Timuçin Mert’in ardından

Timuçin Mert’in ardından

Uzun zaman olmuştu, Timuçin Ağabey’i görmeyeli.

Zaten uzun da bir zaman olmuştu, kendi derdime düşeli.

Cumartesi akşamı sosyal medya hesabımdan, bir arkadaşının Timuçin Ağabey’i ziyaretini, kendisinin bir bakımevi bünyesinde kaldığını ve amansız bir hastalığına yakalandığını öğrendim.

Hemen telefonu kaldırıp, saatin geç oluşuna aldırış etmeden, Yeniçağ Gazetesi İcra Kurulu Başkanı, Sayın Ahmet Yabuloğlu’nu arayarak, Timuçin Ağabey hakkında bilgi aldım.

Kendisinin hasta olduğunu ve uzun süredir bakımevinde kaldığını söyledi.

Buna karşılık; haftaiçi İstanbul’a gideceğimi ve giderken kendisine uğrayacağımı söyledim.

Ahmet Yabuloğlu’da; bunun Timuçin Ağabey’e moral olacağını söyleyip, karşılıklı iyi dileklerde bulunup, telefonlarımızı kapattık.

Çarşamba günü kendisinin yanına gidip, hâlini-hatrını soracak, olabilirsem de moral olacaktım…

Ta ki az Oğuzhan Cengiz Ağabey’in sosyal medyada taziye mesajını görene kadar…

Ah be Timuçin Ağabey, nasip olmadı seninle son bir defa daha görüşmek.

Senden az bir zaman evvel, mesai arkadaşın, yürüyen kütüphane, Muhittin Nalbantoğlu Ağabey de yürümüştü sonsuzluğa.

Evvel gidenlere bizden selâm et, Ağabey…

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, Başbuğ Alparslan Türkeş’e, Muhittin Nalbantoğlu’na ve cümle erenlere…

Başımız sağ olsun.

Gazeteci-Yazar, Sayın Ağabey’im Timuçin Mert; Rahmet-i Rahman’a kavuştu.

Rahmet yağsın üzerine.

Buluşmamız kaldı, ebedi âleme…

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Gemi

Gemi

Ağustos ayının son günleriydi…

Ailecek küçük bir tatil için Antalya’nın yolunu tuttuk. Boğucu sıcakta Antalya’dan Kemer’e geçerken, nem denizin üzerinde adeta bir sis bulutu oluşturmuştu…

Sisler içerisindeki denizin ortasında, etrafı şamandıralarla çevrilmiş, hücumbotların etrafında devriye gezdiği o devasa gemiyi gördüm.

Otomobilimi kenara çekip dakikalarca seyrettim. Çünkü ilk defa bir uçak gemisi görüyordum. Hemen, dün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ABD uçak gemisinin İsrail’de ne işi var?’ sorusunun benzeri benim de aklıma geldi: Antalya’da bu geminin ne işi vardı?

Google’a bakınca geminin dünyanın en büyük uçak gemisi olduğunu ve isminin ABD eski başkanlarından Gerald Ford’dan geldiğini öğrendim. Abartısız, içerisinde bir ordu taşıyan bu gemi neden Antalya’da demirliydi?

Hatta karşıma çıkan bir haberde bizim F-16’ların gemiyi selamlaması detayı dikkatimi çekti. Ayrıca yandaş basının bas bas bağırdığı gibi burası Dedeağaç Limanı değildi ki ABD neden yığınak yapsındı?

Aradan 2.5 ay geçti…

Sonra bir de baktık, bir sabah Hamas, Gazze’den ‘Aksa Tufanı’ adı altında bir hareket başlatmış…

İsrail’deki festivalde sivilleri dünyanın gözü önünde kurşuna diziyor, cesetlerini yerlerde sürüklüyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’in efsane propaganda bakanı Joseph Goebbels mezarından çıksa, İsrail ve ABD’nin eline böyle büyük bir propaganda malzemesi veremezdi.

İsrail ateş altında kalınca ABD hemen gemilerini İsrail’e destek için bölgeye yollama kararı almıştı. Ne tesadüf ki giden gemi 2.5 ay önce Antalya’da demirli Gerald Ford’du.

Şimdi yandaş ve İslamcı basın ‘ABD gemilerinin katil İsrail’e nasıl destek verdiklerini’ ağız dolusu küfürler ile eleştiriyor.

Buradan bu arkadaşlara sesleniyorum:

Sizin ağabeyleriniz, TBMM Başkanı yaptığınız akıl hocalarınız, 1960’ların sonunda o gemilere karşı secdede durup, arkasından ‘Bağımsız Türkiye, go home Yankee’  sloganları atan solcu çocukları katletmeseydi; arkasından tekbir ile karşıladığınız siyasileriniz o gençleri asıp arkasından soğuk savaşın bir cilvesi demeseydi; 12 Eylül’ün ardından solcularla mücadele adı altında sırtınızı ABD’nin yeşil kuşak projesine dayamasaydınız…

Bugün o gemiler salına salına Antalya’dan İsrail’e desteğe gidebilir miydi?

Alan Başkanlığına ışıltılı ambalaj

Alan Başkanlığına ışıltılı ambalaj

Pazarlama sektörü iyi bilir ki, bir ürünün albenisi ambalajındadır.

Etiket ne kadar janjanlı olursa, üzerindeki bilgilendirme yazılarında ne kadar insanı etkileyen kelimeler kullanılırsa, içerik ne kadar yararlı gibi gösterilirse ve başlık ne kadar milli manevi duygulara hitap ederse ürünü o kadar iyi pazarlarsınız.

Pazarlamanın bir adım ötesi satışın devamlılığını sağlamaktır. İşte burada işin içine sattığınız ürünün ambalajı ile uyum içinde olması, ambalajda sunduğunuzu, vadettiğiniz özellikleri içinde barındırıyor olması, hasılı kelam memnuniyet düzeyinin iyi olması gerekir.

Böylelikle ürününüz ambalajı ile göze çarpar, sloganı ile etkiler, memnuniyet düzeyi ile satışının devamlılığını sağlar…

Hey gidi hey…

Halkla ilişkiler bölümü okurken öğrendiklerimden bu kadar faydalanacağımı hiç düşünmemiştim doğrusu…

Gelelim bu kadim bilgilerin bugünkü yazımızla olan bağlantısına…

Bir süre önce de değindiğim ülkemiz gerçekliğini Bursa’nın en önemli sıkıntılarından birine bağlama gayreti ile oturdum bu kez yazı masasına…

Efendim malumunuz kamunun sağlık ve eğitim gibi çok maliyetli alanlardan elini eteğini çekme yönünde gayretkeş bir çabası var. Önce özel hastanelerin ve özel okulların tercih edilmesine yönelik devletin destekleri ile gözümüzü boyayıp, elbette özel kurumların ambalajı ile dikkatlerimizi çekip, içerik ile de bizleri devamlı alıcı haline getirdikten sonra, şimdi içi boşalmış sağlık kurumlarına gitmemizi anlamsızlaştırırken bu işi sağlıkta başardıklarını söyleyebilirim.

Eğitim konusunda da durumumuz pek farklı değil. Çocukları imam hatipler ile meslek okulları arasına sıkıştırmaya çalışan, mahallesindeki okula bile öğrencisini yazdıramayan veli gurupları yaratan sistem biraz hali vakti yerinde olanı özel okullara doğru iter hale geldi.

Tüm bunlar olurken ürün satışının devamlılığı artık önemini kaybettiğinden, devlet desteklerinin hem hastaların hem de velilerin üzerinden ilini ayağını çektiğini hatırlamak önemli.

Bahsettiğim ambalajla kandırma meselesini tüm kabul görmesini istedikleri, asla pes etmeye niyetli olmadıkları, iyi kazanç sağlayacağına inandıkları alanlarda uyguluyorlar hükümet olarak.

Bu kez konu Bursa için Uludağ Alan Başkanlığı

Eski kabineden bakanlık görevini sürdüren iki bakandan biri olan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, şehrimizi ziyaretinde ‘Uludağ’ı tekrar ışıltılı günlerine döndüreceğiz’ demiş…

Ne güzel bir ambalaj…

İçinde ışıltı var, eskiye özlem var, ihtişamı anımsatan tınılar var…

Bu işin yapılmasının da tek bir yöntemi var, Alan Başkanlığı!

Uludağ işleyişinde bir karmaşa mevcut olduğu iddiasıyla çıkılan yolda, bölgenin nasıl bir tahribata uğrayabileceğine yönelik endişeler bakiyken ve şehrin tüm dinamikleri Alan Başkanlığı kavramına karşıyken, 1’inci ve 2’nci Oteller Bölgesi’ni gezen Bakan Ersoy, sektör temsilcileriyle bir araya gelerek;

“Uludağ alanında, farklı kurumlara tanınmış idari yetkilerden kaynaklanan yetki karmaşası, ziyaretçiler ve yatırımcılar açısından çok uzun ve ağır bürokratik süreçlerin yaşanmasının artık sonuna gelindi” müjdesini verdi.

Alan Başkanlığına karşı yapılan eylemlerle aynı gün otel sahiplerinin de düzenlediği bir toplantı olmuş ve o toplantıda otel sahipleri daha önce verilen, sonra ise iptal edilen üç otel ruhsatının geri verilmesi taleplerini yinelemişti.

Şimdi Bakan Ersoy’un müjdelediği; ‘Uludağ alan planlarının hazırlanması amacıyla, öncelikle doğal ve çevresel değerlerin korunmasına yönelik etüt çalışmaları başta olmak üzere, gerekli projelendirme, araştırma ve incelemelere ilişkin çalışmalar…’ kısmında bu otel ruhsatlarının iadesi gündeme gelecek mi merak ediyorum.

Işıltısına diyecek olmayan Alan Başkanlığı ambalajı ile çok önemli bir merkez olduğu bir kez daha kabul edilen ve hak ettiği yerde olmadığına da dikkat çekilen Uludağ için Kültür ve Turizm Bakanlığı da yatırımlara destek verecekmiş.

Pek güzel, pek ala…

İnsan merak ediyor tabi ‘Uludağ var olan değerini niye kaybetti, buna neden göz yumuldu?’ diye…

Bir de şunu merak ediyorum, tıpkı özelleştirilmeye itilen eğitim ve sağlık politikaları gibi ambalajı kaldırdığımızda uğradığımız ciddi kayıpları Uludağ konusunda ne zaman göreceğiz acaba…

İçimizdeki İsrailliler

İçimizdeki İsrailliler

Gözü dönmüş azgın bir azınlığın yaptığı vahşet ve saçtığı dehşet nasıl anlatılır bilmiyorum.

Gerçi insanlık tarihi böyle bir barbarlığı ve vahşeti daha önce gördü mü onu da bilmiyorum.

Amerika’nın Afganistan’da, Irak’ta ve Vietnam’da yaptıkları, Fransa’nın Tunus, Cezayir ve diğer Afrika ülkelerinde yaptıkları, Çin’in Uzak Doğu’da yaptığı katliamlar ve uygar (!) diğer Avrupa ülkelerin yaptıkları, birbirinden acımasız soykırımlar.

Affa sığınarak söylemek gerekirse peygamberlerin bile ıslah edemediği bir topluluktan da başka ne beklenirdi ki!

Dünyanın gözü önünde yıllarca mazlum ve masum insanları kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden hunharca katleden işgalci bir terör devletiyle dünya karşı karşıya.

Son yıllarda tarih kitaplarında bile görmediğimiz bir vahşetle karşı karşıyayız.

İSRAİL, GAZZE ŞERİDİ’NE DÜZENLEDİĞİ BOMBARDIMANDA 6 CAMİYİ YIKTI. (MUHAMMED RABAH/GAZZE-İHA)
İsrail, Gazze Şeridi’ne düzenlediği bombardımanda 6 camiyi yıktı.

Son bir yıl içerisinde binden fazla Filistinli’yi katledip binlerce evi zorla işgal edeceksin, defalarca üzerlerine misket bombası atacaksın ve tüm bunlar yetmezmiş gibi insanları evine hapsedip nisbet edercesine bu insanların karşısında rock festivali yapacaksın ve herkesin buna sessiz kalmasını bekleyeceksin.

Yaptığın onca zulmün milyonda birine maruz kalınca da dünyaya duyar kasacaksın.

Men dakka dükka…

Mahzun coğrafyanın üzerinden eksik etmediğin ölüm nitekim seni de buldu.

Ve anlaşılan o ki bu ölüm ve korkusu artık asla üzerinden eksik olmayacak.

Ahmed Yasin ve arkadaşlarının yaktığı intifada ateşi o topraklarda İsrail diye bir devlet kalmayana kadar devam edecek.

İki gündür havadan, karadan ve denizden ablukaya alınan Filistin’de durum içler acısı. Daha acısı ise sözde müslümanların durumu.

Düşman düşmanlığını elbette yapıyor ve en ufak bir olayda tek vücut halini alıyor. Küfür tek millet oluyor, peki müslümanlar neyi bekliyor hala?

Milyarlarca müslümanın yaşadığı dünyada hala Ebabillerden medet umuluyorsa çok da fazla söze gerek yok aslında.

Yıllar önce felçli haliyle ümmete mektup yazan Şeyh Ahmed Yasin’in bugünlere ışık tutan mektubunu her bilinçli müslümanın okuması gerektiğini bugün daha iyi anlıyorum.

“Bu ümmet utanmaz mı?” diye niye başlar bir mektup sorusunun cevabını bugün buluyorum zihnimde.

“İçimizdeki İrlandalı” tabirini yıllarca duyduk iç politikada. Son iki üç gün öğrendik ki içimizde sadece İrlandalı yokmuş, pek çok İsrailli de varmış.

Sosyal medyada kendini sevgi pıtırcığı olarak gören utanmaz sayısı pek de azımsanmayacak sayıda. Anlaşılan o ki İsrail lobisinin en güçlü olduğu ülkelerin başında ülkemiz geliyor. BOP için Türkiye’nin önemini de burdan anlamak mümkün.

Bu kadar olumsuzluğa rağmen sevindirici şeyler de yok değil. Filistin mücadelesine ilk günden sahip çıkan ve geri adım atmayan ülke yine Türkiye. Rabbim Türkiye gibi Filistin’in yanında duran ülkelerin sayısını ve gücünü artırsın yoksa dünyanın bir çok yeri Filistin olmaya aday.

İSRAİL, GAZZE ŞERİDİ’NE DÜZENLEDİĞİ BOMBARDIMANDA 6 CAMİYİ YIKTI. (MUHAMMED RABAH/GAZZE-İHA)
İsrail, Gazze Şeridi’ne düzenlediği bombardımanda 6 camiyi yıktı.

Bugünlerde Filistin’de mücadele eden masum çocuk, yaşlı, genç, kadınlarımızın büyük ölümlerini duyuyoruz. Rabbim hepsinin şehadetini kabul eylesin.

Umarım bu savaş işgalci, bebek katili İsrail’in ve işbirlikçilerinin son çırpınışları olur. Rabbim müslümanların ve orada mücadele eden mücahitlerin ayaklarını sabit kılsın.

Elbet bir Selahaddin çıkacak ve Kudüs’ü tekrar özgür kılacak. O güne kadar Allah bizleri Filistin davasına yüz çevirenlerden ve aleyhine konuşanlardan etmesin.

Şairin dediği gibi Filistin bir sınav kağıdı, her mümin kulun önünde.

Sınavı kaybetmeyen müminlerden olma ümidiyle…

Vesselam…

Aradığınız aile hekimine 5 gün ulaşılamayacaktır!

Aradığınız aile hekimine 5 gün ulaşılamayacaktır!

Eğer siz de benim gibi raporlu ilaçlarınızı yazdırmak üzere Aile Sağlığı Merkezlerinin yolunu tutmaya niyet ettiyseniz bugün itibarıyla, hiç boşa heveslenmeyin derim.

Aile Sağlığı Merkezleri önümüzdeki beş gün boyunca hasta bakmayacak!

Bu köşenin sıklıkla değinilen konularından olan sağlık çalışanlarına şiddet konusunda endaze iyice kaçtığından, en son bir sağlık ocağında üç doktor baygınlık geçirene kadar dayak yediğinden, sağlık ocaklarında çalışan doktorlar iş bırakma eylemi yapıyorlar.

Biliyorum ki, bu beş günlük süre boyunca benim gibi raporlu ilaçlarını yazdırma çabasında olan, hastalandığında uyulması gereken zinciri bozmamak adına ilk sağlık ocaklarına koşan, iğnesini yaptırmak, tansiyonunu ölçtürmek, okulda ya da evde küçük bir kaza geçirdikten sonra aile hekiminin kapısını çalmak isteyen herkes ‘Ama ben çok mağdur oldum şimdi…’ diyecek…

Gerçekten de çok mağdur olacağız…

Öyleyse bu mağduriyeti doktorumuzun haklarını korumak, doktorumuzun görevini yaparken can güvenliğinin tehdit altında olduğunu hissetmesinin önüne geçmek, sağlık hizmeti verilen her türlü kurumda öncelikle saygıyı öğrenmek için bir bileği taşı olarak kullanmalıyız…

İçinde bulunduğumuz garip yapıda devletin tüm kamucu politikalardan çekilme kararı verdiğini, bu geçiş sürecinde de adeta bir müşteri durumuna düşen hasta ile pazarlamacı konumuna yerleştirilen doktor, sağlık personeli ve hatta eczacıyı karşı karşıya bırakılarak; ‘sorunu aranızda halledin’ mantığının güdüldüğünü görmemiz şart.

Sistemin toptan değiştirilmeye çalışıldığını biz hastalar olarak fark edemezsek yakın bir gelecekte daha çok doktorsuz kalacağız…

*****

CHP’DE DEĞİŞİMCİLERİN RENGİ BELLİ OLUYOR

Seçimden bu yana başında ılgıt ılgıt değişim rüzgarları esen ana muhalefet partisi CHP’de olaylı bir İstanbul İl Başkanlığı Kongresi yapıldı. Seçimi az bir farkla da olsa değişimciler kazandı. Seçim öncesinde adayların konuşmaları ise ‘CHP’ye muhalefet ne gerek, her işini kendi başına gören bir parti olması hasebiyle CHP gerekirse kendi kendine en kıymetli isimlerini dahi yerden yere vurabilir ve seçmen sanki hiç görüp duymayacakmışçasına kıyasıya eleştirebilir’ dedirtti…

Bu saatten sonra CHP’liler İstanbullu seçmenden ne diyerek Ekrem İmamoğlu’na oy isteyecekler, hadi diyelim onlar oy istedi, ‘seçmen partililere bahsi olunan konuşmaları sormayacak mı’ diye bir sorgulama yapmak isterim, daha doğrusu örgütün bu sorgulamayı kendi içinde yaptığını belirtmek isterim.

Sosyal medyada ortalık harman yeri, bir savaş hemen sınırlarımızda veriliyorken bir savaş da CHP içinde değişimden taraf olanlarla olmayanlar arasında veriliyor…

İstanbul Kongresinin, kurultay öncesinde delegenin eğilimini açık biçimde okuyabilmek için çok şey ifade edileceği söyleniyordu. Sonuç bizi oraya mı götürecek bilmiyorum, ama biz Bursa’dan parti içinde değişimden yana olanlarla Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nu sonuna kadar destekleyenler arasındaki ayrımı net olarak gördük çok şükür.

Bu konuda rengi en belirsiz olan isim olan, dört dönemdir CHP’nin meclis sıralarındaki yerini alan Bursa vekili Nurhayat Altaca Kayışoğlu da sonunda değişimcilerden yana tutum takındığını sosyal medya hesabından Özgür Çelik’in zaferini paylaşarak duyurmuş oldu.

Şimdiye kadar takip ettiğim kongrelerin hiçbirinde aktif rol aldığını görmediğim, aslında kürsü konuşmalarına çok hakim olmasına rağmen bir süredir sessizliğini koruduğunu fark ettiğim Kayışoğlu’nun Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz gibi Veli Ağbaba ekibine yakın olduğu bilinen bir gerçek. Bahsettiğim ekibin değişim taraftarı ilk adımları atan isimler olması Kayışoğlu’nun kararında etkili olmuştur muhakkak…

Sadece milletvekilleri değil ilçe başkanları da artık renklerini açık açık ilan etmekte bir sakınca görmüyor.

Sorun şu ki, bu kez ilçe başkanı ne derse onu yapacak bir delege yapısından daha çok ‘sandık vicdanı’ denilen kavramın üzerinde şekillenecek bir seçim atmosferi var parti içinde.

Bir de ‘bu saatten sonra CHP nasıl toparlanır da yerel seçimlere hazırlanır’ sorusu dönüyor kafalarda…

Oysa seçim sonuçlarının açıklandığı ilk akşam, yapılan ilk genel başkan konuşmasında, süreci özetleyen ve teşekkür eden bir tutumla birlikte, kongre sürecinin başladığı ve bundan sonra koltuğun farklı bir sahibinin olması gerektiği vurgulansa böyle mi olurdu?

 

 

ÇEDES Bursa’da!

ÇEDES Bursa’da!

‘Ülkenin en sorunlu alanlarını sayın’ desem bir solukta vereceğiniz cevapları kestirebiliyorum; eğitim, adalet, sağlık!

Yıllardır üzerinde derin bir algı çalışması yürütülerek, devletin bir yandan üzerinden atmaya çalıştığı diğer yandan kendi istediği tarikatvari yapıların kucağına terk ettiği en önemli alanla ilgili yazmak istiyorum bugün.

Eğitim!

Her bakan değişikliğinde toptan sistem değişikliğine gidilen, bir yandan velilerin diğer yandan öğrencilerin, en son da öğretmenlerin kafasını karıştıran, bunlar yetmiyormuş gibi özelleştirmeye doğru sürekli itilen, devletin elinde kalan bölümü de sistematik bir biçimde laik ve kamusal eğitim kavramlarından uzaklaşılarak adeta tahrip edilen eğitim sisteminde son noktaya geldik…

Daha önce de çeşitli vesilelerle kaleme aldığım, bir tehlike olduğunun altını ısrarla çizdiğim, kısa adı ÇEDES, uzun adı Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum Protokolü olan uygulama Bursa’ya da geliyor!

Bursa Laik Kamusal Eğitim Platformu BULKEP tarafından ÇEDES Protokolüne ilişkin bilgilendirme ve karşı mücadele yürütmek üzere yapılan planlama toplantısında CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’ü, CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ı, CHP Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten’i görmek hayli umut vericiydi benim için.

Bir süredir gözlüyorum ve takip ettiğim toplantılardaki katılımlardan da şöyle bir sonuca varıyorum; CHP en azından Bursa’da duracağı yeri nihayet buldu ve cumhuriyet değerlerinin korunması üzerine halkçı politikaların yanında yerini almaya başladı.

İşin siyaset kısmı sadece bu kadar, çünkü benim için önemli olan eğitimdeki renk değişikliğini ortaya koymak.

Önce ÇEDES projesi biz velilerin önüne nasıl gelecek bunu aktarmak istiyorum size;

‘ÇEDES Projesinin amacı “Öğrencilerimizin millî, manevi, ahlaki, insani ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan, geliştiren ve kendi yaşantılarında inşa eden fertler olmalarına, çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen, bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı, aklı selim, kalbi selim ve zevki selim sahibi, bedensel ve sosyal bakımdan dengeli bireyler olarak yetişmelerine katkı sağlamak” olarak ifade edilmektedir.’

Yukarıda okuduğunuz paragraf ne kadar da çocuğun kişisel ve sosyal gelişimine odaklı, günümüz gencini yetiştirmede aileye yardımcı bir proje gibi duruyor değil mi?

Ama işin aslı hiç öyle değil!

Tıpkı çevreyi güzelleştireceğiz diye başladıkları inşaat projeleri gibi, tıpkı doğayı koruyacağız diye başladıkları ‘Alan başkanlığı’ görevlendirmeleri gibi, tıpkı ‘Ben ekonomistim’ diyerek başladıkları ilginç ekonomi politikaları ile dünyayı bile şaşkına uğratarak hepimizi fakirleştirdikleri gibi bu proje de ambalajı süslü ve iyi niyet taşları ile döşenmiş bir eğitim cehenneminin kapısına götürüyor bizi!

Tüm bu sözleri sarf etmemin de nedenleri var elbette…

Konuya açıklık getirmek için kısa bir özet geçen Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy;

“Gerici kuşatma son 20 yılda hız kazandı ve eğitim alanında büyük saldırılar yapıldı. Program, mevzuat ve müfredat değişiklikleriyle adım adım yayılan gericiliğin ortaya çıkardığı tablo; laik ve karma eğitimin tasfiyesidir. Uygulama mekanı sadece okullarda olmayacak ve tüm öğrencilerin bu protokol çerçevesinde belirlenen mekanlara gitmesinin önünde hiçbir yasal engel yok. Artık öğrencileri alabilirsiniz, Diyanet’in gençlik merkezlerine götürebilirsiniz. Çünkü değer öğreteceksiniz. Diyanet’in bir tarikat gibi yapılandığı ve şehrin neredeyse tamamına bir ağ gibi ulaştığı ofislerden bahsediyoruz. Burada öğrencilerden sorumlu abi ablaları da var. Onlarla birlikte bu mekanların tamamı protokolün içinde şu an yasal olarak öğrencilerin gideceği yerler arasında.” diyor.

Olay sadece okullara herhangi bir pedagojik formasyonu olmayan din görevlilerin girmesinin de ötesinde. Sözü edilen ‘abiler, ablalar’ da insana neler neler çağrıştırıyor değil mi?

Yeliz Toy, öğrencilerin doğrudan Diyanet tarafından tarikatlara teslim edileceğini ve bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevinin ise aracılık etmek ve projenin uygulanması için kolaylaştırıcı olmak olduğunu söylüyor!

ÇEDES uygulamasının yasalarla bağdaşmayan pek çok tarafı olduğundan uygulamanın şehrine geldiğini haber alan pek çok kesim suç duyurusunda bulunup konuyu yargıya taşıyor. Bursa için de aynı gelişmeler söz konusu olacak.

İşe yarayacak mı?

Bunu bekleyip göreceğiz…

Biz velilere hitaben konuyu toparlamaya çalışacağım…

Mevcut durumun atanamamış öğretmenlerin haklarına tecavüz olmasını es geçersek, herkesin çocuğuna istediği biçimde ülke ve din değerlerini aktarma özgürlüğü elbette vardır. Fakat bunun yeri asla okul değildir. Hem dini inanışlar açısından hem de çeşitli millet ve kimlikleri barındırması nedeniyle son derece kozmopolit bir yapıdaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, laik bir hukuk devleti olmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Bu ülke ancak laiklik ve hukuk devleti olma temellerine sıkı sıkıya tutunursa ve demokrasiden şaşmazsa sağlıklı bir biçimde ayakta kalabilir. Bahsettiğimiz sadece eğitimin laiklikten kopması değil, devletin de laiklikten kopmasıdır.

Çocuklarımızın ve onlarla birlikte bizlerin son derece tehlikeli bir yola sokulmaya çalışıldığını hatırlayarak, çocuklarımıza gereken değerler eğitimini en iyi verebilecek kurumun aile olduğu bilincinden uzaklaşmadan meseleye yaklaşmanın önemine bir kez daha dikkat çekmek istiyorum!

Sarsılıyoruz, dik duralım…

İYİ Parti Yıldırım’da ilk aday çıktı

İYİ Parti Yıldırım’da ilk aday çıktı

Önümüzdeki yıl mart sonunda yapılacak yerel seçim öncesi partiler çalışmalarını sürdürürken aday adayları da ortaya çıkmaya başladı.

Hali hazırda İYİ Parti Yıldırım Belediye Meclis Üyesi olan Ferit Gürsoy, pazar günü gerçekleştireceği basın açıklaması ile Yıldırım Belediye Başkan Aday Adaylığını açıklayacak.

Bu sebepten kendisini dün Norm Haber’de konuk ettik. Uzun ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik…

Gürsoy, meclis üyeliği kimliğinin de verdiği avantajla ilçe sorunlarına hakim, çözüm önerilerinin de cebinde olduğunu söyledi.

Yıldırım’ın dönüşümden trafiğe, eğitimden sosyal hayata köklü dönüşümlere ihtiyacı olduğunu ve gerekli tüm hamleleri gerçekleştirebilecek deneyimin de cesaretin de kendisinde olduğunu ifade etti.

Hayatımın yaklaşık 27-28 senesini Yıldırım’da geçirdim.

Çocukluğum Teyyareci Mehmet Ali Caddesi’nin sıkışık trafiğinin ortasında ve bitişik nizam binaların arasında geçti.

Yıldırım, düşük yüzölçümüne rağmen hayli kalabalık bir nüfusu içinde barındırıyor.

Düzensiz kentleşme, yeşil alan eksikliği, kültürel faaliyetlerin çok az oluşu ve gün geçtikçe artan göç problemi, Yıldırım’ı deyim yerindeyse ‘şehrin ortasında sürgün yeri’ haline sokuyor.

Belediyecilik anlamında doğru işler yapılsa da eksiklerin olduğu muhakkak.

İşte tam bu noktada Ferit Gürsoy, söz konusu eksikleri bildiğini ve işe koyulmak için hazır olduğunu, iddiasını ortaya koyarak anlattı.

Siyaseti ötekileştirmeden, kırmadan yaptığını ve seçilmiş belediye başkanının ‘partisiz’ olması gerektiğinin altını çizdi.

Yetiş Ferit’ lakabını siyasi slogan haline getiren ve tespit ettiği sorunların kısa sürede çözülebileceğini dile getiren Gürsoy, yola çıkış öyküsünün detaylarını pazar günü anlatacak.

2019 Yerel Seçimleri’nde Yıldırım’da CHP, Sosyal Güvenlik Uzmanı Özgür Erdursun’u aday göstermiş, ittifak gereği İYİ Parti de Erdursun’a destek vermişti. Erdursun yüzde 38 oy alırken AK Partili rakibi Oktay Yılmaz, yüzde 56 ile belediye başkanı seçilmişti.

İYİ Parti Yıldırım’da ilk kez belediyecilik için halkın karşısına çıkıyor.

2002’den bu yana AK Parti’nin her seçimde birinci parti çıktığı ilçede 10 sene sonra bir sağ parti AK Parti’nin rakibi olarak seçmenle buluşacak, projelerini anlatacak.

Mayıs 2023 Seçimleri’nden sonra ağır yara alan İYİ Parti, toparlanmak ve Genel Başkan Akşener’in tabiri ile ‘kaç kilo olduğunu’ görmek için yerel seçimlere tek başına girmeye hazırlanıyor.

Sağ seçmenin ağırlıkta olduğu Yıldırım da İYİ Parti’nin kazanma hedefi koyduğu ilçelerin başında gelenlerden. Kaldı ki pazartesi günü ‘Normal Sorular’ programında konuk ettiğim İYİ Parti Bursa İl Başkanı Dr. Mehmet Hasanoğlu da yönelttiğim bir soru üzerinde bugün seçime gidilse İYİ Parti’nin Bursa’da en az 3-4 ilçeyi kazanabileceğini dile getirmişti.

AK Parti ve CHP’de henüz hamleler netleşmemişken Ferit Gürsoy İYİ Parti adına yola erken çıkan isimlerden.

Bu yolculuğun nasıl noktalanacağını hep birlikte göreceğiz.

Ancak şunu şimdiden söylemek mümkün: Bursa’da kıran kırana bir seçim yarışı bizleri bekliyor…

‘Yetiş Ferit’ yola çıkıyor

‘Yetiş Ferit’ yola çıkıyor

Uzun zamandır üzerinde yazmadığım ilçelerden Yıldırım bugünün gündemini doldurup taşırdı benim için. İlk olarak elini çabuk tutup ‘Erken kalkan yol alır’ atasözünün verdiği ilhamla İYİ Parti Yıldırım Belediye Başkanlığı makamına aday adayı olduğunu açıklamaya hazırlanan İYİ Parti Yıldırım Belediye Meclis Üyesi Ferit Gürsoy geldi ziyaretimize.

Hem meclis üyeliğinden hem de siyaseten tanıdığım isimlerden, hoş sohbet, içinde bulunduğu konulara hakim olmak ve çözüm üretmek konusunda gayretli bir isimdir Ferit Gürsoy. Hasılı kelam, Yıldırım İlçesi’nin ihtiyaç duyduğu renkte ve dokuda bir siyasetçidir. Belediye Meclis Üyeliği sürecinde pek çok kişiye dokunmuş olması da cabası elbette.

Benim Meclis Üyeliği görevi sona erdikten sonra bir süre dinleneceğini düşündüğüm Gürsoy, Yıldırım İlçesi’nin kanaat önderlerinin ‘Yetiş Ferit’ demesiyle yepyeni bir yola çıkma kararı almış.

Sloganı da lakabıyla aynı, ‘Yıldırım’a yetiş Ferit…

Çaylı kahveli uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Sorunları, çözüm önerilerini bir bir dinledik. Heybe dolu olunca söylenecek söz de çok oluyor haliyle…

İşin bu kısmını ayrı bir yazıda değerlendirmek üzere rafa kaldırmadan önce eğitimden trafiğe, sağlıktan mülkiyet sorunuyla hemhal olmuş kentsel dönüşüm meselesine kadar pek çok noktaya parmak bastığımızı vurgulamak isterim.

Özetle şöyle diyebilirim, Yıldırım İlçesi’nin siyaset dilini ve çehresini değiştirmeye aday Gürsoy, üç şey için şimdiden söz veriyor:

‘Karalama politikası gütmeyeceğim, yiğidin hakkını yiğide vererek daha iyisini yapmak için çabalayacağım, sorunları görmezden gelerek kendi kendine çözülmesini beklemek yerine taşın altına elimi cesurca koyacağım.’

Yıldırım’ın da en çok ihtiyaç duyduğu şey aslında cesur politik kararlarla topyekün bir değişime gitmek değil mi…

PLAN GÜZEL DE YER YANLIŞ

Yıldırım’da değişim demişken İnşaat Mühendisleri Odası’nın karşı durduğu, daha doğrusu konumu itibariyle itiraz konusu yaptığı bir projeyi de es geçmemek lazım…

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi’nden gelen açıklamada, hali hazırda ciddi bir otopark sorunu bulunan ve trafiğin en sıkışık olduğu lokasyonlardan Ankara Yolu üzerindeki Karayolları 14. Bölge Müdürlüğü ile Tapu ve Kadastro 4. Bölge Müdürlüğü arasındaki bölgedeki 21 bin metrekarelik alana yapılması planlanan, Duaçınarı Kültür Merkezi’nin yapılmasına yönelik eleştiriler mevcut.

İMO Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ülkü Küçükkayalar, yaptığı yazılı açıklamada;

Yer seçimi son derece yanlış. Merkez, bölgeyi trafik, özellikle de otopark konusunda iyice içinden çıkılmaz hale getirecek bir uygulama olacaktır. Kaldı ki Yıldırım merkezde yeşil alan, park ve afet acil durum toplanma alanları yönünden de sıkıntılıdır. Göç ve nüfus yoğunluğu düşünüldüğünde bu sıkıntı ileride hissedilir şekilde artacaktır. Barış Manço Kültür Merkezi’ni yıllardır efektif kullanamayan, son dönemde orada açılan kütüphane ile biraz olsun canlanan ilçede aynı kategoride, üstelik cadde boyuna böylesi devasa bir merkez kamu yatırımları açısından ne kadar verimlidir?” sorusunu sordu.

Son derece yerinde bir soru bu, zira 5 büyük merkez ilçesinin tapu işlerinin görüldüğü bir tapu merkezi zaten yeterince ulaşım ve otopark sorunu yaratıyorken, buna birde Karayolları 14. Bölge Müdürlüğü’nden iş makinesi taşıyan tırların caddeye çıkış manevraları da eklenince, trafik işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor oralarda.

Yıldırım, bu derdine derman beklerken, yapılması planlanan 850 kişilik salon, 300 kişilik seminer salonu, 250 kişilik iki adet nikah salonu, 2 bin metrekarelik ticaret alanı, 400 araçlık otopark, kütüphane, fuaye alanı ve idari birimler ile yeni ve daha büyük sirkülasyonlu bir merkezin açılması trafiğin pençesinde can çekişen, üstüne bir de ulaşım sorunu yaşayan Bursa’da yaranın üzerine tuz basmak gibi olur ancak.

İMO Başkanı Ülkü Küçükkayalar’ın bir sorusu da var Yıldırım Belediyesine;

“Söz konusu uygulamalarda, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı Ulaşım Dairesi Başkanlığından görüş alınması zorunludur. Yapı kullanma izni alındıktan sonra otopark yerleri plan ve bu yönetmelik hükümlerine aykırı olarak başka amaçlara tahsis edilemez. İdareler, bina otoparklarının kullanımını engelleyici her türlü ihlalleri önlemekle yetkili ve görevlidirler. Aksi uygulamalarda 3194 sayılı Kanunun ilgili hükümleri uygulanır!” kararı gereği Yıldırım Belediyesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden görüş almış bulunmakta mıdır? Görüş alınmış ise bu görüşü kamuoyu ile paylaşılması gerekmez mi?”

Doğrusu nasıl bir ulaşım planlaması yapılarak bu yoğunluğun içine kendine has ayrı bir yoğunluk taşıyacak bu tesisin kurulması izninin verildiğini ben de merak ediyorum.

Tüm bu yazdıklarımdan merkezin yapımına karşı olduğum sonucu çıkmasın lütfen. Bugün yaptığımız sohbetlerin içinde ana fikir olarak, Yıldırım’ın adeta kaderine terk edilmiş, merkez ilçe konumunda bulunan, ama nedense kırsal muamelesi gören yapısından kurtulmasının hem bölgede yaşayanlar hem de Bursa için çok önemli olduğunun altını çizdik defalarca.

Elbette sosyalleşme adına yapılacak her türlü tesis ve yeşil alan bölgenin daha canlı hale gelmesine vesile olacaktır.

Fakat kabul etmek gerekiyor ki, yer seçimi trafik açısından düşünüldüğünde hayli yanlış. Bizim maksadımız kaş yapalım derken göz çıkarmanın önüne geçmek ve mümkünse yol yakınken böyle bir tesisi ulaşımı felç etmeyeceği daha uygun bir lokasyona taşımak olabilir ancak…

 

 

 

 

Bir küçük otel meselesi

Bir küçük otel meselesi

Son günlerde en çok konuştuğumuz konulardan biri Uludağ Kirazlıyayla Sanatoryum binasının Swissotel olarak açılması ve yapının Bursa Business School bölümünün tanıtımı oldu.

Biz basın mensupları da aramızda tartıştık bu konuyu. Ben tanıtıma davetli değildim, genelde olduğu gibi, ancak davetli olan meslektaşlarım, adeta kaderine terk edilmiş bir yapı olan Kirazlıyayla Sanatoryumundan bir şaheser ortaya çıktığı, Bursalıların da kullanımına uygun güzel bir yapı inşa edildiği kanaatinde birleşti çoğunlukla.

Bir önceki yazımda yer veremediğim, çünkü detaylarıyla aktarmak istediğim Bursa Su Kolektifi’nin açıklaması ile başka bir noktadan bakalım biz de bu güzelliği ile Bursa’yı büyüleyen yapıya…

1949 yılında öğretmen ailelerine bir dinlenme alanı olarak tasarlanan, ancak artan verem vakalarının tedavisinin daha öncelikli olması nedeniyle sanatoryuma dönüştürülen bina, 1979 yılında Uludağ Üniversitesi’ne devredilmiş ve 2000 yılında kapatılarak Tarım ve Orman Bakanlığına bırakılmış. Bakanlık 2014 yılında Bursa Orman Bölge Müdürlüğü kanalı ile BTSO’ya ihale etmiş ve binanın restore edilerek Yaşam Boyu Eğitim Merkezine dönüştürüleceği açıklanmış.

Bursa Su Kolektifi üyeleri BTSO’nun bölgede yaptığı çalışmaların sadece restorasyondan ibaret olmadığını, yapı alanının yüzde 150 yani iki buçuk kat artırıldığını iddia ediyor. Bu süreçte elbette ağaçlar kesilmiş, endemik türlere zarar verilmiş yine iddialara göre.

Hesap şöyle; 2019 yılında binaların çevresindeki 136 bin metrekarelik çemberin içinde kalan ağaçlar kesilmiş, alan duvarla çevrelenmiş

2023 yılının Haziran ayında maliyetlerdeki artış nedeniyle projeden vazgeçildiğine yönelik haberler yer aldı yine basında, hemen ardından anlaşılan bir tür devirle tesisin Bursa Business School olarak Swissotel markası altında kapılarını açacağı müjdesi verildi…

İşin içinde şöyle bir handikap var ve Bursa Su Kollektifi de bu handikaba dikkat çekerek diyor ki;

“Bu haliyle BTSO ihale sonucu kiraladığı mülkü başka bir şirkete kiraladı. Normal bir yurttaş kiraladığı bir yeri başkasına kiralayamaz. Devletin eğitim üssü olması için BTSO’ya makul bir fiyata kiraladığı mülk, kaç liraya kiralandı bilmiyoruz…”

Bilinen gerçeklik ise şöyle; gecelik ücretleri döviz cinsinden hesaplanan odaların şimdiki kura göre en ucuzu 8 bin 300 lira en pahalısı ise 22 bin 500 lira. Hakikaten Business School yani…

Kolay kolay Business, yani işletme sahibi olmadan böyle bir parayı ödeyip orada konaklayamazsınız!

Bir de otel alanında zaten bir helikopter pisti olduğu halde, tesis açılışına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılma ihtimali gözetilerek giriş kapısına daha yakın konumda bir pist oluşturulması ve bu pist oluşturulurken Milli Parklar Kanununa uygun hareket edilmemiş olması meselesi var.

İşin bu kısmını ‘ayrı sarıyorum’, burada Milli Parklar Müdürlüğü’nün BTSO’dan konuyla ilgili bir talepleri olduğuna yönelik bilgiler aldım yoğun olarak.

Ancak bizler, ‘Uludağ Milli Parklar Müdürlüğünün gözetiminde çok daha güvenlidir’ düşüncesi ile Alan Başkanlığına karşı çıkarken ve dağın endemik türlerinden, ağaç popülasyonuna kadar her türlü özelliğinin hassasiyetle korunması gerekliliğini sürekli vurgularken, karşı karşıya kaldığımız bu durum gerçekten hayret verici.

İşin bir diğer tarafına da bakmak gerekiyor elbette. Bursa basınının yapıyı beğenmesindeki en önemli etken Kirazlıyayla Sanatoryumunun uzun yıllar harabe biçimde, kullanılamaz halde kalması ve en azından şimdiki yapı ile kullanıma açılmış olmasıydı.

Sanırım buradaki tek kazanım da bu olmuş zaten…

Zaman zaman söylüyorum, ekonomi büyüdü de bana mı büyüdü sanki? Benim, yani sade vatandaşın durumu ya hep aynı kalıyor ya da geriye doğru gidiyor, kısacası ekonomi büyüyorsa biz sade vatandaşların sırtında büyüyor ve bu büyümeden yararlananlar da bize ekonomi büyüyor müjdesi veriyor.

Bu durum tam da ekonominin büyümesi gibi bir şey olmuş…

Dağda yeni bir yapı oluşturulmuş, çok güzel, albenili, hatta tanımlara göre ultra lüks…

Eeee… Benim gibi sade vatandaşa ne fayda?

Hatta zarar ettirmişsiniz bana…

Evime esecek rüzgarın kaynağı ağaçları kesmişsiniz, şu dünyada bir bedava hava kalmıştı, artık onun temizini de para vermeden bulamaz olduk…

Şehrimin dağını eşsiz bitki örtüsü ve hayvan popülasyonu için seviyordu turistler, siz onlara da zarar vermişsiniz…

Neden?

Dağa iş adamları gelsin diye mi? Dağda bir sürü otel var, yakın zamanda Sapanca’ya kaptırdığınız Uludağ Ekonomi Zirvesi’nin en şaşalı günlerini görmüş bir basın mensubu olarak böyle organizasyonları rahatlıkla yapacak yapıların dağdaki mevcudiyetini biliyorum çok şükür…

Aklıma takılan tek bir soru var ve bu sorunun yanıtını aldığımda tüm düğüm çözülecek gibi geliyor bana;

‘Bir binayı restore edip sade vatandaşın da yararlanabileceği eğitim merkezi olarak hazır hale getirmek için başlayan projeniz 9 yılda ne değişti de bir anda zengin iş adamlarına yönelik eğitimlerin de verileceği bir otel projesine dönüştü?’

Bursa Su Kolektifi tespit ettiği usulsüzlüklere yönelik bir dilekçe yazarak Uludağ Milli Parklar Müdürlüğüne ‘Bu talanı hangi kanuni gerekçeye dayanarak yaptınız?’ diye sormuş. Henüz yanıt alamamışlar.

“Bize şu plan değişikliği, şu sözleşmeler ile yaptık deseler bile yaptıklarını Milli Parklar Kanunu hükümlerini çiğneyerek nasıl gerçekleştirdiklerinin hesabını vermek zorundalar!” diye bitiyor açıklamaları…

Cumhurbaşkanının kullandığı araç sayısı sorulduğunda iki ay sonra Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı makamından ‘Yeteri kadar’ diye bir yanıt gelmişti hatırlarsınız.

Bu kez nasıl bir yanıt gelecek acaba…

TikTok imamları

TikTok imamları

Yazmasam da olurdu aslında ama artık insanı çileden çıkaran bir tavırları var.

Üzerlerinde cübbe sarıkla abuk sabuk konuşarak toplumun sinir uçları ile oynamaya bayılıyorlar.

Bunlardan bazıları bir de devlet memuru…

Kimlerden bahsettiğimi az çok anlamışınızdır.

Bunlar TikTok hocaları…

Kaç tane oldukları belli bile değil ama bazıları senin benim vergim ile maaş alan devlet memurları.

Bunlardan en sonuncusu Konya‘daki Tahir Büyükkörükçü Camii‘nde vaaz veren Seyfullah Akyiğit…

Bu kişi üşenmemiş, bir prodüksiyon ekibi kurmuş, kiralamış ya da eşten dosttan yardım almış. Teknik olarak reklam ajanlarında bulunan kameralar, dronelar ile vaazını çektiriyor.

Çünkü sosyal medyada bu yayınlanacak…

Tutarsa bu iş, sonra örnek aldığı imamlar gibi korumalarla, 15- 20 bin liralık kaşkoller ile gezecek.

Başlıyor minberde anlatmaya, bir insanın cenazesi nasıl mis gibi kokarmış, geri kalanınki nasıl kokarmış diye sıyırmaya!

Ama anlatımında dikkat çeken bir şey var: Olayı yaşamış değil; hep o anlatmış, o görmüş, o söylemiş.

Kardeşim sen Diyanet’in imamı değil misin?

Deprem sonrası insanların ölüleri dışarıda, kaldırımda yatarken sen durumdan vazife çıkarıp gidip defin çalışmalarında neden yer almadın?

Hem de Konya’dan küçük bir yolculukla deprem bölgesine ulaşacak mesafedesin.

Ama olur mu, minberden sallamak, devletten maaşı indirmek, daha sonra prodüksiyon ile vaaz verip şöyle olmuş böyle olmuş demek tabii ki çok daha basit.

Çünkü bu tipler hep fırsat kollar…

Yaşar Kemal’in ‘Yer Demir Gök Bakır’da ‘Evliyalar hep felaket sonrası ortaya çıkar’ dediği gibi bu hoca da mal bulmuş mağribi gibi fırsatı ganimet biliyor.

Yok onun cenazesi mis gibi kokuyormuş da falan, bir sürü zırva arka arkaya.

Peki hoca efendi, şimdi sen öldüğünde cenazeni bekletip, sonra gelip koklayıp, nasıl bir mümin olduğuna öyle mi karar vereceğiz?

Hatta narkotik ve bomba aramada kullanılan köpekleri eğitelim, kimin ne kadar Allah dostu olduğunu bize bildirsinler.

Bak, cübbe giyip sarık takıp zırvalar anlatan imam iyi dinle:

17 Ağustos Gölcük Depremi’nden birkaç gün sonraydı. Ben Akşam gazetesinde muhabirdim. Görevim gereği Gölcük Mezarlığına gittim. Hakkını teslim edeyim, İsmailağa Cemaatini gördüm orada. 28 Şubat kararlarının en sert uygulandığı günlerde mezarlıkta defin işlerini yapan askerlere canla başla yardım ediyorlardı.

Hava öyle sıcaktı ki…

Bu sırada bana su ve ekmek arası kavurma ikram ettiler. İkram geri çevrilmezdi. Kavurma öyle tuzluydu ki dilimi yakmıştı. Sonra anladım ki sıcakta kavurma bozulmasın diye bol tuz kullanmışlardı.

Ayrı dünyanın insanları olarak çok takdir etmiştim bu kişileri. Sohbete başladığımız esnada 20- 25 metre uzaklıktan bir kadın sesi duydum, oraya doğru yöneldim. Bir kadın üç küçük çocuğunu toprağa vermiş, evlatlarının başucunda ağlıyordu. Çocuklar, 6-8 yaşlarında idi. Kadın mezarlara sarılırken ağıt yakıyordu.

Okuduğunuz Kur’anları, duaları unutmayın’ diyerek ağlıyordu.

Kötü oldum, bir taşa oturdum, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Fotoğraf makinesini kaldıramadım bile. Birkaç dakika sonra oradan sessizce uzaklaştım.

Sonra o İsmailağa’dan Cübbeli Ahmet çıktı, deprem bölgesi için ‘Mevla depremde nereye vurdu? Faiz ve zina yuvalarını vurdu’ dedi.

O sözleri duyunca dehşete düştüm. O mezarlıkta üç yavrusunu kaybeden anne geldi aklıma birden…

O küçücük çocuklar ne günah işleyebilirlerdi ki?

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Mezarlıkta ya da deprem bölgesinde o tarikatın yaptıkları unutuldu. Onların sözcüsü gibi konuşan Cübbeli Ahmet’in o densiz cümleleri hala akıllarda.

Yani oturduğun yerden konuşmak çok kolay.

Bu Tiktok imamı da minberinden kalkıp bölgeye gelip çalışsaydı, orada canla başla çalışan imamların yaptıklarını anlatır, böyle saçma sapan hikayelerle meslektaşlarının çalışmalarına gölge düşürmezdi…

İtlaf değil, çözüm istiyorum…

İtlaf değil, çözüm istiyorum…

Bugün 4 Ekim Dünya Hayvan Koruma Günü…

Bugün benim de hayatımın bir parçası olan ve bu duyguyu yaşayabildiğim için çok şanslı olduğumu hissettiğim en kıymetli dostlarımdan birinin günü…

Bizimki gibi ülkelerde, daha insanlar hakları ile ilgili söz söyleme cesaretini bulamıyor, vatandaş olmaktan gelen kazanımlarını dahi savunamıyorken hayvan haklarından ve hayvanların korunmasından bahsetmek biraz ütopik gelse de kulağa, durum hiç de öyle değil aslında…

Bugünün benim için en kıymetli açıklamalarından birini yapan Bursa Veteriner Hekimler Odası Başkanı Melike Baysal ile yaptığımız tüm sohbetlerden çıkan ana fikir; dünya denilen habitatta aynı yaşamı paylaştığımız bitkilerin, hayvanların ve insanların sağlığı birbirinden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla hayvan popülasyonunun refahı insanlar için de vazgeçilmez bir gereksinimdir.

Oysa içinde bulunduğumuz süreçte hayvan refahı ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşadığımız ve bu sıkıntıların bir bölümünün hayatlarımızı etkilediği gerçekliği ile karşı karşıyayız.

Elbette hissettiğimiz en önemli sorunların başında sahipsiz hayvan popülasyonundaki artış geliyor. Bursa Veteriner Hekimler Odası’nın araştırmalarına göre şehrimizde yaklaşık 300 bin civarında sahipsiz hayvan bulunuyor.

Sahipsiz hayvanların bakım, beslenme, kısırlaştırma ve rehabilitasyon görevinin 2004 yılından, yani bundan 19 yıl öncesinden beri yerel yönetimlere devredildiği düşünüldüğünde, 19 yıldır bu konuda pek de taş üstüne taş koyulduğunun söylenemeyeceği ortada.

Büyükşehir ile birlikte 18 belediyesi olan Bursa’nın sadece 6 belediyesinde Veteriner İşleri Müdürlüğü var. Kalan 12 belediyenin 6’sında kısırlaştırmaların da yapıldığı barınaklar mevcut. Özellikle sorunların devleştiği dağ yöresi belediyelerinde veteriner hekim dahi olmadığının altını çizmek lazım.

Araya girerek benim de Türkiye geneli için küçük bir ekleme yapmam gerekiyor. Vatandaşlardan ve hayvan severlerden gelen bilgiler ışığında şunu söyleyebilirim ki, belediyelerde Veteriner İşleri Müdürlükleri adeta bir sürgün yeri olarak kullanılıyor. Zaten zorluk içinde ayakta durmaya çalışan bu müdürlükler ilgili personelin elinde gül olabilecekken, ceza mevkii olunca kül olabiliyor…

Bursa bilgilerinden devam edersek, yerel yönetimlerde çalışan veteriner hekim sayısı 50! Bundan 5 yıl önce, 2018 yılında da bu sayı 50 personel olarak geçiyordu bilgiler arasında…

5 yılda bir personel dahi eklenmemiş sorumluluk üstüne sorumluluk eklenen Veteriner İşleri Müdürlüklerine…

Yaklaşık 30 veteriner hekimin kısırlaştırma ve rehabilitasyonla ilgilendiği, her bir veteriner hekimin günde en fazla 5 kısırlaştırma operasyonu gerçekleştirmesi gerektiği göz önünde bulundurulursa artan hayvan popülasyonunun kısırlaştırmasına bu kadar personelle nasıl yetişileceğinin aritmetiğine benim zekamın yetmediğini söylemeliyim…

2022 yılında 8 bin civarında kısırlaştırma yapılmış, 2023 yılı sonunda bu rakam maksimum 14 bin olacak. Ancak özellikle köpeklerin üreme hızı bu rakımın ilerleyiş hızından kat kat fazla…

Sayıları artan hayvanların guruplar halinde bir araya gelerek yaşamaları sürü psikolojisi ile hareket ettikleri için insanlar açısından tehlike oluştururken, hayvanlar açısından da hastalıkların aralarındaki geçişini artırıyor, hasta hayvan sayısı artarken belediyeler hastalık tedavisi için bütçe ayırmak istemiyor. Hatta iş öyle bir noktada ki, Veterinerlik Fakültesi artık sahipsiz hayvanları kabul etmiyor!

Devletin çeşitli yöntemlerle üzerinden silkeleyip atmaya çalıştığı bu yükün yine hayvan sever vatandaş ile özel veteriner hekim kliniklerine yüklenmeye çalışıldığını gözlemlemek için özel bir çabaya gerek yok aslında. Bir yanda özel bir kuruluş, diğer yanda hasta bir hayvanı kurtarma çabası içindeki, büyük ihtimalle mali durumu bu işe elvermeyen vatandaş, karşı karşıya gelen iki kesimi oluşturuyor.

Tıpkı sağlığın, eğitimin ve daha pek çok şeyin özelleştirilmesi neticesinde işini yaparak evine ekmek götürmesi gereken ile müşteri pozisyonuna geçen vatandaş arasında yaşanan gerilim gibi bir hal bahsettiğim…

Tüm bunlar olurken, adına hasta hayvanların uyutulması, hasta hayvanlara ötenazi uygulanması gibi cici cici yakıştırmalar yapılan, aslında hayvan itlafının ta kendisi olan bir gerçeklikle karış karşıyayız!

Üstelik çiplemeler adeta durmuşken, cins kedi ve köpeklerin de kapıya konma hızı giderek artarken, neresinden tutacağınızı bilemeyeceğiniz kadar zorlu bir halin içindeyiz toplum olarak…

Vicdanları yıllarca kanatacak bir kararın eşiğindeyiz anlayacağınız…

Bursa Veteriner Hekimler Odası Başkanı Melike Baysal; “Merkezi yönetim bütçe ayıracak, yerel yönetimler bütçe ayıracak, Veteriner İşleri Müdürlükleri kurulacak, devlet hayvanına sahip çıkacak. Bunu onlara borçluyuz, çünkü hukuken hakları var, çünkü 5199 sayılı yasayla bizim ülkemizde kasten hayvan öldürmek yasak!” diyor açıklamasında. Oysa ülkemizde kasten bir hayvanın canına kıyılmayan gün sayısı neredeyse yok. İlginçtir bu konuda ceza alan da yok!

Elbette sahipsiz sokak hayvanları sorunu ile karşı karşıya kalan tek ülke biz değiliz. Avrupa’da her ülkenin sokak hayvanları için kendince çözüm yolları var. Örneğin, İspanya zorunlu kısırlaştırma ve çip kullanımını öne çıkarırken, Fransa hayvanları sokağa terk etme kuralını ihlal edenleri üç yıl hapis ve 45 bin avro para cezasına çarptırarak caydırma yolunu kullanıyor.

Biz itlaf gibi korkunç bir yola doğru ilerliyoruz…

Çözümünün yerelden çok genel olduğunun altını çizmem gereken sahipsiz hayvan meselesini bir kenara bırakırsak, Alan Başkanlığı nedeniyle Uludağ ve Teknosab nedeniyle Gölyazı’nın yaban hayatı açısından ciddi tehlike altında olduğunu vurgulayabileceğimiz en önemli gün de 4 Ekim olur herhalde.

Tüm bunların içinde güzel bir bilgi paylaşımı ile kapatmak istiyorum yazımı, zira sorunları dile getirmek mümkün, ancak çözümü noktasında ciddi bir tıkanıklık var…

İşin güzel olan yanı, Bursa Veteriner Hekimler Odasının bir yıllık karnesinin ‘pek iyi’ notları ile dolu olmasında. Özellikle 6 Şubat depremi ile birlikte deprem bölgesinde yaşanan tüm hayvan bakımı ile ilgili sorunları daha önce olduğu gibi sorunların çözümünü hayvan severlerin omuzlarına yüklemek yerine bilhassa görev alarak üstelenen ve bu konuda da çok başarılı bir sınav veren Türk Veteriner Hekimler Birliğini de ayrıca kutlamak isterim.

Bölgeden çeşitli şehirlere göç eden meslektaşlarından tutun da bölgede çalışma gayreti gösteren meslektaşları ile dayanışmaya ve depremin ilk zamanlarında hayvan popülasyonunun ihtiyaç duyduğu her türlü hizmeti sağlamaya ciddi bir gayret gösterildi. Bu gayretin halen sürdüğünün altını da çizmek lazım.

Bursa Veteriner Hekimler Odasının bu yılki hedefi tüm yerel yönetimleri ziyaret ederek sorunlara yönelik önerilerini ve işbirliği tekliflerini götürmek olacak. Belki bu görüşmelerden şehrimizin vicdanına yakışır bir çözüm de çıkar beklentisindeyim…

Bursa’nın uyuyan devi

Bursa’nın uyuyan devi

Şüphesiz turizm.

Bu yıl ikincisi düzenlenen Bursa Gastronomi Festivali geçtiğimiz ay yapıldı.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin öncülüğünde yapılan festivalin amacı şöyle ifade ediliyor:

Osmanlı saray mutfağının doğduğu şehir olan Bursa’nın tescilli lezzetlerini dünyaya duyurmak.”

Bu amacın gerektirdiği nitelikte bir festival ise öncelikle turizm vizyonu ve sektör paydaşlarının katkıları ile biçimlenip amacına ulaşabilir.

Konuya bu açıdan baktığımızdan, bu yılki festival programının lansman gecesindeki gözlemlerimizden yola çıkıp bir değerlendirme yazısını Bursa Gastronomi Festivali nasıl önem kazanır?” başlığıyla yine www.normhaber.com’da yayınlanmıştık geçtiğimiz günlerde.

Festival oldu bitti.

Bursa Büyükşehir Belediyesi 2. Bursa Gastronomi Festivali’nin ardından basına açık bir bir değerlendirme toplantısı düzenledi.

Açıkçası toplantıda  “İşte festival, işte Başkan” şeklinde bir atmosfer bekliyordum.

Ancak Başkan Alinur Aktaş, yaptığı açılış konuşmasında, festivali bizzat kendisi tartışmaya açtı. Bu yönde çeşitli görüşler dile getirdi ve salondaki katılımcıların dile getirdiği eleştiri ve teşekkürleri memnuniyetle kabul etti.

Hatta Alinur Aktaş, festivalde stant kuran 152 firma olmasına rağmen çoğunluğunun bu değerlendirme toplantısına katılmamış olması nedeniyle sitemlerini ifade etti.

Öyle alışmışız ki yöneticilerin üst perdeden “Ben en iyisiyim, en iyi ben bilirim” pozlarına…

Bu toplantıdaki ortak akıl arayışı çok iyi geldi. Bursa Gastronomi Festivali’nin geleceği bakımından da umut oldu. Çünkü festivalden önceki yazıda dile getirdiğim bazı sorularımın toplantıda ortaya çıkan değerlendirmeler ışığında doğruluğunu teyit etmiş oldum..

Gelelim toplantı sonucunda çıkan değerlendirmelere:

– Stant alan katılımcı firmalar ciro odaklı değil, ürün tanıtım odaklı olmalı.

– Gastronomi alanında iddialı ürün temsil etmeyen firmalar stant almamalı.

– Festival uzun vadeli kazanımlar göz önünde bulundurularak planlanmalı.

– Festival alanında gıda hijyeni ve soğuk zincir konusunda maksimum önlemler şart koşulmalı.

– Festivalin sürekli bir maskotu olmalı.

– Bursa Gastronomi Festivali daha kurumsal planlanmalı.

– Festivalde ziyaretçi ve katılımcı stantları çoğaltalım derken iş ayağa düşmemeli.

3. Bursa Gastronomi Festivali‘nin bu genel değerlendirmeler ışığında planlanması önemli bir fark yaratacaktır. Bunlara ek olarak  bir kısım önerileri sıralayayım.

Kentin yaya gezilebileceği Tophane, Yeşil, Hanlar Bölgesi ve Setbaşı‘na çok uzak olmayan bir yerde, turistik bir Bursa Gastronomi Sokağı oluşturmalı.

Bütün yıl yerli ve yabancı turist ağırlayabilecek bu mekân bir Karagöz-Hacivat, hatta Kılıç Kalkan gösteri alanına da sahip olsa harika olur.

Yılın belli bir döneminde Bursa Gastronomisinin öne çıkarılacağı günler ilan edilerek özel bir dizi etkinlik çerçevesinde Bursa’ya turlar düzenlenmesi sağlanabilir.

Böylelikle tek bir alanda Gastronomi Festivali dumanlı bir panayır alanı imajından kurtulur.

Bursa Gastronomi Sokağı ve çevresi, turist ağırlamak ve kenti yürüyerek dolaşılmasını özendirebilir.

Özellikle coğrafi işaretli ürünlerimiz için meslek örgütlerinin öncülüğünde akademilerle usta çırak ilişkisi  geliştirilmeli.

Uluslararası arenada gastronomi sektörüne; ,rekabete ve yeniliklere açık, dil bilen, kendini lokantacı ya da esnaf olmanın da ötesinde turizm elçisi gören yeni bir kuşak yetiştirilmeli.

Ancak en önemlisi belki önümüzdeki yıldan başlayarak bu festivalin Bursa Büyükşehir Belediyesi’nde olan yükünü turizm ve gastronominin sektör kuruluşları ve meslek örgütlerine aktarmalı.

Bu toplantıya ilişkin son notum şu olsun: Neden bilmiyorum, turizm profesyonelleri ve meslek mensubu kuruluşların temsilcileri toplantıda yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Altıparmak Çarşamba’nın daha hikayesi yazılacak!

Altıparmak Çarşamba’nın daha hikayesi yazılacak!

Bir önceki yazımda ele aldığım Altıparmak ve Çarşamba bölgesinin kentsel dönüşüme girme hikayesindeki çelişkiler meselesi bugünün de ortak gündemi oldu benim için…

Ortak diyorum, zira tüm misafirlerimin konuşmalarındaki çerçeve ve tarafıma iletilen mesajların ana içeriği bu projeye yönelikti.

Güne, Yapı Denetim ve Deprem Mühendisleri Bursa Temsilcisi Serkan Işık’ın ziyareti ile başladım. Elbette konumuz şehrin depremselliği ve kentsel dönüşümün en doğru biçimde nasıl yapılabileceği oldu.

Bir önceki yazımda bahsettiğim, Altıparmak ve Çarşamba bölgesinin kentsel dönüşümü için bir hikaye yazılması ve daireye daire mantığı ile ilerleyecek bir kentsel dönüşüm çalışması yerine şehrin siluetine, turizmine, ticaretine katkıda bulunacak bir konsept yaratılması öngörüsü herkesi hem heyecanlandırıyor hem de ‘vatandaşın mağduriyeti oluşacak mı?’ endişesi yaratıyor…

Serkan Işık bir çözüm önerisi ile geldi Norm Haber’e ve dedi ki;

Hazine’ye ait arazilere rezerv konutlar yapılırsa Çarşamba ve Altıparmak’ta yapılacak dönüşüm nedeniyle evlerinden ayrılmak durumunda kalan vatandaşların gidebilecekleri bir yerleri olur. Şehrin hazine arazileri kullanılarak uydu kentler biçiminde şekillenmesi sadece kentsel dönüşüm meselesinin çözümüne değil trafik gibi içinden çıkılmaz bir keşmekeşin de aşılmasına destek sağlar.”

İkinci konuğum ise CHP Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten oldu. Elbette önce siyaset konuştuk. Çelikten ilçe başkanlığı koltuğuna oturmadan önce söylediği sözlerin arkasında durduğunu bir kez daha hatırlattı. Göreve geldiklerinden bu yana, bir yandan şehrin dinamikleri ile temas halinde olduklarını diğer yandan sokaklarda vatandaşla bir araya geldiklerini belirtti.

Parti içinden kendilerine yöneltilen ‘başka partilerden üye yapılanlar ayıklansın’ çıkışına;

“Amacımız zaten başka partilerin üyelerine, başka partilerin destekçilerine de ulaşabilmek ve onlara kendimizi doğru anlatmak. Eğer onların gönüllerini kazanabilirsek ne mutlu bize” diyerek yanıt verirken, Osmangazi Belediye Başkanlığı seçimini CHP’nin adayının kazanmaması durumunda istifa etmek konusunda kararlı olduğunun altını bir kez daha çizdi.

Hemen belirtmekte yarar var, Cengiz Çelikten’in de gündeminin önemli bir bölümünü Altıparmak ve Çarşamba kentsel dönüşümü oluşturuyor. Bir yandan Doğanbey TOKİ projesi gibi bir yanlışla yeniden karşılaşmayı istemediklerini belirten Çelikten, diğer yandan vatandaşın mağduriyetinin önüne geçecek ve herkesin hakkını alabildiği bir kentsel dönüşüm yapabilecek projeler üzerinde çalıştıklarını belirtti.

Kentsel dönüşümle ilgili en detaylı bilgiyi elbette her zaman olduğu gibi İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek verdi.

Ortak Akıl programına konuk ettiğim Şimşek;

“Biz, pek çok paydaş bir araya gelerek, Altıparmak-Çarşamba bölgesi için bir hikaye yazma aşamasına henüz geldik. Öncelikle bölgenin nasıl bir rol üstleneceğini belirlememiz gerekiyor, bunun için sosyologlar da dahil olmak üzere akademik pek çok desteğe ihtiyacımız var. Sonrasında buraya bir hikaye yazacağız, yazdığımız hikaye resme dökülecek, bu resim planlar haline getirilecek, sonrasında da bu planlar doğrultusunda paydaşlarla görüşülecek ve ancak bundan sonra kentsel dönüşüm için ilk kazmayı vurabileceğiz. Burada bir oldubitti, ikinci bir hata istemiyoruz. Bursa’nın da buna tahammülü yok zaten. Eğer bizim istediğimiz gibi bir proje yürütülürse tüm detaylarıyla yanında olacağız bu projenin, bunun dışında bir projenin yanında yer almamız mümkün değil!” diyerek hem süreci hem de Akademik odaların sürece katkısını aktardı.

Konuyla ilgili önerilerini mesajla ileten Eski MHP Osmangazi Belediye Meclis Üyesi Cemil Aydın ise bölgeye bir hikaye yazmış bile…

Kendisinden gelen mesaj şöyle;

“Özellikle Bursa’nın batı bölgesinde kurulması planlanan uydu kentlerden hak sahiplerini mağdur etmeden, hatta kazandırarak daire sahibi yapıp, Altıparmak bölgesi semtlerinin kamuya geçmesini sağlayarak, zamanla bölgeyi sosyal donatı alanı, eğitim ve park alanları ile Bursa’nın hizmetine sunmak öncelikli seçenek olmalıdır. Bu vesileyle Kültürpark’tan Ulucami’ye, kuzeyde Merinos’a kadar yeşil bir kuşak oluşmuş olacaktır.

Bu yeşil bandın 24 saat canlı kalabilmesi için de alana butik bir özel üniversite, güzel sanatlar atölyeleri, kültür merkezi gibi yapılar şehir dinamiklerince değerlendirilmelidir…”

Daha çok uzun süre konuşacağımız ve pek çok kesimin görüşlerini ileteceği, kendince hikayeler yazacağı bir proje Altıparmak-Çarşamba kentsel dönüşüm projesi…

Sonucu ben de çok merak ediyorum…

 

 

 

 

 

 

 

Kentsel dönüşümde öyle bir yerdeyim ki!

Kentsel dönüşümde öyle bir yerdeyim ki!

Mimarlar Odası Bursa Şubesi, İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi ve Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şubesi ile bir protokole imza atan ve şehrin yapı stoğunu güncelleme yolculuğuna çıkan Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın Olay Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yılmaz’a yaptığı açıklamalar benim de konuyu başka bir açıdan ele almama vesile oldu.

Öncelikli olarak şunu belirtelim, üniversitelerin de dahil olduğu protokolün içerisinde Jeoloji Mühendislerinin henüz etkin bir rolü yok, bu durum odayı rahatsız ettiği gibi, zaman zaman Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Başkanı Engin Er’in; ‘biz o protokol masasından kalktık, yanlış bir yol izleniyor, zemin etüdleri yapılmadan bir binanın durumu ile ilgili net bilgi veremezsiniz!’ uyarıları ile karşılaşıyoruz.

Yine de bir bina envanteri çalışması sürüyor, hatta bitmek üzere. Aktaş’ın verdiği bilgilere bakılırsa Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile yapılan çalışmaların yüzde 80’lik bölümü tamamlanmış görünüyor ve bu çalışmaların sonuçlarına göre şehrin binalarının yüzde 35’lik oranında sıkıntılar mevcut.

1050 KONUTLARDA DÖNÜŞÜM SÜRÜYOR (ARŞİV) (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Binalarına sağlamlık testi yaptırmak isteyen 1000 binanın olduğuna dikkat çekiyor Aktaş ve diyor ki, ‘geçtiğimiz hafta sadece bir bina başvuruda bulunmuş!’

Oysa İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, şehrin sorunlu binalarında vatandaşın talebi ile değil daha ziyade binalarla ilgili bilgilerin mahalle mahalle dolaşılarak sisteme girilmesi neticesinde bir veri tabanı oluşturmaya çalıştıklarını dile getiriyor daimi olarak. Böylelikle çıkan bina envanteri ise tahmin edileceği üzere kentsel dönüşümde öncelik verilmesi gereken bölgeleri ortaya koyuyor bizler için.

Depremin ilk zamanlarında binasını kontrol ettirmek için adeta belediyenin telefonlarını kilitleyen vatandaşın şimdilerde neden böyle bir çaba içerisinde olmadığını anlamaksa hiç güç değil aslında.

Öncelikli olarak söylemek lazım ki, bizim toplumsal hafızamız üç ay…

Üç ay öncesinde yaşadığımız tüm sıkıntıları silip atıyoruz. Ben yaşadığımız onca sıkıntıyla baş edemediğimiz için toplum olarak başımıza gelenleri yok saydığımızı, hafızamızın da yardımı ile yaşadığımız şeyleri hiç yaşamamışız gibi kabul ederek ancak geleceğe bakmayı başarabildiğimizi düşünüyorum…

Elbette bir uzman değilim, bu benim safiyane düşüncem…

Deprem için de bu durum geçerli olmuş anlaşılan…

İkinci önemli neden ise tamamen ekonomik…

Binasının depreme dayanıklı olmadığını, kentsel dönüşüme ihtiyaç duyduğunu öğrenen vatandaşın kaç tane alternatifi olabilir sizce?

Ya yeni bir ev alacak (bu durum elbette ekonomik sıkıntısı olmayanlar için geçerli olabilir) ya da kiraya çıkarak bulunduğu konutu boşaltacak ki, kentsel dönüşüm başlayabilsin…

ALTIPARMAK’TA İLK KAZMA YIL SONUNDA VURULUYOR (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Bursa’da kiraların ortalama 10 bin lira düzeyinde olduğunu tam da bu noktada belirtmek ve asgari ücretin 11 bin 500 lira olduğunu hatırlatmak isterim…

Bence yeterli…

Başkan Aktaş, yapılacak bina testlerinin bir bağlayıcılığı olmadığını özellikle vurgulamış verdiği bilgiler arasında ve vatandaşları üzerlerine düşen sorumluğu yerine getirmeye davet etmiş.

Hemen araya gireyim; belki de çaresizlik nedeniyle evinin depreme dayanıklılığını ortaya koyacak testleri yaptırmaktan kaçınan vatandaşa tüm belediyelerin sunması gereken hizmetin sağlamlık testinden fazlası olması gerektiği kanaatindeyim.

Belediyelerin rezerv alan olarak kullanabilecekleri bölgelere müteahhit anlaşmalı binalar yapılarak belediyelerin eline geçen konutların kentsel dönüşüm bölgelerindeki evlerinden çıkması gereken vatandaşlara tahsis edilmesi gibi bir yöntem izlemek her iki tarafı da büyük ölçüde rahatlatacaktır diye düşünüyorum.

Bizim gibi çalışan kesiminin yüzde 60’ı asgari ücret ya da asgari ücrete komşu ücretlerle geçim mücadelesi veren ve bu esnada gerek konut fiyatları gerekse kira fiyatları azami ölçüde artan bir ülkede aksi durumda kentsel dönüşüm için vatandaşın güvenle adım atması hayli güç…

Bu arada sıklıkla dile getirilen Altıparmak, Çarşamba kentsel dönüşüm projesinin ilk kazması da 2023 yılı sonunda vurulacakmış.

Oysa benim bildiğim şudur ki, henüz bölge ile ilgili bir hikaye oluşturulma aşamasında. Projeler çizilmedi. İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, ‘Bölgeyle ilgili belediyenin şimdiye kadar yürüttüğü şu kadar metrekareye bu kadar metrekare daire biçimindeki kentsel dönüşümlerden çok farklı bir proje olması yönünde çalışacağız. Şimdiye kadar var olan projeler gibi bir çalışma hayal ediliyorsa biz böyle bir projenin içinde yer almayı zaten doğru bulmayız!’ diyor.

BAŞKAN ALİNUR AKTAŞ AÇIKLADI (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Başkan Aktaş her daim ‘Bursa’yı yıkarak güzelleştireceğim’ sözünü dillendirir. Depremsellik açısından bakıldığında hayli önemli olan dayanıksız binaların yerine dayanıklı binaların gelmesi işi sadece yıkmaktan biraz daha kompleks bir hal alıyor gibi…

Hani nasıl desem; ‘…öyle bir yerdeyim ki, ne karanfil ne kurbağa…’

‘SAYIN BAKAN HALA SUSACAK MISINIZ?’

Tabipler Odası Bursa Şubesi giderek artan sağlık sektörü sorunlarını görmezden gelmeyi ve tüm bu sorunları günümüzün pek moda tabiriyle klavye şövalyeliği yaparak çözüyormuş gibi yapmayı tercih eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya bir kez daha şöyle seslendi;

“Artık canımıza da kasteden bu sorunlarımıza karşı halen sadece tweet atmakla mı yetineceksiniz? Hekimlerin, sağlık emekçilerinin yaşadıkları sorunlar için tek yapabileceğiniz bu mu? Her ay sayısı katlanarak artan yüzlerce hekim bu kötü koşullar ve gelecek kaygısıyla ülkesini terk ediyor. Neredeyse hepimiz, çalışma yükümüzün yanında bu sağlık sisteminde ruhsal anlamda zorluklarla da karşılaşıyoruz. Daha geçen hafta üç meslektaşımız intihar etti. Günde en az 100 sözel ve fiziksel şiddetle karşılaştığımız, hekimlerin %84’ünün en az bir kere şiddete maruz kaldığı çalışma koşullarındayız.

Sayın bakan, siz halen susacak mısınız? Sosyal medyadan mesaj göndermekten daha fazlasını yapacak mısınız?

Şimdi, bir kişi daha eksilmeye sabrımız yok. Bir gün daha kaygıyla çalışmak istemiyoruz. Bir kere daha yaşatmak isterken ölmek istemiyoruz. Bu nedenle başlattığımız eylem sürecinde topluma çağrımızdır; Sağlıkta yaşadığınız sorunların sorumlusu ne hekimler ne de sağlık çalışanlarıdır. Randevu bulamamanızın, 5 dakikada muayeneye mecbur bırakılmanızın, eczanelerde kalem kalem ödeme yapmanızın, hastanelere ulaşamamanızın ve diğer bütün sorunlarınızın sorumlusu bu sağlık sistemidir. Sağlıkta şiddete karşı her yönüyle mücadelemiz devam edecek: Yaşamak ve yaşatmak istiyoruz!”

‘Şeytan Ayetleri’

‘Şeytan Ayetleri’

1980’lerin başıydı. Genç Hind Müslümanı, iyi eğitimli bir yazar, Londra sokaklarını arşınlıyor, yazılar; romanlar kaleme alıyordu. Adamın adı Salman Rüşdi’ydi.

Bu genç yazarın ismini bir sabah tüm dünya öğrendi, yazdığı romanın adını da. Kitabının adı “Şeytan Ayetleri“ydi.

Tüm dünyada ne kadar televizyon kanalı varsa bir anda haberlerin ve tartışmaların tek konusu “Şeytan Ayetleri” ve Salman Rüşdi oldu. Çünkü yolu bir zamanlar Bursa’dan da geçen İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni, genç yazar hakkında katli vacip fetvası vermiş ve başına 3 milyon ABD doları ödül koymuştu.

Humeyni, bu genç yazarın Hz. Muhammed’e ve İslam dinine hakaret ettiğini söylüyordu. Salman Rüşdi’nin adını artık tüm dünya biliyordu. Humeyni sayesinde kitap bir anda tüm dünyada en çok satanlar listesine girmiş, Rüşdi dünyanın önde gelen yazarlarından biri olmuş, kitabı milyonlar satmıştı. Artık bir koruma ordusuyla geziyordu. Her konferans için binlerce dolar kazanıyordu. Kimsenin haberi olmadığı kitabını milyonlar okudu. Humeyni, o fetvayı ve ödülü koymasaydı, o kitap dar bir çevrede kalacak, unutulup gidecekti. Ama o kitap hala basılıyor ve elden ele geziyor. Humeyni sayesinde…

Bugün Türkiye’de de benzer bir durum yaşanıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali, bir belgesel yüzünden iptal edildi. “Kanun Hükmü” isimli belgesel, 15 Temmuz sonrası KHK ile kamudan atılan kişilerin yaşadıklarını konu alıyor.

Tartışma konusu olan belgesel; bazılarına göre FETÖ’den mağdur yaratma çabası, bazılarına göre de Yönetmen Nejla Demirci’nin ablasının başına gelenlerden esinlenerek çektiği bir gerçeklik.

Bir haftadır çıkan tartışmalar Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesi ile son buldu. Şimdi, dar bir çevrenin seyredeceği bu filmden, bırakın Türkiye’yi tüm dünyanın haberi oldu. Bazılarının iddia ettiği gibi film FETÖ övgüsü ile doluysa bütün dünya bu propagandayı seyredecek!

Ben okumayı öğrenirken gazeteler çok ilgimi çekerdi. Yasaklı Yılmaz Güney filmi seyrederken yakalananların haberlerini okuduğumu hatırlıyorum. Yılmaz Güney’den ve sinemasından haberim yoktu. Biraz büyüyünce seyrettiğimde sadece güldüm, çünkü bu filmleri gerçekten yasaklamak gerekirdi. Çünkü o kadar kötüydü ki… Ama politik yanı olunca bir de yasaklı olunca, herkesin ilgisini çekiyordu. “Lan bu film mi?” diyemiyordu kimse, çünkü Yılmaz Güney’in filmlerine kötü demek hala bir tabu!

Yani bu belgeseli dünyaya tanıtan ve içerisinde propaganda var ise bunu tüm dünyaya duyuran, bu filmin reklamını yapan başta Kültür Bakanlığına, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı’ya ve tüm yandaş köşe yazarı ve trollere kocaman bir aferin!

Ayetullah Humeyni gibi bir Salman Rüşdi ve Şeytan Ayetleri yarattınız.

Günümüz dijital dünyasında, Yorgun Savaşçı gibi filmi yakamayacağınıza göre, bir virüs gibi yayılmasını sağladınız.

Bu arada, filmi en kısa zamanda seyredip bu köşeden sizlere neler gördüğümü aktaracağım, çünkü bu satırları festival iptal kararı alınır alınmaz yazdım.

Özel okul öğretmenliği sorunlar yumağı

Özel okul öğretmenliği sorunlar yumağı

Bundan tam bir hafta önce yazmıştım özel okul öğretmenlerinin heybelerinde dertleri ile Ankara yollarına düşeceklerini ve sorunlarını dile getirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış gününde Meclis’in önünde olacaklarını…

İlginçtir, aynı işi yaptıkları halde üç farklı kademede değerlendirilen, dolayısıyla üç farklı yaşam standardı ile karşımıza çıkan öğretmenlerin dertlerini dile getirmelerinden hemen öncesinde onları daha da dertlendirecek bir karar çıktı bugün yargıdan…

Yüksek Mahkeme, özel okul öğretmeninin fazla çalışmasının okulda kaldığı süreye göre değil; girdiği ders sayısına göre hesaplanması gerektiğine hükmetti. Emsal karara göre, özel kurumlarda çalışan öğretmenler, sadece girdikleri ders süresine göre mesai alabilecek, bu duruma zümre başkanları da dahil olacaklar…

Özel bir okulun Almanca öğretmeni ücret alacaklarının ödenmemesi gerekçesi ile açtığı davada, kıdem tazminatı ile fazla mesai ücreti, hafta sonu çalışma ücreti, zümre başkanlığı ücret farkı, eğitim öğretim ödeneği ve yabancı dil tazminatı alacaklarının davalıdan tahsiline hükmedilmesini talep etti.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin emsal niteliği de oluşturabilecek kararına göre;

“Uyuşmazlıkta, mahkemece hükme dayanak alınan raporda davacının haftalık 45 saati geçen çalışması olmadığı değerlendirilerek bu alacak talebinin yerinde olmadığı belirlenmiştir. Davalı özel okulda Almanca öğretmenliği yapan davacının ücretlendirilmesi ders saati üzerinden gerçekleşmektedir. Davacı, sözleşmesinde belirlenen haftalık ders saatinden daha fazla sayıda derse girdiğini iddia etmemiş, okulda kaldığı sürenin haftalık 45 saati aştığı iddiasıyla fazla mesai ücretine hak kazandığını iddia etmiştir. Hatta 5 sene branşında zümre başkanı olarak görevlendirilmesi sebebiyle ders sayısının azaltıldığını ancak okulda bulunma süresinin arttığını ileri sürmüştür. Davacının iddiasının aksine şehirde bulunan özel okullarda eğitimin tam gün sürmesi sebebiyle öğlen 1 saat yemek arası verilmesi yerleşik bir uygulama olup, davalı okulda aksi yönde uygulama olduğuna dair bir delil de bulunmamaktadır. Dosya çerçevesine göre davacının fazla mesai ücret talebinin reddi gerektiği anlaşılmakla, yazılı şekilde kabule dair verilen karar hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. Davacının Almanca zümre başkanı olarak ek ücret talebine dayanak bir sözleşme ya da işyeri uygulaması bulunmadığının anlaşılmasına göre, davacının davalı işyerinden ayrıldıktan sonra çalışmaya başladığı farklı bir okul tarafından kendisine ek ücret ödendiğine dair sunduğu ücret bordrosuna dayanılarak hesaplama yapılan rapor çerçevesinde alacağa hüküm olunması da isabetli değildir. Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebeplerden bozulmasına oy birliği ile karar verildi.”

Yargının işine karışmanın hiç de üzerimize düşen bir vazife olmadığının altını çizelim öncelikle.

Kararda üzerine basa basa belirtilen husus, özel okul öğretmenlerinin sadece ders saatleri üzerinden bir sözleşme imzalamış olmalarına dayanılarak kararın verildiğini gösteriyor bize.

Yani özel okul öğretmenleri, ders saatleri dışındaki çalışmaları ile ilgili ayrı ayrı sözleşmeler imzalamadıkları ya da fazla mesaiye kaldıkları zamanla ilgili sözleşmelerine ayrı madde koymadıkları, kendilerine haftalık 45 saatten fazla ders sorumluluğu yüklendiğinde alacakları ücreti sözleşmelerine eklemedikleri takdirde tüm bu konularla ilgili haklarını talep edemiyorlar.

Son dönemlerde artan özel okul fiyatları nedeniyle sürekli gerilen özel okul ve özel okul velisi dengesini de sağlamakla mükellef hale getirilen, adeta bir aracı olarak kullanılan özel okul öğretmenlerinin gözünüze pek de şirin görünmediğini tahmin edebiliyorum.

İşleri gereği her gün bakımlı görünmeleri gereken ve aldıkları maaşın hatırı sayılır bir bölümünü bu bakımlı görünme işine harcamak zorunda kalan, bu görüntüleri ile de özellikle mecburiyetten çocuğunu özel okula gönderirken acayip zorlanan velinin gözünde giderek bir hedef tahtası olan öğretmenlerin aslında sürecin en mağdur kesimlerinden olduğunu unutmamak lazım…

Hayatın yaşama dokunan meslekleri vardır, sağlık, adalet, eğitim bu meslek kollarının başında gelir. Unutmamak gerek ki, bahsettiğim meslekleri yapanlar mutlu olmadığı sürece sağlıklı, adaletli ve eğitim kalitesi yüksek bir toplumda yaşamak mümkün değildir.

Dolayısıyla günün konusu olan özel okul öğretmenlerine özel okul velilerinin de sahip çıkması gerekir kanaatindeyim…

Çünkü biz veliler de biliyorsunuz ki; özel okul öğretmenleri etkinlikler, konferanslar, eğitimler, veli bilgilendirmeleri, portfolyo dosya sunumları, özel günler ve haftalar kutlamaları gibi pek çok çalışma ile birlikte okulların velilere taahhüt ettiği ekstra dersleri de verebilmek için zaten haftalık 45 saatlik çalışma programını çoktan aştıkları gibi, daha pek çok fazladan işin yükünü sırtlanarak sürdürürler yaşamlarını…

Ben okul boyayanını da gördüm, davetiye katlayanını da gördüm, nikah şekeri yapanını da gördüm, müzik listesi hazırlayanını da gördüm…

Verilen her emeğin kutsal olduğundan yola çıkarsak, tüm bu sarf edilen çabanın karşılığının talep edilebilir olmasından yanayım…

O halde Özel Okul Öğretmenleri Sendikası’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde talep edeceği haklarının içine kendilerine ekstra yüklenen her sorumluluk için yeni bir sözleşme imzalanması talebini de eklemek gerekebilir. Elbette bu sözleşmelerin uygulanıp uygulanmadığının sıkı bir denetiminin de olması şart…

Bu arada torba yasada bekledikleri atamaları göremeyen Ücretli Öğretmenler de bir an önce toplanarak Ankara yoluna düşme niyetindeler…

NOT: 29 Eylül tarihinde Mustafakemalpaşa Güllüce Köyünde satışa çıkarılması planlanan 3 parselin satışı ihaleye müracaat olmadığı gerekçesi ile gerçekleşmedi. Konuyu sosyal medyasından duyuran İYİ Parti Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tevfik Demir;

“Aldığımız bilgiye göre, satış için ihaleye girme müracaatı olmamıştır. Durum muallak ve davalık olan bu alanların yatırımcılar tarafından şüphe ile karşılandığı açıktır. Hiçbir yatırımcı sonunun ne olacağı belli olmayan böyle bir satışa girmek istemeyecektir!” diyor.

Muhalefetin görevini tam olarak yerine getirdiğinde neler başarabildiğini ben buradan görüyorum, siz de görebiliyor musunuz?

 

Bugün Cumartesi

Bugün Cumartesi

1993 kara bir yıldı!..

Faili meçhul cinayetler, kaybolan insanlar, yakılan aydınlar derken, ekranlarda yakınlarını arayan insanları görüyorduk.

Daha sonra Cumartesi Anneleri ortaya çıktı. İstedikleri sadece oğullarının, kızlarının, kardeşlerinin mezarlarıydı.

Her Cumartesi, İstanbul Taksim‘de Galatasaray Lisesinin önünde evlatları ve kardeşleri için kar demeden kış demeden nöbet tuttular.

Zaman zaman polis tarafından müdahale edilerek dağıtıldılar.

Ben de birkaç kere yanlarından geçip gittim. Çünkü onları anlamıyordum, yaşadıkları acıların tarifinin bende bir karşılığı yoktu.

Daha sonra baba oldum. O zaman o insanlarla empati kurmaya başladım.

Doğan Haber Ajansında muhabirdim.

Susurluk skandalının aktörlerinin araları bozulmuş, hepsi bir biri hakkında ifşaatta bulunuyordu.

Susurluk olayının baş aktörlerinden eski Özel Harekâtçı Ayhan Çarkın, bir açıklama yapıyordu:

Ayhan Efeoğlu’nu ellerimle gömdüm!..”

Sabah saatleriydi. Şimdi yıkılan Bursa Emniyet binasına girerken, bir polis beni çevirdi ve “Akşam gördün mü Ayhan Çarkın’ı?” dedi. Seyrettiğimi söyledim. Sonra ekledi, onların babası Bursa’da, Yıldırım’da diyerek, evini tarif etti. Biraz araştırınca söylediğinin doğru olduğunu anladım. Kayıplardan 1967 doğumlu Ayhan 6 Ekim 1992’de, 1965 doğumlu Ali de 5 Ocak 1994’te İstanbul’da kaybolmuş ve bir daha haber alınamamıştı.

Hemen kardeşlerin Yıldırım’daki baba evine doğru yola çıktım. Tek katlı, demirden korkulukları vardı. Kapıyı çaldım. İçeriden bir erkek sesi “Kim o?” dedi. DHA muhabiri olduğumu, görüşmek istediğimi söyledim, Ayhan Çarkın’ın açıklamalarını anlattım.

Kapının ardındaki ses “Ben konuşursam ne değişecek?” dedi. Kapıyı açmadı bile…

Çok içerlemiştim, insan iki çocuğunun katillerinin peşine düşmeyerek, nasıl bu kadar yılgın olabilirdi.

Şaşırmıştım. Belki bir şey değişirdi; belki o gençleri kaybedenler hiç olmazsa el altından bir haber yollayıp cenazelerin yerini söylerdi, diye düşünmüştüm.

Sonra öğrendim ki babanın oğulları için yaptığı kayıp başvurusu bile kayıptı! O dosyaların çoğu zaman aşımına uğradı. Yani o gün o baba haklıydı.

Bugün yine Cumartesi. O nöbet 1995 yılından beri sürdürülüyor. Ama bir arpa boyu yol alınamadı.

İki evladı kayıp babanın dediği çıkmıştı, yani “hiçbir şey değişmemişti!..”

 

Trafiği çözemedik bari ulaşımı çözelim…

Trafiği çözemedik bari ulaşımı çözelim…

Bursa’nın en önemli sorunu nedir?’ cümlesi ile başlayan tüm anketlerde birinciliği kaptırmayan tek bir madde var yılladır; ‘trafik!’

Bugün Norm Haber’de ziyaretime gelen İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi Geçmiş Dönem Ulaşım Komisyonu Başkanı Cengiz Duman ile yaptığımız sohbette meseleye farklı bir bakış da geliştirdik.

“Öyle uzun zamandır Bursa’da trafik sorunun ortadan kalkması için uğraş verdim ve verdiğim uğraşlar öylesine boşa çaba olarak kaldı ki, ben artık Bursa’nın trafik sorununun çözülmesinden vazgeçtim, şimdilerde hedefim Bursa’nın ulaşım sorunun çözülmesi” diyor Duman…

Konuya hemen bir açıklık getirelim…

Trafik araç yoğunluğu ile yol yetersizliğinin bir araya gelmesi neticesinde bir yerden bir yere varış süresinde yaşanan sıkıntıdır. Çözümü ise bellidir, yolların çoğaltılması, araç girişinin azaltılması…

Bu noktada işin içine ulaşım faktörü girer ve toplu ulaşım araçları ile trafik sorunu baypas edilebilir…

Kısacası, dünyanın gelişmiş tüm şehirlerinde yaşanan trafik sorunu, toplu ulaşım kullanarak bir yerden bir yere varmaya karar veren vatandaşın gündeminde yoktur. Çünkü özel aracınızla caddelere çıktığınızda karşılaştığınız, araç yoğunluğundan ve yolların bu yoğunluğu taşıyamamasından kaynaklı sorun, tüm bu yollardan bağımsız (metro, raylı sistem, hafif raylı sistem, deniz ulaşımı…) kanallar kullanarak vatandaşları bir yerden bir yere ulaştıran toplu ulaşım araçları ile çözüme kavuşturulabilir istenirse…

Şimdilerde afişlerde ‘Ne dediysek o…’ temalı paylaşımlarını görüyoruz Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ve bu paylaşımlara göre şehrin iki yılda biteceği öngörülen trafik sorununun kökü kazınmış gibi aktarılıyor bize…

Peki, gerçek öyle mi?

Alinur Aktaş, T2 Tramvay hattını bitirmesi, Stadyum Bağlantı Yolları ile ilgili çalışmaları, Bursaray’ın sinyalizasyon projesi ile kapasite artırımı, akıllı kavşak yapımı gibi pek çok yeniliği bu kapsamda sıralarken, biz şehir sakinleri olarak tüm bunların trafik yoğunluğunu azalttığını gözlemleyemiyoruz maalesef…

Bursa’yı tanımayan bir ekip tarafından, şehrin dinamiklerine danışılmadan, görüş alışverişinde bulunulmadan, adeta bir oldubittiyle ortaya çıkarılan Ulaşım Master Planı bu şehri bilen insanların görüşleri alınarak tekrar düzenlenmelidir” diyen Cengiz Duman’a katılmamak işten değil…

Hatta ben bunun yanına ‘Biz 2040 Çevre Düzeni Planını yapamıyoruz!’ cümlesi ile kestirip atılan koskoca bir şehir planını da eklemek, şehrin gelişimini planlayamayanların ulaşımını nasıl planlayacakları sorusunun altını çizmek isterim…

Pek çok önerisi ve pek çok uyarısı var İnşaat Mühendisi Cengiz Duman’ın, yeri geldikçe yazılarımda değinmeye çalışacağım, alıntılar yapacağım harika bir bilgi arşivi oluşuyor yavaş yavaş elimde…

Son olarak şu küçük karşılaştırmayı vermek ve ulaşım soruna bir virgül koymak istiyorum…

Ağustos ayı içerisinde şehrimizde yaşanan ölümlü trafik kazaları bir önceki yılın Ağustos ayına göre yüzde 156 oranında artış göstermiş durumda. Bu bilgi yeterince büyük bir virgül olacaktır…

****

FOTOĞRAFTA ADRESE TESLİM İHALELER

Deveye sormuşlar ‘Boynun niye eğri?’ demiş ki; ‘Nerem doğru…’

Tam bu hesap bizim şehirde işler…

Bu kez eğri boyun şikayeti fotoğrafçılar cephesinden yükseldi.

Kendisi de bir fotoğrafçı olan DEVA Partisi Halkla İlişkilerden Sorumlu İl Başkan Yardımcısı Tayfun Öztürk sosyal medya paylaşımında;

“Son zamanlarda nikah dairelerinde fotoğraf çekimi için düzenlenen ihalelerde, kayıtlı ve vergisini düzenli ödeyen fotoğrafçıların bu fırsatlardan mahrum bırakıldığını üzülerek görmekteyiz. Bu durum, fotoğrafçılar olarak emeklerimizin karşılığını alamamamıza ve adil rekabetin zedelenmesine neden olmaktadır!” diyor.

İhalelerin şeffaf ve adil olması, ihaleye katılacakların vergi mükellefi ve fotoğrafçılar odası üyesi olması, ihale sonuçlarının kamuoyu ile şeffaf biçimde paylaşılması gibi mülteci istekleri de yok değil kendisinin…

Nikah dairelerinin bu kazançlı köşe başlarını emmimin oğlu, dayımın kızı hesabı, ‘hamili kart yakinimdir’ kişilerin tuttuğu aşikar artık. İşin ilginç yanı ise görevi meslek mensuplarını korumak olan Bursa Fotoğrafçılar Odasının bu durum karşısında sessizliğini koruması…

İhale ihaledir ve bizim ülkemizde ihale süreçleri adrese teslim yürütülür, ihale koşullarında bir tek ihaleyi alması planlanan şirketin adı yazmaz, belki ileriki dönemde bu da maddeler arasında yer bulur kendisine kabilinden dönüyor fotoğrafçılık sektöründe de işler…

Sıkıntıları dile getirmek, çözüm üretilmesini halk adına talep etmek muhalefetin ana görevlerinden biridir. Tayfun Öztürk’ü muhalefet görevini hem mesleği hem de partisi adına layıkı ile yerine getirdiği için kutlarım…

Güllüce meselesi daha kapanmadı!

Güllüce meselesi daha kapanmadı!

Daha dün güçlünün güçsüze istediği davranış biçimini kabul ettirmek için yaptığı mesnetsiz uygulamalara ve bu uygulamalara boyun eğmeyen ülkenin beyin takımının kendisi için bulduğu çıkış yoluna değinmiştim.

Bu kadar yalnızlaşmamızın ve yavaş yavaş terk edilenler ülkesi haline gelmemizin nedeninin de topyekün bir karşı duruş sergilemiyor olmamızdan kaynaklandığını söylemiştim.

Alın size örnek gibi örnek…

İki gün önce Mustafakemalpaşa İlçesinin Güllüce Mahallesinde Mustafakemalpaşa Organize Sanayi Bölgesinin hemen dibindeki tarım arazilerinin ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet şekilli plan değişikliği ile sanayi arsası ve depolama alanı olarak ilan edildiğini, aslında yüzde 70’lik kısmı boş duran sanayi bölgesinin değerlendirilmesinin ise seçenek olarak dahi düşünülmediğini yazmıştım…

Bu yetmezmiş gibi sanayi arsası olan bahsettiğim toprakların üç parselinin 29 Eylül tarihinde satışa çıkacağını, tüm bunlar olurken de Mimarlar Odası Bursa Şubesi’nin itirazlarının, konuyu yargıya taşımasının falan hiç kafaya takılmayan ayrıntılar olduğunu dile getirmiştim…

Konuyla ilgili köy halkının daveti ile bir basın açıklaması yapan ve bölge ile ilgili önerilerini sıralayan CHP Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Serda Tandoğan Kuru’nun tüm bunlardan çok daha ilginç bir açıklaması ile başladık güne…

“Dün Güllüce Köyü Muhtarı ve köy halkının çağrıları doğrultusunda köy meydanındaydık. Yaklaşık iki yıldır süren bir problemleri var. Bir tarla arazi satışı söz konusu Güllüce Köyünde. Açıklamamız sırasında hemen yanı başımızda oturan muhtar ve kooperatif başkanı bize bir süre sonra dediler ki, ‘Başkanım kaymakamlıktan çağrıldık, bizim kaymakamlığa gitmemiz lazım’ Fakat sonradan öğrendik ki, kendileri belediye başkanı ile pazarlık yapmaya gitmişler. İki dükkan, köyün arka taraflarında 17 dönüm taşlık bir arazi, süt toplama merkezinin büyükşehir yasası ile belediyeye geçmesi nedeniyle kiralama bedeli olmadan köylüye bırakılması ve yapılacak fabrikanın içinde bir sosyal tesis yapılarak işletilme hakkının 15 yıllığına kooperatife verilmesi karşılığında köy muhtarı ve kooperatif başkanı bu satışa olur verdi!”

Haydaaaa…

Hani köylü tarlalarının sanayi arsası olmasını istemiyordu. Hani köylü satışın gerçekleşmesini istemiyordu. Hani köylü ekip biçtikleri topraklarına sahip çıkıyordu da belediyenin bu toprakları ellerinden almasına engel olmak amacıyla muhalefetin ve basının desteğine ihtiyaçları vardı…

Ne oldu şimdi arkadaş?

Üstelik konunun üzerinde duran tek muhalefet partisi CHP de değildi. İYİ Parti de tam kadro bölgede bulundu. Görüşmeler ve incelemeler yaptı. İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu,

Yargıya intikal etmiş bir konuda ihaleye çıkmak net biçimde usulsüzlüktür. Belediye Başkanı Mehmet Kanar’ın ısrar ettiği bu usulsüzlüğe ortak olmak da suçtur!” diyor.

Olay köyü de ikiye bölünmüş durumda. Köylünün bir bölümü muhtarın yaptığı anlaşmayı onaylarken, diğer köylüler tarım arazilerinin bu biçimde satışına kesinlikle karşılar…

İşin bir diğer boyutuna da İYİ Parti Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tevfik Demir açıklık getiriyor;

Mehmet Kanar, iş bilmezliği sonucu belediyeyi borca batırmış, bu satıştan gelecek paraya bel bağlamıştır. Hizmet için değil, borç ödemek için bu satış ihalesine çıkılmıştır!” iddiası da dikkat çekici.

Benzeri biçimdeki pek çok satışı Bursa Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere diğer ilçe belediyelerinde de gördüğümüzü ve belediyelerin içinde bulundukları borç batağından kurtulmanın yolu olarak ellerindeki mülkleri satışa çıkarmayı tek çare olarak düşündüklerini söylemek lazım.

Satışın tüm itirazlara rağmen 29 Eylül tarihinde gerçekleşmesini bekleyenlerdenim…

Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, konuyu yargıya taşıdıklarına bir kez daha değinirken, “Yüzde 200 kazanacağımızı bildiğim bir dava. Büyük Ova Koruma kanunu kapsamındaki tarım arazileri sanayiye açılamaz. Bu, bu kadar basit bir gerçeklik. Muhtar ne kadar anlaşırsa anlaşsın, belediye satışı gerçekleştirmek için ne kadar ayak direrse diresin yargı kararı sonucu tüm bu anlaşmalar ve satışlar geçersiz olacaktır. Elbette bu süreçte satış gerçekleşirse belediyenin yeniden kamulaştırma ile arazileri alması gerekecek, bu da daha ciddi kamu zararına neden olacaktır!” diyor.

Benimse söylemek istediğim tek bir şey var tüm bu bilgiler ışığında…

Önümüzde yerel seçimler var, anlıyorum ki; kasap et, koyun can derdinde. Kasap satışı gerçekleştirerek eti elde etmenin ve belediye borçlarını kapatmanın, koyun da satışı gerçekleşecek bir bölge üzerinden ne koparabilirsem kardır çabasının derdinde…

Pek de güzel aranızda anlaşmışsınız…

İyi de kardeşim, anlaşmada eliniz zayıf kaldığı için mi bunca muhalefet partisine, basın mensubuna mağduruz diye haber saldınız. Destek istediniz?

Bu işten bizi çırak çıkarıp pazarlıkta elinizi mi kuvvetlendirdiniz?

Köylünün kendi toprağına sahip çıkma hikayesi sadece bir hikayeden mi ibaretti?

Hepsini sineye çektik, aldık, kabul ettik…

Şimdi düşünün bakalım, birkaç yıl içinde sonuçlanacak davanın ardından eliniz böğrünüzde kaldığınızda, yaptığınız pazarlık hükümsüz olduğunda bu işten kim karlı çıkmış olacak?

Köyünüze siz de sahip çıkmazsanız kim sahip çıkacak?