. tavan ücret olarak belirlenmiştir.”

Anlayacağınız para bulmak için her kuşu tuttuk sıra leylekte…

Biliyoruz ki, bünyesinde anaokulundan ortaokuluna kadar pek çok kademeyi barındıran koca koca okulların sadece bir kadrolu personeli var. Kalan personelin parasını veliler kendi ceplerinden ödüyorlar. İsterlerse ödemesinler, pislik içinde okur çocukları! Böylesi bir mecburiyet zaten mevcut velilerin sırtında.

Okullarda yapılacak olan etkinliklerin malzemeleri de okullar açılırken peşin peşin isteniyor. Her bir anaokulu velisinin elinde koca poşetlerle boya kalemi, elişi kağıdı, yapıştırıcı taşıdığını biliyoruz.

Bunlar yetmiyormuş gibi gereken tuvalet kağıdı, kağıt havlu, sıvı sabun, çamaşır suyu… ihtiyaçları da velilerden tarafından karşılanıyor.

Yani sizin şu adına ‘katkı payı’ diyerek sevimli hale getirmeye çalıştığınız ödemeyi veli zaten dolaylı yollarla yapıyor.

Benim anlamadığım, bir sefere mahsus olmak üzere motorlu taşıtlar vergisinin iki kez alınması gibi saçma olan bu uygulamanın altında yatan neden ne? Hadi, motorlu taşıtlar vergisini yaşanan deprem felaketi sonrasında yapılması gerekenlere katkı olarak verdiğimizi kabul edelim. Bu veliler bu parayı ne için veriyor peki?

Okulun elektriğini, suyunu, doğalgazını ve öğretmenlerin maaşlarını ödemek için desek, biz zaten tüm bunlardan ücretsiz olarak yararlanmak üzere sürekli ve yoğun biçimde vergi ödeyen bir toplumuz. Hatta çocuklarını bu koşullar altında devletin anaokullarına gönderen sade vatandaş vergi ödemekle ilgili yükümlülüğünü en çok yerine getiren vatandaş.

Sosyal devletin vatandaşlarına ücretsiz sunması gereken sağlık ve eğitim imkanlarının uzun süredir sırttan atılması gereken bir yük olarak görüldüğünün ve bu yükün nerede boşaltılacağına yönelik kararların verilmeye çalışıldığının farkındayız.

Sanırım bu kez mesaj daha net iletilmiş; ‘Ya siz özel kurumları tercih edin ya da biz devletin hizmetlerini özel hale getirelim…’

Şimdiden söyleyelim, sizin bu ‘katkı payı’ fırsat eşitliğinde çocukların arasına daha da büyük bir uçurum koyacaktır!

***

PROJELER DEV PLANLARDA İŞ YOK!  

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi, Ulaşım Master Planı hazır olmayan Bursa’da yanlış imar uygulamaları sonucunda kilit olan ulaşım yollarını açmak için yapılan palyatif ve zorlama çözümlerin, zaman ve para harcamaktan başka bir şey olmadığını, bu sürecin kentin ulaşımını depreme hazırlamak için kullanılması gerektiğine ilişkin bir açıklama gönderdi bugün haber merkezlerine.

İMO Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ülkü Küçükkayalar;

“Türkiye’nin en büyük karma projesi olarak lanse edilen Downtown Yaşam ve Eğlence Merkezi, 27 Ekim 2023 Cuma günü Bursa’da açıldı. Farklı planlarda 660 konuta sahip olan projede, 83 bin metrekarelik alışveriş, yaşam ve eğlence merkezi de yer alıyor. Her biri 14 kat olmak üzere 10 bloktan oluşuyor. Acemlerin karşı tarafındaki Downtown konut, AVM, yaşam ve eğlence merkezinin açılması kronik haldeki Acemler bölgesindeki trafik sorununu direkt etkileyecek bir boyuta sahip. Ayrıca 1315 yatak kapasitesi ile ikinci bir şehir hastanesi hüviyetindeki Ali Osman Sönmez Hastanesi de yakın zamanda tamamlanacak. Projelerin tam kapasite hayata geçmesiyle ulaşım kangren haline dönüşecek” diyor.

Yazının buraya kadar olan bölümünü Küçükkayalar’ın konuşmasını doğrudan alıntılayarak ilerlettim. Bundan sonraki bölümde de benzeri bir iş yapacağım, çünkü şiir gibi konuşmuş Başkan Küçükkayalar;

“Henüz Ulaşım Master Planı dahi hazır olmayan Bursa’da plansız imar uygulamalarının ulaşıma, altyapıya, sosyo-kültürel yaşama verdiği çözümsüz hasarlar görmezden geliniyor. 2001 Eylül ayında Bursa’nın ilk Alışveriş Merkezi olarak hizmete giren, Carrefour Bursa Alışveriş Merkezi’nin satın alındığı ve CarrefourSA binasının yıkılarak yeniden çok katlı bir AVM olarak yapılmasının planlandığını öğreniyoruz. 100.000 metrekare arsa alanı üzerine kurulu 2011 ve 2014 yılında ek yapılarak genişletilen, toplamda 146 mağaza bulunan AVM, Orhaneli Kavşağı’nın dibinde yer alıyor. Toplamda 2.000 araçlık açık ve kapalı otopark alanına sahip AVM’nin ardından, yüksek katlı konutlar, oteller, iş merkezleri ve en son konut + AVM ile domino etkisi ile büyüyen bir Odunluk bölgesi. Altyapı ve yollar yetersiz, sosyo-kültürel alanları yetersiz. Trafiği düzenlemek için yapılan yeni uygulamalar sürerken şimdi de az katlı AVM’den çok katlı AVM’ye dönüştürülecek projenin trafik yönünden getireceği ek yük, Orhaneli Kavşağı’nın kapasitesi, otopark ihtiyacı düşünülmeden hareket ediliyor. Planlama olmadan büyüyen bu kente daha fazla zarar vermek istemiyorsak ‘Kervan yolda düzülür’ yönetim tarzından vazgeçmeliyiz!”

Umarım bu uyarılar önümüzdeki yerel seçimler için Bursa Büyükşehir Belediyesi ve Nilüfer Belediyesindeki başkanlık koltuklarında gözü olanların kulağına küpe olur. Çünkü Bursalı artık Bursa’da yaşayamamaktan çok sıkıldı, bilesiniz.

‘Biz gazeteciyiz sonuçta…’

‘Biz gazeteciyiz sonuçta…’

Demokrasilerde üç erk; Yasama, Yürütme ve Yargı birbirini denetleyerek ve birlikte çalışarak devlet organlarının halkın lehine çalışmalar yapmasına vesile olur. Bu üç erkin yanında dördüncü kuvvet olarak adlandırılan ‘basın’ kuvvetini de eklemek gerekir. Basının görevi ise bahsettiğim erklerin görevlerini doğru biçimde yerine getirip getirmediklerine yönelik bilgileri halkla paylaşarak ayrı bir denetim mekanizması olarak işlemektir. Basın, demokratik toplumların bağımsız denetim mekanizmasıdır…

Yer: İletişim Fakültesi

Ders: Gazeteciliğe Giriş

Konu: Demokrasilerde Dördüncü Kuvvet Olarak Basın

Buraya kadar meseleyi bir ders biçiminde işlemeyi tercih ettim, zira biz de bu işleri bahsettiğim dersler şeklinde öğrendik. Her ne kadar yerelinden ulusalına, basın camiasında girdiği derslerden öğrendiklerini uygulamaya çalışan bir avuç insan kalmış olsa da ve her ne kadar bahsettiğim ders, ‘demokrasilerde’ cümlesini ön plana çıkarsa da ülkemizde halen bu işleri doğru yapmaya çalışan gazeteciler var…

Gücü elinde bulunduranlar için gücüne tapmayan, gücünden beslenmeyen, gücüne hayran kalmayan ve gücünün nimetlerinden yararlanmak için tüm gayreti ile çalışmayan, mesleğini de bu yönde kullanmayan gazetecilerin halen nefes alıp veriyor olması, üç beş satır karalayabiliyor olması çok sinir bozucu.

Kesinlikle anlaşılabilir bir durum…

Tam da bu nedenle bizim karşısında durduğumuz; üstünü ‘internet medyasına özgürlük getirecek’ diye allayıp pullayıp süsleyerek dolaşıma soktukları ‘dezenformasyon yasası’ merdiven altı tabir edilen internet medyacılığını bitirmediği, sadece şekil değiştirmesine neden olduğu halde işini yapmaya çalışan gazetecilerin cadı avı misali bir bir toplanmasında büyük fayda sağlıyor şimdilerde.

Bu ülkede 35 yıl emeği ile alın teri ile mesleğini yapan ve pek çok dosyayı ülkeye ilk duyuran isim olan Gazeteci Tolga Şardan, yargıdaki usulsüzlüklerin aslında MİT tarafından raporlanarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a sunulduğunu ve yargı yolu ile bazı çıkar guruplarının nasıl korunduğunu anlatan köşe yazısı gerekçe gösterilerek, pek meşhur dezerformasyon yasası gereğince ‘halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçundan tutuklandı.

Gözaltı kararı verilene kadar 43 saat yayında kalan yazının kimi yanılttığı, kimi galeyana getirdiği hayli tartışmalı. Zaten bu hayli tartışmalı durumun, yani net olmayan yuvarlak cümlelerin yasayı eğip bükmeye uygun hale getirdiğini defalarca söylemiştik.

Beklediğimiz oldu.

Aslında mevcut kurumun bir yalanlama yazısı yayınlaması ve tekzip olarak gazeteyi bu yazıyı yayınlamaya davet etmesi ile rahatlıkla sonlanabilecek bir durum tutuklamaya vardı.

Siyasetinden ekonomisine, sivil toplum kuruluşlarından sendikalara kadar pek çok noktada nabız tutan gazetecilerin hepsi farkında yepyeni bir dönemin başlangıcında olduğumuzun ve o dönemin rahatça yol yürüyebilmesi için gazetecilerin bu yoldan çekilmesinin sağlanmaya çalışılacağının.

İşte oluyor!

Savcılıktaki sorgusunda;

“…Basın Kanunu uyarınca adını vermek istemediğim farklı kaynaklar üzerinden gelişmeleri takip etmeye başladım. Gazeteciliğin temel kurallarından bir tanesi fikri takiptir, yani başlayan olayların devamının halka duyurulması çerçevesinde fikri takip prensibi doğrultusunda yaşanan yeni gelişmelerin halkı bilgilendirilmesi amacıyla yürütülen çalışmalardır…” diyor Şardan.

Gücü elinde tutanlar da şöyle diyorlar alttan alta;

“Yahu biz yıllardır elinde pek çok televizyon kanalından ve pek çok gazeteden daha kalabalık bir kadro, daha iyi ekipmanlarla çalışan basın bürolarını boşuna mı kurduk? Gelmeyin kardeşim, bizim istemediğimiz yazılar yazıp, bizim beğenmediğimiz sorular soracağınız basın toplantılarına ya da zorlamayın makamları, kurumları illa da şu bilgiyi alacağım, bunun cevabını istiyorum diye. Bakın biz size tertemiz, bizim yayınlanmasını istediğimiz biçimde hem haberi veriyoruz hem de fotoğraf ve video gönderiyoruz. Kopyalayın, yapıştırın, ooohhhh… mis gibi işte. Hem siz yorulmayın, hem de sizin işinizi gerçekten yapmanız durumunda ortaya çıkacak gerçeklerin üzerini kapatmaya çalışmak için biz yorulmayalım.

Haaa… İlla ısrar ederseniz, işte böyle ‘dezenformasyon yaptı’ deriz. Gerisini siz ayıklarsınız!”

Şimdi yazımın başında belirttiğim dördüncü gücün güç olmaktan çıktığının, ancak halen bir etkisi olduğunun farkında olan ve mesleğini gerçekten yapmak isteyen gazetecilerin işlerine daha bir hevesle sarılma zamanının çoktan gelip de geçtiğini düşünüyorum.

Çünkü meslektaşımız Tolga Şardan’ın söylediği gibi; “Biz gazeteciyiz, sonuç itibarıyla gazetecilik yapıyoruz.

Bir küçük de not düşmek isterim; ‘Gazetecilik suç değildir!’

Kulis

Kulis

Bir olayın yüzeysel gelişmelerinin aksine kapalı kapılar ardında neler konuşulduğu olayların nasıl cereyan ettiği isim ve kaynak vermeden yazılır.

Kulis haberleri nereden gelirse gelsin hep soslu bir yemeğe benzer; çünkü hafif dedikodu içerdiği için bilgiyi alıp yazana da bu bilgiyi edinen okuyucuya da hep tatlı gelmiştir.

Çoğu zaman isim veya kaynak belirtilmeden yazılan bu bilgiler bahse konu taraflarca yalanlanmaz, çünkü satır satır doğru bilgilere dayandırılır. Bir örnek vereyim: Seçim öncesinde 6’lı masa toplantılarından sızan bilgiler çarşaf çarşaf yayınlanırken daha sonra bu haberlerin önemli bir kısmının doğru olduğu ortaya çıkmıştı…

GAZETECI TOLGA SARDAN TUTUKLANDI FOTO-DHA-ANKARA

Dün Türkiye’de kulis gazeteciliğinin öldüğü bir gün yaşadık. Meslektaşımız Tolga Şardan, T24 isimli haber sitesindeki köşesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulan bir MİT raporunun içeriğini kulis bilgileriyle harmanlayarak yayınladı.

Köşe yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sunulan MİT’in raporunda yargı yoluyla çıkar odaklarının nasıl koruyup kollandığı anlatılıyordu.

Tolga Şardan’ın köşesinde yayınladığı kulis bilgilerini gören savcılık hemen bir soruşturma ile ilk olarak Tolga Şardan’ı gözaltına aldı. Akşam saatlerinde de tutuklayarak cezaevine gönderdi.

Tolga Şardan’nın işlediği iddia edilen suç ise “re’sen (kendiliğinden) halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma.”

Biz daha önce de MİT raporlarının yayınlandığını gördük. İlki 1988’deydi, ikincisi ise 1996’daki ikinci MİT raporuydu.

Doğu Perinçek’in yayınladığı “İkinci MİT Raporu”, 12 Eylül öncesi olaylara karışan ülkücülerin devlet tarafından korunduğu ve PKK ile mücadele adı altında elini kolunu sallayarak gezdiklerini delilleri ile ortaya koyuyordu.

Devletin tüm organları tarafından yalanlanan bu raporun harfiyen doğru olduğu 1.5 ay sonra Susurluk kazası ile ortaya çıkmadı mı?

Belki Tolga Şardan’ın yazdıklarının da doğru ya da yalan olduğu ortaya çıkacak.

Tarih şüphesiz kimin haklı olduğunu gösterecektir.

Ama Tolga Şardan’ın tutuklanması aslında artık kulis gazeteciliğinin ölüm ilanıdır. Artık siyasiler ya da bürokratlar hakkında kulis bilgileri yazarsanız ne olacak?

O kişi gidip sizi şikâyet ettiğinde Tolga Şardan’ın işlediği iddia edilen suçla tutuklanacaksınız.

Ya, işte böyle…

Bizler gazetecilik yapmak için uğraşırken, kendine gazeteci diyen kimileri Meclis kulislerinde sansür yasalarına destek vermek için gezerse Tolga Şardan ne ilk olur ne son…

 

 

Kim denetliyor bu asansörleri?

Kim denetliyor bu asansörleri?

KYK yurtlarından peş peşe gelen asansör kazaları ve canları ellerinde yaşayan evlatlarımızın isyan çığlıkları tüm anneler gibi benim için de yürek dağlayıcı.

Zeren Ertaş’ın babasının bu ülkenin gerçeklerini tek cümlelik acısında özetlediği sözler geliyor aklıma;

“Ben bugüne kadar hep devletimin yanındaydım, devletim benim kızıma 20-25 gün bakamadı!”

Neden peki?

Neden bu asansörler gerekli kontrollerden geçmiyor?

Efendim, asansörlerin tescil, ruhsat ve periyodik muayenesi ile belediyeler ilgileniyor. Makine Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Ahmet İhsan Taşkınsel’in verdiği bilgiye göre, size işin teknik kısmından biraz bahsetmek istiyorum.

Asansörler, asansörü kuran firma tarafından aylık olarak kontrolleri yapılması gereken mekanizmalar. Burada asansörün bir makine olduğu gerçeğini gözden kaçırmamak gerekiyor ve artık çok yüksek katlı binalarımızın çok fazla olduğunu, bu çok yüksek katlı çok fazla binanın çok fazla nüfus barındırdığını, dolayısıyla da asansörlerin çok fazla kullanıldığını da unutmamak lazım…

Buradan bakıldığında, Taşkınsel’in ilk önerisi normalden daha yoğun çalışan asansörlerin daha sık kontrol edilmesinin sağlanması oluyor…

Bence gayet mantıklı…

Kontroller bununla da sınırlı değil. Asansörlerin yıllık denetimleri de var ve bu denetimler akademik odaların da dahil olduğu konu hakkında yetkinlik belgesi olan firmalar tarafından yapılıyor ve asansörler kullanılabilir ya da kullanılamaz diye ve belirli risk oranları işaret edilerek belgelendiriliyor. Asansörlerde gördüğümüz renkli etiketler bahsettiğim kontrolden sonra asansörün aldığı notu gösteriyor.

Peki bu yeterli mi?

Güldürmeyin beni rica ederim…

Hangi ülkede yaşadığımızı unutuyorsunuz herhalde…

Elbette yeterli değil, çünkü biz önce kuralları koyan, sonra bu kuralların arkasından nasıl dolanırız diye beyin jimnastiği yapan insanlar ülkesiyiz…

Öğrencilerin beyanlarından da anlıyoruz ki, yurtlarda kırmızı etiket alarak aslında kullanım dışı kalması ve arızası giderildikten sonra yeniden kullanıma açılması gereken asansörler arızanın giderilmesi beklenmeden kullanılmaya devam ediliyor.

İddialardan biri de asansör sorunlu olsa da kullanılır belgesi veriliyor olduğuna dair…

Ben böylesi durumlarda her daim denetim görevinden elde ettiği kazancı ana amaç edinmemiş, kısacası denetim işini ticari olarak yapmayan kuruluşlara daha çok güvenirim. Çünkü özellikle kamusal denetimler rekabetçi piyasa koşullarının insafına terk edilirse zararlar çok daha büyük olabilir…

Oldu da nitekim…

Aslında Aydın’da Efeler Belediyesi ile Aydın Makine Mühendisleri Odası arasında imzalanan bir protokolle asansörlerin yıllık denetimleri Makine Mühendisleri Odası tarafından gerçekleştiriliyormuş 2020 yılına kadar. Sonra belediye tarafından feshedilen sözleşme bir özel bir muayene kuruluşu ile yenilenmiş. Bahsettiğimiz asansörün montajı ve yıllık denetimleri de bu özel kuruluş tarafından yapılmış.

Bahsettiğimiz asansörün de aslında kırmızı etiketli bir asansör olduğu ve bu haliyle çalıştırılmaya devam edildiği iddiası var gündemde. İşin aslı elbette yargının görevini yapmasından sonra anlaşılacak, ama ben bundan sonrası için daha kalıcı tedbirlerin peşindeyim.

Mesela bünyesinde iki devlet, bir vakıf olmak üzere üç üniversite barındıran Bursa’da asansörlerin yıllık kontrolünü özel kuruluşların sağladığını biliyor muydunuz?

Bir ilçe hariç!

Mudanya

Mudanya İlçesi dışında asansörlerin yıllık denetimlerini Makine Mühendisleri Odası Bursa Şubesi yerine özel kuruluşlar gerçekleştiriyor. Belediyelere her yıl denetim ile ilgili teklif götüren odanın tercih edilmeme sebebi muhakkak ki, ekonomiktir. Ben, aklıma başka bir neden getirmek dahi istemiyorum çünkü…

Burada önerim, çocuğu yurtta okuyan anne babaların ‘aman evladım, sakın ola asansöre binme!’ uyarısından bir adım öteye giderek, yurtlardan başlamak koşuluyla tüm kamu kurumlarının asansörlerinin bulundukları ilin akademik odaları tarafından kontrol edilmesini teklif etmek şeklinde olacak.

Bundan sonrasında kendi ilçesinde asansörlerin özel kuruluşlar tarafından mı yoksa akademik odalar tarafından mı kontrol edileceğine yönelik baskıyı da bir zahmet ilçe halkı oluştursun yaşadığı belediye için.

Aynı zamanda, normalden çok çalışan asansörlerin, yani çok yüksek binalarda çok fazla insan taşımak için çok fazla kullanılan asansörlerin yıllık kontrollerinin belki altı aya belki üç aya indirilmesi de kıymetli bir adım olabilir.

Eğer belediyelerin bu iş için ek bütçeye ihtiyacı varsa, bunu da bir zahmet soframıza koyduğumuz ekmekten dahi vergi alarak, ülke hazinesini gelirden alınan vergilerle değil de yaşamak için yapmak zorunda olduğumuz tüketimden alınan vergilerle dolduran, zorunlu harcama kalemlerinden dahi en az yüzde 10 vergi alan, bu ekonomik koşullarda zor zahmet kurduğumuz soframıza bizden önce oturup karnı doyunca eteğini silkerek kalkan, sonra da ona emanet ettiğimiz evlatlarımıza 20 gün dahi bakamayan devletimiz karşılayıversin…

Çünkü büyük devlet olmak, vatandaşını huzur içinde, güven içinde tutmakla olur…

CHP’de kim kimin tarafında?

CHP’de kim kimin tarafında?

CHP’de dananın kuyruğu bu hafta sonu kopacak…

Kopacak kopmasına da kuyruk kimin elinde kalacak işte orası mühim…

Delege seçimleri tam da bu kuyruğun kimin elinde kalacağı savaşının ilk hamlesi olduğundan çok önemliydi. İlçe ve il kongrelerinin ardından herkes kantarda kendini bir tartıp, etrafındakilerin nabzını yoklayıp, havayı da güzelce kokladıktan sonra, hele hele de İstanbul İl Kongresini değişimcilerin adayı kazanınca, tarafını yavaştan seçmeye başladı.

Bursa’da değişimciler ve Kılıçdaroğlu cephesinin bıçak sırtı olduğunu söylemek muhtemelen sizin için heyecan verici bir bilgi değil, ama durum böyle şimdilik…

Daha önceki yazılarımda belirtmiş ve ‘delegeye ilçelerden ve ilden grup kararı baskısı gelmezse sandık vicdanı sözünü söyler!’ cümlesini kurmuş biri olarak halen sözümün arkasındayım…

Sandığın vicdanı ne der, delegenin kulağına nasıl fısıldar, işte işin o kısmı da kurultay salonundaki havaya ve tüm ülke delegelerinin bir araya gelerek yaptığı istişarelerden çıkan sonuca bağlı…

Yazının buraya kadarı sadece Bursa’yı değil genel kurultay atmosferini de anlatmak adına yazılmıştı. Şimdi bir de Bursa’da neler oldu, ona bakalım…

Her şeyden önce CHP’nin dört vekilinden üçünün değişimci olduğunu, değişimci vekillerin ilk önce renk vereninin de Nurhayat Altaca Kayışoğlu olduğunu bir kez daha vurgulayalım ki, kadın cesaretine saygısızlık etmeyelim. Hasan Öztürk ve Kayıhan Pala’yı da değişime destek veren vekiller arasında görüyoruz artık.

İlginç gelişmelerden biri, Bursa siyasetinin kurucu aktörleri arasında gösterilen ve son kongre sürecinde büyük bir efor sarf ederek CHP İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’a tam destek veren Orhan Sarıbal Kemal Kılıçdaroğlu cephesine destek verirken, geçtiğimiz günlerde kurultay delegeleri ile bir toplantı düzenleyen ve toplantıdan önce de ne yapacağı tahmin edilen Yeşiltaş’ın Genel Merkezin desteklenmesi konusunda delegeye bir baskı yönlendirmemesi, delegeyi serbest bırakmasıydı bence…

Kulislerde Yeşiltaş’ın böyle demokratik bir tutum sergileme kararında olduğu çok konuşulmuştu, ancak ben bekleyip görmeyi tercih etmiştim. Bekledim, gördüm ve Yeşiltaş’ı böylesi bir zamanda takındığı tavır nedeniyle tebrik etmeyi de kendime görev edindim.

CHP bundan sonra nasıl bir yolda ilerler tahmin etmek güç olsa da bundan sonra CHP Bursa’nın çok daha demokratik bir ortamda yönetileceğini söylemek mümkün sanıyorum…

Gelelim ilçe başkanlarının durumuna…

Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten’in gönlünün yavaştan değişimden yana kaydığını söyleyebiliriz. Çelikten’in yönetimindeki Ali Dokuzlu Parti Meclisine aday. Dokuzlu’nun adaylık vaadini kısaca özetlersem sanırım şöyle diyebilirim; ‘Daha sol bir CHP için beni seçin.’

Yıldırım’da koltuğu Nihat Yeşiltaş’tan devralan, Yeşiltaş tarafından kuvvetle desteklenen ve rakibine önemli bir fark atan İlhami Gün de değişimden yana. Nilüfer İlçesinde Özgür Şahin’in de değişimden yana tavır koyacağı kanaatindeyim, çünkü ilçe tümden değişim isteyen üyeler ve delegelerle doldu taştı…

Aslında bütün bu gürültü patırtının yerel yönetimlerdeki adayların ve belediye meclis üyelerinin belirlenmesinde karar merciinin Parti Meclisi olmasına ve haliyle Genel Başkanlık makamının önemine bağlı olduğunu artık herkes biliyor.

Bu nedenle Bursa açısından Genel Başkanın kim olacağının öneminin yanında Parti Meclisine kimlerin seçileceğinin de önemi çok büyük.

Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem şimdiye kadar rengini belli eder bir hamlede bulunmadı. Kendisini tarafsız olarak niteleyebiliriz, en azından şimdilik.

Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz önümüzdeki yerel seçimlerde değişmesi beklenen isimlerden malum. Türkyılmaz’ın desteği Genel Merkeze. Fakat şimdiye kadar birlikte yol yürüdüğü bütün siyasi isimlerin desteğinin değişimden yana tavır koyması kafaları karıştırıyor.

Önümüzdeki yerel seçimlerde değişmesi beklenen isimlerden biri de Gemlik Belediye Başkanı Uğur Sertaslan. Gemlik Belediye Başkanı da rengini belli etmemeyi tercih edenlerden…

Önümüzdeki yerel seçimlerde genel başkan kim seçilirse seçilsin Osmangazi Belediye Başkan Adayı olarak karşımızda görmemizin çok muhtemel olduğu geçmiş gönem CHP Milletvekili Erkan Aydın meslektaşı Özgür Özel’in yanında gururla saf tutuyor. Aydın değişimci kanattan, üstelik Parti Meclisine de aday kendisi…

Gelelim Kemal Kılıçdaroğlu tarafından CHP Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak defalarca takdim edilen Mustafa Bozbey’e…

Bozbey haliyle kendisini aday olarak işaret eden Kılıçdaroğlu’nun tarafında görünüyor. CHP’de hiçbir genel başkanın kendisi istemedikçe genel başkanlık koltuğundan indirilemeyeceğe yönündeki geleneksel bakışın da bunda bir etkisi olduğunu düşünüyorum şahsen.

Ancak Mustafa Bozbey’in çok deneyimli bir siyasetçi olduğunu unutmamak gerek. Bir de bu kadar deneyimli bir ismin, CHP’li seçmenin ruhunu ayakta tutan tek kavram olan değişimin gerçekleşmemesi durumunda, sandıkta yaşanması muhtemel hezimeti görmüyor olduğunu düşünmüyorsunuzdur herhalde.

Bozbey de kurultayda havanın nasıl koktuğuna göre karar vereceklerden bana göre.

Tüm bu tablodan çıkan sonuç şunu gösteriyor ki; normalde delegeyi yönlendirmesi gereken öncü isimler bu kez tarafsızlığını korumaya karar vermişken, delegenin yönetimleri etkileyip şekillendiriyor oluşu, tabandan tavana doğru bir itişi başlatmış CHP’de.

Hafta sonu partiyi ve siyaset takipçilerini çok hareketli saatler bekliyor…

***

BU ÜLKE DOKTORUNA SAHİP ÇIKAMAMIŞTIR!

Sağlıkta şiddet ülkede doktor kalmayana kadar devam edecek sanırım. Artık sağlıkta şiddetin bilerek körükleniyor ve önlenmiyor oluşunun siyasal bir tercih olduğunu düşünmemek için bir sebep göremiyorum.

Şiddet mağduru Doktor Nihan Alkış’ın tedavisi sürerken Bursa Şehir Hastanesi önünde açıklama yapan Tabipler Odası Bursa Şube Başkanı Tufan Kumaş’ın;

Beyaz kod uygulaması, şiddetin sadece istatistiklerini ortaya koymaktan öteye gidememiştir. Şimdi ise gri kod uygulaması sağlıkta şiddeti durdurma çabası olarak sunulmaktadır. Ancak kodun renginin bir önemi yok; çünkü çözüm olmamaktadır.

Sağlık emekçilerinin çalıştıkları kurumda can güvenliği yoktur. İşe gitmek için evden çıktığında akşam eve döneceğinin garantisi yoktur. Can güvenliği olmadan sağlık hizmeti sürdürülemez ve bu şekilde devam ederse yakında sağlık hizmeti verecek sağlık emekçisi kalmayacaktır. Şiddetin önü alınmalı sağlık emekçilerinin can güvenliği sağlanmalıdır.

Sağlık Bakan Fahrettin Kocanın renkli kodlar ve sosyal medya mesajları aracılığıyla şiddeti durdurma yanılgısından çıkması, gerçekçi önlemlerin alınması acilen gereklidir!” cümlelerini yazıma olduğu gibi koydum.

Çünkü görün istedim, göz göre göre dövülen, şiddete maruz kalan, öldürülen doktorların sistematik olarak yıllardır yaşadıkları itibarsızlaştırma çabasına karşı halen ne kadar naif olabildiklerini görün istedim…

Bu ülke ağacına, yeşiline, çoğuna, gencine, kadınına sahip çıkamadığı gibi doktoruna da sahip çıkamamıştır!

Sonunda Cumhuriyeti anladık!

Sonunda Cumhuriyeti anladık!

Çocuk sahibi olanlar bilirler, bir şey ne kadar yasaklanırsa, ne kadar baskılanırsa o kadar heyecan verici, özendirici, dikkat çekici hale gelir.

Dün de öyle oldu…

Baskıya katlanmayanların heyecanı ile sokaklar doldu…

Sayenizde birlikte ne kadar güzel olduğumuzu fark ettiğimiz bir bayramımız oldu…

Sayenizde Cumhuriyetin anlamı ve kazanımları üzerinde uzun uzun düşünme, tartışma ve fikir birliğine varıp yolunda mücadele etme kararlılığımız oldu…

Evet bir Cumhurbaşkanlığı resepsiyonu yapılmadı, evet böylesi önemli bir tarihe atfen tarihe miras bırakılacak eserlerin ortaya çıkmasına devlet ön ayak olmadı, ama birliğin, beraberliğin, bu milletin gücünü istemeden de olsa ortaya çıkarmak konusunda çok önemli bir katkısı oldu hükümetin.

Şimdilerde bazı yerel yöneticilerin ağzına pelesenk ettiği ve aslında devletin her an hoyratça, gençlikten gelen enerjiyle aklına eseni yapabileceğini ima etmek için kullandıkları; gerçek içeriğinde ise devlet kademelerinin her daim dimdik ayakta olduğunu söyleyen, ‘devlet hep 18 yaşında’ sözüne yeni bir ekleme yapmak isterim, sayenizde artık ‘millet de hep 18 yaşında!’

Bu gerçekliği gördük dün akşam…

En son Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında böylesine bir heyecanı beş altı yaşlarındayken Mustafakemalpaşa’nın mütevazı Atatürk heykelinin önündeki fener alayına katıldığımda yaşadığımı hatırlıyorum.

O zamanlarda da halk kendi kendine toplanır, gaziler ellerinde meşaleler ve bayraklarla yürürler, yanlarında Kurtuluş Savaşına katılmış yakınlarının kıyafetlerini üzerlerinde taşıyan vatandaşlarla birlikte marşlar söylerlerdi.

Bütün kasaba cadde boyuna dizilir, fener alayını daha iyi görebilmek için ışıklar kapatılır, halkın organize ettiği bir Kurtuluş Savaşı mizanseni dahi yapılırdı.

Karpuzdan fenerimle katıldığım bu yürüyüşlerin heyecanı gibisi yoktu benim için…

Bunun dışında katıldığım tüm resmi bayramlar adı üstünde ‘resmi’ olduğundan mıdır bilinmez, hep bir askeri tören havasında yaşanır, bizlerin bu törensel kutlamalara katkıları da küçük bir yer tutardı.

İlk ne zaman başladığını tam hatırlayamasam da resmi bayramlarda çocukların ve gençlerin rollerinin ‘çocuklar boşa yoruluyor’ gibi bir mantıkla çalındığını ben dahi pek fark etmemiştim. Hatta bir gurup devlet erkanının önünden beş dakika geçmek için saatlerce ayakta dikilip günlerce törene hazırlanmanın yük olduğu kanaati ben de bile uyanmıştı sanki…

Sonra bir 23 Nisan sabahı TRT’yi açıp çocuklarıma tüm ülkelerin çocuklarının katılımıyla gerçekleşen kutlamaları izletemediğimi fark ettiğimde çok geç kaldığımı anlamış olmak üzmüştü ziyadesiyle…

23 Nisan yok, 19 Mayıs yok, ama Kutlu Doğum Haftası diye daha önce hiç bilinmeyen bir hafta vardı kutlanması beklenen…

Bu fark edişle birlikte daha sıkı sarıldım kaybettiğim değerlere, benimle birlikte niceleri de benzeri bir yol izledi. Devleti yönetmeyi bir süreliğine üzerine alanlar tüm resmi bayramlarda hasta oldular, yurt dışına çıktılar ya da başka başka mazeretlere sığındılar. Biz giderek daha kalabalıklaşarak sarıldık elimizden alınmaya çalışılanlara…

Sonunda…

Şanlı Cumhuriyetin 100. yaşında, kutlamaların toptan iptaline yönelik bir devlet kararı alınınca iş başa düştü. Yazımın başında demiştim ‘millet hep 18 yaşında’ diye…

Kollar sıvandı, bayraklar asıldı, şirketler kutlamalara başladı, sivil toplum örgütleri organizasyonlar yaptılar, sanatçılar kimsenin talebi olmadan onlarca 100. yıl marşı hazırladı, belediyeler dev etkinlikler düzenledi.

Konserler, oyunlar, balolar…

Gönülden bir katılım ile yollara düştü millet, olay olmadı, taşkınlık olmadı…

Bütün şehirlerde, bütün ilçelerde binler, yüz binler, belki milyonlar doldurdu meydanları, şahane kutlama programları izledik.

Tüm bunlar olurken; vakti zamanında, demokrasi için, kadın hakları için, eşitlik için, adalet için vermediğimiz savaşı şimdi veriyor olduğumuzu düşündüm. Batı’nın büyük mücadelelerle elde ettiği kazanımların bize Mustafa Kemal Atatürk tarafından hediye edilmesi sanki kıymetini anlama sürecimizi geciktirmişti de şimdilerde ne büyük nimetlerle ödüllendirildiğimizi fark etmiştik.

Dünkü coşku ve kalabalığın ardından şunu söyleyebilirim; Cumhuriyet artık çoğulcu demokrasi ve hukuk devleti de demektir, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını anlatan laiklik demektir, Cumhuriyet artık kadın hakları demek, eşitlik demektir…

Sonunda anladık, daha iyi kavradık, bu millet Cumhuriyetsiz olamayacak demektir…

Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşı, alanları, sokakları, meydanları dolduran herkese kutlu olsun…

Truva atları

Truva atları

Genç Tunç Çağı yaşanıyordu…

Ege‘nin bir kıyısında Yunan şehir devletleri ve bugünkü Çanakkale‘de büyük bir medeniyet olan Truva yükseliyordu.

Bu iki halk arasına bir kadın girince Miken Kralı Agememnon, tarihteki en büyük ordu ve donanmayı toplayarak Çanakkale’ye yelken açtı.

10 yıl süren savaşlarda Truva komutanı Hektor öldürülürken, Yunanların bıraktığı tahta attan şüphelenmeyen Truvalıların gafleti sonları oldu.

Herkesin bildiği hikayedeki gibi atın içerisine saklanan Yunan askerleri gece bir baskın yaparak kale kapılarını açtılar ve Agememnon’nun ordusu o büyük Truva medeniyetini yerli bir etti.

Daha sonra Truva’nın yok olduğu topraklarda büyük bir imparatorluk kuruldu. Adı Osmanlı’ydı. Kıtalara hükmederken, Akdeniz ve Ege’yi adeta bir Türk gölü haline getiriyordu. Yükselen bu yeni medeniyet adeta Truva’yı anımsatıyordu.

Aradan geçen yüzlerce yılda o muhteşem Osmanlı’dan bir hasta adam kalmıştı. Balkanlar ve Afrika’daki topraklarını kaybetmiş, ordusu çökmüş, bütün ekonomisi yabancı şirketlerin kontrolü altına girmişti.

Peki ne yaptı Osmanlı Padişahı Vahdettin? Gizlice bir heyet göndererek, Limni adası açıklarında Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalattı. 30 Ekim 1918’de imzalanan antlaşma ile Osmanlı fiilen artık tarihe gömülüyordu. Ama antlaşmanın imzalandığı savaş gemisinin ismi manidardı. Truva’yı yok eden kral Agememnon’nun adını taşıyordu.

Yani birileri diyordu ki, bir Truva’nızı daha yıktık!

Daha sonra Mustafa Kemal ve silah arkadaşları çökmüş bu vatanı 5 yıl içerisinde ayağa kaldırmış, muzaffer bir ülke ve ordu yaratmışlar, eserlerini Mondros Antlaşması’nın beşinci yılının dolmasına bir gün kala, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ile taçlandırmışlardı.

Belki de Mustafa Kemal Atatürk, üçüncü Truva’yı kurmak istemişti. Çünkü Büyük Taarruz sırasında bozulan Yunan ordusunu görünce yanındaki silah arkadaşlarına dönerek, “Truva’nın intikamını alıyoruz” dediği rivayet edilir.

Bugün Cumhuriyetimizin 100. yılını kutluyoruz.

Ateş dolu günlerden geçiyoruz. Yukarımızda Ukrayna-Rusya Savaşı, aşağımızda çocukların katledildiği İsrail-Hamas Savaşı yaşanıyor.

Bizim çevremizde olup bitene bakarak Cumhuriyetimizi daha fazla koruyup kollamamız, sahiplenmemiz gerekiyor. Çünkü Truva’yı yıkan o kurnazca planların sonu gelmiyor, o tahta atlar her gün kapımızın önüne bırakılıyor.

Nasıl mı?

Televizyonları açtığımızda bazı kişiler harf devriminin bizi nasıl cahil bıraktığından bahsediyor. Fesli, yarım akıllılar Kurtuluş Savaşı’nın olmadığını söyleyip arkasından keşke Yunan galip gelseydi, diyerek gerçek niyetlerini belli ediyorlar.

TV dizilerinde mükemmel bir Osmanlı kurgulayıp Cumhuriyeti ilan edenleri hain gibi gösteriyorlar.

Seçim meydanlarında İnönü’yü yuhalatıyorlar.

Milyonlarca mülteciyi eli kolunu sallayarak ülkemize sokup Türkiye’nin demografik yapısını bozmaya çalışıyorlar.

Benden söylemesi… Uyanık olun Türk gençliği… Bunlar aslında cahilce söylemler değil, tam tersine Truva’yı yıkmaya çalışanların kapımıza koyduğu Truva atlarıdır.

 

 

Kirazlıyayla’da müjdeli bilirkişi raporu…

Kirazlıyayla’da müjdeli bilirkişi raporu…

Kirazlıyayla eskiden ismiyle müsemma meşhur kirazı ile anılırdı, şimdilerde ise 2014 yılından bu yana özellikle kadınlarının can siperane yürüttükleri çevre mücadelesi ile anılıyor.

Bu konuyu da yerelden genele yazmayan kalmadı, anlatmayan kalmadı, hatta muhalif televizyon kanallarında konu etmeyen de kalmadı. Sonuç 2014 yılından bu yana Kirazlıyayla Çinko-Kurşun-Bakır Zenginleştirme Tesisi ve Atık Barajı Projesi kapsamında; Meyra Madencilik tarafından önce kısmi daha sonra pandemi süreci fırsata çevrilerek genel bir işgal altında çağrılarına kulaklar tıkalı…

Köylülerin eylemlerinin bu ülkede pek de para etmediğini en yakın zamanda Akbelen’de gördü tüm ülke, biz ise mevcut duruma 2014 yılından bu tarafa Kirazlıyayla’da şahitlik ediyoruz…

Ülkede hukuk yoluyla sürdürülen mücadele de enteresan sonuçlar doğruyor çoğunlukla malum.

Kirazlıyayla için de durum pek farklı değil…

Eylemlerle birlikte başlayan hukuki süreç, iki ileri bir geriden de yavaş ve ivmesi daha ziyade geri biçimde işledi bölge için. Sonunda daha ÇED Raporu çıkmadan inşaatına başlanan ve gerekli tüm izinler alınacak sözü defalarca tutulmayarak yaptığı ağaç kesimleri ile heyelan oluşumuna, heyelanla birlikte bir dere yatağının kapanmasına neden olan, İznik Gölü’nden yıllık 200 bin metreküp su çekmek üzere projelendirilen maden çalışmaya başladı.

Zaten bizim ülkede hep öyle olur, güçlü işini görür, yargı arkadan çoğunlukla güçlünün lehine bir kararı çıkarıp yetiştirerek önlerine sunar…

Bu kez de pek farklı bir süreç görmedik. ÇED Raporu her nasıl olduysa olumlu çıktı. 2021 yılında ÇED olumlu raporunun iptaline yönelik açılan davada mahkeme, bilirkişi heyetinin tesis hakkındaki olumsuz raporuna karşılık şirket lehine bir karar verdi. Yani ‘yürüyün, yol sizin’ dedi!

Bu karara da itiraz edildi ve nihayet Danıştay;

“ÇED raporunun yeterli şekilde değerlendirilmediği, bu doğrultuda verilen taahhütlerin ve alınan önlemlerin teknik ve bilimsel açıdan yeterli olup olmadığının tespit edilmesi amacıyla, biri çevre mühendisi olmak üzere, üniversitelerin ilgili bölümlerinden seçilecek yeni bir bilirkişi heyetiyle, mahallinde yeniden keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması ve bunun sonucunda düzenlenecek raporun incelenmesi suretiyle yeniden karar verilmesi gerektiği değerlendirilmiştir” hükmünü açıkladı.

Fakat tüm bu gelgitli hukuk kararları açıklanırken, yani firma zaten davalıkken olması gerektiği gibi yürütmeyi durdurma kararı verilmediğinden maden şirketi çalışmalarını sürdürüyor. Düşünün 2014 yılından bu yana bir hukuk süreci devam ediyor, firmayla ilgili olumlu ya da olumsuz kararlar veriliyor ve itiraz hakları kullanılıyor, buna karşılık yürümeyi durdurma, yani firmanın faaliyetlerini durdurması kararı verilmiyor.

Neden?

Eee… Atı alan Üsküdar’ı geçsin diye elbet. Ama biz bu işlere zaten şerbetliyiz Bursa olarak. Pek çok plan itiraz davasında da benzeri şeyler yaşanmıyor mu? İtirazlar sonuçlanana kadar ortaya çıkan pek çok bina hayatına plan dışı şekilde devam etmiyor mu?

Neyse konumuza dönelim…

Verilen karar uyarınca yeni bir bilirkişi heyetinin oluşturulması ve incelemelerin yeniden başlaması süreci gelişiyor.

Bu süreç gelişe dursun, bir yandan da her türlü faaliyetine devam ettiğini söylediğimiz maden şirketi flotasyon tesisinden çıkan atıklarını kamyonlarla maden ocağı bölgesine kontrolsüz biçimde taşımaya, tarım arazilerine boşaltmaya devam ediyor. Kimyasal içerikli bu posalardan sızan sıvı atıkların yediğimiz sebzelerin beslendiği toprağa karıştığını vurgulamakta yarar görüyorum bu noktada. Yine aynı sıvı atıklar, adı üstünde sıvı olduklarından doğrudan yer altı sularına karışıyorlar ki, zaman zaman bu yer altı sularının derin kuyular marifeti ile çıkarılması sonucu şebeke suyuna bağlanarak evlerimize kadar ulaştığına bizzat Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş da şahitlik edebilir.

Bursa’nın Yenişehir İlçesi’ne bağlı Kirazlıyayla Köyü’nde böylesi bir saltanat süren Lübnan sermayeli Meyra Madencilik ise bir Kirazlıyayla köylülerinden bir de Bursa Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Avukat Eralp Atabek’ten çekti ne çektiyse…

Tüm süreçlerin bir kez daha kabaca özetleyecek olursak; ÇED olumlu kararının iptali istemi ile açılan davanın ilk bilirkişi raporu çevrecilerin lehine olduğu halde, mahkeme bunu uzmanlık alanı olmadığı halde reddetti. Burada mahkemeye ilham veren bir durumun da ilk rapor verildikten sonra yatırımcı firmanın bazı ek belgeler sunması sonucunda iki bilirkişinin kendi alanlarında fikir değiştirmiş olmasını ihtimaller arasında saymak gerekir.

Neyse ki, Danıştay bu kararı bozdu, daha ayrıntılı raporlarla konunun incelenmesini istedi. 23 Ekim 2023 tarihi itibariyle hazırlanan bilirkişi raporu bahsettiğim daha ayrıntılı rapor ise ezici ağırlıkta ÇED olumlu kararının bozulması yönünde çıktı…

Bu çok güzel bir gelişme davanın seyri açısından. Şimdi mahkeme bilirkişi raporunu inceleyerek, tarafları dinleyerek bir karara varacak.

Ancak raporda davacı tarafların benimsemediği, özellikle ormanlık alanlar konusunda yanlış nitelemelerin dikkat çektiğini de söylemek lazım.

Yani demem o ki, ÇED olumlu kararının iptal edilmesine yetecek ölçüde bilirkişi itirazı mevcut yeni ve çok kapsamlı bu bilirkişi raporunda, ama bazı bölümlerine ilişkin itirazlar da sürecek davacılar tarafından.

Sonuç mu?

Daha uzun bir süreç var Kirazlıyayla Köylülerinin ve Bursa Barosu Çevre Komisyonu Başkanı Avukat Eralp Atabek’in önünde. Pes etmek yok, mücadeleye devam…

Cumhuriyetin 100. yılı sahipsiz kaldı

Cumhuriyetin 100. yılı sahipsiz kaldı

Şunun şurasında ne kaldı nice zorluklarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ismiyle müsemma yönetim biçimi olan Cumhuriyetin ilan edilişinin yüzüncü yaşını kutlamaya…

‘Kutlamaya’ kelimesinin ardından gelen üç noktanın, kutlayamamaktan kaynaklı bir üzüntü ifade ettiğini burada hemen belirtmek isterim.

Çünkü ne Bursa özelinde ne de tüm ülke genelinde 100 yaşına giren bir ülkenin mutluluğu, gururu, sevinci ve birlik duygusu yok.

Hükümet olduklarından bu yana milli bayramları en azından benim anladığım ve beklediğim biçimde hiç sahiplenmeyen AK Parti hükümeti yine aynı tutumda. Her zaman bir mazeret bulunur, bazen liderler hasta olur, bazen yurt dışı seyahatlere çıkar, bazen konjonktür uygun olmazdı, bu kez de mazeret sınırlarımızın biraz ötesinde yaşanan İsrail-Filistin savaşı…

Savaşın görmezden gelinmesini talep ediyor değilim, sadece bu ülkenin insanlarına büyük ayrıcalıklar, özgürlükler, eşitlikler sağlayan Cumhuriyetin ilan edilişinin yüzüncü yaşının da görmezden gelinmemesini talep ediyorum…

Sağda solda birkaç küçük çaplı etkinliğin kutlamalar için yeterli olduğunu, vatandaşlarda bir yüzüncü yıl coşkusu yarattığı iddiasını ise elimin tersiyle iterim, zira Malazgirt Zaferi’nin, İstanbul’un fethinin yıldönümlerine atfedilen önemin, Cumhuriyet’in 100. Yıl Dönümü’ne gösterilmediğini ciddiyetle iddia ederim…

Biz ki, öylesine büyük bir devletiz, dünyanın pek çok ülkesine çeşitli yardımlar yapıyor ve bu yardımlarla göğsümüz kabara kabara gurur duyuyoruz, neden ve nasıl oluyor da Avrupa’da Noel kutlamalarında yaşanan coşku kadar bir coşkuyu Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yıl dönümü’nde yaşayıp yaşatamıyoruz…

Milli birlik ve beraberlik duygularının perçinlenmesi, bu topraklarda birlikte yaşamaktan duyduğumuz mutluluğun bir tür haykırışı olarak nitelendirdiğim böylesine önemli bir günün kutlanması kimin için ne kadar önemli işin o kısmı da bir miktar tartışma götürür elbette…

Sonuçta uzun süredir böylesi kutlu duyguları köreltilmeye çalışılan bir toplum olarak içinde boğuştuğumuz pek çok derdimizle birlikte itildiğimiz yalnızlık çukurundan çıkmaya çalışıyoruz her birimiz tek başımıza…

Tekleştirildik, ötekileştirildik, ayrıştırıldık, başka mahallelerin çocukları haline getirildik geçtiğimiz yıllar neticesinde…

Yine de yakın tarihe baktığımızda 50. Yıl ve 75. Yıl kutlamaları için elindeki kıt kaynaklara rağmen, devletin bütün organlarıyla nasıl seferber olduğunu, bu seferberliğin topluma nasıl yansıyıp, kutlamaların içselleştirildiğini, belki de şimdilerde en çok ihtiyaç duyduğumuz beraberlik duygusunu nasıl harekete geçirdiğini görmemek mümkün değil.

Kaybettiğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz en önemli hissiyat da bu bence…

Bir diğer açıdan düşünüldüğünde, Cumhuriyeti kuran kadrolarla, Cumhuriyetin sağladığı kazanımlarla başı hiç hoş olmayan bir iktidarın böyle bir kutlama yapmasını beklemek de belki biraz safdillik olabilir.

Hoşlanmadığın şeyi görmezden gelmek en kolayı ve bu kolay yolu tercih etmek de şaşırtıcı değil.

Peki bu esnada aslında Cumhuriyet değerlerine çok bağlı olduğunu her fırsatta dile getiren ve kendisini iktidar partisinden ayıran en önemli özelliğin bu olduğunu defalarca tekrarlayan muhalefet partileri neler yapıyor?

Şimdiye kadarki etkinliklerin, Cumhuriyetin 88. 95. 43 yaşlarında yaptıklarından çok da farklı olmadığını söyleyebilirim.

Kabul etmek gerekiyor ki, muhalefet partilerinin özellikle taşrada ve küçük yerel yönetimlerde büyük bütçeleri yok, buna karşılık parti genel merkezlerinde ve daha büyük yerel yönetimlerde bence 100. Yıl coşkusu iktidarın boşluk bıraktığı tüm alanlarda doldurularak yaşatılmalıydı bu ülkenin vatandaşlarına.

Resepsiyon mu düzenlenmiyor? Muhalefet düzenlemeliydi alternatif bir resepsiyon…

Törenler mi yapılmıyor? Muhalefet yapmalıydı alternatif törenleri…

Konserler mi iptal ediliyor? Yeni konser programları yapılmalı, o da olmuyorsa bir yenisi yapılmalı, o da olmuyorsa bir yenisi yapılmalı… Taaaa ki, bir konser programı yapılana kadar…

Bayraklarla donatılamaz mıydı mesela bütün ülke ya da her duyuru panosunda göremez miydik Mustafa Kemal Atatürk’ün posterlerini…

Yüzüncü yıl marşı bestelenmesi ile ilgili bir yarışma düzenlenemez miydi misal?

Yüzüncü yılı anlatan heykellerden ve resimlerden oluşan sergiler tüm yıl boyunca ülkenin bütün illerini gezemez miydi?

Belgeseller hazırlanamaz mıydı? Nereden nereye geldiğimizi gösteren…

Eminim ki, kendi içinde savaşmayı bir kenara bırakıp Cumhuriyet’in 100. yaşına sahip çıksaydı muhalefet partileri, seçmenin gözünde çok daha kıymetli bir yere otururlardı.

NOT: Yazımı tamamlamak üzereyken CHP Bursa İl Başkanlığından gelen; “Bursa Büyükşehir Belediyesi, AK Parti’nin seçim dönemlerinde kullandığı ‘Türkiye Yüzyılı’ sloganını BursaKartların üzerine baskı yaptı!” bilgisini de sizinle paylaşmak isterim.

Hatırlatayım, vakti zamanında belediye başkanları oturdukları makama seçildikleri partinin rozetini çıkararak yerleşir ve bütün şehrin belediye başkanı olmak için çabalarlardı. Tam da bu nedenle CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın;

“Buradan Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’a sesleniyorum. Derhal yapmış olduğunuz bu yanlıştan dönün ve önceden basılan Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı yazılı kartların yeniden basılarak vatandaşlarımıza ücretsiz verilmesini sağlayın” cümlesini yürekten destekliyorum.

Bu şehirde sadece AK Parti’yi destekleyen vatandaşlar yaşamıyor, bu şehirdeki toplu ulaşımı da sadece AK Parti’yi destekleyen vatandaşlar kullanmıyor, ama hepimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı altında yaşıyoruz. Dolayısıyla doğru olan, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılını onurlandırmaktır…

Orda bir köy var, yakında!

Orda bir köy var, yakında!

Bizim kuşağın okulda öğrendiği en güzel şarkılardan biriydi…

Ahmet Kutsi Tecer’in şiirinden bestelenmiş o şarkı:

Orda bir köy var, uzakta,

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür…

Geçtiğimiz günlerde Keles Belediye Başkanı Mehmet Keskin’in davetlisi olarak yörede yapılan çeşitli yatırımlar ve çalışmaları yerinde görme fırsatı bulduk. Yörede bulunan dağ köyleri gerçekten büyüleyici bir coğrafyaya sahip. Gerçi artık köy de denmiyor, “kırsal mahalle” deniyor.

Ahmet Kutsi Tecer bu şiiri “Orda bir kırsal mahalle var uzakta,

Gitmesek de görmesek de o kırsal mahalle bizim mahallemizdir

diye yazar mıydı bilmiyorum.

Maalesef ülkemizin şehirleşmeden anladığı salt şehre taşınmak olduğundan, insanlarımız hem gittiği şehirde, hem de arkasında bıraktığı köyde yeni sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor. Hatta bu sorunları diğer kuşaklara devrederek ömrünü tamamlıyor.

İşte bizi davet eden Keles Belediye Başkanı Mehmet Keskin de arkada bırakılan bu sorunlarla Keles şehrinin “Şehremini” olarak baş etmeye çalışıyor.

Önemli de mesafeler almış;

Kamp ve karavan alanlarının restorasyon çalışmaları tamamlanmış. Ayrıca ATV, bisiklet, at biniciliği, trekking, kaya tırmanışı, okçuluk gibi faaliyetler ile kırsal turizmde kendilerine bir alan açma çabasını yoğunlaştırmışlar.

Bölgede yetişen ürünlerin coğrafi işaret süreçlerinde sona gelinmiş. Bu arada yörede salep yetiştiriciliğinin arttırılması,  çörek otunun daha iyi fiyatlara pazarlanabilmesi için destekler sağlamışlar. Keles kirazı konusunda ihracatçıların dikkatinin tekrardan bölgeye çekilmesi konusunda umut verici girişimleri var. Büyükşehir desteği ile çöp toplama merkezi devreye alınmış. Keles Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinin konaklama sorunu için belediye de taşın altına elini koymuş. Tavşanlı’ya dek ulaşan kara yolu ve çevre köylerle bağlantı yolları konusunda yatırımları takip ediyor. Öte yandan yüzme havuzu spor salonu gibi sosyal ihtiyaçları için inşaatlar sürüyor.

Belediyenin Keles Kadınları Kültür ve Dayanışma Derneği’ne de aktif desteği devam ediyor.

Gelelim asıl meseleye…

Yapılanlar yeterli mi, değil. Çünkü yöre insanın kalkınması ve sosyal açıdan hak ettiği refaha kavuşmasını önleyen sorunlar ekonomik temelli sorunlar. Bunların çözümü de belediye bütçesinin arttırılmasının yanı sıra ülkenin genel politikalarına bağlı.

İşte bu noktada Keles Belediye Başkanı Mehmet Keskin’in bir çağrısı var.

“Köyden ayrılan gençler köyle irtibatlarını kesmesin, topraklarını işlemeye, ekmeye devam etsinler, hatta ikametgâhlarını Keles’te tutarak belediyelerinin nüfusları oranında merkezi idareden aldıkları payın artmasına destek olmalılar” diyor.

Son olarak; köy mü dersiniz kırsal mahalle mi dersiniz bilemem ama yöre insanları topraklarını satmamalı bence.

Plansız ‘Tiny House’ ya da ‘Hobi Bahçesi’ denen, şehrin kırlara doğru çarpık ve ucube yayılımına bir düzen gelene kadar, topraklarına sahip çıkmalılar.

31 yıldır bir arpa boyu yol alamadınız mı?

31 yıldır bir arpa boyu yol alamadınız mı?

Size hiç benim de bir zamanlar Beştepe’de yaşadığımdan bahsetmiş miydim? Öyle az buz, birkaç aylığına değil üstelik, girdisiyle çıktısıyla helalinden iki buçuk yılımı Beştepe’de geçirdim desem…

Ama tahmin edersiniz ki, benim Beştepe konukluğum öyle varaklı süslemeler, ejderha meyveli smoothieler içinde geçmedi…

Bundan yaklaşık 31 yıl kadar önce rahmetli babamın zor zahmet arayıp sorarak bulup beni yerleştirdiği, sonra da ‘ben buradan senin okula nasıl gidiliyor bilmiyorum, artık sen sorup öğrenirsin’ diyerek veda hutbesini okuduğu yerde, yani Beştepe Kız Öğrenci Yurdunda tam 2 buçuk yıl kaldım!

Bütün gece ağlayarak benim okuluma giden, bana yolu gösterebilecek birini aradığımı hatırlıyorum 8 katlı yurdun her katını dolaşarak…

Evet, yurt tam 8 katlıydı ve yaklaşık bin 500 kızla birlikte yaşıyorduk!

Bodrum katta bir yemekhanesi ve onun da altında bir hamamı vardı; eski usul, temizliği hak getire, mecburen kullananların çoğunlukla bulaşıcı cilt hastalıklarına yakalandıkları bir hamamdan bahsediyorum…

İki katta bir, koridor sonuna koyulan tuvaletlerin büyük bölümü çoğunlukla kullanılamayacak durumda olurdu ve yemekler sebzeyse kumlu, bakliyatsa kurtlu gelirdi önümüze…

Asansörümüz vardı elbet, ama çoğunlukla arızalı olduğundan varlığını çoktan unuttuğumuz, üzerine daha çok duyuruların asıldığı bir pano gibi kullanılırdı. O dönemlerde en azından asansörün arızalı olduğunu kabul edecek kadar yürekliydi yurt yöneticileri…

Buraya kadar ne ajitasyon yaptım, ne dokunaklı bir manzara çizdim değil mi?

Eğer KYK yurdunda kaldıysanız, bir odada en azından üç ranza altı arkadaşla birlikte uyuduysanız ve hayatınız dar uzun bir dolabın içine sığan eşyalarınızdan ibaret olduysa yaşamınızın bir bölümünde, anlattıklarımın dokunaklı hikayeler olmaktan öte, gerçeklik olduğunu da bilirsiniz…

Aradan yıllar geçti ve bu kez kızımı emanet ettim devletimin yurtlarına. Mecburen! Yine aynı yemekler, aynı temizlik anlayışı, aynı sıkışık kalabalık hayatlar ve akan çatılar, ıslanan yataklar, hatta ihmaller sonucu çıkan bir yangında yaşanan hayati tehlikeler…

İşte tam da bu yüzden, benim için ülke gündeminin en önemli, en yazılıp çizilmesi hatta bununla da kalınmayıp mutlak kurumların harekete geçmesinin sağlanması gereken haberi bir KYK yurdunda gencecik bir kızın canından olmasına neden olan ihmaller zinciridir…

Çünkü bu ülke kuruluşunda şiar edindiği gençlere ve çocuklara değer verme, eğitimi başa taç etme meselesini geçtiği dönemeçlerin birinde kaybetmiş, o andan itibaren de sürekli ihmal edilecekler listesinin en başına çocukları ile gençlerini yazmıştır!

Şimdi ben şunu anlamıyorum, 2 yıl önce yaptığınız bir binanın asansörü nasıl oluyor da defalarca arıza veriyor, gençler tarafından çeşitli mercilere şikayet konusu olacak kadar can sıkıyor ve hatta bu kazadan yaklaşık bir hafta önce benzeri bir kaza olduğu halde bu asansörler halen neden bir bakımdan geçmiyor da Allah’a emanet bir hayat sürüp gidiyor KYK yurtlarında…

Eskiden ‘Devlet Baba’ dediğimiz, iyi kötü kanatlarının altına sığındığımız, çocuklarımızı o kanatların altına emanet ettiğimizde ‘Kötü yola düşmez, aç susuz kalmaz, hırlı hırsız olmaz, vatanına milletine faydalı bir evlat olur’ dediğimiz o kuruma ne oldu da altını kazıdığımızda bir biçimde sırların altından görünen tenekenin rahatsızlığı gözümüzü tırmalar oldu…

Öncelikle şunu bir kabullenmek lazım, Aydın KYK öğrenci yurdunda ihmaller sonucu, göz göre göre Üniversitesi öğrencisi Zeren Ertaş yaşamdan koparıldı!

Çok merak ediyorum, ailesine ne dediniz bu çocuğun?

Gerçekten basına da yaptığınız o saçma sapan ‘15 öğrenci kapasiteli asansöre 16 öğrenci bindiler, asansör ondan düştü’ açıklamasını mı dillendirdiniz bir kez daha…

Bursa’dan Aydın’a atanan, yani valiliğini iyi kötü bildiğimiz Yakup Canbolat yaptığı açıklamada asansörün daha bir ay önce, 21 Eylül tarihinde bakımının yapıldığını söylüyor. Zeren Ertaş’ın ise panik halinde asansörden çıkmaya çalıştığı için hayatını kaybettiği vurgulanıyor tüm haberlerde.

Yahu bir düşünsenize bindiğiniz asansör düşüyor, siz panik yapmaz mısınız? Hiç boşuna çabalamayın, iddia ettiğiniz gibi olmuş olsa dahi, Zeren Ertaş’ın panik yapmış olması sizi haklı, gencecik yaşında hayalleri çalınan bu evladı kabahatli çıkarmaz!

Tabii içimize su serptiğiniz o muhteşem açıklamanın sonuna soruşturma falan gibi süslü laflar da eklemişsiniz, yurt müdürünü görevden almışsınız. Harikasınız. Şimdi beklemek lazım, o yurt müdürü ödül olarak nereye atanacak, yapılacağını iddia ettiğiniz soruşturma ‘kovuşturmaya gerek görülmemiştir’ mührüyle ne zaman rafa kalkacak…

Arkadaşlarının acısıyla, yaşadıkları korkuyla sokaklara dökülen ve protesto haklarını kullanmaya çalışan gencecik kız ve erkek öğrencilerin etrafına çevik kuvveti dikmek yerine yapacağınız işi doğru dürüst yapmak bu kadar mı zor?

Samimi hissiyatınızı duymak istiyorum, o gencecik kız morga giderken hiç içiniz sızladı mı? Onca ülkeye çeşitli yardımlarda bulunan, bunu da gurur duyarak söyleyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 100 yaşına gelmiş bu koca devlet, benim öğrenciliğimden bu yana geçen 31 yıllık sürede bir adım ileri gidemedi mi? Bir asansör bakımı yaptırmak bu kadar zor mu gerçekten?

Çevik kuvveti çağırana kadar bir asansörcü çağıramadınız mı?

Hadi bir de sanayi dönüşümü yapalım

Hadi bir de sanayi dönüşümü yapalım

Haftada en az bir tane Marmara Bölgesi’nde özellikle de İstanbul’da gerçekleşmesi beklenen depreme yönelik açıklama dinliyoruz uzmanlardan. Durumu küçümsediğim sanılmasın, hatta hatırlatmak isterim 6 Şubat depremlerinin hemen ardından İstanbul’dan daha ciddi bir deprem riski içerdiği söylenmişti Bursa’nın, yani demem o ki, durum bizim için daha da riskli…

Hal böyle büyük olunca, bu risklere karşılık vatandaşların mümkün olan en kısa sürede daha güvenli yapılarda oturmasını sağlamak için hızlı bir kentsel dönüşüm furyası başladı tüm Türkiye’de olduğu gibi Bursa’da da.

Fakat bir ayrıntıyı atlamışız gibi geliyor bana. Zaman zaman Akademik Odaların düzenledikleri toplantılarda da değinilen ve içerdiği tehlikelerden bahsedilen kimyasal maddeler meselesinden bahsediyorum.

Norm Haber’de konuk ettiğim Su Kolektifi üyeleri ile üzerinde konuştuğumuz önemli konulardan biri, sanayide kullanılan tehlikeli maddelerin depremde yaratacağı ölümcül risklerdi.

Hemen hatırladık elbette 1999 depremindeki en büyük tehlikelerden birinin günlerce söndürülemeyen TÜPRAŞ yangını olduğunu, depremden sonra yangın nedeniyle kirlenen 1.5 kilometrekarelik deniz hattından sadece 600 metreküp atık toplanabildi. Sonrasında biz toplanamayan atıklarla beslenen deniz canlılarını tükettik yıllarca…

Bir de AKSA fabrikasından sızan 6 bin 400 tonluk akrilonitrilin toprağa, denize ve havaya karışması konusu var. Normalde 176 yılda sızması beklenen miktarın bir anda doğaya karışması ile bölgede bitkiler kurumuş, balıklar, kümes hayvanları ve evcil hayvanlar ölmüş, insanlarda zehirlenme belirtileri görülmüştü.

Oysa bahsettiğimiz işlerin bir kuralı, kaidesi olmalı değil mi?

Sonuçta yaşamdan daha değerli neyimiz olabilir şu ölümlü dünyada…

Elbette gelişmiş ülkelerde sanayileşmenin kendi içinde kuralları var, işin ilginç yanı gelişmiş ülkelerde bir kural koyulduktan sonra ‘ne yapar da bu kuralın arkasından dolanıp işimi yine kuralsızca ve kendi lehime çözerim’ düşüncesinden uzak durarak doğrudan kurallara uymak da var.

Efendim, normalde olması gereken; yerleşim alanları ile sanayi bölgeleri arasında ekolojik tahribat ve deprem gibi doğal afetlerin de hesaplanması ile bir ‘sağlık koruma bandı’ oluşturulması ve bu bandın sınırlarına mutlak suretle uyulmasıdır.

Bizde yapılan nedir peki?

Önce genellikle ova bölgesinde tarlaların üzerine depo mahiyetli başlayan inşaatların kısa süre içinde fabrika binalarına dönüşmesi ve hemen ardından sanayi bölgesi olma yolunda adımlar atılması, sanayileşmenin önünün açılması adı altında hem tarım alanlarının tahribatına hem de herhangi bir kimyasal sızıntı halinde gıda maddelerine, dolayısıyla insan sağlığına etki edecek gelişmelere göz yumulması…

Daha durun, bu ilk aşama…

Bunun bir de devamı var. Şöyle ki; bahsedilen sanayi bölgeleri kurulduktan sonraki yıllarda daha ziyade siyasal yatırım olarak düşünülen imar afları, imar planı değişiklikleri, kentlerimizde ilgili kamu kurumları ve belediyeler tarafından yapılan değişiklikler derken, bir de bakmışsınız sanayi bölgeleri ile iç içe yaşıyoruz…

Demirtaş, Ataevler, Özlüce, Nilüfer, Gürsu, Barakfakih gibi sanayi bölgeleri yerleşim alanları ile iç içe geçmiştir ve genellikle zemini sağlam olmayan alanlardadır. TÜPRAŞ gibi uluslararası normlarda bir tesis bile depremde bu kadar hasar alabiliyorsa; sanayi bölgelerindeki fabrikaları, doğalgaz çevrim santrallerini düşünmek dahi istemiyoruz!” diyor Su Kolektifi Üyeleri.

‘Bütün bunlar 1999 depreminden sonra düşünülmemiş mi?’ diye sorabilirsiniz. Ben sordum çünkü ve şöyle bir yanıt aldım;

Aradan geçen 24 yılda bu konuda ne yapıldı diye araştırdık. Tehlikeli maddelerin otomasyona aktarılması konusunda karşımıza defalarca yürürlüğe girişleri ertelenen yönetmelikler çıktı. Örneğin; Kimyasalların Kaydı, Değerlendirilmesi, İzni ve Kısıtlanması Hakkında Yönetmelik (KKDİK Yönetmeliği) girişi için istenen analizler yüksek maliyetler içerdiği için analizlerini tamamlayıp kaydı yapılan tek bir yerli üretici olmadığını öğrendik. İşletmeler bu zorluğu serbest bölgeleri kullanarak aşmaya çalışıyor!”

Doğrusu beni hiç de şaşırtmayan bir yanıttı. Bu yanıta benzer pek çok örnek de sundular, sağ olsunlar. Hasılı kelam şunu demek istediler; ‘firma sahibi tıpkı çalıştırılması çok maliyetli olduğundan kullanmadığı baca filtreleri gibi bu işleri de yapmamanın yollarını buluyor.’

İçler acısı durumumuz şöyle de tarif edilebilir; şu anda muhtemelen Bursa’da hangi işletmede kaç ton hangi sınıftan tehlikeli madde var bunun bilgisine sahip olan ve şu teknolojik gelişmişlikle takır takır bu bilgileri önümüzü seri verecek olan kurum ve kuruluş mevcut değil!

Öneriler elbette anlık kaç ton ve hangi sınıfta tehlikeli maddenin nerede olduğunu belirleyebilecek otomasyon sistemlerinin kurulması; acilen sanayi bölgeleri ile yaşam alanlarının birbirinden uzaklaştırılması, sanayi tesislerinin uygun alanlara devlet teşviki ile taşınması, mümkünse sanayi alanları küçültülmesi ve kurulması planlanan yeni sanayi tesislerinden vazgeçilmesi…

Sıralaması bile güzel de işin bir de realite kısmı var.

Şimdi, biz sade vatandaşa dişini geçiren kentsel dönüşümün nasıl dönüşeceğini henüz tam ve doğru bulamamışken, kelli felli fabrika sahiplerine dişini geçiren bir sanayi dönüşümü yapabilir miyiz?

Siz üzerinize düşeni yapıyor musunuz?

Siz üzerinize düşeni yapıyor musunuz?

Rahmetli babamın mesleğinin dokumacılık olduğunu ve zaman içinde kendi küçük, küçücük işletmesini kurarak 8 kara tezgah ile dokuma atölyesine sahip olduğunu sizinle hiç paylaştım mı bilmiyorum…

Uzun yıllar önceydi elbette bu mesele…

Kendi işinin sahibi olmak, ticaret yapmak, kendi üretimini gerçekleştirmek için büyük mücadele verdi babam ve sonunda ithal ham maddeye, ham maddenin yurt dışından dolarla geliyor oluşuna ve tüm tekstil sektörünün buna bağlı oluşuna, dolayısıyla küçük esnafın, yani sermayesi olmayan esnafın kırılgan ekonominin çarkları arasındaki acımasız ezilişine mahkum oldu ne yazık ki…

Tüm bunları yazdım, çünkü bugün düzenlenen bir toplantı ile CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala’ya hallerini arz etmeye çalışan Bursa Dokumacılar Odası’nın yaşadığı bu sorunların bundan 30 yıl önce de var olduğunu hatırlatmak istedim…

Hükümetin şimdilerde dilinde olan ‘yerli ve milli’ cümlesinin büyüsüne kapılan küçük esnafın kendi iş kolunda neden böyle düşünülmediğini, neden yerli ve milli üretimin desteklenmediğini sorgulaması elbette ilginç değil.

Bir o kadar ilginç olmayan durumlardan diğeri de CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala’nın;

“Geldiğimiz nokta şudur; parası olan küresel sermaye, yalnızca yerli sermaye değil. Parasına en fazla nerede kazanç elde edebiliyorsa parayı oraya götürüyor. Bu küresel kapitalist sistemin adını koymadan ve Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminin bu sistemin bir parçası olduğunu kabul etmeden bir adım yukarı gidemeyiz. İthal kumaş meselesi ithal domatesten, ithal arpadan, ithal etten, ithal ilaçtan ayrı bir mesele değil!” açıklaması.

Hatta bu açıklamanın doğruluğuna öylesine katılıyorum ki, uzun uzun alkışlamak istiyorum böylesi net bir tahlili…

Bir diğer hususa gelince, Kayıhan Pala, ‘Bu iş bir milletvekilinin verdiği bir önerge ile çözülecek iş değil!’ derken de haklı.

Karşılık olarak şöyle bir argüman da sunuyor katılımcılara;

Bu ülkeyi yöneten, merkezi yönetime bu kenti yöneten Bursa Büyükşehir Belediyesi’ne ve ilçe belediyelerine sizlerin söyleyecek sözleri olmalı! Çataltepe hikayesini de okudum. Oradaki temel sorunlara baktığımızda karşımıza Bakanlık ve Büyükşehir Belediyesi çıkıyor. Doğru mu? Evet. Şimdi bakanlık da bizde değil, büyükşehir belediyesi de bizde değil. Sorunları dile getirerek ben belki sizin kafanızda ya tamam milletvekili de gündeme getirdi diye iyi bir imaj bırakabilirim. Mesele sorunları dile getirmek değil. Mesele sorunları çözmek olmalı. O zaman nasıl çözeceğimize birlikte karar verelim. Biz üstümüze düşeni yapalım, ama siz de üstünüze düşeni yapın!”

Hey gözünü sevdiğimin doktor aklı…

Sorun ve çözüm önerisi net. Yapılacak belli. Yapanlar ve yapmayanlar ve sonunda olacaklar da ortada…

O halde ben de CHP Bursa Milletvekili Kayıhan Pala gibi sormak istiyorum, başı sıkışınca muhalefet partilerinden destek isteyen Bursalılar, sandık önlerine geldiğinde çözüme yönelik karar veriyor mu?

***

CHP’DEN TEZKERE AÇIKLAMASI

Gazze bölgesinden sürekli katliam haberleri alırken ve gözümüz kulağımız bir yandan Amerika Birleşik Devletleri bir yandan Rusya bir yandan Çin bir yandan İngiltere derken tam bir dünya karması haline gelmiş Akdeniz’de neler yaşanacağındayken. Ülkemizin bu yaşanacakların içine ne kadar çekileceğindeyken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak ve Suriye’deki görev süresinin uzatılmasına ilişkin tezkere TBMM’de onaylandı.

Bugün ise CHP 81 ilde tüm il başkanlıklarında eş zamanlı bir açıklama yaparak, daha önce CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun meclisteki grup konuşmasında söylediği ‘Ülkemde yabancı asker postalı istemiyorum’ cümlesini bir kez daha tekrarladı.

Cumhuriyet Halk Partisi Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın okuduğu açıklamada, “Söz konusu tezkere, yabancı askerlerin Türkiye’de bulunmasının, daha net bir ifadeyle, yabancı asker postallarının kutsal vatan toprağımızı çiğnemesinin önünü açmaktadır. Saray İktidarına sormak isteriz: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ordusu yok mudur? Askerimiz, polisimiz, korucumuz ne için mücadele etmektedir?” denildi.

Hatırlatmakta yarar var, yabancı askerler konusu CHP dile getirene kadar Milliyetçi Hareket Partisi tarafından itiraz edilen bir konu değildi, ancak Kılıçdaroğlu’nun konuşmasının ardından “Türkiye’ye gayrimeşru yabancı postalların ayak basması diye bir şey yoktur, şayet olursa verilecek sadece bir canımız vardır” sözleri ile bir itiraz sesi yükseltildi.

İtirazlara 20 Ekim itibariyle Dışişleri Bakanlığı tarafından; “Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının Irak ve Suriye’deki görev süresinin 2 yıl daha uzatılmasına ilişkin 17 Ekim 2023 tarihli TBMM kararının bazı yanlış yorumlara konu edildiği gözlemlenmiştir. Tezkerede yer alan ’yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması’ ifadesi, 2014 yılında kurulan DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyonu kapsamındaki ortak faaliyetlerle ilgilidir. Yeni olmayan bu ifade, 2014 yılından bu yana kabul edilen Irak ve Suriye tezkerelerinin metinlerinde de aynen yer almaktadır” denildi.

İşin enteresan olan yanı da bu ya, 2014 yılından bu yana yabancı askerlerin ülkemizde bulunmasına izin verilen bir madde belirli aralıklarla sürekli oylanıyor ve sürekli TBMM’de kabul ediliyor. ‘Yabancı asker demek, işgal demek!’ açıklamasından da yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, artık içinde bulunduğumuz durum 2014 yılındaki gibi olmaktan çok daha uzak! Bu kez savaş çok daha yakın ve bu yakınlık sürecinde kimin nerede saf tutacağı kestirilemiyorken, yabancı askerlerin ülkemizin belirli noktalarında bulunuyor olması tüm vatandaşlar için tedirgin edici!

 

CHP’de sandık vicdanı ve taktik savaşları

CHP’de sandık vicdanı ve taktik savaşları

Önümüzdeki 15 günlük süreç Cumhuriyet Halk Partisi için çok kritik…

Partiden kopuşlar hem üyelik bazında hem de seçmen bazında sürüyor. Kimsenin de gücü bu durumun üzerini örtmeye yetmiyor artık. Belki İYİ Parti’deki gibi seri halde yönetim istifalarını görmüyoruz, çünkü yönetimlerde olanlar hallerinden memnunlar zaten, ancak daha alt kademelerde ve sade üyeler arasında hem istifalar hem de bundan sonra sandığa gitmemek gibi pasif agresif eylem hazırlıkları mevcut…

Kopuşların önüne geçmenin tek yolunun değişim olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.

İlçe ve il kongre sürecinde de sorduğum bir soruyu bu noktada, tam da burada bir kez daha yinelemek isterim; ‘değişim de nasıl bir değişim, kime doğru, neye ve nereye doğru bir değişim?’

Çünkü hali hazırda ‘değişim’ lafı CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dahil herkesin ağzında.

Kongre süreçlerinde ortaya çıkan bütün adayların, en azından Bursa özelinde bütün adayların, değişimden yana olduklarını söylediklerini, partinin bir değişime ihtiyaç duyduğunu dile getirdiklerini hatırlıyorum. Sonrasında söylenen, ‘Değişim sadece genel başkanın değişmesi demek değildir, değişimi kökten yapmak lazım, asıl önemli olan parti yapısında bir değişime gitmektir…’ cümleleri burada niyeti açık ediyor…

Hayli çekişmeli geçen seçimler bittikten sonra gözümüzün önündeki tablo genel merkez destekçilerinin ağırlıkta olduklarını gösteriyordu. Ancak Kılıçdaroğlu’nun karşısına rakip olarak çıkan ve rekabeti ile halen kafaları karıştıran, çünkü Kılıçdaroğlu’nun en yakınındaki isimlerden olması nedeniyle muhalefet olduğu kabul edilmekte zorlanılan Özgür Özel değil mi ki, İstanbul’u aldı, işte film orada değişmeye başladı…

Beklenmeyeni beklemek bu olsa gerek diyen ve partinin değişmemesi halinde bir hezimete yelken açacağının farkında olan yönetim kademeleri ile birlikte milletvekilleri de kendilerini yavaştan belli etmeye başladılar.

Sonrasında da imza günü geldi çattı…

Ben aday olmam, aday gösterilirsem de görevi geri çevirmem, ben şimdiye kadar hiçbir makama kendi başıma aday olmadım’ diyen Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını istemek için imza verilmesi gerekiyordu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında 136 milletvekili bulunan CHP’de, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday olması için 94 milletvekili imza verirken, imza vermeyen, yani ‘genel başkan artık görevi bıraksın’ diyebilme cesaretini gösteren 42 milletvekili oldu. Bu vekiller arasında CHP Bursa Milletvekili Nurhayat Altaca Kayışoğlu da var.

Kayışoğlu’nu Özgür Özel’in Bursa delege ziyaretinde CHP İl Binasında da gördük, desteğini ilk ortaya koyduğu gün olarak tarihe not düştük, mesele imza ile tamamen tescillenmiş oldu.

Bursa’dan Kılıçdaroğlu’na imza veren vekillerin de gönülleri tam olarak kendisinden yana mıdır?’

Bu soruyu biraz tartışmak gerekiyor…

Zira kongre süreçlerinden biliyoruz ki, en çok imzayı toplayan değil en çok oyu alan başkanlık makamına oturuyor ve bu durum her daim imzalarla doğru orantılı olmuyor. Hatta mesele genel başkana kafa tutmak olunca, işin renginin daha da belirsiz olacağını, sonucun siyasilerin meşhur deyişi ile ‘sandık vicdanı’ denilen kavramda gizli olduğunu düşünmek daha akıllıca gibi geliyor bana.

Şimdi, içinde bulunduğumuz süreçte kulisler kaynıyor, zira iki başkan adayının da başkan olma ihtimaline karşılık koltuklarını, makamlarını, kendilerine vaat edilen toprakları korumak adına canhıraş bir siyasi savaşa girenler, yepyeni taktikler geliştiriyorlar.

Kendileri genel başkanı desteklerken en yakınlarındaki isimlerin Özgür Özel’e destek vermesi, arka kapılardan yapılan görüşmeler ve pazarlıklar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.

Eee… Siyaset bu malum, 24 saat bile uzun bir süre her şeyi değiştirmek için.

Vekillerde durum böyleyken parti örgütleri de tek tek Kılıçdaroğlu’na ziyaretler düzenleyerek desteklerini fotoğraflarla belgeliyor adeta. Önümüzdeki hafta CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş ve ekibinin de benzeri bir ziyaret gerçekleştirmesi bekleniyor.

Tüm bu ziyaretlerle bağlılık sunmalar CHP’nin ne kadar ekseninden kayarak sağ tandanslı partilere yaslandığının ve bakış açısının da bir o kadar dejenere olduğunun ispatı gibi bence.

Düşünsenize, tüzüğünde ‘Sol bir partidir…’ yazan koskoca Cumhuriyet Halk Partisi’nde akın akın gelen yönetimler size bağlılık sunacaklar…

Bu noktada şunu belirtmek lazım, CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın kurultay sürecinde Kemal Kılıçdaroğlu’na destek vermek konusunda yönetimini iradesi ile baş başa bırakacağını tahmin ediyorum. Yeşiltaş’ın bağlı olduğu özgürlükçü politikalar da bunu gerektirir zaten.

Kalanını izleyip göreceğiz…

 

Gençler kaçıyor! Bazen Avrupa’ya bazen…

Gençler kaçıyor! Bazen Avrupa’ya bazen…

Hemen kapımızın dibinde, sınırlarımızın bir adım ötesinde dünyanın ibretle izlediği insanlık dramları yaşanırken ve bazı ülkeler; kendisine demokrat, insan haklarından yana, uygar diyen bazı ülkeler buna seyirci kalırken, ülke içinde de birbirinden acı tablolarla karşı karşıyayız…

Daha geçen hafta bir üniversite öğrencisinin ailesine yazdığı hazin mektuptan alıntılar yaparak yaşamdan nasıl soğuduğuna değinmiştim. Yazımın yayınlandığı günün ertesinde yine bir üniversite öğrencisinin bu kez okul yemekhanesinde yaşamına son verdiğine ilişkin haberler okuduk ulusal basında.

Biri ‘üniversiteden mezun olduktan sonra da insanca bir yaşama kavuşamayacağımı düşünüyorum’ diyerek, diğeri ise daha 21 yaşında borçları yüzünden yaşamına son verdiğini belirterek ayrılıp gitti bu dünyadan…

Tüm bunlar nerede yaşanıyor?

Giderek derinleşen gelir uçurumunun yaşandığı, orta sınıfın eriyerek yok olduğu, toplam gelirin yüzde 85 gibi bir oranının ülke nüfusunun yüzde 5’lik kısmına denk gelen bir avuç sermayedarın elinde biriktiği, geriye kalan yüzde 95’in ise geleceksiz bırakıldığı bir ülkede. Hemen hemen aynı yaşlardaki bu iki çocuğun ve belki de haber dahi olmayan nicelerinin yaşamına son verdiği anda, gazetelerin diğer sayfalarında üç beş maaşlı siyasi figürlerin, ballı kaymaklı ihalelerin sahiplerinin haberlerine de rastlıyoruz elbette.

Ülkenin iki ucunun arasında kocaman bir ekonomik uçurum duruyor…

Koca cumhuriyet, zenginiyle fakiriyle omuz omuza verilerek kurulan ve ekonomik temellerinin merkezinde orta sınıfın olması arzulanan bu koca cumhuriyet 100 yaşına girerken geldiğimiz durum ortada…

Biz şimdilerde normalde büyük bir baklava desenine benzemesi gereken ve şişkin karnındaki bölümde orta sınıfın ekonomik olarak yerleştiği bir dengeden, sivri tepesinde küçük mutlu bir azınlığı barındıran alt kısmı genişçe, ince uzun borulu bir deney tüpüne çevirdik ülkenin ekonomik skalasını…

Gerçekten tebrik edilmesi gereken, insanların gözünün içine baka baka yapılan tüm bu değişimi koca bir topluma kabul ettirme ve üstüne bir de takdir toplama becerisini ben de alkışlamak istiyorum, ama artık bu kadarını aklım da kalbim de kaldırmıyor desem belki duygularımı ifade etmiş olurum…

80’li yıllardan bu yana sürdürülen ve son 20 yılda şiddeti giderek artan bu durumda kamuculuğu öldürmek; eşitlik isteklerini aptallık, parasız eğitim ve sağlık hizmeti taleplerini ‘geri kafalılık’ gibi göstermek en bilinen yöntemler oldu.

Halktan yana politikalara ön veren sol siyaseti ve söylemleri ayak altına alıp ezdiklerini, insanca bakış açısı adına en dik en üst durması gereken anlayışların yerlerde sürüklendiğini, hatta bu temeller üzerine kurulmuş siyasi partilerin dahi üç beş oy uğruna eksenini değiştirdikten sonra yön duyularını tamamen kaybetmiş halde yeni yollar aramaya başladığını görüyoruz şimdilerde.

Bu ülkede artık yoksulluğu çıplak gözle görüyor, elle tutuyor, kokusunu duyuyorsunuz…

Tüm bunların içinde sadece kadınlar ve çocuklar değil, gençler de boğuşuyor hayatla. Hatta belki de her geçen gün umutlarının ellerinden alındığını, soğuğu hisseder gibi hissettiklerinden, en çok onlar etkileniyor durumdan.

Tercih edilen sistem ucuz emek gerektiriyor. Niteliksiz, eğitimsiz, her şeye razı, tabiri caiz ise kendi değimleri ile ‘cahil’ insan, eşimin tanımı ile ‘düğmeci’ lazım. Yüksek öğrenim de elinden tüm nitelikleri alınarak bu amaca hizmet eder hale getirildi.

Meslek sahibi bulmak güç, buna mukabil yüzbinlerce işsiz işletme ve kamu yönetimi vs. mezunu dolaşıyor ortalıkta. Üç kuruşa çalışmaya mecbur, ancak isteksizler. Sistem köle ücretleri ile çalışacak insana gereksinim duyarken, iyi eğitim almış bir avuç genç çoktan yurt dışına çıktı bile. Geriye kalanlar da yurt dışı fırsatlarını kolluyor pusuya yatmış. Sokakta karşılaştığınız her beş gençten dördü başka bir ülkede yaşamak istiyor!

Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’ün geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamaları bu anlamda çok kıymetli bence.

“Üniversite bölüm ve kontenjanlarının ülkenin, kamu ve özel sektörün ihtiyacına göre planlaması yok. Bu plansızlıkla yarattığımız ev gençlerimiz var. Nasıl yüksek eğitim politikasıdır ki bir insan yaşamı, bir ailenin geleceği, eğitim sonrası iş hayatına geçişi planlanmadan, mesleki ve üniversite eğitimi aldırılıyor. Gençlerimiz bugün kendilerini değersiz hissediyor, özgüvenlerini kaybetmiş, ekonomik olarak ailesine bağımlı olarak kendini içine kapatıyor ve ruhsal bir çöküntü içinde. Kısacası en değerli varlıklarımız heba oluyor.

Gençler sınırlanan özgürlük alanlarından, zorlu ekonomik koşullardan, ülkemizdeki çalışma şartlarından ve gelir dağılımındaki adaletsizliklerden kaçıyorlar, kaçmak için her türlü fırsatı arıyorlar. Eminim Meclis’teki milletvekillerimizin ailelerinde de oldukça fazlaca bu durum vardır.

Maalesef bunun adı beyin göçü bile değildir. Yetiştirdiğimiz mühendis, iktisadi ve idari bilimler mezunu binlerce gencimizi işçi olarak Avrupa’ya sunuyoruz!”

CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’e katılıyorum, maalesef bunun adı beyin göçü bile değil, ekonomik baskıdan kaçış olabilir ancak, bazen Avrupa’ya bazen öbür dünyaya!

Bugün Cuma

Bugün Cuma

Ben bu mesleğe başladığımdan beri Filistin’de ölen Müslümanlar için gıyabi cenaze namazı kılınmasını kaç kere takip ettim; sayısını hatırlamıyorum bile.

Bilirsiniz, gıyabi namaz bazen Diyanet’in atadığı imamla olur ya da cemaatten ağzı laf yapan bir hoca çıkar, namazı kıldırır.

Yıl galiba 2009…

İsrail yine Lübnan ve Gazze’yi adeta alev kapanına çevirmişti. Ben de muhabir olarak Ulucami’de Cuma namazı sonrası yapılacak protestoları izlemek ve görüntülemek için oradaydım. Çünkü Ulucami avlusu siyasal İslamcıların protestolar için sıkça kullandığı bir alan olmuştur.

Cemaat çıktı, kalabalık bir grup boş olan musalla taşına yöneldi ve saf tuttu. İçlerinden genç bir adam cemaate önderlik ederek başladı İsrail’e lanet yağdırmaya. Kafası öyle bir tülbent ya da bir kumaş parçası ile sarılmıştı ki ilk defa görüyordum; ne kavuk, ne takke, ne de sarıktı!

Dua ederken İsrail’in kahrolacağını öyle inanarak söylüyordu ki boynundaki damarlar çıkmıştı. Tükürükler saçarak avazı çıktığı kadar haykırıyordu.

Cemaat de gaza gelmişti, içlerinde gözyaşı dökenler bile vardı. Duanın bir yerinde Allah’a yalvarırken şöyle bir cümle kurdu: ‘Allah’ım sen bize Selahattin Eyyubi’ler yolla.’

Böyle deyince beni bir gülme tuttu. Tepki çekmemek için arkamı döndüm ve biraz uzaklaştım. Yani bu garip adam sanıyordu ki Selahattin Eyyubi kılıcı çekmiş, 300 bin adamı arkasına almış ve Kudüs’ü kurtarmıştı. Yani bu duayı edenlerden kimse çıkıp Selahattin Eyyubi askerliğinin yanında matematikçiydi, astronomdu, ayrıca doktordu yani zamanın ötesinde ufku olan bir adamdı demedi.

İşte her şeyi şiddet ile çözebileceğini sananların yanılgısıdır bu söylemler. Çünkü bu insanlar evrim teorisine, bilime, matematiğe, tarihe inanmazlar. Ateş ederek her şeyi çözeceğini sanırlar.

Dün Hamas da bunu yaptı. Yaktı, yıktı, sivil çocukları öldürdü. Öyle gözü döndü ki kendisine havlayan köpekleri bile vurdu.

Bugün onların yaptığı eylemi gerekçe gösteren İsrail adeta kana doymaz bir vampir gibi saldırıyor. Birleşmiş Milletler’in ABD’nin, AB’nin, Rusya’nın sesi çıkmıyor. Türkiye’de de o eski ‘Eeeyyyy’ sesi duyulmuyor.

İsrail, bilime, eğitime önem verdiği için koskoca Arap denizinin ortasında 10 milyonluk nüfusu ile yakıp yıkabiliyor. Çölün ortasında bir devletken Türkiye’nin tarım ihracatının katbekat fazlası bir hacme sahip. Sen çıkıp musalla taşının dibinde onlara lanet yağdırırken onlar Nobel üzerine Nobel alıyor.

Sen her şeyi Allah’tan beklerken, onlar Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Lübnan’ı, Suriye’yi ateş topuna çevirebiliyor.

Sen Kur’an’ın ilk kelimesini bile görmezden gelirken İsrail bu yüzden sana ateş yağdırabiliyor.

Bugün Cuma…

Yine birileri çıkacak, yine lanet yağdıracak ama emin olun İsrail’e hiçbir şey olmayacak ama bu cahillikle devam edilirse Allah daha ne belalar yollayacak…