İttifak yok, tabanda birleşme var!

İttifak yok, tabanda birleşme var!

Gündemimizde çatırdayan ittifaklar ve bu ittifakların ortağı siyasi partilerin pek çok skandalla yıpranması var günlerdir…

Peki siyasetçiler açısından da durum böyle mi?

Yoksa reel siyasette, bize bahsedilen gündemlerin dışında planlardan bahsetmek mümkün mü?

Her şeyden önce, en azından Bursa özelinde, Millet İttifakının kağıt üzerinde olmasa da gönül birlikteliği ile sürmesinin hem CHP’ye hem de İYİ Parti’ye pek çok fayda sağlayacağının siyasetin bu kanadıyla ilgilenen herkes farkında.

En azından seçmen bazında yani tabanda bir birliktelik tüm gönüllerden geçen gibi görünüyor.

Geçtiğimiz hafta sonu Şile’de düzenlenen geniş katılımlı toplantının davetlileri olan İYİ Parti Merkez Yönetim Kurulu, milletvekilleri ve il başkanlarının neler konuştuğundan çok İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in son dönemde yaşananlara yönelik söyledikleri konuşuldu ülke gündeminde, ancak toplantıdan çıkan sonuçlar bence daha önemliydi, çünkü seçimin yönünü tayin edecek açıklamalar vardı içinde.

İYİ Parti toplantıda tüm il ve ilçelerde kendi adayları ile sahaya çıkma kararı aldığını duyurdu. Ancak bahsedilen karar partiyi iki ayrı kanada böldü.

Hep bahsettiğimiz gibi bir kesim partinin başka partilerle kurduğu ittifaklar nedeniyle yeterince kendini ortaya koyamadığını ve politik görüşlerinden bahsedemediğini savunurken, bir kesim de seçimlere tek başına girmenin intihara yakın bir hamle olduğu kanaatinde.

Sonuç olarak İYİ Parti Bursa İl teşkilatı Bursa’nın adaylarını önümüzdeki haftadan itibaren yavaştan açıklamaya hazırlanıyor.

Hali hazırda başvurular hafta başında toplantının hemen ertesinde başladı…

Küçük bir takvim bilgisi de verelim; adaylık başvuruları için 22 Aralık son tarih, aday olmayı düşünen teşkilat mensuplarının ise 1 Aralık tarihine kadar görevlerinden istifa etmeleri bekleniyor.

Malum CHP’nin de adaylık başvuru takvimi 21 Kasım itibariyle başlamıştı, CHP’liler 28 Aralık tarihine kadar başvurularını yapabilecekler. İstifa etmesi gereken örgüt üyelerinin istifaları için ise 5 Aralık son tarih…

Süreçler başlatıldı, kılıçlar kuşanıldı, ülke genelinde keskin ifadelerle ittifak yok mesajı veriliyor, ancak ben bunun yerelde pek de işlemeyeceğini düşünüyorum.

Çünkü toplantıların, görüş belirtmelerin hemen ardından kurulan ve bahsettiğim birlikteliğe giden yolun taşlarını döşeyen açıklamalar hemen şu cümlelerle başlıyor;

“Kesinlikle bir ittifak yok, ama bazı bölgelerde adaya göre dirsek teması kurulabilir…”

Seçmenin çoğunlukla adaya göre oy verdiğini artık kesinlikle bildiğimiz yerel seçimlerde bu kez parti genel merkezlerinin aldığı kararların seçmen açısından çok da önemli olmayacağı ortada. Tavanda olmasa da tabanda bir birleşme sağlanacaktır.

Aynı durum Cumhur İttifakı için de bence geçerli. Tabii Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı için İYİ Parti’den hali hazırda Bursa Milletvekili olan Selçuk Türkoğlu’nun aday gösterilmesi tüm bu dengeleri bozar. Zaten Türkoğlu’nun da hiç böyle bir hevesi yok da, görev tevdi edilmesi durumunda ne yapar onu kestiremiyorum…

Diğer taraftan Cumhur İttifakı yerel seçimlere 50 artı 1 tartışmalarının ve adeta iktidar partisi AK Parti’nin ortaklarından kurtulma çabasının gölgesi altında giriyor…

En azından bizim seçim öncesi hissettiğimiz hava böyle, ama gerçekte Cumhur İttifakının her iki dinamiğinin de genel merkezler düzeyinde görüşmelerini sürdürerek yerel seçimler için aday belirleme çalışmaları yaptıkları aldığımız duyumlar arasında.

Konuya Bursa açısından bakarsak, Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu kez daha fazla ilçe belediyesi talebinde bulunacağı çok önceden kulislerde konuşulan bilgiler arasındaydı zaten.

MHP Yenişehir Belediye Başkanlığının yanında Mudanya ve Gemlik gibi muhalefetin iddialı olduğu belediyelere de göz dikmişti, ancak AK Parti cephesinin bu duruma pek sıcak bakmadığı, MHP’nin Keles ya da Orhaneli Belediyelerinden biriyle yetinmek zorunda kalacağı bilgileri geliyor kulağıma.

Henüz aday tahminlerinde bulunmak için erken olsa da Cumhur İttifakında şimdilik genelde olan gerginliğin yerel seçimlere bir yansımasının olmadığını söylemek mümkün…

NOT: Duyduğum kadarıyla Bursa Büyükşehir Belediyesi çalışanları arasında İsrail’i boykot etmek amacıyla İsrail’in sahip olduğu düşünülen markaların ürünlerinin kullanılmaması yönünde bir kampanya başlatılmış.

Bölgede yaşanan vahşetin boykot edilmesi, hele de bu boykotun ticari bir zarara neden olacağının gösterilmesi gönülden yapıldığı sürece benim de onayladığım bir girişim. Ancak Ortak Akıl Programının bu haftaki konuğu CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın önerisini çok daha mantıklı buldum.

Bursa Büyükşehir Belediyesinin İsrail menşeili 3 su şirketine su satışı yaptığını belirten Yeşiltaş diyor ki, ‘Bu su satışlarının durdurulması çok daha büyük ses getiren bir boykot olur. Bursa Büyükşehir Belediyesi İsrail’i boykot etmek istiyorsa, önce kendi ticari faaliyetlerini durdurarak işe başlamalıdır.’

Sizce de öyle değil mi?

Yılmaz’a ‘hayırlı olsun’ diyelim mi?

Yılmaz’a ‘hayırlı olsun’ diyelim mi?

Önümüz yerel seçim olunca, tüm yolların bir zamanlar Roma’ya çıkması gibi, tüm toplantıların sonu da belediye başkan adaylıklarına ve kimin hangi bölgeden seçilme ihtimali olduğuna yönelik tartışmalara çıkıyor.

Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz’ın her yıl düzenlediği ve portfolyo sunumunu yapan bir çocuk gibi de hem heyecanlanarak hem büyük gururla sunduğu yıllık değerlendirme toplantısı da döndü dolaştı seçimlere bağlandı.

Merak edenler için hemen söyleyelim, Bursa Hakimiyet Köşe Yazarı Namık Göz’ün sorduğu ‘Aday mısınız?’ sorusuna; “Eee… Doğal olarak adayız. Devam ediyoruz. Yıldırım’ın geleceğinden bahsediyoruz.” deyip gülerek yanıt veren Yılmaz, seçilmesi en garanti yerin Yıldırım olduğunun bilincinde ve ‘yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır’ güveniyle bir kez daha Yıldırım Belediye Başkanı Aday Adayı olduğunu beyan etti.

Malum AK Parti’de de diğer tüm siyasi partilerde olduğu gibi önce aday adayı olursunuz, sonrasında Genel Merkezin değerlendirmesi ile aday belirlenir. Oktay Yılmaz’ın keyifli duruşundan anladığım kadarıyla bu kez Parti Genel Merkezi de kendisinin Yıldırım için en iyi aday olduğu kanaatini taşıyor büyük ölçüde. Hepimizi şaşkına çevirecek bir sürpriz yaşanmazsa, AK Parti Yıldırım Belediye Başkan Adayı Oktay Yılmaz olur ve muhtemelen de seçilir.

Gelelim değerlendirme toplantısının diğer ayrıntılarına…

Malum Yıldırım Kentsel Dönüşüm projelerinin yoğun olarak yürütüldüğü, genel olarak da vatandaşın gönlünün kazanılması ile ilerlendiği belediyelerden. 11 ayrı noktada kentsel dönüşüm çalışmaları sürüyor. Bir diğer taraftan bölgenin ciddi bir mülkiyet sorunu mevcut. Plansız büyüme ile en çok karşı karşıya kalan ilçelerden olan Yıldırım için en önemli icraat, Başkan Yılmaz’ın, ‘Sessiz devrim’ olarak nitelendirdiği, yeni imar planları ile mülkiyet sorununu çözüme kavuşturma işi olmuştu.

Yeni planlar doğrultusunda şimdiye kadar 10 bin hane tapularına kavuşmuşken bu sayının çok yakında 40 bine çıkması hedefleniyor.

Doğudan batıya tek bir ana arterle bölünen ve bu ana artere alternatif güzergahlar oluşturulamadığı için sürekli ara sıcak çözümlerle idare edilmeye çalışılan Bursa trafiği şiştikçe şişiyor son yıllarda. Sonunda Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş da şehrin trafik sorunu olduğunu kabul etmiş ve ‘ben de aynı trafiğin içindeyim’ diyerek durumu kendince izah etmişti.

İşte konu Yıldırım için artık daha farklı bir boyuta taşınmak üzere. Çünkü, “Haşim İşçan’dan Kestel çimento fabrikasına kesintisiz gidilebilecek Ankara yoluna alternatif bir yol üretiyoruz. Çevre yolunu da Gürsu’daki yola bağlamak için çalışmalara başlayacağız. Biz bu dönem ciddi bir kamulaştırma bütçesi ayırdık, hem kentsel dönüşüm hem de yollar için. Bunu önemsiyoruz. Gelecekte Yıldırım’da ulaşım sorunu kalmayacak.” diyen Başkan Yılmaz bu konuda çok iddialı.

Üstelik fark ettiyseniz projelerde kullanılmak üzere ciddi kamulaştırma bütçeleri ayırdıklarından bahsediyor. Yani öyle vatandaşın malına mülküne kılıfına uydurarak yol yapayım, kavşak yapayım derdinde değil. Hakkını ödeyip yapacak yolunu, kavşağını…

Bence Yıldırım’ın en büyük markası ‘uyumayan kütüphene’leri…

Gençlerin bayıldığı, çocukların içinden çıkmak istemedikleri, tam da Oktay Yılmaz’ın söylediği gibi şehrin tüm bölgelerinden gelen öğrencilerin büyük keyifle yararlandıkları bu kütüphane konsepti, her ne kadar ben tecrübe etmemiş olsam da anlatıla anlatıla bitirilemiyor.

Yıldırım’da halen eksik kalan ve önümüzdeki dönem başkanlık konusunda iddialı olduğunu gördüğüm Oktay Yılmaz’ın üzerinde durmak, geliştirmek isteyeceğini düşündüğüm tek bir alan var; sanatsal, kültürel faaliyetler ve eğlence mekanları…

Elindeki tarihi ve kültürel miraslarla Başkan Yılmaz işin bu kısmını da çözerse önümüzdeki süreçte Yıldırımlılar Yıldırım’dan çıkmak istemeyebilirler…

BAHÇELİ ‘BİTTİ’ DEMEDEN BİTMEZ!  

Biraz gevelememiz için önümüze atılan konulardan olduğunu düşündüğüm 50 artı 1 meselesi Cumhur İttifakı’nın birlikteliğinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sıkıldığı şeklinde yorumlanmıştı. Ben durumu her ne kadar gündem değiştirme, kara para aklama merkezi haline dönen ülkede deveran eden olaylardan uzaklaşmamız için kendine alan açma olarak okusam da üzerinde birkaç kelam etmek isterim doğrusu.

Her şeyden önce ülkede şöyle bir genel geçer kural var ve nedense hepimiz bu kurala tabiyiz gibi geliyor bana; ‘Bahçeli bitti demeden bitmez!’ ve bu kez MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ‘bitti!’ demedi.

Hatta;

Bu sistemin demokratik meşruiyet temeli yüzde 50+1’dir. Halk tarafından seçildiği ve hükümet TBMM’den güvenoyu almadığı için yönetimde istikrar ilkesi kendiliğinden gerçekleşmiştir. Milletvekili, belediye başkanı, muhtar seçmiyoruz. Cumhurun bütününü temsil edecek cumhurbaşkanı seçiyoruz. MHP olarak dün ne demişsek bugün de aynı görüşteyiz.

Cumhurbaşkanımızın açıklamasını çarpıtıp Cumhur İttifakı etrafında dolaşanları da adam yerine bile koymayız. Bazı zeka özürlülerin, Erdoğan, Bahçeli’yi sırtından atacak mı diye yazı kaleme almaları, AK Parti ve MHP arasında sorundan bahsetmeleri alçak bir teşebbüstür. Allah’a çok çükür siyasi hayatımız boyunca, burayı dikkatle dinleyin, kendi aranızda tartışırken de cevap verin, hiç kimsenin sırtına binmedik. Hiç kimseyi de sırtımıza bindirmedik.

Sayın Cumhurbaşkanı ile diyaloğumuz hasbidir. Hiç kimse de aramıza giremeyecektir. Cumhur İttifakı’nda pazarlık yoktur. Cumhur İttifakı’nın devamından yanayız, hiçbir şart altında kendi adımıza söylüyorum, ittifakın bozulmasına da geçit vermeyeceğiz. Kiminle istiyorsa görüşüp temas kurmasına destek verdik. Hatta partimizden ihraç edilen bir şahısla aynı kareye girmesine içimiz acısa bile ses çıkarmadık. Sanırım herkes mesajı anladı.” sözleri derin anlamlar içeriyordu her zamanki gibi.

Bahçeli semboller ve benzetmelerle konuşma yapmayı çok sever ve partilileri de onun dilinden gayet iyi anlar. Ben de anladığım kadarıyla size kısacık özetleyeyim söylenmek istenenleri; ‘50 artı 1 iyidir, böylece kalsın, biz nasıl sizi idare ediyorsak siz de bizi idare edeceksiniz, yerimiz, ağırlığımız bellidir ve bize olan ihtiyaç da ortadadır. Kısacası bu ortaklık böylece devam edecek!’

Bu kadar gevelediğimize göre mevcut konuyu artık kapatabiliriz diye düşünüyorum…

 

 

 

Zenginin siyaseti züğürdün çenesini…

Zenginin siyaseti züğürdün çenesini…

İYİ Parti’nin fokur fokur kaynadığını, bu kaynamayı da en içten, en sessiz yaşayan teşkilatın Bursa teşkilatı olduğunu belirterek başlayalım bugün. Kaynamaların sessizliğinin asıl nedeni ise partinin iki milletvekili olan Selçuk Türkoğlu ve Hasan Toktaş’ın şimdilik yaşanan tartışmaların uzağında durmayı tercih etmeleri ve teşkilatı da bu konuda hareket etmeye davet etmeleri olarak açıklayabiliriz.

Hepimizin malumudur İYİ Parti’de iki milletvekiline karşı cephe oluşturan ve parti içinde muhalefet olarak en net çizgide görebileceğimiz tek cephe İYİ Parti Nilüfer İlçe teşkilatı ve partinin kurucu üyeleridir…

Oysa ülke genelinde ciddi bir karmaşa hakim parti teşkilatlarında, elbette kısa süre içinde bu hareketliliğin neresinde duracağına Bursa’nın da karar vermesi gerekecek ya da bir biçimde partinin Bursa’daki etkin isimleri böyle bir karar vermese de teşkilat kendi ivmesini yakalayacak.

Çünkü çok önemli iddialardan bahsediliyor, bu iddiaların asıl kaynağını oluşturan siyasetin finansmanı meselesinin nasıl yürütüldüğü, kimin hangi milletvekilliği sırasını kaça satın aldığı konuları da gizli saklı şeyler değil.

Mesela bir vekillik sırasının 3 milyon liraya alındığını benim dahi duymuşluğum var da aslını astarını, belgesini görmüşlüğüm yok. Dolayısıyla bu konuda biliyor, ama ispatlayamıyor durumundayız.

Bugün Sözcü Televizyonundaki konuşmasını dinlediğim, Gazeteci Deniz Zeyrek’in siyasetin şeffaflaştırılması konusundaki sözlerini çok önemsiyorum. Çünkü bahsi geçen siyasi noktaları satın alma işi, aslında tüm siyasi partilerde üç aşağı beş yukarı benzeri biçimde dönüyor ve herkes bu duruma razı.

Dolayısıyla soruyor Deniz Zeyrek; ‘Kabaca bir hesapla yılda yaklaşık 5 milyon lira, beş yılda 25 milyon lira kazanacağı bir işe girmek için bir kişi neden daha işe girip girmeyeceği dahi belli değilken 20 milyon lira harcasın? Siyaset kimlere hangi kapıları açıyor ki, bu makamlara mevkilere gelmek için insanlar bu kadar para harcıyorlar?’

Bence ülke siyasetinin geleceği açısından asıl yanıtlanması gereken soru bu. Asıl önlem alınması gereken, şeffaflaştırılması gereken süreç de bu süreç.

İYİ Parti cephesine gelecek olursak, peş peşe gelen istifaların ardından İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in hesaplarının incelenmesi için başvuruda bulunan ve partinin kasasından 132 milyon liranın buhar olup uçtuğunu söyleyen, dolayısıyla Genel Başkanını bahsi olunan parayı hiç etmekle suçlayan Ümit Dikbayır, kendisi hakkındaki iddiaların da ortaya çıkartılmaması durumunda savcılığa başvuracağını söyledi.

Her iki taraf da ‘hakkımdaki iddialar ispatlanmazsa siyaseti bırakırım’ diyor, bir yandan da 132 milyon liranın nasıl buharlaştığına yönelik gerçekçi açıklama aramaktan gözlerimiz kanıyor. Açıklama bulunabiliyor mu?

Hayır…

Son olarak İYİ Parti Medya İlişkileri Başkanı ve Parti Sözcüsü Kürşat Zorlu tarafından yapılan;

“Kamuoyunda bir süredir bazı istifa eden arkadaşlar esas alınarak İYİ Parti’ye haksız ve mutlak ifadelerle bir yön çizilmeye çalışılmaktadır. Eleştiri kabulümüz, ama iş gerçek dışı beyanlara geldiğinde bu başka bir şey. Ümit Dikbayır bugün Genel Başkanımızın imzaları ile tedbirli ve kesin ihraç talebi ile disiplin kuruluna sevk edilmiştir” açıklaması ile Meral Akşener’in yeğeni Ümit Dikbayır’ın kısa süre içerisinde partiden ihraç edileceğini anlamış bulunmaktayız.

İhraç olacak, ama çözüm olmayacak. Halen seçim sürecinde yaşananlar ve seçim sonrasındaki başarısızlığın hesabını kitabını tam yapamayan partide daha çok kopuşlar, iddialar, dedikodular göreceğimiz kanaatindeyim.

CHP Genel Merkezi de bunca karışıklığın yaşandığı partiden uzak durmaya meyletmiş gibi görünüyor. Ekrem İmamoğlu’ndan gelen açıklamalar bir ittifak ısrarında olmayacaklarının ilk sinyallerini verdi. Anlaşılan tabanda birleşme beklentisi hakim olacak sürecin bundan sonraki kısmında.

BİR EL DE BİZİM ÇOCUKLARA UZATSANIZ!  

Bu ülkede en zor olan şey ne biliyor musunuz?

Bitki olmak, hayvan olmak, çocuk olmak bir de kadın olmak…

En kolay olan şey ne biliyor musunuz?

Arsız olmak! Utanmaz olmak! Edepsiz olmak!

Bugün 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü

Bursa Barosu Çocuk Hakları Merkezi Başkan Yardımcısı Avukat Ezgi Bilgin’in konuyla ilgili açıklamasındaki satır başları çok önemli:

“Edindiğimiz son resmi verilere göre Türkiye nüfusunun %26,5’ini çocuklar oluşturuyor ve ne yazık ki çocukların büyük bir çoğunluğu haklarının ihlal edildiği bir ortamda büyümek zorunda kalıyor. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programının verilerine göre; Türkiye nüfusunun 82,3 milyon olduğu dönemde 14,8 milyon kişinin yeterli gıda tüketemediği, 5 yaş altı çocukların yüzde 1,7’sinin akut yetersiz beslenme, yüzde 6’sının ise kronik yetersiz beslenme yaşadığı belirtilmiştir. Gelinen noktada yoksulluk ve ekonomik krizle doğrudan bağlantılı olarak, çocukların yaşam koşullarının da zorlaştığını ve henüz resmi rakamlar paylaşılmamışsa da bu sayının ne yazık ki arttığını görebiliyoruz. Bugün Türkiye’de 2 milyondan fazla çocuğun okula aç gittiğini, gün içerisinde kantinden bir yiyecek dahi alamayacak durumda kaldığını biliyoruz”

Bunu Baro biliyor, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı biliyor ve anneler olarak sizler de biliyorsunuz, çünkü yaşıyorsunuz…

Aslında bu güne gelene kadar yıl içerisinde defalarca benzeri oranları ve benzeri rakamları paylaştım yazılarımda, ancak bu kez durum biraz daha farklı.

Derin Yoksulluk Ağı, 2021-2022 eğitim öğretim yılından bu yana ülkemiz öğrencilerinin en azından bir öğün sağlıklı yemek yemelerinin okullar eliyle garantiye alınmasını amaçlayarak bizi ‘Okul Yemekleri Koalisyonu’na dahil olmaya davet ediyor. UNESCO dahil pek çok kuruluşun bir araya gelerek destekledikleri Koalisyonun amacı 2030 yılına kadar dünyadaki 724 milyon ilkokul öğrencisine sağlıklı yemek sağlamak.

Neden bizim okul çağındaki yaklaşık 20 milyon öğrencimiz de dünyada ücretsiz sağlıklı okul öğününe erişebilen 418 milyon öğrenciyle aynı imkanları paylaşmasın…

Tüm dünyaya yardım elini uzatan büyük ülke Türkiye’nin yetersiz beslendiği için gelişim bozukluğu göstermeye başlayan kendi çocuklarına da yardım eli uzatmasının zamanı çoktan geldi!

NOT: Bizi oyalamak için önümüze sürülen suni gündemler yerine gerçek kendi gündemlerimize dönmenin tam zamanı millet. Biraz gözünüzü açın, sizin çocuklarınız yatağa aç girerken birileri altınları salkım salkım sallandırıyor ve siz de bu saçma görüntüleri beğeni içinde izliyorsanız bir doktora gidin!

 

Maşallah, profesör fabrikası…

Maşallah, profesör fabrikası…

Uzun süredir eğitim sorunlarından dem vuran ve her köşe başına açılan üniversitelerin ülkenin ihtiyacından çok daha fazla mezun vererek ve yeni ülkenin ihtiyaç duyduğu kalitede mezun vermekten uzak olarak, akademik meslekler olarak nitelendirilebilecek tüm mesleklerin itibarını düşürmeye yaradığına dikkat çeken bir yazarım biliyorsunuz.

Halen de sözümün arkasındayım.

Tabi şunu da not düşmek lazım, her köşe başına her ilçeye açılan üniversiteler bir yandan genç işsizliğin yoğunluğunu 4-5 yıl ötelerken diğer yandan ‘çocuğum okusun da bir yere gelsin’ düşüncesi ile canını dişine takarak çocuk okutmaya çalışan ailelerin sırtından ekonominin çarklarının dönmesine de vesile olmakta.

Fakat tüm bunlar ne üniversite mezunu çocukların, ne de onları bin bir umutla okutan ailelerin hiçbir işine yaramamakta…

Sosyal medyada benim bu çıkarımlarımı doğrular nitelikte bir araştırmadan bahsedildiğini gördüğümde sizinle araştırmanın sonuçlarını doğrudan paylaşmayı tercih ettim. Araştırmanın sosyal medya paylaşımcısı Eski Turizm Bakanlarından Bahattin Yücel. Paylaşım ise şöyle:

“Bir devlet üniversitesinde adı saklı bir öğretim üyesinin, büyük emekle hazırladığı araştırmasının aşağıdaki başlıklarını okuyunca eğitimdeki vahim durum ortaya çıkıyor.

-Türkiye’deki üniversitelerde kayıtlı öğrenci sayısı 8 milyon.

OECD ülkeleri içinde ilk sıradayız. Öğrenci sayımız, ülke nüfusunun yüzde 9’u. Bu oran ABD’de yüzde 6, AB’de ise yüzde 5.7

-Kamu, vakıf ve özel üniversite sayımız 209

-21 üniversitenin, uluslararası hiçbir etkinliği yok.

-21 üniversite sosyal sorumluluk projesi yapmamış.

-65 üniversitenin, endüstriyel proje yönetimi yok.

-65 üniversite kütüphanesinde sadece 1 kitap var.

-88 üniversitenin patent, tasarım başvurusu yok.

-28 üniversite TÜBİTAK bursundan yararlanmamış.

-32 üniversitede uluslararası desteklenen ARGE çalışması yok.

-Son 30 yılda açılan üniversite sayısı artışı 20 misli.

-Son 5 yılda açılan üniversite sayısı 80.

Soru şu: Bu sayıda artan üniversitelere nasıl hoca bulunabilir?

-AB’de 20 öğrenciye bir hoca düşerken,

-Türkiye’de 41.5 öğrenciye bir hoca düşüyor. 150 öğrenciye bir hocanın düştüğü üniversite bile var.

-68 üniversite rektörünün uluslararası yayını yok. Araştırma kültürü olmayan bir akademisyen nasıl Rektör olarak atanır? Yönettiği üniversiteden araştırma, bilimsel yayın beklenebilir mi? Şimdi derin bir nefes alın; son bir yılda yetişen profesör sayası 4 bin! Araştırmanın özeti bile içler acısı durumu göstermeye yetiyor…”

Maşallah profesör fabrikası gibi olmuş ülke, gel gör ki, içi boş…

Uluslararası yayını olmayanlar Rektör oluyorsa kimler kimler Profesör unvanı alıyor kim bilir…

Son olarak bir dönemin gölge, şimdilerin ayan beyan Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in dereyi geçerken at, tam eğitim öğretim yılının ortasında ise müfredat değiştirmeye yönelik açıklamaları geldi aklıma…

Şöyle diyordu Sayın Bakan; ‘Ortaokulda neredeyse lisans düzeyinde okutulan konular mevcut!’

Bu müfredat değişikliği konusunu daha derinden inceleyeceğim, ancak şunu söylemek gerekiyor; ‘Lisans sürecinde ne okutuyorsunuz peki? Ne okutuyorsunuz da bir araştırması, makalesi dahi olmayan akademisyenleri Madem lisans düzeyinde konuları ortaokullarda okutuyorsunuz, neden daha doğru dürüst toplama çıkarma, çarpma bölme yapamayan lise mezunları ile karşılaşıyoruz?’

Okutulanların zorluğundan olsa gerek içi bomboş bir nesil yetişiyor, siz de içine ne doldursak diye düşünüyorsunuz anlaşılan…

****

Yeşili korumak şart…

Geçmiş Dönem Osmangazi Belediye Meclis Üyesi Cemil Aydın şehrin hızlı yapılaşması karşısında tüm Bursalılar gibi endişe duyanlardan. Bu endişe elbette koruma mekanizmasını da harekete geçiriyor. Bahsettiğim refleksle bir de öneri sunuyor bizlere.

“Yapılan plan değişiklikleri ile çok katlı yapılaşmaya müsaade edilen ve bölgesindeki semtlerde uygulanması planlanan kentsel dönüşüm çalışmalarıyla da yapı ve insan yoğunluğunun artacağı Yalova Yolu üzerindeki Orman Bölge Müdürlüğüne ait 100 dönümlük arazinin Millet Parkı olarak düşünülmesi Bursa kamuoyu tarafından tartışılmalı ve ortak akıl ile değerlendirilmelidir.

Kesinlikte ticari ve konut amaçla yapılaşmaya müsaade edilmemeli, Ankara merkezli plan değişikliğinin önüne geçilmesi için yerel yönetim erkleri girişimlerini aralıksız sürdürmelidir.

Her geçen gün büyüyen araç, insan ve beton yoğunluğuna muhatap kalan Bursa’mızın her bölge ve yönünde oluşturulacak park veya bahçeler ile değişik sosyal donatı alanları sayesinde kısmen de olsa eski yeşil Bursa günlerine dönüşüm hedefi Büyükşehir Belediye Başkanlığı başta olmak üzere tüm ilçe belediyelerinde esas olmalıdır.

Ayrıca bir kısmı İller Bankası Genel Müdürlüğüne devredilen Paşa Çiftliği arazisi de gündemde tutularak Ankara merkezli bir uygulama planı ile karşı karşıya kalınmamalıdır.”

Ovaakça’dan başlamak kaydıyla, plan değişiklikleri ile bölgenin otel yoğunluğuna açılmaya başlandığına ilişkin duyumlar aldığımıza göre, bu yapılaşmanın durmayacağı ve artarak devam edeceğini öngörmek mümkün. Kimi zaman otel kimi zaman kentsel dönüşüm alanı, yüksek yüksek binalara ve nüfus yoğunluğuna devam yani…

Bir diğer taraftan şairin ayağındaki nasırdan çektiği gibi en çok Ankara’dan dizayn edilmekten çekiyor Bursa. İşin bu kısmına da katılıyorum.

Yine de Cemil Aydın ile ayrı düştüğümüz bir nokta var. Ben bahsi geçen ve hali hazırda bir biçimde yeşil alan olarak duran bölgelerin önümüzdeki süreçte de yeşil alan olarak kalmasını, ‘Millet Bahçesi’ adı altında çoğu beton azı peyzaj çalışması alanlara dönüşmemesini tercih ederim.

Şehrin içinde bir koru alanı olur, piknik yapılacak alanları da olan Kent Ormanı örneğindeki gibi bir ormanlık alan olur…

Sonuçta gerçekten yeşil olacak ve yeşil kalacak bir yer bahsettiğim…

Bursalılar olarak bunu başarabilir miyiz? İşte burası da kocaman bir soru işareti…

Para, sağlık, sorunlar ve sorular

Para, sağlık, sorunlar ve sorular

Deveye demişler boynun neden eğri?

Nerem doğru ki demiş…

Tam da bu durumda ülkenin hali…

Bir yanda yan gelip yatarak görüp görebileceğiniz en sükseli hayatları yaşayan internet fenomenlerinin, ‘Nerden buldun sorusunu sormayacağız, yeter ki ülkeye para gelsin’ biçimli politika yüzünden, birer kara para aklama merkezi haline dönüştüklerine ilişkin gündem haberlerinin ayrı ayrı her günümüzü kapladığını görüyoruz.

Anlıyoruz ki, meğer bizim ülke dünyanın kara para aklama merkezi haline gelmiş…

Şimdiye kadar izlemediğimiz videoları açıp izliyoruz, salkım salkım altınlar, süslü püslü kadınların başlarından aşağıya dökülen dolarlar, içi gül dolu lüks arabaların, kapı kulplarına balon bağlanan villaların hediye edilmesi…

Bin bir türlü şımarıklık yaşanıyor…

Tüm bunlar olurken memleketim insanı durmadan artan kiralarla, ateşi düşmeyen sebze meyve etiketleriyle, artık sadece önünden geçmekle yetindiği süt ve süt ürünleri reyonlarının albenisine yenilmemekle, çoktan unuttuğu et ve et ürünlerini hatırlamaya çalışmakla ve şimdilerde en büyük dostu sayılabilecek tavuk ve balık fiyatlarının ne kadar arttığını hesaplamakla meşgul…

Bir de tabii bu bahsettiğim sükseli hayatları izleyip hayal kurmakla muhtemelen…

Çünkü sanıyorum bir ben kalmışım bu acayipliklerden uzak…

Olur tabi…

Normal sayılır böyle şeyler…

Demokrasiden bihaber, hukuk devleti olmaktan uzaklaşmış, kamucu politikaları terk etmiş ülkelerde böyle durumların yaşanması, en tepe ile onun dışında kalanların arasında git gide derinleşen bir uçurumun oluşması normal…

Tüm bu normalitenin tam ortasında ülkenin Sağlık Bakanının hastanelerin doktorsuz kalmasını açıklamak için, sağ elinin baş parmağı ile işaret parmağını birbiriyle buluşturarak, argoda para anlamına gelen işareti yapması da son derece normal…

Herhalde en son rahmetli dedemin bir arkadaşında görmüştüm böylesine basit bir yaklaşımı…

Tabii herkes motivasyonu kadar düşünüyor, sonra da bilinç altı bir anda bu motivasyonu kameralar önünde pat diye ortaya döküveriyor…

Vatandaşın geçiminin dışında barınma, eğitim, sağlık gibi alanlarla da başı dertte…

Barınma çok pahalı, eğitim devlet tarafından verilmekten giderek uzaklaşıyor, sağlık ise tam anlamı ile duvara tosladı…

Pandemi sürecinde insanlarını yaşatmak için insan üstü bir güçle çalışan sağlık emekçilerinin haklarını alamamalarının yanı sıra, sürekli ve sistemli biçimde şiddete maruz kalmaları ve ne yazık ki, işlerini doğru biçimde yapmaktan giderek uzaklaşmaları, tüm doktorları bu ülkede çalışmaktan bezdirdi desem herhalde yerinde bir tanımlama yapmış olurum…

Doktorların gittiklerini defalarca yazdık, yine yazacağız, özellikle uzman doktorları ve tecrübeli sağlık personelini kaybediyoruz. Üstelik bu insanlar öyle sayın bakanın parmakları marifeti ile yaptığı hareketin kapsadığı anlamda bir nedenle, sadece Arap ülkelerine gitmiyorlar, hatta Arap ülkelerine gidenlerden daha çoğunun Avrupa ülkelerine gittiğini, çünkü işlerini işlerinin gereği ne ise ona göre yapmak istediklerin söyleyebilirim.

Geçtiğimiz günlerde ayak üstü sohbet etme fırsatı yakaladığım Tabipler Odası Bursa Şube Başkanı Tufan Kumaş ile tüm bu konular üzerinde konuşurken daha da iyi anladım meselenin tam olarak ne olduğunu.

Ülkemizde bir kişinin yılda ortalama 10 kez sağlık kuruluşuna müracaat ettiği istatistiği Sağlık Bakanı Fahrettin Koca için övünülecek bir şeyken, gerçek bir doktorun gözünde bu durum hastanın iyileşmediği, dolayısıyla sağlık sisteminde bir yanlış işleyiş olduğu sinyalini veriyor. Çünkü Avrupa ülkelerinde insanlar yılda ortalama 3 ya da 4 kez doktora gidiyorlar…

Mesela Sağlık Bakanı Şehir Hastanelerinin işleyişi ile övünüyor, oysa Tabipler Odasına göre bu yıl hizmet ve kira bedeli olarak 84 milyar lira ödenecek olan 18 şehir hastanesinin yerine şehrin merkezinde, ulaşımı ve verdiği sağlık hizmetleri daha işlevsel pek çok hastane yapılabilir ve vatandaş bir nebze de olsa düşünülebilirdi…

Nitekim hali hazırda yatak kapasitesi tam doluluk gösteren Bursa’nın yeni hastanelere ihtiyacı da var gibi görünüyor…

Yeni hastane yapımına karar verilir mi, verilirse bu hastaneler nerelerde inşa edilir, ne kadar sürede hasta ile buluşur… Soru çok, doğru yanıtı verebilecek muhatap dahi yok…

Sorulara kurumlardan yanıt bulmak sizin işiniz diyenler için TBMM’de koskoca milletvekillerinin verdikleri soru önergelerine 15 gün içinde mecburen yanıt vermesi gereken bakanlıkların aylar sonra gönderdikleri tek cümlelik ve saçma sapan yanıtları hatırlatmak isterim.

Hali hazırda kapılarını açmayı bekleyen, ancak bir türlü tamamlanıp hasta kabulüne başlayamayan Ali Osman Sönmez Devlet Hastanesi güya bu yıl sonunda kapılarını açacaktı. Benim gördüğüm kadarıyla şimdilik böyle bir durum söz konusu dahi değil. Söylenenlere istinaden hastane çevresinde eczane falan açılmış, ama hastane inşaatı sürüyor…

Sağlık camiasında konuşulanlara bakılırsa Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Bursa’nın hastane eksikliğinin farkındaymış ve yeni hastaneler için kolları sıvamış…

Hadi bakalım hayırlısı, siz önce var olanı bitirip bir devreye sokun da ondan sonra zaten var olan ve işleyen, vatandaşın yerini yurdunu bildiği hastaneleri ‘Şehir hastanesi yapıyoruz, bu hastanelere ihtiyaç olmayacak!’ diyerek neden yıktığınızı daha sonra konuşalım…

 

Bu kentsel dönüşüm nasıl bir dönüşüm?

Bu kentsel dönüşüm nasıl bir dönüşüm?

20 yıldan uzun süredir ülkemizin lokomotif sektörü olarak inşaat sektörünün işaret edildiğini ve bu sektörün beslediği alt katmanların fazlalığı nedeniyle, üstelik sanayi üretimi gibi geri dönüşü uzun zaman alan bir sektör olmamasından kaynaklı parlatılmaya devam edileceği aşikar.

Bir dönem yaşanan enflasyonist ortamda yönünü bulmakta, önünü görmekte zorlanan, kısılan kredi muslukları ile ne yapacağını şaşıran sektör dinamikleri için bundan sonra karada ölüm yok bence.

Çünkü çok kısa bir süre içerisinde bütün ülke şantiye alanı haline gelecek…

Çünkü 6 Şubat depremi ve benzeri depremlerin batıda da yaşanması ihtimali hepimizi ürkütüyor ve bina stoğumuzdaki Allahlık durum da ortada…

Yani gerçekten bir şantiyeleşmeye, bir dönüşmeye, yapı stoklarımızın yeni ve depreme dayanıklı hale getirilmesine ihtiyaç var…

İyi güzel de nasıl?

Bu konuda benim düşündüğüm kadar düşünmüyor sanıyorum hükümet edenler ya da düşünüyorlar da nalıncı keseri gibi hep kendilerine yontuyorlar meseleyi…

Efendim bizim ‘mülkiyet hakkı kutsaldır’ sözümüzün artık bir hükmünün kalmadığını, şu meşhur torbalardan birinden taze taze yepyeni çıkan Kentsel Dönüşüm yasası ile bu yasanın uygulanacağı kentlerde Kentsel Dönüşüm Başkanlığının artık boş olmayan alanları da rezerv alan ilan edebileceğini bir kez de ben duyurmak isterim.

Aslında 6 Şubat depremleri nedeniyle yıkılması gereken binaların yıkılamadığı, gerekli kentsel dönüşüm çalışmasının sürekli açılan davalar nedeniyle bir türlü ilerleyemediği gerekçe gösterilerek hazırlanan yasanın uygulanacağı en önemli illerden biri İstanbul, diğeri Bursa…

Kentsel dönüşümün hızla gerçekleşmesi mecburiyeti ve yapı stoğunun büyük bölümü depreme dayanıksız olan illerde sokaklara kurtarma ekiplerinin dahi giremeyeceği bir yapılanma söz konusu iken bu durumun değişmesi elbette lazım. Fakat işin içinde ciddi de bir adaletsizlik olduğunu düşünüyorum.

Şimdi yapınızın bulunduğu bölge rezerv alan ilan edildiğinde belediye sizin yapınızın gerekli sosyal donatı alanı terklerini yapıp yapmadığını kontrol ederek ve gerekli terkleriniz yapılmadıysa bu terkleri sizden alarak size bir hak ediş metrekaresi belirliyor.

Yapınızın hiç sosyal donatı alanı terki yapılmadan inşa edildiğini düşündüğünüzde, 100 metrekare taban alanı olan bir binanız varsa, bu binanın 45 metrekaresini sosyal donatı alanları için terk etmeniz gerektiğini belirtmekte fayda var. Böylece elinizde 55 metrekarelik bir hak ediş kalıyor.

Bu hak ediş için size bilirkişi marifeti ile bir bedel belirleniyor. Diyelim ki, metrekaresi bin liradan 55 bin lira alma hakkınız oluşuyor. Aynı zamanda binanızın enkaz bedeli de belirleniyor. Bu, binanızın tapudaki kaydına göre betonerme oluşundan kerpiç oluşuna ve tapuda kayıtlı yaşına göre pek çok kriter göz önünde bulundurularak belirlenen, ancak arsa bedelinden hayli küçük bir rakam. Diyelim ki, enkaz bedeliniz 10 bin lira olarak belirlendi.

Öyle 65 bin lirayı alıp gidemiyorsunuz! Belediye bu binanın yıkımı ve molozlarının imha edilmesi konusunu üstlendiğinden sizden bir kesinti yapıyor. Hoooppp… Almanız gereken bedel 55 bin liraya düştü tekrar…

Bundan sonra da bir ince hesap başlıyor…

‘Hak edişiniz 55 bin lira, bizim yaptığımız dairelerden şu kadar metrekare alabiliyorsunuz, üstünü de borçlanıp ödersiniz. Olmadı, 55 bin liranızı alıp gidersiniz…’

Hatırlarsanız böylesi bir kentsel dönüşüm kalkışmasının Bursa’daki ilk kurbanları şimdilerde Doğanbey TOKİ diye bildiğimiz, TOKİ’nin ‘TOKİ’ kısmını bina isminden kaldırmasıyla tüm sorunu çözdüğünü düşündüğü, ancak yurt dışında dahi ‘bir şehir nasıl katledilir’ konulu panellere görselleriyle destek olan yapının bulunduğu yerde eskiden oturan bahçeli evlerin sahipleridir.

Bahçeli birkaç katlı evlerini verip, üzerine bir ton borçlanıp, sonrasında bu borçları ödeyemeyerek şehrin çeşitli yerlerine ettikleri ahları da yanlarında götürerek dağıldı Doğanbey’in eski sakinleri…

Şimdi sırada büyük bir hızla başlayan diğer projelerin yer sahipleri var…

Mesela bugün Bursa Büyükşehir Belediye Meclisi gündemine gelen Gaziakdemir Kentsel Dönüşüm planlarının görüşülmesi sırasında belediye önünde biriken ve başlarına gelecekleri protesto eden Gaziakdemirliler ve bu yollardan aylar öncesinde geçmiş, ne yazık ki ellerine hiçbir şey geçmemiş Beşyol Kentsel dönüşüm bölgesi sakinleri hemen aklıma gelen iki örnek.

Bu arada hemen belirteyim Beşyol Kentsel dönüşümünün mağdurlarından biri de benim ailemdir. Hani konunun dışında rahat rahat atıp tutuyorum gibi görünmesin mesele.

Ne diyor Gaziakdemir Mahallesi sakinleri?

“Bizi borçlandırıyorlar. Bu mahalledeki insanlar 65 yaş üstünde insanlar. Ödememiz ne kadar olacak diyoruz bir yanıt vermiyorlar, 100 metrekare evime 50 metrekare daire veriyorlar. Onun da yarısına yakına borçlanacağız. Bir artı bir evde kim yaşayacak? Biz kentsel dönüşüme karşı değiliz. Hakkımızı istiyoruz!” diyorlar…

Ellerinde dövizler, pankartlarla Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin önünde bekleşen, ancak kendilerine bir muhatap dahi bulamayan koskoca bir mahallenin sakinleri bahsettiklerim…

Şimdi işin özü şu; herkes kendisine sıra gelene kadar uygulanan politikanın doğruluğundan dem vuruyor, sıra kendisine geldiğinde, canı yandığında yapılanın haksızlık olduğunu söylüyor. Çünkü bahsi olunan yerlere koca koca binalar dikiliyor, sizin aldığınız bir artı bir ev, onun da yarısı borç!

Bu işin kamudan yana çözümlerle ilerlemesinin şart olduğunun bir kez daha altını çizmek lazım. Unutmayın sıra Altıparmak, Çarşamba bölgesinde. Eğer Bursa’da doğup büyüdüyseniz, sizin ya da bir yakınınızın burada muhakkak biri konutu, dükkanı, birkaç metrekare de olsa hakkı vardır…

Yani sıra size de gelecek…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Umudu da yedik beyler, hayırlı olsun!

Umudu da yedik beyler, hayırlı olsun!

Öğrencilik bizim zamanımızda da zordu, ama bir umudumuz vardı; büyüdüğümüzde, okulumuzu bitirdiğimizde, eğer çok çalışırsak, ebeveynlerimizden daha iyi hayatlar sürebilecek, gelir skalasında bir ya da birkaç basamak yukarıya çıkabilecektik.

Daha önce de belirttim, eğitim hayatımın 2 yıldan fazlasını KYK yurdunda geçirdiğimi. Sonrasında da pek parlak konaklama alanlarım olmadı doğrusu. Hem öğrenciye ev verenlerin sayısı çok azdı hem de bizim paramız çok kıttı…

Az çorba bol ekmek sloganı ile geçen günlerimiz de oldu, şerefle söylediğim, Kızılay’da, Sakarya’da eğlendiğim zamanlarım da oldu…

Yine aynı kapıya çıkıyor cümle, paramız yoktu, ama umudumuz vardı…

Şimdi dönüp hayata bakıyorum, siyaset bir ideolojiler, fikirler, sistemler üretme sanatından daha ziyade paranın yönetiminin kimin eline geçeceğine yönelik taktik oyunlarına dönmüş…

Oradan başımı sosyal hayata çeviriyorum, sadece tüketme üzerine odaklanmış ve özellikle lüks tüketimi hedef almış eğlence mekanları dışında, çok az sanat faaliyetini aralara serpiştirdiğimiz, eski samimiyetin, dostlukların olmadığı, insanların birbirlerine mal varlıkları, mevkileri, (tüm bunlar kendilerinde yoksa eşlerinin konumları üzerinden) giyimleri, hatta aksesuarları ile adeta savaş açtığı bir arenaya dönüşmüş…

Döneyim ekonomiye bakayım diyorum, zenginin daha zengin olmasına yönelik bütün hamlelerin yapıldığı, fakire de ‘eee… artık bu elindekiyle idare etmeyi öğrenmen lazım’ denilen bir acayip dünya hali…

Diyorum bizi çalışmak kurtaracak elbette, herkesin işsizliğin pençesinde kıvrandığı, mimar, mühendis, sağlık çalışanı, öğretmen ayrımı gözetmeden iş bulabilen tüm gençlerin asgari ücrete dahi layık görülmediği enteresan iş alemi kuralları duruyor karşımda…

Hani demem o ki, eşten dosttan, siyasetten, sosyal hayattan, çalışmaktan ya da komşuluktan, nereden isterseniz oradan tutun, iki kelimenin ikisi de ‘para’ya çıkarken, gençlerin ileride ellerine para geçme ihtimali giderek sıfırlanıyor yeni dünya düzenindeki Türkiye’de…

Umut beyler, umut… Ülkeyi yedik, sıra umudu yemeye geldi, onun da dibini sıyırıyoruz bu aralar…

Hacettepe Dayanışma Ağı, Hacettepe Üniversitesi Beytepe Öğrenci Evleri’nde bir öğrencinin yaşamına son verdiğini açıkladı iki gün önce…

Bu ilk değil, son olmayacak, son olmasını ise canı gönülden dilerim…

Yine de bilmekte yarar var, son bir ayda dört öğrenci yaşamına son verdi!

Eskişehir’de okuduğu üniversitenin yemekhanesinde bu hayatı yaşanmaya değmez ilan eden öğrencinin cebinden çıkan mektup geçim sıkıntısı çektiğini yazıyordu, belli ki, bu geçim sıkıntısından okulunu bitirdiğinde de kurtulma umudu kalmamıştı evlatçığın…

Bu tür haberlerin sosyal medyadaki yansıması da konuyu kafasında evirip çeviren pek çok genç olduğunu gösteriyor.

Ülkemizin geleceği ya bir uçağın ekonomi sınıfında başka memleketlere uçuyor ya da hayatını sürekli kafasında evirip çevirmekten yaşamaya dahi fırsat bulamıyor…

Tebrikler, bunu hep birlikte başardık…

FEVZİ BAŞKAN ‘ADAYIM’ DEDİ 

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi 9-10 Aralık tarihlerinde seçime gidiyor.

Çağdaş Tarımcılar grubunun adayı olan mevcut başkan Dr. Fevzi Çakmak, bir kez daha aday olduğunu duyurdu bugün bir basın toplantısıyla.

Giderek sivil toplum kuruluşlarının, Akademik Odaların ve Sendikaların varlığının seyreltilmeye, etkisizleştirilmeye çalışıldığı içinde bulunduğumuz bu dönemde konuyla ilgili gayret gösteren herkesin çok kıymetli bir çaba harcadığını düşünüyorum.

Ne kadar sivil akıl bir araya gelir, ne kadar akademik kişi bir araya gelir ne kadar sendikal mücadele yürütülürse bu toplum o kadar ileri gidebilir.

“Kamu yararına, doğru, bilimsel ve teknik verilere dayanarak en önemli doğal kaynaklarımız olan toprağımızın, suyumuzun, ormanlarımızın, mera alanlarımızın korunmasını sağlayarak, yağmalanmasını önleyeceğiz. Kanun ve yönetmeliklerle tanımlanmış hak ve yetkilerimizi korumak ve kazanmak amacıyla, üreticimiz, akademik odalar, firmalar, bayiler ve sivil toplum örgütleri ile mesleğimize ve odamıza yaraşır kararlılıkla beraber olmaya devam edeceğiz” diyen Çakmak’a başarılar diliyorum. Eğer merak ediyorsanız şimdilik Çağdaş Tarımcılar Gurubunun karşısında yeni bir aday görünmüyor…

 

 

Operasyon

Operasyon

Algıda seçicilik mi desem mesleki dezenformasyon mu desem bilemedim…

Uzun yıllar polis muhabirliği yapınca insan ister istemez operasyon haberlerini biraz daha yakından inceleyip birkaç kez okuyor.

Seçimden sonra Türkiye’de kabinenin değişmesi ile İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya fırtınası esiyor. İstanbul Valiliği görevinde de bulunmuş bu bürokratın icraatlarını, sabaha karşı yapılan operasyonları, her sabah kalkınca haberlerde görüp işitiyoruz.

Sanki mayıs ayında yapılan seçimleri muhalefet partisi kazanmış, iktidara gelen başka bir Cumhurbaşkanı kabineyi kurmuş, bu başarılı bürokratı bulup ‘Hadi koçum yalın kılıç saldır zalimin üzerine’ demiş gibi bir hava estiriliyor.

Teknik detaylara hakim olmayan ya da bilmeyen televizyon yorumcularımız başlıyor Ali Yerlikaya’nın başarılarından bahsetmeye…

Ama şu soruyu soran yok: Bu çeteler cirit atarken, mafya sokak ortasında birbiriyle çatışırken, kara para akladığı iddia edilenler euroları saç bigudisi yaptıkları görüntüleri paylaşırken bu ülkede İçişleri Bakanlığı yok muydu?

Bu makam Ali Yerlikaya ile mi kuruldu ya da muhalefet seçimi kazandı da at sahibine göre kişner misali İçişleri Bakanlığı çalışmaya mı başladı?

Kimse bu soruyu sormuyor mu acaba? Bu çeteler cirit atarken kendisinin tek meziyeti muhalefete laf yetiştirmek ya da hakaret etmek olan, genelgeler ile görüntü alınmasından alkol yasağına kadar bir takım işlerle uğraşan, hayatında bir tek güvenlik makalesi okumayan, ama sorsan dağdan dağa seken Süleyman Soylu neredeydi?

Bilmeyenler için aydınlatma yapayım… Bu yapılanlar planlı operasyondur, yani ihbar ya da istihbarat birimlerinden gelen bilgiler toplanarak suç örgütü kurduklarından şüphelenilenler takibe alınır. Bir dosya yapılır, bu kişilerin geçmişte ve takip süresince işlediği suçlar bu dosyada toplanır.

8 KASIM ÇARŞAMBA GÜNÜ İÇİŞLERİ BAKANI ALİ YERLİKAYA’NIN AÇIKLADIĞI, FUTBOL VE DİĞER SPOR MÜSABAKALARINDA BAHİS VE ŞANS OYUNLARI DÜZENLENMESİ HAKKINDA KANUNA (7258 SAYILI) MUHALEFET VE SUÇTAN KAYNAKLANAN MALVARLIĞI DEĞERLERİNİ AKLAMA SUÇLARINA YÖNELİK SAKARYA MERKEZLİ ÜÇ İLDE GERÇEKLEŞTİRİLEN OPERASYONDA YAKALANAN 43 ŞÜPHELİDEN 25’İ TUTUKLANARAK CEZAEVİNE GÖNDERİLDİ. (BURAK CAN TOKYÜREK/SAKARYA-İHA)
Sakarya merkezli İstanbul ve Bolu illerinde düzenlenen yasa dışı bahis ve kara para aklama suçlarına ilişkin “Sibergöz” operasyonunda gözaltına alınan 43 şüpheliden 25’i tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Daha sonra bu suç örgütü hakkında bir şema çizilerek örgüt içerisindeki yönetici ve üyeleri tespit edilerek mağdur ifadeleri, teknik takip materyalleri bu dosyada toplanır. Bu dosyaların oluşması bazen 1 yıldan fazla zaman alır.

Şimdi insana sormazlar mı bu suç örgütleri hakkındaki dosyalar yeni mi yapılıyor diye?

Yoksa yapılmış da yeni mi işleme konuyor?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Valilik yaptığı sırada İstanbul’daki çete dosyalarını işleme koyup operasyon için düğmeye basmak için gücü kudreti yok muydu?

Benim buradaki amacım işini doğru düzgün yapmaya çalışan İçişleri Bakanı Yerlikaya’yı eleştirmek değil. Sadece AK Parti’nin 7 yıl bu görevde tuttuğı eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun döneminde bu dosyalar varsa neden işleme konulmadı, onu sormak?

Ya da bu dosyalar her raftan inip bakanlığa brifing verildiğinde gazeteci Tolga Şardan’ın yazdığı gibi İstanbul Emniyet Müdürü Zafer Aktaş’ı bile isyan ettiren bilgi sızıntıları olup çeteler kuş olup uçuyor muydu?

Hukuk devleti görüntüsü vermek…

Hukuk devleti görüntüsü vermek…

Darbeler ülkesi Türkiye, Avrupa Birliği adaylık sürecinin başladığı 90’lı yıllarla birlikte, gerek ülke içinde gerekse ülke dışında bir hukuk devleti görüntüsü verme zorunluluğu hissetti durdu yıllarca. İçe siner sinmez orası ayrı bir mesele, ama en azından böyle bir gayret vardı.

Sonradan anlaşıldı ki, öyle kolay değil gerçek bir hukuk devleti olmak, yargı dağıtmak, vatandaşı adil kararlar verdiğine ikna etmek…

Zaten bu konularda bir gayret de olmayınca, hep söylediğim gibi, önce kuralları koyan, sonra arkasından nasıl dolaşırız konusuna kafa yoran yurdum insanı, tüm dünyanın adalet diyerek başvurduğu kuralların uygulanma biçimini de kendine göre esnetmenin yollarını buldu.

Adliyelerde dönen dolaplardan tutun da yargıya müdahalenin ses kaydına kadar pek çok done çıktı önümüze son günlerde. Yapılan güven anketlerinde sonuncu sıralarda yer almasıyla ünlü Türk adaleti biraz daha darbe aldı bu iddialarla.

Sakın yanlış anlaşılmasın, iddiaların ortaya çıkması elbette ki önemli; ancak bizim ülkemizde böylesi iddialar bir mekanizmanın kendini toparlaması ve içindeki çürük elmaları ayıklaması için kullanılmaz. Daha ziyade iktidarın yapmak istediklerini yapmasını sağlayacak araçlar olarak hizmet verirler, hatta bunun için bir süre önce depolanıp sotede bekletilirler, vakti zamanı gelince piyasaya sürülürler…

Elbette Yasama, Yürütme ve Yargı dediğimiz üçlemedeki ayaklardan birini alaşağı etmek bu kadar kolay işleyen bir süreç değil. Bir de Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasındaki krizi eklemek lazım geliyordu bu karmaşaya.

Malumunuz o konuyu da eksik bırakmadık.

Uzun yıllar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararları uygulamaktan imtina eden ve bu kararlar doğrultusunda davacılara dünyanın tazminatını ödeyen Türkiye, ciddi bir çaba ile bu handikabın önüne geçmenin yollarını aradı, nihayetinde ‘yerli ve milli AİHM’ olarak da adlandırabileceğimiz, kısmen de olsa onun yerine geçecek, en azından milletin gazını alacak, bir formül buldu.

2012’de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılmasının ana sebeplerinden biri tam olarak budur kanaatimce.

Belki bu çözüm sayesinde AİHM’e yapılan başvurular azaldı, ancak bu kez de Anayasa Mahkemesinin önünde birikti dava dosyaları, çünkü sorun, yani hak ihlalleri ortadan kalkmadı sadece bu ihlallerin çözüm odağı değiştirildi. Sorun tam olarak ortadan kalkmayınca da AYM hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hem de Anayasa’nın gerekleri doğrultusunda hareket etmek zorunda hissederek mevcut siyasi iktidarın hoşuna gitmeyecek kararlar almaya başladı bulduğu boşluklarda.

Yargının tüm mercileri üzerinde tam bir hakimiyet kuran, göz önünde yargıya parmak sallayan hükümet için bu çatlağın varlığı artık kabul edilemez hale geldi ve nihayet müdahale etmek için koşullar yaratıldı.

Şimdi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Yargıtay Başkanlığı’nın AYM ile tartışmaları sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklamaları destekleyen beyanları ile AYM’nin yetkilerinin azaltılması, bireysel başvuruda yeniden yargılamanın yolunu kapatacak bir düzenlemenin yapılması var gündemde.

AYM’nin işlev dışı kalması ile birlikte AİHM yollarına düşecek yine yüce Türk adaletinden umduğunu bulamayan dava dosyaları…

Burada da bir umut 20-30 yıl süren dava sürelerinden yararlanarak aradaki zamandan kazanmak olabilir diye düşünüyorum.

Aynı zamanda bize ne olacağının da tablosunu şöyle bir çizmek lazım. Hükümetin Anayasa Mahkemesi’nin yapısında değişiklikler yapma girişimi ülkeyi daha da içine kapalı bir hale getirirken hesap verilebilirlik ve şeffaflık açısından artık sınıfta kalmamız gibi bir durum da ortadan kalkacak, zira tüm bu kavramlara veda edeceğimizden sınıfta kalma olmayacak…

Şimdi bu siyasi anlayışla yola çıkılarak yeni bir Anayasanın hazırlanması gerekliliği de getiriliyor karşımıza yeni gündem maddesi olarak. Daha önce de belirttim ve 1980 döneminde yapılmış, bir darbe Anayasası olarak karşımızda duran bu metnin yenilenmesi elbet gerekli, fakat benim önerdiğim yol daha insan haklarına sahip çıkan, bireye daha saygılı, birlikte yaşamaya ve her türlü adil paylaşıma daha çok kıymet veren, tüm bunların savunucusu bir anayasa iken; karşımıza çıkacak olan resmin bu talepleri karşılamayacağı çok aşikar…

Sözün özü, mevcut rejim açısından hukuk devleti görüntüsü vermek dahi yük haline gelmişken içinde bulunduğumuz ekonomik darboğazın nasıl bir çözüm bulacağı sorusu ile baş başa kalmış durumdayız.

Kayapa çöplük irdelemesi…

Kayapa çöplük irdelemesi…

Kimse kapısının önünde çöp olsun istemez, hatta ‘mahallemde, sokağımda çokça çöp konteyneri olsun, ama mümkünse benim kapımın önünde değil de komşumun kapısının önünde olsun’ gibi bir mantık vardır bizde.

Çünkü biz Avrupa’nın çoktan geçtiği ve uzun yıllardır aksatmadan başarılı biçimde uyguladığı ‘çöpleri ilk kaynağında ayrıştırma’ denilen işi başarabilen bir toplum değiliz, hiç olmadık, bundan sonra da olabilir miyiz emin değilim…

Tam da bu nedenle, çöplerimiz kısa süre içinde kokar, sinek toplar, dağılır, bir yandan kirlilik bir yandan koku kendi evine temiz olmayı adet edinmiş bizlere rahatsızlık verir.

Bu kadar derin anlattığım konunun anlatılış nedeni Kayapa Mahallesi’nde yapılması planlanan Katı Atık Geri Kazanım ve Bertaraf Tesisi projesi…

Günümüz teknolojisi de göz önüne alınırsa bir vahşi depolama alanı olarak tanımlayabileceğimiz Hamitler Çöplüğü ömrünü tamamlamak üzere. Alan doldu dolacak. Dolayısıyla bizim kapılarımızın önünün mis gibi kokması için acilen bir çöp toplama alanına ihtiyacımız var. Bursa bu konuda SOS veriyor…

Buraya kadar herkes konuda hem fikir zaten. Kimsenin yeni bir çöp toplama alanına ihtiyaç olup olmadığını tartıştığı yok. İşin tartışmaya açılan kısmı, çöp toplama alanının nerede olacağı…

Konuyla ilgili daha önce defalarca görüştüğüm İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, Kayapa Mahallesinde bir bertaraf etme tesisi oluşturulmasının kendi içindeki mantığını anlatmıştı bize.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli elemelerle pek çok yer arasından iki yeri uygun bulduğunu, bu iki yerden birinin ciddi kamulaştırma bedelleri çıkacağından Kayapa Mahallesinin daha münasip olduğuna karar verildiğini öğrenmiştim.

İşte bu noktada DOĞADER eski başkanlarından Murat Demir’in ‘Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş ile bu konuyu konuşmaya gittiğimizde kendisi de projenin yanlış olduğunu belirtmişti’ sözü hayli önemli. Bir diğer taraftan hukuk nezdinde verilmiş bir mücadelede kazanılmış bir davanın sonucunda burada çöp toplama alanı yapılmaması gerekirken, 2022 yılında yapılan plan değişikliği ile konunun yeniden gündeme geldiğini de hatırlatmak lazım.

Başkan Alinur Aktaş’ın şimdilerde eskisi gibi düşünmediğini belirtmek gerekli mi emin değilim. Elbette kendisi şehrin batısına böyle bir tesisin kurulmasının büyük bir ihtiyaç olduğunu sıklıkla vurguluyor ve bu vurgusunda da çok haklı.

Fakat burada itiraz edilmesi gereken yerler var. Çünkü konuyu uzmanından dinleyince işin içindeki riskleri daha iyi görebiliyorsunuz.

Öncelikli olarak zaten maden ocaklarının varlığı nedeniyle yoğun kamyon trafiğinin olduğu bölgede mesele trafik açısından dahi ciddi sorunlara gebe. Çünkü bahsettiğimiz çöp miktarını bertaraf tesisine taşımak için belki de 24 saat kesintisiz bir kamyon trafiği gerekecek.

Hemen ardından sizlerle Kimya Mühendisleri Odası Bursa Şubesi İkinci Başkanı Vedat Sezer’in bilgilendirmelerini paylaşmak isterim.

İlk olarak böyle bir tesis o kotta yapılmaz ve bölgedeki kaya yapısı ve kireç taşı yapısı geçişken, dolayısıyla çöp suyunu da geçirir. Bölgenin altyapısının incelenmesi tam yapılmamış. Bölge havza yer altı sularının kirlenme ihtimali yüksek. Kirlilik sakıncası çok yüksek!” diyor Vedat Sezer.

Bundan birkaç ay önce İKK’nın ilgili odalarıyla birlikte Doğu Bertaraf tesisini de gezdiğini hatırlıyorsunuzdur belki. Ben de gezmiştim vakti zamanında projeyi. Bana göre son derece harika olan, sadece bir miktar koku sorunu bulunan tesis bir bilenin gözüyle hayli problemli görünüyor.

Niyet iyi, ama mesele uygulamayla ilgili aksaklıklarda.

Mesela, proje ihalesinin ehil bir firmaya verilmediğine ilişkin emareler işleyişte dikkat çekiyor. Daha ziyade bütçeyle uyumlu deneme yanılma yoluyla doğru bulunmaya çalışılıyor. Yazımın başında belirttiğim gibi çöpler evlerden çıkışta ayrıştırılmamış olduğundan karışık çöp yükünü tam olarak sonradan ayrıştırmak pek de mümkün olmuyor.

Organik kısmın ayrıştırılması ile metan çıkacak ve esas yararlı olacak kısım bu, fakat ayrıştırma tam gerçekleşmediğinden verimlilik de çok düşük kalıyor. Yakma verimi düşük bir metan elde ediliyor. Bacadan çıkan gazı da etkiliyor elbette bu durum.

Metan gazı oluştuktan sonra çıkan suyun arıtılması ise asıl büyük mesele!

Kirli suyu Doğu Bertaraf tesisinde arıtacak bir bölüm yok. Plan şöyle, çıkan su 16 kilometre boyunca döşenecek borulardan pompalanarak İnegöl’e taşınacak, buradaki biyolojik arıtma havuzunda arıtılacak. Son derece asidik bir sıvıdan bahsettiğimizi ve İnegöl’de henüz böyle bir arıtma tesisi olmadığını da belirtelim tam olsun!

Çıkan ve gömülmesi gereken katı atık miktarı ise çöpün yüzde 60-70 gibi büyük bir oranı.

Yani teknoloji doğru, ama ana kalemler olarak uygulama yanlış. Yerinde ayrıştırma, yerinde arıtma, verimlilik esasları es geçilmiş durumda.

Doğu entegre tesisiyle ilgili yazdığım bu soru işaretlerinin daha büyüğü Batı entegre tesisi için de geçerli. Hatta Batı entegre tesisinde çıkan sıvıyı nerede ayrıştıracaklarına ilişkin bir çözüm de yok henüz!

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın Avrupa şehirlerinde şehrin içinde kalan entegre tesislerine hayran kaldığını ve benzerlerini Bursa’da uygulamak istediğini biliyorum. Ancak bu soru işaretleri ile bahsedilen tesisler pek de o havayı verecek gibi değil. Hatta hava biraz da çöp kokacak gibi görünüyor. Kayapa Mahallesi ve yakın mahalleler de bu çöp kokusundan ayrıca endişe ediyor zaten.

Konuyla ilgili 13 Aralık’ta Büyükşehir Belediyesi’nde bir ihale yapılarak projeye start verilecek. Bu süreçte bölge halkı da mücadeleye devam ederek ‘Kayapa’da çöplük istemiyoruz’ diyecek.

Tüm bu karmaşanın içinde seçildiği günden beri ‘sokak siyasetinin ucunu bırakmayacağım, makamımda değil sokaklarda bulacaksınız beni’ diyen CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın da yine şehir mağdurlarının yanında olduğunu atlamayalım. Bursa uzun süredir böyle aktif bir muhalif siyaset görmemişti, Nihat Başkanın hakkını seçimlerde teslim eder mi bilmiyorum…

 

İktidarın adayı yok!

İktidarın adayı yok!

Haftanın sonuna ortalama bir Avrupa ülkesine bir yıl yetecek gündemle geldik. Tamam, kanımız deli akıyor da bu kadar da değil.

Bir yanda Anayasayı değiştirmek adına Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında gerilim çıkarmak, bir yanda deprem bahane kentsel dönüşüm şahane adıyla kimin nereye ne zaman çökeceğini dahi kestiremediğimiz torba yasalardan yasa beğenme durumları, bir yanda Ana Muhalefet Partisinin yeni liderinin daha aktif bir siyaset güdeceğine yönelik çıkışları, bir yanda yerel seçimlere kimin hangi tarafta saf tutarak gireceğine dair akıl yürütmeler, partilerden istifalar, bir araya gelip gülüşen liderler, falan filan…

Seçimlerden hemen sonra bir iç hesaplaşmanın sonucu olarak bize lanse edilen, İYİ Parti’nin ittifaktan çekilme ve kendi adayları ile seçime girme kararı, özellikle muhalefet cephesi açısından büyük bir kazanım, iktidar cephesi açısından ise büyük bir kayıp olan Ankara ve İstanbul’da Cumhur İttifakı’nın ekmeğine yağ sürmek olarak yorumlanıyor…

Bu yorumlara katılmamak mümkün değil, hatta Bursa özelinde bir ittifakın tekrar filizleneceğine oldu da bitti maşallah gözüyle bakılıyordu son günlerdeki CHP’nin Genel Başkan değişimiyle birlikte. Ancak gözden kaçan bir şey var. Hem İYİ Parti kanadında hem de CHP kanadında bu ittifaktan ve ittifak sonrası çıkışlardan haylice yıpranmış bir seçmen kitlesi mevcut.

Daha önce de yazdım bu meseleyi, CHP’nin bundan sonra atacağı en önemli adım, kendi küskün örgütünün en kılcal damarlarına kadar işleyerek; bir uyanış, bir şahlanış, bir hareket yaratmaktır. Bu işin bir an önce halledilmesi ve yerel seçimler için çalışılmaya başlanması da şart. Zira vakit daralıyor!

Bir yandan da İYİ Parti’nin içindeki kavgalara dahil olup olmama meselesi var CHP açısından, derinden düşünülmesi gereken.

İYİ Parti’de ise iki günde bir gazetelerin manşetlerini süsleyen ‘İpler koptu’ minvaldeki başlıkları görmemize vesile olacak iddialarla birlikte gelen istifalar hakikaten gündem oluşturuyor. Ama bu gündemler öyle reklamın iyisi kötüsü olmaz minvalinde değil de daha çok, kara, kapkara lekeler şeklinde gündemler.

Son olarak; İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in eski danışmanı Hasan Sami Özvarinli’nin ‘Milletvekili borsası kurdular. Ailenin hesaplarını MASAK incelemeli!’ açıklaması partiyi alt üst etti.

Gerçi biz benzeri açıklamaları daha İYİ Parti vekillik listelerini oluşturmak için temayül yoklamaları yapmaya başladığı zamanlarda duymuştuk. İşin aslı su yüzüne çıkınca yeniden hareketlendi eski kulisler ve iddiaların en azından bir bölümünü doğrular söylentiler dolaşmaya başladı.

Özvarinli’nin sözleri de öyle yenilir yutulur cinsten değil;

“Şanlıurfa il başkanının bu konuda açıklamaları var. Antalya’da, Elazığ’da aynı şeyler yaşandı. Hepsinin istifa ederken söyledikleri şey, ‘Teşkilatlarda adı sanı olmayan insanlar verdikleri paralarla milletvekili borsası kurdular’ oldu. Bunun adı milletvekili borsasıdır. İYİ Parti’yi esas yöneten kişi, Akşener’in oğlu Fatih Akşener’dir. Ama asıl yöneten tabii ki üst akıl!” cümlenin bundan sonrası, ucu Pensilvanya’ya kadar dayanan iddialar içeriyor.

Bu iddialar ile birlikte İYİ Parti’nin kurucu üyelerinden eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz; “Türkiye’de yeni bir sayfa açacaktık. Hesap verebilir, şeffaf olacaktık. Hukukun dışına çıkmayacaktık. Tam tersi oldu, her şey çöktü” sözleri ile birlikte istifasını duyurdu.

İYİ Parti Genel İdare Kurulu Üyesi Bahadır Erdem de partisinden istifa ettiğini bildirdi.

Anlayacağınız partide depremin ardı arkası kesilmiyor.

İddiaların doğrulukları nedir bilinmez. Araştırılması gerekir mi? Böylesi iddialar güven sarsıcı olacağından, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in kendisi ile ilgili iddiaların araştırılması için defalarca yargı makamlarına başvurması gibi bu konunun araştırılması için de benzeri bir talepte kendisinin bulunması bence çok yerinde olacaktır.

Gelelim bu karmaşa içinde aslında ellerini ovuşturarak manzarayı izlemesi gerekirken, kol kırılır yen içinde kalır mantığını işletmesine rağmen, yaşadığı iç çalkantıların rengini dışarıya sızdırmaya başlayan AK Parti’ye.

Sızan bilgilere göre en azından İstanbul için partinin fokur fokur kaynadığını söylemek mümkün.

Yani demem o ki, şunun şurasında 4 ay sonra yapılacak yerel seçimler için iktidar partisi almayı en çok istediği iki ile, özellikle de İstanbul’a henüz bir aday belirleyebilmiş değil.

Hani bugün CHP çıksa ve ‘İstanbul için adayınız nerede?’ diye sorsa kimseden ses çıkmayacak, çıkamayacak.

İmamoğlu güçlü bir aday ve kazanacak aday arayışı bu kez iktidar partisini sarmış durumda.

Bir yanda halen parti içinde etkin olmaya çabalayan Süleyman Soylu ekibi, diğer taraftan ise Esenler Belediye Başkanı Mehmet Tevfik Göksu’nun ekibi İstanbul’u kazanacak aday için kulis yapıyor.  Soylu çizilen karizmasını yeniden kazanmak için de veriyor bu savaşı. Şu an için AK Parti cephesinde iki isim de cepte duruyor. İstanbul adayı için yaptırılacağı söylenen çok özel ankette Soylu da Göksu da yer alacak…

Bir süredir Ankara kulislerinde dolaşan, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın gerek sosyal medya mesajları ile gerekse bakanlığının düzenlediği yerinde operasyonlarla ön plana çıkarılmasının nedeni olarak gösterilen meseleyi bir kez de biz yazalım; Ali Yerlikaya İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına hazırlanıyor olabilir. Malum ankette kendisinin de isminin olacağı söyleniyor.

Tüm bu veriler ışığında CHP alması gereken aksiyonu aldı ve Özgür Özel, “Sadece Kılıçdaroğlu’nun anketlere bakarak söz verdiği, Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Özlem Çerçioğlu ile ilgili PM’ye bu sözün arkasında duran bir teklifle geleceğiz ve üç belediye başkanımızı yeniden adaylaştıracağız.” dedi.

İYİ Partililer yerel seçim çalışmalarına soyunmadan önce ya Anıtkabir yollarında sohbetli muhabbetli bir araya geldikleri MHP ile yollarını birleştirdiklerini açıklasınlar da bitsin bu çile ya da kendilerini aklamanın en ivedi çaresine bakarak yerel seçimlere doğru rotalarını kırsınlar.

Ama benden söylemesi öyle ittifaksız olmaz bu seçim…

10 Kasım ve hukuk…

10 Kasım ve hukuk…

Yaklaşık 2 hafta önce Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yaşını kutladık. Her yıl olduğundan daha büyük bir kalabalık, Cumhuriyetin bu ülkenin tüm bireylerine sağladığı demokratik hakların peşinde olduğunu söylemek için alanlardaydı. Kalabalıktık, çünkü bahsettiğim kazanımların elimizden teker teker alınıyor olmasından rahatsızdık aslında…

Bugün 10 Kasım, ülkenin kurucu önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ölümünün 85. yılında saygıyla anıldı bir kez daha ve bu kez büyük önder anılırken bahsettiğim demokratik kayıplardan çok önemli bir parça da koparıldı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden…

Genel seçimlerde milletvekili seçildiği halde, hukuku bildiğimiz kadarıyla tahliye edilmesi ve milletvekilliği koltuğuna oturması gerekirken, halen tutuklu bulunan TİP Hatay Milletvekili Can Atalay ile ilgili verilen kararların yargının en büyük iki organı arasında akla hayale sığmayacak bir tartışma yaratması, bahsettiğim demokratik kaybın açık delili olarak karşımızda duruyor.

Çok kısa bir hatırlatma; Anayasa Mahkemesi Can Atalay’ın tahliyesine karar vermiş, Yargıtay bu karara uymadığı gibi Anayasa Mahkemesinin tahliye kararı veren üyeleri ile ilgili suç duyurusunda bulunmuştu.

Bir taşla kuş katliamına giden yolların yavaş yavaş hazırlandığına şahitlik etmek de varmış kaderimizde.

Gazeteci-yazar Murat Yetkin, AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Özbekistan dönüşü gazetecilere yaptığı açıklamada, Anayasa Mahkemesinin birçok yanlışları arka arkaya yapar hale geldiğini söyleyerek, kesin tavrını ortaya koyduğunu dile getirdi.

Çok önemli, alt mesajlarının dikkatle irdelenmesi gereken, küçük ama etkili bir cümleden bahsediyoruz.

Şimdi önce şunu koyalım ortaya; bizim ‘Anayasa’ adını verdiğimiz, ‘hakimiyeti kayıtsız şartsız millete teslim ediyorum ve nasıl kullanılacağını da en üst yargı birimi olarak burada tanımlıyorum’ diyen bir metnimiz var. Hatta vurgulamakta yarar görüyorum; ilk dört maddesinin değiştirilmesi asla söz konusu edilemeyecek bir metin…

Bu metnin nasıl işletileceği üzerinde sorumlu olan en üst noktada yetkili iki de kurum mevcut, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay!

Anayasa Mahkemesinin görevi Anayasaya aykırılıkları denetlemek, özellikle devlet kurumları ile vatandaş arasındaki hak ihlallerine ilişkin açılan davalarda haklıyı haksızdan ayırmak. Verdiği kararlar kesin ve bağlayıcı. Çünkü Anayasa’da, yani ülkenin en üst noktadaki yasa metninde böyle yazıyor.

Yargıtay’a gelince… Adli yargılamalarda hakkımızı arayabileceğimiz son kurum kendisi. Burada da olmuyorsa yine Anayasa Mahkemesine gidiyoruz, çünkü son merci Anayasa Mahkemesi! Hiçbir mahkemede sonuç alamıyorsak, iş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor, çünkü ülkedeki tüm yasal zeminler denenmiş oluyor.

Bugün tartıştığımız konuysa şu; Yargıtay Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara uymuyor. Üstüne bir de Anayasa Mahkemesi’nin bazı üyeleri için suç duyurusunda bulunuyor!

Hukuk savunucularının bu durumu tarifi şöyle; Anayasal düzene karşı darbe!

Ben de sade vatandaş olarak baktığımda Anayasal Düzen adını verdiğim kavramın zaten çoktan ortadan kalktığını görüyorum bir süredir. Çünkü Anayasa Mahkemesinin kararlarının beğenilenlerini uygulayan bir yürütme organı var karşımızda. Dikkatinizi çekerim, sadece beğenilen kararlara uyuluyor. Yoksa yasalar, adalet falan hak getire…

Şimdi gelelim güncel konumuzun devamına…

Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay eliyle iktidar tarafından işlevsiz bırakılmak istendiği ortada. Bu saatten sonra Can Atalay’ın tahliyesi konusunda görüş belirten Anayasa Mahkemesi Üyelerinden istifalar gelirse şaşırmamak lazım, zira konunun uzmanı bütün yazarlar ve hukukçular bu yönde görüş belirtiyor.

Buraya kadar anlattığımız hukuki anlaşmazlıklar sonucunda bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın diğer cümleleri de dikkate değer…

“Türkiye, Milli Mücadele dönemi hariç milletin ihtiyaçlarını karşılayacak bir anayasaya hiç sahip olamadı. Darbecilerin ve ideolojik saikler ile onlara destek olan kimi kesimlerin ülkeden ve milletten kopuk gündemleri çerçevesinde şekillenen anayasalara mahkum edildik. Uzunca bir süredir sürekli ülkemizin yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasaya olan ihtiyacını ifade etmemizin sebebi, işte bu mahkumiyeti sona erdirmektedir… Yargının iki kurumu arasındaki yetki tartışmasının çözüm yeri Anayasa’dır, yasalardır. Ancak, anlaşılan o ki, mevcut Anayasamız ve dolayısıyla ona göre şekillenen yasalarımız, bu konuda da yetersiz kalmaktadır!”

Geliyor gelmekte olan…

Bir darbe Anayasası olarak işleyen şimdiki Anayasanın daha demokratik ve daha güncel haliyle toplumun ihtiyaçlarına tam olarak cevap veren bir üst hukuk metni olarak düzenlenmesini ben de canı gönülden isterim de, işin böyle gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusundaki endişelerim öyle yoğun ki…

Bir hukukçu olmadığım için daha çok hukukçuların aktardığı bilgilere dayandırmaya çalıştığım yazımı yine bir hukukçunun yorumu ile noktalamayı, hatta bu yorumu olduğu gibi aktarmayı uygun buluyorum.

Bir dönem Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığıyla bilinen ceza hukukçusu Prof. İzzet Özgenç, sosyal medya hesabından Erdoğan’a yayınladığı mektubunda şöyle diyor;

Sayın Cumhurbaşkanım, Değerli Ağabeyim,

Bu mektubu size, resmi bir sıfat taşımadan ve resmi bir statüye sahip olmadan uzun yıllar Hukuk alanında danışmanlığınızı yapan bir kişi olarak kaleme alıyorum.

Anlaşılan o ki, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen muayyen bir olayla ilgili ‘hak ihlali’ ve yeniden yargılama kararına ‘uyulmamasına’ dair karar, Yargıtay Başkanlığı postunda oturan kişinin yanı sıra, sizlerin de bilgisi dahilinde verilmiştir.

Hukuki danışmanlık çalışmaları çerçevesindeki yönlendirmeleri dolayısıyla mahcubiyetini gerektiren bir durumun olmadığı ortaya çıkmış bir kişi olarak, etrafınızı saran veya çevrenizde tuttuğunuz “hukukçu” geçinen ÇAKALLAR yüzünden, somut hukuki sorunlarla ilgili düşüncelerimi size zamanında arz etme ve yönlendirme kabiliyetim ortadan kalkmıştır. Bu durumu, şahsım için bir eksiklik olarak telakki etmiyorum. Ancak, Hukuka geri dönülmesi dışında hiçbir beklentisi olmayan bir kardeşiniz olarak, bir üyesi olduğum toplumumuzun Hukuk alanındaki geleceğiyle ilgili endişelerim dolayısıyla, sizi Anayasanın Cumhurbaşkanına yüklediği “Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme” görevini (m. 104, f. 2) yerine getirmeye davet ediyorum.

Selam, saygı ve sağlık dileklerimle.

Sanırım başka söze de pek gerek yok…

İnsan, vicdan, cüzdan

İnsan, vicdan, cüzdan

1050 Konutlar‘da yapılan kentsel dönüşüm konusunda insan, vicdan ve cüzdan arasında çokça kalındığını, verilen kararın her ne kadar Akademik Odaları memnun etmese de en azından vatandaşların güvenli evlerde oturmaları mümkün olacağından kabul gördüğünü iki gün önceki yazımda dile getirmiştim.

Aynı yazımda 1050 Konutlar’da kentsel dönüşüm tamamlandığında karşımıza çıkacak olan bina kütlelerinin biz Bursalılar’da yaratacağı hissiyatı daBir Doğanbey TOKİ değil de küçük kardeşi gibi. Üstten basık, karından şişkince… şeklinde tanımlamıştım.

Hatta bu yoğun bina görüntüsünün görsel yanılgılarla azaltılması için bolca cam kullanılan dış cepheler öngörüldüğünü de eklemiştim.

Tüm bunları bir kez daha hatırlattıktan sonra, gelelim günün anlam ve önemini belirten toplantıya.

1050 Konutlar bölgesindeki kentsel dönüşüm çalışmasında en büyük rolü oynayan inşaat firmalarından biri olan Bak Yapı projeleri ile ilgili bilgi vermek ve akıllardaki soru işaretlerini ortadan kaldırmak için bir lansman düzenledi. Doğrusu böyle bir lansmana konuk olmak keyifliydi, çünkü aklımdaki soruları doğrudan sorabileceğim, aldığım yanıtları tarihe not olarak düşebileceğim bir muhatabım vardı karşımda.

Daha önceki yazımda belirttiğim ilk çekincem, hayli maliyetli olacak ve hazine arazilerinin de alt kısımları kullanılarak yapılacak geniş otoparkların kim ya da kimler tarafından finanse edileceği konusundaydı. Bir süre maliyetleri belediyenin ya da kamunun karşılaması ile ilgili taleplerin iletildiğini, ancak bu taleplere olumlu bakılmadığını biliyorum. Zaten böylesi bir duruma sade vatandaş olarak ben de olumlu bakmıyorum.

Benim soruyu sormama gerek kalmadı, Bak Yapı Yönetim Kurulu Başkanı Veysel Bakgör otoparkların maliyetlerinin kendileri tarafından karşılanacağını, otoparkların tüm vatandaşlara açık kullanım hakkı sunacağını belirtti.

Tüm vatandaşların kullanacağı biçimde otoparkların planlanması zaten mecburi bir durum, çünkü ticari (dükkan üstü büro) artı 7 kat olarak planlanan yapıların yaratacağı araç yoğunluğuna nasıl bir çözüm bulunur bilmiyorum, ama otopark sorunu ancak böyle çözülürdü.

İşin bu kısmını bir kenara koyalım ve bir kez daha yazalım; 1050 Konutlar kentsel dönüşüm projesinin otoparklarını müteahhit firmalar yapacak!

Otopark yapımı benim için ikinci önemli çekinceyi de beraberinde getiriyor; bu otoparklar kaç metre derinliğe yapılacak, üzerinde ağaç yetişebilecek mi?

Doğrudan sorduğum soruya Veysel Bakgör’ün yanıtı şu biçimde oldu;

Otoparkların üzeri 80 santim toprak olacak ve bu derinlik ağaç yetişmesi için uygun bir derinlik. Orada belediyenin de özel bir peyzaj çalışması olacak. Dolayısıyla yeşil alan kaybı yaşanmayacak.”

Bu yanıtı da aldık, cebimize koyduk, takibini yapmak üzere. Sonuçta Bursa hepimizin, öyle değil mi?

Bir diğer önemli soru ise, bina boylarının kaç metre olacağı ve bina aralıklarının kaç metre bırakılacağı kısmıydı. Bina boylarının uzunluğu ve binaların dip dibe oluşu bizim için facianın kralını yaratır çünkü…

Bina boylarını yaklaşık 23-24 metre gibi düşünebilirsiniz. Binaları kendi iz düşümlerine, yani her yıkılan binayı yıkıldığı yere inşa edeceğiz bu nedenle var olan aralıklar büyük ölçüde korunmuş olacak gibi düşünmek lazım. Sanıyorum bina aralıkları 11 metre gibi olacaktır” yanıtını aldım bu konudaki soruma.

Efendim, sadece Bak Yapı’nın yapacağı binalarda 2 bin 400 konut inşa edilecek. Projenin toplam konut sayısını yaklaşık 5 bin olarak verebiliriz sanıyorum.

Bu ciddi bir yoğunluk, dolayısıyla ciddi bir trafik yükü demek. İşin bu kısmında tamamen çuvallıyoruz, çünkü hali hazırda zaten bir trafik yoğunluğu olan bölgenin bu yükü nasıl kaldıracağına ilişkin gözle görülür bir çalışma yok ortada.

Sonuçta daha önce de belirttiğim gibi; bina yoğun, yapı yoğun, hatta öyle böyle değil, şimdikinin iki katı yoğun bir yapılanmadan söz ediyoruz. Bu durum şehir için elbette iyi değil, işin iyi olan ve vicdan tarafını ön plana çıkaran tek bir tarafı var, o da beton yoğunluğu çoğunlukla 7, bazı binalarda 5 gibi bir orana düşmüş olan, demirleri elek gibi kalmış olan, hani Allah korusun ilk yaşanacak depremde neler olacağına yönelik fotoğrafı şimdiden çekilen 1050 Konutlarda bundan sonra vatandaşlar güvenli binalarda oturabilecek.

Dolayısıyla aslında buna kentsel dönüşümden daha çok bina iyileştirme diyebiliriz

TR Düşünce Kulübü ufkumu açtı

TR Düşünce Kulübü ufkumu açtı

Haftanın en yoğun gününde bizi zaman zaman düşüncelere sevk etmesiyle meşhur TR Düşünce Kulübü’nün Genel Merkez açılışındaydım. Asıl maksadı, farkı kesimlerin görüşlerinin çarpıştırılmasından, ortaya güzel yaratıcı ve demokratik çözümler üretmek olan böylesi düşünce kulüplerinin bir kültürü yerleştirmeleri ve ‘öteki mahalle’ kavramından ülkeyi çıkarıp uzlaşı zeminine çekmeleri açısından önemli oldukları kanaatindeyim.

Tam 14 yıldır bir araya gelen TR Düşünce Kulübü üyeleri de pek çok konuyu tartışıp bir uzlaşı zeminine taşıdıktan sonra basınla paylaşarak ve zaman zaman geliştirdikleri çözümlerin hayata geçmesi konusunda çaba sarf ederek kıymetli bir katkı sunuyorlar bu anlamda.

Açılış konuşmasında Kulübün Genel Başkanı Ercan Yakut’un Gazze’de yaşanan insanlık dramına dikkat çeken söylemleri önemli bir parantezi hak ediyor. Zaten tüm dünyanın gözü önünde yaşanan bu katliamla ilgili aynı düşünceleri paylaşmıyor olmamız şaşırtıcı olurdu diye düşünüyorum.

Bir diğer önemli parantezi ise açılışın onur konuğu da olan AK Parti MKYK üyesi Orhan Miroğlu’nun konuşmasının satır başlarına ayırmak lazım. Zira edebiyatçı kişiliği ile tatlı tatlı anlatırken aslında çok önemli şeyler söyledi Miroğlu…

Mesela, EnBursa Köşe Yazarı Yüksel Baysal’ın önümüzdeki seçim dönemine yönelik sorularına verdiği yanıtlarda şunu öğrendik ki; ‘hendek olayları’ olarak adlandırdığımız olayların ardından HDP’nin yönetimindeki belediyelere kayyum atanmasının çok önemli bir nedeni varmış. Bahsi olunan belediyeler kazanıldıktan sonra PKK tarafından belediye başkanının başına bir kayyum ataması yapılıyormuş zaten. Yani devletin karşı duruş sergilediği nokta, belediyelerin HDP’li yöneticiler tarafından yönetilmesinden daha ziyade PKK’nın atadığı kayyum tarafından yönetilmesineymiş.

Eğer merak ediyorsanız, benzeri bir durum bu yerel seçimlerden sonra yinelenirse kayyum atamasının yeniden yapılmasının da kaçınılmaz olduğunu söyledi Miroğlu.

Söylenmesi gereken bir diğer husus da yerel seçim takvimine yönelik. AK Parti’de adaylık başvuruları 17 Kasım tarihinde sona erecek, hemen ardındansa Genel Merkez Yoklaması yapılacak ve adaylara bu şekilde karar verilecek her zaman olduğu gibi. Adaylık başvurusu için büyükşehirlerde 30 bin lira, büyük şehir olmayan illerde 20 bin lira, ilçelerde 10 bin lira alınacak. Kasım ayının sonunda adayların açıklanması bekleniyor ve Miroğlu’nun aktardıklarından anladığım kadarıyla AK Parti bundan önce geçirdiğimiz seçimlere nasıl hazırlandıysa bu seçimlere de aynı biçimde hazırlanmayı planlıyor.

Miroğlu’nun aktardığı ve benim kendisine katılmadığım bir konu ise düzensiz göçler ve bu göçlerin devam etme ihtimaline yönelik olarak, ‘Coğrafya kaderindir. Türkiye Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde kalan ülkelerden kendisine göç almaya devam edecektir. Bu tarih kolay kolay ülkelerin yakasını bırakmaz. Üstelik göçmenlerin ülkemize hiçbir katkı sağlamadığını söyleyemeyiz. Sanayideki zor işler için iş gücünü onlar oluşturuyor. Soruyoruz sanayicilere, göçmenler olmasa çalıştıracak adam bulamayacaklar’ minvaldeki ifadeleriydi.

O halde düşüncelerimizi burada biraz çarpıştırabiliriz, bence düzensiz göç almış olmak, düzensiz göçe boğazımıza kadar battıktan sonra göçmenlerin entegrasyonunu konuşmaya kalkışmak ve düzensiz göçlerin devam edeceğine yönelik yumuşak geçiş cümleler kurmak ülkemizin geleceği açısından son derece tehlikeli bir yolun kapısını aralar.

Coğrafyayı kaderimiz olmaktan çıkarmak, göçmen olarak ülkemize aldığımız insanları da ucuz iş gücü kapısı olarak görmekten vazgeçmek her şeyden önce insanlık görevimizdir. Sonrasında da elbette hem sınırlarımızı hem de sınırlarımızın yakın çevresinde ve sınırlarımız içindeki güvenliğimizi korumak bizim kendi halkımıza olan borcumuzdur.

Son bir şey daha; benim ülkemde, benden daha geniş haklara sahip olan ve daha geniş devlet imkanlarına kavuşan bir göçmenin benim verdiğim vergilere yük oluşturmadığını bana izah etmeniz gerekiyor…

SANSÜRE DEVAM!

Terzinin kendi söküğünü dikemediği gibi biz gazeteciler de yıllardır ne haklarımızı savunabiliriz ne de bizden bir meslektaşımızın uğradığı haksızlık karşısında kuvvetli bir bilek olmayı başarabiliriz. Dolayısıyla bu bileği gelen giden her türlü erk bükmeyi başarır.

Bugün bir kez daha benzeri şeylere maruz kalmanın hüznünü yaşadık ne yazık ki, Çağdaş Gazeteciler Derneği Bursa Şubesi üyeleri, Kent Meydanı’nda bir araya gelerek “Gerçeklerde inat ediyor, sansüre boyun eğmiyoruz” açıklamasında bulunduktan, hatta yasanın ‘yurttaş gazeteciliği’ yapmayı pek seven vatandaşımızın da etkileneceği kesimleri olduğunu anlattıktan kısa bir süre sonra ‘sansür yasasının iptali talebi’ reddedildi!

ÇGD Bursa Şube Başkanı Yüksel Baysal’ın;

“Bu yasa sadece bizim başımızda değil. Aslında sosyal medya kullanan herkesin başında cellat gibi duruyor. Ülkemizde basın ve ifade özgürlüğünün alanı giderek daraltılmaktadır. Biz yazmakla yetinmiyoruz. Haber alma hakkını korumak için mücadele ediyoruz. Gazeteciysen boyun eğmeyeceksin. Eğeceksen gazeteci olmayacaksın diyoruz” sözleri havada öylece asılı kaldı…

Yani anlayacağınız sansüre devam dedi Anayasa Mahkemesi…

Pardon bile demeyecekler!

Pardon bile demeyecekler!

FETÖ’nün muhalifleri kasıp kavurduğu zamanlardı.

Siyasetçiler TBMM kürsüsünden Ergenekon diye uydurulan soruşturmanın savcılığını üstleniyordu.

Gazeteci meslektaşımız Ahmet Şık’ın yazdığı bir kitap, örgüt lideri Fetullah Gülen’in 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde nasıl koruyup kollandığını mahkeme tutanakları, bilgileri ve belgeleri ile ortaya koyuyordu.

Ahmet Şık’ın kitabının basımını beklerken başka bir baskın haberi aldık.

FETÖ’cü savcıların talimatıyla polisler Ahmet Şık’ın evini basıyor, hiç var olmayan bir örgütün üyesi olarak kendisini gözaltına alıyorlardı.

Amaç, Şık’ın yazdığı kitabı ve dijital kopyalarını ele geçirmekti. Ama FETÖ elemanları geç kalmıştı. Kitap virüs gibi internette yayılıyordu. Kitabın adı “Dokunan Yanar“dı.

Dönemin başbakanına göre bazı kitaplar bombadan bile tehlikeliydi. Ahmet Şık’ın kitabı da bu zararlı yayınların en başında bulunuyordu. Hatta kitabı internetten indirmenin terör suçu ile bir tutulması gerektiğini haykırıyordu, dünün ve bugünün trolleri.

Zaman geldi geçti. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimleri sonrası Ahmet Şık, suçlamalardan aklandı ama devlet ve iktidar kendisine “pardon” bile demedi. Meslektaşımız yattığı ile kaldı.

Bugün de önümüzde böyle bir olay var.

Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin “dezenformasyon yasası“nın ilgili hükümlerinin iptal istemini reddetti.

Bu yasa gazetecilerin elini kolunu bağlamakla kalmıyor, aynı anda parmaklıklar arkasına atılmasını da çocuk oyuncağı haline getiriyor.

Bir örnek vereyim: Amerika’da CIA’e yakın bir haber kuruluşu Türkiye hakkında 6 ay sonra olabilecekleri anlatan bir analiz haber yayınladı. Siz bu haberi alıp yayınlarsanız yandınız. 6 ay sonra neler olabileceğini bile beklemeden, gazeteci ya da bunu sosyal medya hesabında paylaşan herhangi bir kişi hakkında soruşturma açılarak tutuklu yargılanmasının önü açılıyor.

Ya 6 ay sonra sizin bu haberiniz ya da paylaştığınız analiz doğru çıkarsa mahkeme “pardon” diyecek mi? Yattığınızla mı kalacaksınız? O bile belli değil.

Madem bu düzenleme iptal edilmiyor, madem Anayasa’ya aykırı değil. O halde sadece muhaliflere değil yandaşlara da keskin bir şekilde uygulansın!

Emin olun, işini adam gibi yapan 10 gazeteci tutuklanırsa 300 trol içeri girer. Nereden mi biliyorum? Halep ordaysa arşın burada…

Bir de meslektaşlarımızı susturmanın kapılarını ardına kadar açmak için Meclis kulislerinde kravat takıp gezenlere bir çift lafım var:

Kendine gazeteci deyip de milletvekilleri ile selfi yapmak için ya da Meclis lokantasında kuru fasulye yemek için bu yasaya destek çıkanlar, bundan böyle tutuklanan her gazetecinin eli bu dünyada da ahirette de yakanızda, bunu da böyle bilin.

Doğanbey değil de küçük kardeşi gibi

Doğanbey değil de küçük kardeşi gibi

Gazeteciliğin önemli bir bölümü fikri takiptir. Gerçi yakın geçmişte fikri takip yaptığı ve yeni bilgilere ulaştığı, ulaştığı bilgileri de köşesinde yazdığı için bir meslektaşımız tutuklanmış da olsa, fikri takip bizim işimizin ayrılmaz bir parçası.

Görevimiz gereği, şehrimizin meşhur yılan hikayesi 1050 Konutlar bölgesinin kentsel dönüşüm çalışmalarına yönelik takibimizi yaptık elbette.

Şimdiden söyleyeyim sonuçlar pek de iç açıcı değil!

Yeni bir Doğanbey TOKİ olmasa da Doğanbey’in üstten bastırılmış, karnı tombullaşmış halini düşünün, işte öyle bir proje!

Efendim biliyorsunuz çeşitli biçimlerde dönüşmeye çalışmış, ama vatandaşın depreme dayanıksız konutlarda korku içinde oturmasına ve kentsel dönüşümü istiyor olmasına rağmen koşullarda anlaşılamadığından, önce TOKİ’nin sonra da diğer kurumların elini çekmesiyle bir süre askıda kalmıştı 1050 Konutlar hikayesi.

default

Sonra Mimarlar Odası Bursa Şubesi ve Şehir Plancıları Odası Bursa Şubesi’nin katılmadığı bir lansmanla Bursa Büyükşehir Belediyesi ve İMSİAD ‘El ele verip 1050 Konutları dönüştürüyoruz’ müjdesi vermişti şehre.

Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasının tanıtıma dahil olmama nedeni, bahsedilen müjdenin bir kentsel dönüşümden ziyade yerinde dönüşüm olmasına yönelik sorunların altına imza atmayı kabul etmemeleriydi.

Mimarlar Odası ve Şehir Plancıları Odasının arzusu bölgedeki hazineye ait arazilerin de vatandaş lehine fedakarlık yapılarak kullanımının devredilmesi ve bütüncül bir plan yapılarak bahsi geçen alanın şehrin yeni bir değeri haline gelmesiydi. Öyle böyle değil bölgenin neredeyse yüzde 70’lik kesimi hazineye ait!

Hazine, arazilerini vermediği gibi pazarlıklara dahil olup kendine ait araziler üzerinden pay talep edince, bütüncül planların işletilmesi de hayal oldu. Bu arada da sürekli olarak vatandaşın elini taşın altına koymasından bahsedildi durdu. Planlar iki ileri bir geri, dura aksaya devam etti. Bölgeye dört büyük müteahhit firma girdi dönüşüm için.

Pazarlıklar yapıldı, sonunda anlaşıldı ki, kentsel dönüşümden ziyade yerinde dönüşüm, bütüncül plandan ziyade yapı giydirmede bütüncül görüntü sağlanabilecek sadece.

Tüm bu süreçte Akademik Odaların mesleki kaygılar ile vicdan arasında bir muhasebe yapmak zorunda kaldıklarını ve deprem döneminin yarattığı etki sonrasında 1050 Konutlarda yaşayan vatandaşın ‘Burada kentsel dönüşüm yapmıyorlar, bizi göz göre göre ölüme terk ediyorlar!’ sözlerinin ağırlığını omuzlarında hissettiklerini de söylemek lazım.

Bir yandan planlar işletilmeye devam edilirken bir yandan da bu kentte Doğanbey TOKİ gibi bir efsane rezaleti yaşamış Bursalılar olarak yeni bir facia ile karşı karşıya mı kalacağız endişesi ile bakıyoruz projeye uzun uzun.

Görünen o ki, yerinde dönüşümle, elbette kar unsuru da göz önünde bulundurularak, yaklaşık iki katına çıkacak olan konut sayısındaki artışı karşılamak için ticari alanların üzerine 7 kat olacak binaların üstten basık enden genişlemiş bir kütle olarak karşımıza çıkmasına pek uzun bir zaman kalmadı.

Beton görünümünün soğuk yüzünü gizlemek için bolca camla tasarlanan yapılar bölgede beklenen kentsel dönüşüm havasını yaratmayacak ne yazık ki…

Binalar güvenli olacak mı?

Evet…

Binalar belli bir dış görünüm bütünlüğüne sahip olup estetik olacak mı?

Elden geldiğince bu da sağlanmaya çalışılmış…

Fakat bu bir kentsel dönüşüm değil!

Bu bir yerinde dönüşüm!

İşin buraya kadar olan kısmı zaten oldu da bitti maşallah şeklinde depremin de itici gücüyle zaten tamamlandı sayılır. Bundan sonrasında da iki açmaz bizi bekliyor…

Açmazlardan biri hazine arazilerinin altı da kullanılarak yapılacak olan büyük otoparkların maliyetlerini kimin karşılayacağı…

Normalde otopark maliyetlerini inşaat firmalarının karşılaması lazım, ancak aldığım duyumlara göre inşaat firmaları otopark maliyetlerini kamunun ya da Bursa Büyükşehir Belediyesinin karşılamasını talep ediyormuş.

Kimse kusura bakmasın ama ev sahipleri ev sahibi olacak, müteahhitler para kazanacak, herkes karlı, peki onların kullanacakları otoparkları neden benim ve bütün Bursa halkının verdiğim vergilerle yapacaksınız?

Ben şahsen bunu kabul etmiyorum bir vatandaş olarak!

İkinci açmaz ise tüm şehri, daha doğrusu şehrin kentsel dönüşüme girmiş ve girecek olan tüm evlerini ilgilendiriyor. 1050 Konutlar bölgesindeki vatandaşın dairesine daire aldığı bu dönüşüm, hem de ‘kentsel dönüşümde düğmeyi yanlış ilikledik, ilk örnekler yanlış örneklerdi’ sözleri defalarca tekrarlandıktan sonra yapılan bu dönüşüm kentsel dönüşümse neden şehrin başka bölgelerindeki kentsel dönüşümlerde vatandaştan artı bedel talebinde bulunuluyor?

Hani şunu diyorum 1050 Konutlardaki vatandaş vatandaş da diğerlerinin başı kel mi?

Alın size ikinci sorunlu durum!

Önümüzde Çarşamba ve Altıparmak bölgesinin dönüşümü girişimleri var. Hatta Akademik Odalar tarafından konuyla ilgilenecek bilim kurulu oluşturulmuş, ilk tanışma toplantısını gerçekleştirmiş bile. Şimdi Çarşamba Altıparmak bölgesinde bütüncül bir dönüşüm planı yaptığınız vatandaşa işin doğrusunun bu olduğunu nasıl anlatacaksınız?

Tam da şu anda kentsel dönüşüm görüşmesi yaptığınız mahallelerde vatandaşa kendinizi nasıl izah edeceksiniz?

Oysa tüm bunların yerine ne önermişiz daha önceki yazılarımızda?

“1050 Konutlar’daki bölgenin yüzde 70 arazisi Hazine’ye ait. Hazine yapılacak dönüşümden pay talep etmek yerine arazisini kamu yararına bağışlasa ve bölgede bütüncül bir kentsel dönüşüm planı yapılsa, dolayısıyla vatandaş kısa sürede güvenli yaşam alanlarına kavuşsa, hatta planlama konusunda Akademik Odalar da destek olsa (ki olurlar, hatta bir proje yarışması fikirleri dahi vardı) harika olmaz mı?

İşte size devletin de taşın altına elini koyduğu bir çözüm…”

Sakalımız yok ki, sözümüz dinlensin…

Şimdi gelin de yavaştan Doğanbey TOKİ’yi andıracak, bütüncül plan yerine bina giydirmede bütüncül işleyecek bir planla yürütülecek 1050 Konutlar Akpınar Mahallesi kentsel dönüşüm planlarını açıklayın vatandaşa…

Postallı Bakan

Postallı Bakan

80’li yıllar…

İlkokula gidiyordum ama günlük gazeteleri satır satır okumayı ihmal etmiyordum.

Turgut Özal, o zamanki adı Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olan bugünkü Avrupa Birliği‘ne girmek için mektuplar yazıyordu. Hatta mektuplarda Türkiye’nin nasıl Avrupa’nın bir parçası olduğunu, oğlu Efe‘nin adının Türkçeden değil Greek dil kökünden geldiğini yazarak, Avrupa’yı ikna etmeye çalışıyordu. Avrupa’ya markaj görevini de Dışişleri Bakanı Ali Bozer’e vermişti.

3 yıl önce 95 yaşında kaybettiğimiz onurlu adam ne yapsa ne etse AB’ye bizi anlatamıyordu. Çünkü Avrupa’daki gazeteler Ali Bozer’i Özal’ın tepesinde bulunan cuntacılara gönderme yaparak, ayağında postallarla Avrupa kapılarını tekmelerken çiziyordu.

Birkaç yıl sonra Turgut Özal ile bir Amerika gezisinin ardından Ali Bozer istifa etmişti. Bozer’in neden istifa ettiği sonradan ortaya çıktı. Meğer baba George Bush ile Özal görüşürken, ABD Dışişleri Bakanı da görüşmeye katılmıştı. Ama bizim Dışişleri Bakanı Ali Bozer, kapıda bekletilmişti. Bunu hem devlet hem de kendi onuruna yediremeyen Ali Bozer, Özal’ın 1.5 saat süren ikna çabalarına rağmen istifa etmişti.

Şimdi diyeceksiniz ki buraya nereden geldik!

Yaşananlar bana CHP Sözcüsü Faik Öztrak’ı hatırlattı. Atadan dededen milletvekili Faik Öztrak’a, 2023 seçimlerinin ardından Zafer Partisi ile yapılan protokol sorulmuştu. O da kulis bilgilerini yazan gazetecileri ağız dolusu eleştirerek, böyle bir protokolün olmadığını, haliyle 3 bakanlık ve MİT Başkanlığının Ümit Özdağ’a verilmediğini anlatmıştı. Bunları yazanların iftira attığını ima etmişti.

Sonra anlaşıldı ki Kemal Kılıçdaroğlu, kim olduğu, partide ne iş yaptığı belli olmayan, dün sızan video ile adını öğrendiğimiz İmambakır Üküş ile gizli kapılar ardında bu protokolü imzalamış!

Bu durum ortaya çıkınca Faik Öztrak’ın “başlarım ben böyle işe” deyip, rahmetli Dışişleri Bakanı Ali Bozer gibi görevinden istifa etmesi beklerdik. Ama o ne yaptı, üç maymunu oynamaya devam etti!

Dün yayınlanan videoda partide ne görev yaptığı belli olmayan ve Kılıçdaroğlu varsa milletvekili listelerinde yer bulacak insanlar genel başkana emirler yağdırırken, kamera odada bulunanlara çevriliyor. Görüntüde Faik Öztrak da masanın kenarında Kemal Kılıçdaroğlu’nun düştüğü o aciz durumu seyrediyor. Sayın Öztrak, o Ali Bozer ve onun gibi siyasetçi ve bürokratlar, dedenizin, belki babanızın ya da sizin mesai arkadaşınızdı, öyle adamlardan hiç örnek almadınız mı?

Almazlar ama neden mi? İkinci tur mucize eseri kazanılırsa düşman kazanmayayım, görevime devam edeyim zihniyetindeler.

Eyyy Cumhuriyet Halk Partililer, yıllardır her seçimde Faik Öztrak gibi küçük olsun benim olsun diyenler yüzünden yüzünüzün hiç gülmediğini anlamadınız mı?

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ

CHP kurultayı yazmakla bitecek değil.

Genel Yayın Yönetmenimiz Esat Kaplan ve meslek büyüğü ağabeylerimiz uzun yazdığım için beni eleştiriyor ama bugün böyle olsun. Çünkü yazıp bitirelim istedim.

Kurultayda genel başkan adayı Özgür Özel konuşmasını bitiriyor. Nezaket icabı genel başkan Kılıçdaroğlu’nun elini sıkıyor, o sırada Kemal Bey’in eşi, partinin First Lady’si Selvi Kılıçdaroğlu, Özgür Özel’e ayar veriyor ve parmağını sallayıp “Çok bağırdınız” gibi bir şeyler söyleyerek adeta fırça atıyor. Parmağını salladığı kişinin kim olduğu fark etmiyor bile çünkü ona göre koltuk da parti de kocasının tapulu malı.

Özel, nezaketini bozmayarak yerine gidiyor. Kemal Kılıçdaroğlu, bu hareket karşısında bırakın eşine bir tepki vermeyi takdir edercesine duruyor. Arkasından Kemal Kılıçdaroğlu, gece seçimden çekilecekken partide sıfatı olmayan adamlar tarafından fırçalanınca oyunu kullanıp sesiz sedasız evinin yolunu tutuyor.

13 yıllık genel başkanlık süresince Kılıçdaroğlu olmuş Bülent Ecevit, Selvi Hanım olmuş Rahşan, parti olmuş 2002’nin yüzde 1 oy alan danışman saltanatlı Demokratik Sol Partisi.

Bu kurultay bize çok şey gösterdi.

15 Temmuz’da halk devleti nasıl sokaktan topladıysa CHP delegesi de partiyi adeta uçurumun kenarından almış!

Dikkat, CHP’liler pozisyon alıyor!

Dikkat, CHP’liler pozisyon alıyor!

CHP kurultayının yapıldığı gece, henüz sonuçlar açıklanmadan yayınladığımız yazımda ‘kimin kazanacağından daha çok bundan sonra yapılacaklar önemli, örgütün kılcal damarlarına kan pompalayacak ve bu damarları harekete geçirecek bir yapılanmanın içine hızla girilmesi önemli’ minvalinden bir yazı yazmıştım. Halen de arkasındayım yazdıklarımın.

Hem sokaktan hem örgütten gelen ‘değişim’ talebinin ilk adımı genel başkanı değiştirmekti elbette, ama asla yeterli olmayacak bir adımdan bahsediyoruz.

Öncelikli olarak şunu söylemek lazım, belki ekranlara yansımayan, ama gerilimi çok yüksek bir kurultay süreci atlattı CHP örgütü ve altı çizilmesi gereken bir diğer husus da seçimin ilk turunda neredeyse birkaç oy farkla iki eşit parçaya bölünmüş bir yapı gördük karşımızda; ‘değişimciler!’ ve ‘genel merkezciler!’

Şimdi hem bu gerginliklerin hem de bu bölünmüşlüğün toparlanması lazım ilk adımda. Bir dönem parti içindeki ulusalcı kanadın siyasetten uzaklaşması ve örgütün önemli ayaklarından birini kaybetmesine benzeyen girişimler söz konusu olursa bu kez toparlanmak çok daha zor olur. Kurultay gecesinden itibaren partinin belli bir kesimine istifa çağrıları yapılıyor sosyal medya üzerinden!

Özgür Özel’in genel başkanlığının, hep temkinli durmak adına giderek sokaktan uzaklaşan, partisine üye kaydı dahi yapmayan CHP’ye yeniden sokaklara çıkmayı, temsil ettiği sendikalar, işçi örgütleri, mağdur halkla birlikte hareket etmeyi, tercih ettikleri değil temsil ettikleri halk kitlelerini partinin içine katmayı hatırlatmak gibi bir misyonu olmalı.

Bundan önceki yazımda genel başkan adaylığından çekilen iki ismin de çekileceklerine ilişkin açıklamalarında üzerinde ısrarla durdukları bir cümleyi vurgulamaya çalışmıştım: ‘Siyaset üretilen bir parti olmaktan uzaklaşmak…’ İşte asıl aşılması gereken sorunlardan biri de bu bence. CHP’nin acilen kendi siyasetini üretmeyi örgütüne hatırlatması gerekiyor.

Yine de el ele verip kongreyi kazandıklarını aralarındaki ilişkiyi de abi kardeş ilişkisi olarak açıkladıklarını bildiğimiz Özgür Özel ve Ekrem İmamoğlu’nun en büyük avantajları gençlikleri, dinamik duruşları ve elbette ‘değişim’ fikrinin cazibesini kullanabilecek kabiliyette oluşları. Buradan yürünerek bir başarı yakalanabilecek mi? Bunu şimdiden söylemek zor, bekleyip görmek lazım…

İşin buraya kadar olan bölümü CHP’nin genel sorunlarına yönelik. Bundan sonrası ise Bursa basınının can kulağı ile üç gündür takip ettiği kurultaydan çıkan sonuçların şehrimizi ne yönde etkileyeceğini anlamaya ve anlatmaya yönelik…

Özgür Özel’in seçimi kazanması ile birlikte Bursalı destekçileri arasında öylesine bir Parti Meclisi üyeliğine talip olma enflasyonu yaşandı ki, tek bir aday üzerinde uzlaşarak Özel’in anahtar listesini delme kararı veren Oğuz Kaan Salıcı listesinden Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal bir kez daha Parti Meclisi’nde görev almak üzere kolları sıvadı.

Sarıbal’ın Parti Meclisi’ne girdiği listenin adı ‘Denge ve Denetleme’ listesiydi, umarım Parti Meclisi tüm tarafların taleplerinin dillendirildiği, dengeli ve kendi içinde denetleme mekanizması da bulunan bir kurum olur bundan sonra.

Çünkü bu parti meclisi önümüzdeki yerel seçimlerde şehrimizi yönetmeye aday olan belediye başkan adaylarını belirleme görevi gibi mühim bir işe imza atacak.

Bursa’da bu anlamda dengelerin alt üst olduğunu da söylemek lazım. CHP Eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak takdim edilen ve çalışmalarını yaklaşık 4 yıldır bu yönde sürdüren Mustafa Bozbey’in pozisyonu büyük bir değişikliğe uğrayabilir örneğin.

Kendisiyle Bursa’ya dönerken konuştuğum ve ‘Sizin için kulislerde adaylığınızı yeniden gözden geçireceğiniz konuşuluyor. Bu konuda ne diyorsunuz?’ sorusunu yönelttiğim Bozbey şöyle bir yanıt verdi:

Ben eski Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun adayıydım. Çünkü benim adaylığımı daha Parti Meclisi ve MYK onaylamamıştı. Artık Genel Başkan değiştiğine göre, bundan sonra sürecin nasıl işleyeceğini bekleyip göreceğiz. Benim için Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Adaylığından başka bir makamı düşünmek söz konusu olamaz. Benim hedefim Büyükşehirdir, ancak adaylık seçiminde ön seçim mi uygulanacak nasıl bir yol izlenecek onu bekleyip göreceğiz.”

Benim tahminime göre, bu kadar manifest bir konuşmanın ardından belediye başkan adaylarını ve belediye meclis üyelerini belirlerken ön seçim yapmazsa zaten Özgür Özel’in inandırıcılığı da değişimci iddiası da bir anda yerle bir olur. Bu nedenle belediye başkan adayları ön seçimle belirlenir.

Buradan bakıldığında Parti Meclisine girmesine kesin gözüyle bakılan, ancak yeterli oyu alamayan Erkan Aydın’ın Osmangazi Belediye Başkan Adaylığı da aynı pozisyonda değerlendirilebilir.

Bir yandan da Nurhayat Altaca Kayışoğlu’nun Nilüfer Belediye Başkanlığı isteğinde olduğuna yönelik söylentiler var. Dedim ya, söylenti işte… Çünkü bu konuyu sormak için kendisini aradığım ve Ankara’dan Bursa’ya dönerken uykusuz, bitap düşmüş halde yakaladığım Kayışoğlu;

Ben zaten partimin içinde önemli bir görevdeyim, değişim dedik ve değişime önce kendimizden başlamalıyız diye düşünerek Parti Meclisine dahi aday olmadım, yeni arkadaşlarımızın önü açılsın istedim. Milletvekiliyken Belediye Başkanlığı gibi bir göreve talip olmayı düşünmem biraz garip olur böyle bir bakış açısındayken. Partimizin içinde belediye başkanlığı görevlerini layıkıyla yerine getirecek pek çok isim var zaten. Önce kendimizle ters düşmeyip samimiyetimizi ortaya koymayı başarmalıyız kanaatindeyim” dedi.

Aldık, kabul ettik, bu yazıyla notumuzu da düşmüş bulunduk…

Daha çok duyacağız bu tür kulisleri… Kimilerinin haklılık payı olacak, kimileri sadece bir yakıştırma ya da bir tür siyasi manevra olarak kalacak. Çünkü Özgür Özel’in Genel Başkan oluşu sadece parti genel merkezinde değil tüm şehirlerdeki dengeleri de bozdu. Bozulan dengeler arasında kendisine bir yol, bir yer arayan partililerin yoğun çabasına tanık olacağız önümüzdeki günlerde…

Benim asıl merak ettiğim bu büyük çabalar sarf edilirken bir yandan da 5 ay gibi kısa bir süre kalan yerel seçimlere nasıl girecek bu parti?

CHP ve yüzyıllık yalnızlık

CHP ve yüzyıllık yalnızlık

9 Eylül 1923’te Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurulduğu ilan edilir.

Esasen Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurumsal olarak ortaya çıkışı,  Sivas Kongresi’nde gerçekleşmiştir. CHP’nin 1. Kurultayı olarak kabul edilen 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde işgallere direnmek amacıyla kurulan müdâfaa-i hukuk cemiyetleri Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşip, yüzyıllık yolculuğuna başlar.

Bu birleşim Cumhuriyete gidecek yolunun ilk ortak kuruluşudur. Bunu, devleti oluşturacak diğer kurumlar takip edecektir.

Kurtuluş Savaşı’nın bu cemiyeti yalnız başına üstlendiği tarihsel misyonu ile yola çıkmıştır artık.

İlerleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk’ün yeni rejimi inşasında bir “proje” olan Serbest Cumhuriyet Fırkası (ve daha önceki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) deneyiminin dışında çok partili sisteme geçilerek, ilk seçimlerin yapıldığı 1946 yılına dek tam 23 yıl yalnız olacaktır.

Devlet politikalarını tabana yayma işlevi olan, idari olarak devlet tarafından regüle edilen bir devlet kurumudur aslında. Nitekim serbest seçimlerde kaybetmesinin yeni rejim aleyhine bir dizi sonuçlarını önlemek üzere yine bir devlet kurumunun; ordunun 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile regüle edilmeye çalışılacaktır.

Oysa bu regülasyonlar artık anlamını kaybetmiştir. Halkta karşılık bulmaz. Nitekim uzun sürmez, 12 Mart 1971 darbesi ile CHP devletten de tamamen dışlanır.

1972 yılında yapılan kongrede İsmet İnönü gibi tarihsel bir kimlik, koltuğunu Bülent Ecevit gibi genç bir gazeteciye terk etmek durumunda kalır.

CHP yakın tarihin bilinen politik mücadelesi içinde devlete rağmen ve yalnız başına Cumhuriyet değerlerini korumak üzere bir mücadele sürecine girer bu tarihten itibaren.

Rakipleri tarafından, devletin sorgulanmaya başlanan kuruluş dönemlerinde yaşananların müsebbibi olarak tarih sahnesinde de yalnızlaştırılamaya devam edilecektir.

Genç Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna düşman, harici ve dâhili bedhahlar için zaferin başlangıcı işte “bu yalnızlaştırma”dır.

Cumhuriyet bu esnada Anadolu devrimlerine inanan bir kuşak yetiştirmiştir. Laik, sosyal, hukuk devleti ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır bu kuşak. Cumhuriyetin bu mirası CHP’nin uzun süre en güçlü dayanağı olur. Ancak CHP’nin yalnızlaştırılmasına dönük en güçlü darbe 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleşir.

Üniversiteler, akademik odalar, sendikalar ve dernekler ile buralarda örgütlenen tüm demokrat, ilerici, laikliğe inanan bir kuşak terörist yaftası ile işkencelerde, hapishanelerde, sürgünlerde yok edilir.

CHP, Cumhuriyet yüzyılının üçüncü çeyreğinde, siyasal İslamcı söylemlere alan açan darbeciler tarafından kapatılacaktır. Bununla da yetinilmeyerek, aşağılayıcı, itham edici ve ötekileştirici yargısı ile halktan da koparılarak yalnızlaşmanın en katmerlisi ile baş başa bırakılacaktır.

Bu sürecin sonu siyasal İslamın herşeye rağmen istihkam edilebilen 22 yıllık iktidarıdır.

Ancak yalnızlaştırma bitmemiştir.

22 Mayıs 2010 tarihinde Kemal Kılıçdaroğlu geçerli oyların tamamını alarak tek başına girdiği seçimi kazanır. Ve bir başka yalnızlaştırma süreci başlar. Cumhuriyet Halk Partisi tabanı, kendi örgütleri ve yönetim kadrolarından adeta soyutlanır. Partinin sağ tabana sempatik görünme çabası ve örgütlerin karar hiyarerşisinden dışlanması ile bu kez CHP tabanı, kendi partisinin yöneticilerinden koparak yalnızlaştırılır.

Ekmeleddin İhsanoğlu gibi sağcı adaylara, sağcı partilerle ittifaklara, Anayasaya aykırı kararlarda bile iktidara payanda politikaları normalleştirdikçe tabanın kendi parti yönetiminde kopuşu büyür, taban yalnızlaşır.  Örgütsel niteliğinden koparılıp, bu partiye oy vermeye mahkum bir yığına dönüştürülür bu geçtiğimiz dönemde.

Tabanın bu yalnızlaşması, girilen tüm seçimlerin kaybedilmesini de beraber getirir.

Dün kongrede Kemal Kılıçdaroğlu’nun dramatik 13. yenilgisi bakalım bu partinin yüzyıllık yalnızlaştırılmasına son verecek mi?

İkinci yüzyılında bu ülkenin kaderinde oynadığı güçlü rolü yeniden üstlenebilecek mi?