Doktorların arkasından el salla…

Doktorların arkasından el salla…

Ülkemizde bir süredir hepimizin iliklerine kadar hissettiği ve hangi köşeyi döndüğümde karşılaşırım korkusu yaşadığı durum; güçlünün güçsüzü ezdiği, orman kanunlarının işlediği, fiziksel ya da duygusal şiddetle kendini gösteren mobbing gerçekliği oldu ne yazık ki…

Adaletin rafa kalktığı durumlarda, makam ve mevkii ile parasıyla ya da sadece fiziksel gücüne dayanarak insanlar birbirine istedikleri davranış biçimleri içinde bulunabileceklerine, kendilerine olan öz saygılarını, dirençlerini, özgürlük hislerini alaşağı ederek bütünüyle boyun eğdirebileceklerine inanıyorlar.

İşin kötü olan tarafı, haklı da çıkıyorlar çoğu zaman…

Güce karşı koymak, direnmek zor, itaat etmek ve kendi iradesi yokmuşçasına başına gelecek şeyleri karşısındakinin ellerine bırakıp sadece dua etmek kolay olan yol…

İşin tam da bu kısmında bu ülkenin en çok takdir ettiğim ve boyun eğmemesi, kendi iradesini ortaya koyarak kendisi için en iyi yolu yine kendisinin seçebileceğinde ayak diremesi ile gözümde değerleri daha da artan kesimi sağlık çalışanları oldu hep…

Malumunuz Sağlık BakanlığıBeyaz Reform’ adı altında sunduğu iyileştirmeler neticesinde devlet hastanelerindeki doktor kadrolarına hızlı bir dönüş olduğunu duyurmuştu.

Hastalar olarak bu durum karşısında randevu alışlarımızın daha da kolaylaşmasını, her branş doktorunun kendi hastanesinde sürekli hizmet vermesi ile sağlıklı bir hasta doktor ilişkisi geliştirmeyi, doktorumuzun istediği tıbbi görüntüleme sonuçlarını kendisine gösterebilmek için hangi hastanede hangi günler çalıştığına yönelik derin etütler yapmak zorunda kalmamayı bekliyorduk…

Elbette gerçekleşmedi bu beklentilerin hiçbiri…

En son küçük bir çocuğun uzman hekim yokluğu nedeniyle gerekli tedaviyi alamayarak kopan parmağının dikilemediğini öğrendikten sonra, size zaman zaman bu köşeden duyurmaya çalıştığım hekim bilgilerini bir kez daha derlemeye karar verdim…

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, iyi hal belgesi alanların sayısının azaldığını zaman zaman dile getirmesine rağmen, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre 2023 yılının ilk 8 ayında 1964 sağlık çalışanının yurt dışına gitmek için “iyi hâl belgesi” başvurusunda bulunduğunu bu köşede daha önce yazmıştık zaten…

Dolayısıyla ‘Beyaz Reform’un gözlerinin içine baka baka ‘Giderlerseeee… Gitsinleeeerrr…’ denilen doktorlarda pek de bir işe yaramadığını, bu ilk veriden dakikasında anlamak mümkün. Ancak ben yine de başka rakamlar vermek istiyorum…

Misal, Sağlık Bakanlığı özellikle uzman doktor alımları için kadrolar açıyor, 2023 yılının ilk altı ayı için açılan 2 bin 669 uzman hekim ilanının kaçına atama yapılmış dersiniz? Sadece 39 kadroya atama yapılmış…

Bu demektir ki, 2 bin 630 uzman hekim açığı mevcut en iyi ihtimalle…

Tüm alanlarda toplam 19 bin 252 kişilik kadro açan bakanlık, bu kadroların sadece 6 bin 792 kişisi için atama gerçekleştirebilmiş…

Burada hemen araya girerek küçücük bir tahminde bulunmak istiyorum; atanan doktorların büyük bölümü muhtemelen Almanca ya da İngilizce kursuna gidiyordur ve yeterli dil becerisine kavuştukları anda istikametleri bellidir. Kısacası şimdi bir açığımız var, ileride daha büyük açıklara gebe olan bir açıktan bahsetmekteyiz…

Bakanlık 65-72 yaş arasında 102 kişilik kadro açarak açıkları hafifletmek çabasına da girmiş, ancak mevcut çalışma ve mali koşullar karşısında bu kadrolar da talep görmeyince sadece 11 kişilik atama gerçekleştirebilmiş…

Bahsettiğimiz durum bir sarmalı da beraberinde getiriyor aslına bakarsanız…

Hekim sayısı azaldıkça hastanın hekime erişimi azalıyor, uzman hekimlik ve yan dal hekimlikleri neredeyse yok denecek kadar az, dolayısıyla doğru hekimden tıbbi hizmet almak mucize kabilinden bir şey. Böylece doktor hasta gerginliği artıyor ve sağlıkta zaten hiç önlenmek istenmeyen, hatta vatandaşa bir gelişme, bir ilerleme olarak sunulan şiddet olayları birbiri peşi sıra geliyor, sonra da doktorlar ve doktor adayları, ‘can güvenliğimin olmadığı bir yerde kelle koltukta çalışacağıma daha gelişmiş bir ülkede refah ve huzur içinde yaşarım’ diyerek ülkeyi terk etmeye devam ediyor…

Şimdi başladığımız noktaya bağlayalım meseleyi…

Demek ki, aklı başında, gelişimini doğru ve eksiksiz tamamlamış, ‘ülkenin beyin takımı’ dediğimiz insanlarına pek de sökmüyor öyle güçlünün güçsüzü ezdiği mobbing uygulamaları, astığım astık, kestiğim kestik hal ve hareketler…

Kendilerine bir yol çizen, ezilen değil yaşayan olmayı seçen, bu seçimlerini doğdukları ülkede gerçekleştiremeyeceklerini anlayınca başka ülkelere doğru yelken açan hekimlere tam da bu nedenle kızamıyorum…

Arkalarından içinde kalacağım sağlık cehenneminin farkında olarak; ‘keşke aynı cesareti tüm ülke gösterebilse, kendilerine uygulanan bu güçlünün güçsüzü ezdiği anlayışa karşı çıkabilse’ diyerek el sallıyorum sadece…

*****

NİKAH NEDİR, NEDEN KIYILIR?

Bence bugünün siyasetten ari en önemli konularından biri sosyal medyada yayınlanan, böylesi saçma sapan sözlerin sarf edilmesi için camilerin de alet edildiği, vaaz adı altında geçen şu konuşma;

‘‘Düğünlerde davetiyeye annenin de adı yazılıyor. Ne lüzum var ya. Ne gerek var. Babanın adını yaz kâfi. Eşitlik varmış. Onun da adı yazılacakmış. Niye ilan ediyorsun eşinin adının ne olduğunu aleme. Ne gerek var başkalarının, dostlarının, arkadaşlarının eşinin adının ne olduğunu bilmesine. Ne oluyor sanki böyle olunca? Ecdadımızın titiz davrandığı yönlerden bir tanesi de bu. Yüzünü göstermemişler, elbisesini göstermemişler, adını da saklamışlar’

Kıt kanaat dini bilgimle, dinin bilimle ve güncel yaşamla alakalandırıldığına, yaşamın bazı koşullara bağlanmasını kolaylaştırmak gibi kutsal bir amacı olduğuna olan sonsuz inancımla açıklamak isterim bakış açımı…

Bir, nikah nedir?

İki, neden kıyılır?

Küçük bir araştırma ile dahi karşınıza şöyle bir bilgi çıkar;

‘İslami kaynaklara göre düğün ziyafeti müekked bir sünnettir. Rasülullah (s.a.s.) bizzat düğün yemeği (velîmet-ül Urs) vermiş, verilmesini de emretmişlerdir. Bu emir sebebiyledir ki, İslam alimleri düğün davetinin vacip olduğunu, davette dini bir sakınca söz konusu olmadığı takdirde bu davete katılmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.’

Çünkü nikah ve düğün evlendiğin kişinin kim olduğunu içinde yaşadığın topluluğa ilan etmektir.

Vakti zamanında evlenirken nikah kıyıp, düğün yapıp evlendiğini dünya aleme duyurduğun kişinin adını sonradan niye saklayacaksın?

Evlenirken davulla zurnayla kiminle evlendiğini ilan eden İslam alimleri neden evlendikleri kişinin adını gizlemiş olsun?

Siz aradan yıllar geçtikten sonra tüm bu zırvaları uydurmaya neden gerek duyuyor olabilirsiniz?

Soruya soruyla yanıt vermek gibi oldu biraz, ama cahilliğime verin…

Konuyla ilgili söylenecek çok söz var, benimse bu sözleri sarf etmek için nezaket kurallarına uymak konusunda çaba harcayacak enerjim yok…

Zeytindağı

Zeytindağı

Çocukluktan gençliğe geçiyordum.

Her şey ile yeni yeni tanışırken, Türkiye’de özgürlük rüzgarları esiyordu.

Özel televizyon kanalları açılıyor, özel radyolar pıtrak gibi bitiyordu.

Gazeteciler siyasilere öyle yalama sorular sormuyordu. Dolayısıyla politikacıların formlarını neye borçlu olduğunu öğrenemiyorduk.

Başbakanlar istifa ediyor, bakanların yaptıkları telefon konuşmaları yüzünden istifa ettikleri yetmezmiş gibi Yüce Divan’a yollanıyorlardı.

Gazeteci Uğur Dündar, 12 Eylül’de yakılan Yorgun Savaşçı filmini arıyordu.

O zamanlar farklı bir TV kanalı ortaya çıkmıştı. Bugün yayında olmayan bu kanal Türkiye’de yasak olan filmleri göstereceğini söyleyince çok merak etmiştim. Çünkü bu filmler Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi gibi göstererek tarihimize leke sürüyordu.

Galiba ilk olarak Oliver Stone’un Gece Yarısı Ekspresi filmi gösterilmişti. Filmde Türkiye’de uyuşturucu ile yakalanan Amerikalı’nın anasını ağlatıyorlardı. Bence küllüm yalandı film, çünkü Muzaffer İzgü’nün kitabından bildiğimiz gibi “Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever“di.

İkinci film ise tam bir Türk düşmanı olan “Arabistanlı Lawrence”tı. Bu filmin yasaklanma sebebi ise finale doğru yakalanan İngiliz ajanına bizim kulampara paşanın tebelleş olmasıydı.

Ama gerçek hiç öyle değildi. Arap din kardeşlerimizin bir avuç İngiliz altını için bizi çöllerde nasıl katlettiklerini Anadolu’nun o kavruk çocuklarını nasıl boğazladıklarını anlatıyordu.

Hele filmde gözünü kan ve para bürümüş Arap Şeyhi Auda Abu Tayi’yi oynayan Anthony Quinn, filmde o katilin ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Ben filmi seyrettikten sonra şöyle demiştim: “Bırak yasaklamayı okullarda ders olarak okuturum.”

Filmi seyrettikten sonra Arap savaşlarına merak sardım ama bugünkü gibi Wikipedia falan yoktu. Sora sora Bağdat bulunur misali Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” kitabı elime geçti. Atay, Cemal Paşa’nın yaveri olarak katıldığı savaşta gözünü altın bürümüş Auda Abu Tayi gibi onlarca Arap şeyhinden bahsediyordu.

Bazen bizim bazen Alman bazen İngiliz tarafındaydılar. Altını kim öderse onların madalyalarını göğüslerinde gururla taşıyorlardı. Atay’ın şu cümlesini unutmam mümkün değil: “Çölde Osmanlı, memelerinden kan sızan bir sağmaldı.”

Çöller, Arap din kardeşlerimizin İngiliz altını ve silahı ile binlerce Türk evladına mezar oldu.

“Burası Huş’tur yolu yokuştur” türküleri hala kulaklarımızdayken Belçika’da doğup büyüyen Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, daha üç beş ay öncesine kadar seçim meydanlarında katil denen Suudi Arabistan’ın 93. Milli Günü’ne katılıyor ve şöyle diyordu:

Suudi Arabistan ve Türkiye, tarihi ve kültürel olarak iki dost ve kardeş ülkedir. Suudi Arabistan halkıyla paylaştığımız ortak değerlerimiz bizim için her zaman kıymetlidir.”

Şimdi soruyoruz; Sayın Bakan, bu konuşmayı Türkler’den kurtuluş gününü kutlayanların resepsiyonunda yapmak yerli ve milli bir iktidara yakışıyor mu? Tarih bilginiz yok diyemem çünkü siz Belçika’da CDH’den milletvekiliyken 29 Mayıs 2015’te partiniz sözde Ermeni iddialarını soykırım olarak tanımak istedi. Siz de bir Türk olarak karşı çıkınca partinizden ihraç edilmediniz mi?

Şimdi şeytanın avukatlığını yapıp can alıcı soruyu soralım: “İş Araplara gelince yerli ve milli olamıyor musunuz?”

Bir de her 26 Eylül’de sosyal medyadan iktidara ayar veren, Arap çöllerinde çekirge kavurarak savaşan ve şehit düşen Mehmetçikleri hatırlatan biri daha vardı…

Bu kişi “Cehennemin kapılarını kapatacağım. HÜDA-PAR ile Türk milliyetçisi yan yana gelmez” diyerek seçimden bir hafta önce dümeni Cumhur İttifakı’na kıran ve son günlerde bindiği lüks araç ile gündeme gelen Sinan Oğan’dan başkası değil!

Bu yiğit Türk milliyetçisi 2020 yılında İstanbul Havalimanı’nda Suudi Arabistan’ın kurtuluş gününün kutlama afişi için şöyle bir tweet atmıştı: “Suudi Arabistan’ın Milli/Bağımsızlık Günü Osmanlı’nın, Türk askerinin arkadan hançerlendikleri, susuzluktan, açlıktan çekirge yiyip şehit oldukları, gündür… Neyi kutladığınızı biliyor musunuz!”

Oğan, paylaşımlarına devam ediyordu…

Aynı yıl başka bir gönderide ise şunu yazıyordu sosyal medyasından: “Suudi Arabistan’ın Türk mallarına ambargo kararı resmileşmiş! Ekim ayından itibaren ‘Made in Turkey’ damgalı ürünler Suudi Arabistan’a giremeyecek. Ne demiştik; ayıdan post, bu Suudlardan da dost olmaz…”

Geçen yıl da yiğidimiz o günkü İçişleri Bakanı Soylu ve Diyanet işleri Başkanı Erbaş’ın bağımsızlık gününe katılmalarını eleştirerek şöyle atarlanıyordu:

Suudi Arabistan’ın ‘Milli Günü’nü kutlamak demek; Osmanlı’nın arkadan hançerlenip, Hicaz’ı İngilizlere teslim etmek demektir! Onların kurtuluşu, Osmanlının yıkılışı demektir. Askerlerimizin çekirge yemeğe mahkum edilmesi, gözlerinin kör edilmesi demektir Ey Osmanlı Torunları!!!”

Yaaa işte böyle…

Eskiden olsa bu yiğit Türk milliyetçisi alırdı sazı eline ağabeyi gibi “Eyyyy Aile Bakanı sen biliyor musun o çöllerde çekirge kavuran Fahrettin Paşa’yı” diyerek atıp tutardı. Her 26 Eylül’de iktidar ve bakanlara höyküren büyük Bozkurt’tan bakın bu yıl tık yok.

Şimdi Sayın Aile Bakanı’na şiddetle Zeytindağı’nı okumasını tavsiye ederim.

Sinan Oğan ise okusa ne olacak, okumasa ne olacak, okumuş olsa ne olacak? Sanki Aile Bakanı’na bir cevap mı verebilecek?

Ama o meşhur söz geldi aklıma; verse “Cirmi kadar yer mi yakacak?”

Büyük Ova korunmuyor!

Büyük Ova korunmuyor!

Bursa’nın uzun zamandır İstanbul’un şişkin karnını boşalttığı bir arka bahçe olarak kullanıldığını, giderek şişen İstanbul karnının boşalması için gereken genişlemenin de morbid obez bir büyüme ile elini kolunu kontrol edemez, attığı adımın altında neyin ezildiğini fark bile edemez hale geldiğini yazmıştım bundan 5 ay önceki yazımda.

Yazının bu girişini hak eden konu ise bitmek tükenmek bilmeyen bir iştah ile sürekli, sürekli büyümesi ve gelişmesi beklenen sanayi bölgelerine yenilerinin ve daha yenilerinin eklenmesi hevesiydi…

Asla, ama asla doymak bilmeyen bir sanayileşme iştahının peşinden koşarken sürekli ihlal ettiğimiz, Büyük Ova Koruma Kanunu ile koruma altına alınmış bölgelerin birer birer fabrika binalarına dönüşmesi ve nedense halen ekonomisine en büyük katkıyı üretimi ile değil hizmet sektörü ile sağlayan bir ülkeye dönüşmemizin açmazı beni benden alıyor…

Bence sizi de almalı…

Zira tüm bu işlerin sonunda çalışıp çalışmaması, üretip üretmemesi önemsenmediği halde, arsası para ettiğinden, yani paradan para kazanmak için alınıp satılan ve dört duvar örülerek fabrika alanı haline getirilip sonra yine satılan yerler için dökülüyor tüm bu kan, ter ve gözyaşı…

Canım memleketim, gurbetçi olmak gibi bir talihsizlik nedeniyle doğmadığım, ama iliklerime kadar içime çekecek derecede sokaklarında büyüdüğüm, tarımın ve hayvancılığın şehrimizdeki gözbebeklerinden biri olan Mustafakemalpaşa’daki Güllüce Mahallesinin makus talihini bir kez daha kaleme almak şart oldu.

Bahsettiğim gibi bundan 5 ay kadar önce Bursa Büyükşehir Belediyesi, Mustafakemalpaşa Güllüce Mahallesi’nde bulunan 12 parsele ilişkin hazırlanan 1/5.000 ölçekli nazım imar planını onaylamıştı. Plana göre, 19 hektardan fazla bölümü Büyük Ova Koruma Alanı içerisinde kalan, toplam 25 hektar yüz ölçümlü alan ticarete ve sanayiye açılmıştı!

İşin bu kısmından itibaren zaten itiraz edilmesi gereken konu, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın birden bire, aniden, nedenlerini ortaya koymadan, ‘Biz 2040 Çevre Düzeni Planını yapamıyoruz!’ demesiyle adeta askıya alındı. Çünkü ortada bir üst plan yoktu ve bu üst plana zaten yapılması planlanan sanayi bölgeleri işlenemiyordu.

Ben diyeyim, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası ile Bursa Büyükşehir Belediyesi arasındaki sanayi doluluk oranlarının çelişkisi nedeniyle yeni sanayiye ihtiyaç duyulup duyulmadığı tartışmasına bir son nokta koyulamadı, siz deyin işin içinde başka başka hesaplar var…

Efendim Güllüce’de işin çok acelesi varmış anlaşılan, 2020 Çevre Düzeni Planı bir kez daha delindi, 2040 Çevre Düzeni Planı’nda mera ve tarım alanı olarak bırakılan yerler, sürekli delik deşik edilerek, sündürülerek bugünlere getirilen 2020 planına sanayi ve ticaret alanı olarak eklendi.

Ancak iş bununla sınırlı kalmadı.

Bahsettiğimiz alandaki üç parsel Mustafakemalpaşa Belediyesi tarafından muhammen bedeli 250 milyon liraya satışa çıkarılıyor.

Sanki Mimarlar Odası Bursa Şubesi mevzubahis plan değişikliğine itiraz etmemiş, değişikliği yargı yoluna taşımamış, bütün bunlar hiç yaşanmamış, her şey yolunda ve olması gerektiği gibi olmuşçasına bir satış…

Alıcının büyük internet satış sitelerinden biri olduğu yönünde tevatürler dolaşıyor etrafta…

Çünkü bahsettiğimiz parseller planda depolama alanı olarak ayrılmış yerler…

Konuya ilişkin Mimarlar Odası Bursa Şubesi’nin Mustafakemalpaşa Belediyesi’ne gönderdiği uyarı yazısında şöyle deniyor;

“Plan iptali söz konusu olmasa bile, plan kararlarıyla, ‘depo alanı’ olarak kamuya kazandırılan, İzmir Devlet yoluna çok yakın bu 3 adet parselin satışı halinde, kamunun hak kaybına uğrayacağı düşünülmektedir. Zira pek çok belediye borç ödemek kaygısıyla mülkü olan kamu alanlarını satmaya çabalarken, gelecekte halkın daha yoğun ihtiyaç duyacağı alanların kaybına neden olmakta, satışla birlikte özel mülkiyete geçen aynı yerleri kamulaştırmak zorunda kalmaktadır ki, bu kamu kaynaklarının ziyan edilmesi anlamına gelmektedir!”

Nerden tutsan tutarsızlık nerden tutsan zarar…

CHP Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tandoğan Kuru da bugün bir açıklama yaparak bölgenin korunmasının önemine dikkat çekti.

Açıklamada birkaç önemli önerileri var; ilk öneri elbette tarım arazilerinin değil kıraç arazilerin sanayiye açılmasına yönelik, çünkü tüm dünyada böyle yapılıyor bu iş. Hatta Tandoğan Kuru, kıraç arazilerin sanayicilere bedava hasis edilmesini, inşaatın belli bir sürede tamamlanıp belli bir istihdamın koşul olarak getirilmesini öneriyor. Bir tür kazan kazan mantığı bana da çok anlamlı geldi doğrusu. Böylece sanayi arsası üretip parasından para kazanma çabasında olan sanayiciler de kendi işleri olan üretime ağırlık verirler belki…

İkinci önemli öneri, zaten bir sanayi bölgesi olan Mustafakemalpaşa’da, var olan sanayi bölgesinin büyük bölümü boş duran ve küçük dükkanlardan oluşan alanında bir plan değişikliğine gidilip asıl görevi sanayi bölgesi olmak olan alanın doldurulması, hem de sanayiyle doldurulması.

Bu da son derece anlamlı değil mi? Boş olan sanayi bölgesinin boş olmasının nedeni dükkanların küçük olması ise bölgenin hemen yanındaki tarım alanını sanayiye açmak ve bu alanı da satmak yerine sanayi bölgesini revize edin kardeşim…

Bir diğer öneri de yaklaşan yerel seçimlere yönelik. Seçimlerden hemen önce yangından mal kaçırırcasına yapılan bu plan değişiklikleri ve mülk satışları ciddi kamu zararı doğuruyor görüldüğü üzere. Bunun yerine yerel seçimlere son derece güçlü gireceği düşüncesinde olan AK Parti’nin bu işleri seçimlerden sonraya, yani yeni yerel yönetime bırakmasını öneriyor Tandoğan Kuru…

İşin bu kısmı da politik bir hamle…

Aklın çeşit çeşit yolları var, ama hiçbiri tarım arazisini sanayi arazisine çevirmek, bunu bir de tutup tüm itirazlara ve yargı yoluna taşınmış olma durumuna aldırmadan satmaktan geçmiyor.

Şimdi yakın takibe alarak bekliyoruz, 29 Eylül tarihinde tüm itirazlara ve ihale iptal taleplerine rağmen satış gerçekleşecek mi?

 

 

‘Tak emrederler şak yaparım’

‘Tak emrederler şak yaparım’

Ergenekon denilen gayya kuyusunun en kötü günlerini yaşıyorduk…

Kimisi “o davanın savcısıyım” diyerek Meclis kürsüsünden haykırıyor, kimisi Türkiye’nin nasıl bağırsaklarını temizlediğini anlatıyordu.

Hele bugün her taşın altında FETÖ’cü avlayanlar “Hoca Efendi”nin Türkiye’nin nasıl kıymetli bir değeri olduğunu yazıyordu.

O gün FETÖ’nün sözcülüğünü yapan yanar döner “Siyasal İslamcılar”; günümüzün FETÖ avcısı sözde köşe yazarları hoca efendilerinin bir arıyı yaşatmak için ne fedakarlıklar yaptığını, hayvan ölünce arkasından sanki babası ölmüş gibi nasıl salya sümük ağladığını nakşediyordu köşesinde.

Cemaat kurumları ele geçiriyor” diyenlere devletin bakanı, kargaların bile bu sözlere güldüğünü, sırıtarak söylüyordu o günlerde.

Ergenekon adlı terör örgütünün nasıl tehlikeli bir yapı olduğu gösteriliyordu TV ekranlarında.

Kazılarda çıkan yepisyeni paketlenmiş patlayıcılar gösterilirken tüm medyada, adına gazeteci bile demekten iğrendiğim yaşam formları, Ergenekon soruşturmasının savcısı Zekeriya Öz’ün heykelinin nereye ve nasıl dikilmesi gerektiğini dikte ediyorlardı.

O sırada bu hengamenin içerisinde genç bir teğmen dikkatimizi çekmişti. Çünkü “sehven” denilerek bu kuyunun içerisine atılmıştı. Yaptığı savunmalarda Atatürk ve laik Cumhuriyet‘in askeri olmaktan nasıl gurur duyduğunu haykırıyordu.

Suçlama çok komikti: Ergenekon Terör Örgütü, dinci bir örgütün içine Teğmen Mehmet Ali Çelebi’yi sızdırarak köstebek yapmıştı!

Sonradan ortaya çıktı; teğmene yöneltilen suçlamalara dayanak olan telefon numaralarının gözaltında olduğu sırada polis tarafından yüklendiği…

Cezaevinden tahliye edilen Teğmen Çelebi görevine geri döndü. Hatta gazetelere manşet oldu ‘Tahliye edildi, Güneydoğu’da helikopter pilotu olarak bölücü örgüte yapılan operasyonlarda görev alıyor’ diye.

Herkes sevinmişti bu genç adamın Ergenekon kuyusundan çıkarılmasına. Askerlik görevinden ayrılınca Cumhuriyet Halk Partisi’nde gördük kendisini, canla başla sandıkları korumaya çalışıyordu.

Çalışmalarının ödülünü aldı da, çok geçmeden milletvekili yapıldı. Sonra o kuyudan çıkan genç gitti, vefasız, gözünü hırs bürümüş bir insanla karşılaştık.

‘Yahu bir adam bu kadar değişir mi?’ derken ilk olarak CHP’ye sövmeye başladı.

Milletvekili Çelebi, ardından Memleket Partisi’ne geçti. Sonra ağzımızı açık bıraktı, 9 parti ile transfer görüşmesi yapması. Sonrasında bir baktık ki AK Parti saflarına katılmış!

2023 seçimlerinde AK Parti İzmir’den tekrar milletvekili seçildi. 41 ay boyunca cezaevinde yatarken Ergenekon sanıklarına türlü hakaretler eden Bülent Arınç ve adı bu sayfaya sığmayacak kadar uzayıp giden isimlerle şimdi aynı partide, mutlu mesut saadetini sürdürüyor.

Son haberlere göre, Milletvekili Çelebi’nin 32 milyonluk bir araçta Meclis’e giriş kartı varmış. Ve bu haberi süzme FETÖ’cü olan sözde gazeteci yayınladı. Sosyal medya ayağa kalkınca Milletvekili Çelebi, bu aracın sahibini tanımadığına ve ticari ilişkisi olmadığına dair açıklamalar yaptı. Çelebi, bu olayın FETÖ kumpası olduğunu söylüyor. Ama açıklamada bu kartın sahte olduğu da fotomontaj olarak üretildiği de yok.

Aksine Milletvekili Çelebi açıklamasında şunları söylüyor: “Her zaman olduğu gibi veremeyecek hesabım yoktur. Kimseyle ticari bir ilişkim yoktur, bundan sonra da olmayacaktır. Atılan çeşitli iftiralar sonucu gerek kendim ve ailemin gerek araç sahibi ve ailesinin, gerek Yüce Meclis’in haklarına en ufak zarar gelmemesi ve korunması amacıyla ilgili araca verilen tahsisi iptal ettiğimi kamuoyuna duyururum. Tarafımızdan gerekli hukuki işlemler de başlatılacaktır.”

Yani kart sahte değil. Aracın sahibini tanımıyorsan ticari bir ilişkin de yoksa demek ki birileri ‘Ver’ dedi.

Geçmişte bir paşa, ‘Tak emrederler, şak yaparım’ demişti. Yani bu işin de Türkçesi, birileri ‘tak emretti’ sen de ‘şak’ diye verdin.

Çelebi’yi Ergenekon davasında yargılanırken, galiba sonrasını görmeden ‘sehven’ sevmişiz. Ama insanların ünvanları değil neler yaptıkları ile nasıl anıldıkları önemli.

Daha çok genç olan milletvekili Çelebi’ye o paşayı nasıl andıkları çok net, çok mükemmel bir örnektir…

CHP’de yerel seçim için gaza basıldı

CHP’de yerel seçim için gaza basıldı

Cumhuriyet Halk Partisi’nde kongre süreci tamamlandı, yeni il başkanı seçildi, sular biraz durulur gibi oldu, ama hala boz bulanık sularda havayı koklayıp kendisine belediye başkan adaylığı ya da belediye meclis üyeliği konusunda yol arayanlar olduğundan kulisler hareketli.

Bugün sabah saatlerinde katıldığım Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem’in düzenlediği toplantının konusu elbette ‘gelin kulisleri konuşalım’ meselesinden çok uzaktı. Cumhuriyetin 100’üncü yaşını kutlamak için Nilüfer Belediyesi tarafından tertip edilen ve yaklaşık 1 aylık sürece yayılan etkinlikler hakkında bilgi vermek için davet edilmişti basın.

İşin siyaset kısmına girmeden hemen önce aslında kendisi de bir siyasi şov olan Nilüfer Müzik Festivali’ne kısıtlama getirilmesi durumunu ve Nilüfer Belediyesi’nin bu durum karşısında takındığı ‘festivali iptal etme’ tutumunu konuştuğumuzu belirteyim.

Zamanla gelenekselleşmesi istenen ve kamuya mal edilen tüm organizasyonların kendine has bir naturası vardır. İnsanların da bu organizasyonlara katılmasının nedeni bu naturayı yaşamaktır. Nilüfer Müzik Festivali’nin konseptinin getirilen kısıtlamalar nedeniyle ciddi yara aldığını, bu nedenle bir konserler dizisine dönüşmesi fikrinden hoşlanmadıkları için festivali iptal etme kararını verdiklerini dile getirdi Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem. Ancak festivalin bir sonraki yıl yine kendi konseptinde yapılması için çaba harcayıp harcamayacaklarına yönelik soruya net bir yanıt vermedi.

Nasıl yanıt versin ki, önümüzdeki yıl Nilüfer Belediye Başkanlığı koltuğunda kimin oturacağı netleşmiş bir konu değilken…

İşte işin bu kısmı siyasete dalışımızı da kolaylaştırıyor. Bu sorunun hemen ardından gelen, ‘Nilüfer Belediye Başkanlığına aday mısınız?’ minvalindeki soru Bursa Hakimiyet Gazetesi Köşe Yazarı Namık Göz’den geldi.

Nilüfer’in önemli bir ilçe olduğuna vurgu yapan Turgay Erdem, “Nilüfer’de çok sayıda aday isminin duyulması şaşırtıcı değil. Herkese biraz sabırlı olmalarını ve seçim takvimini beklemelerini öneriyorum. Aslında ön seçim yapılsa daha demokratik olur, ama bu Genel Merkezin tercihidir. Benim de gönlümde yatan bir aslan var” dedi.

Benzeri cümleleri Norm Haber olarak bizi ziyarete geldiğinde de sarf etmişti Başkan Erdem. Benim aldığım bilgilere göre, şimdilik vatandaşın bu konudaki nabzını yoklayan seçim araştırmalarının sonuçlarını değerlendirmeyi tercih ediyor. Önümüzdeki süreç aday olup olmayacağını gösterecek, yine de her başkanın doğal başkan adayı olduğunu unutmamak gerekiyor…

Elbette CHP ile teşrîkimesâim burada son bulmadı…

Toplantının hemen ardından CHP’nin çiçeği burnunda İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ı ağırladım Ortak Akıl programında.

Kongre sürecinde yakından takip ettiğim Yeşiltaş, örgütün içinde dostluk ve kardeşlik havası estirebileceğinden hayli emin.

Delege seçimlerinden itibaren parti içinde yaşanan kırılganlıkları görmezden gelmeden, meseleyi bir üst düzeye taşımayı, parti içinde değil, yerel seçimlerde kazanmayı ön plana çıkarmayı istiyor yeni Başkan.

Programdan önce gerçekleştirdiğimiz sohbette bundan 46 yıl önce Bursa Belediyesini yönetme yetkisini alan CHP’nin benzer bir başarıyı yakalamasının an meselesi olduğunu, bu iddiasını da 1976 dönemindeki yoksulluğun çok daha derinleşmiş halinin şehrin büyük bölümüne, yaklaşık yüzde 70’ine hakim olmasına bağladığını söyledi.

Nihat Yeşiltaş’ın iyi niyetinden ve samimiyetinden asla şüphem yok, ancak 1970’li yılların sonları ile şimdiki dönem arasında ciddi sosyolojik, demografik, politik ve bilinç farkları olduğu kanaatini taşıyorum ben. O dönemin sınıf bilinci ve insanlarının politik olma becerisi şimdilerde yerini sosyal medya bağımlılığı ve tüketim toplumu olma çabası arasına sıkışmış insanlara, tüm bunları gerçekleştiremeyenlerin de çabasızca bir din teslimiyeti içinde bulunmasına bırakmış gibi geliyor bana.

Böylesi bir kara deliğin içinde, yoksulluk batağında çırpınan insanları, bulundukları yerden çekip çıkararak, rotasını bundan sonra daha sol söylemlere kaydıracağını yaptığımız tüm konuşmalardan çıkardığım bir Cumhuriyet Halk Partisi’ne inandırmak için gerçekten çabaya ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

Yapılabilir mi?

Neden olmasın…

Ama büyük bir çaba gerektirdiği muhakkak…

Bu kadar CHP demişken, bugün bir basın toplantısı düzenleyen, fakat aynı saatlerde stüdyoda olduğum için toplantısına katılamadığım CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal’ın açıklamalarına değinmeden olmaz elbette…

Artık herkesin malumu olduğu üzere özellikle tarım politikaları üzerine uğraş verdiği ve bir ziraat mühendisi olduğu için Sarıbal’ın CHP içindeki lakabı ‘toprak adam’ bence bu lakap kendisine çok da yakışıyor. Zira son dönemlerde en kıymetli üretim araçlarımızdan birinin ekilebilir tarım topraklarımız olduğunu ve bu üretim aracının da bu üretim aracını kullanan işçiler olan çiftçilerin de yeterli değeri görmediklerini düşünüyorum.

Toplantının kısa bir özetini buraya bıraktığımda durumu daha net anlayacaksınız aslında.

AK Parti’nin 21 yıllık hükümet ettiği dönemde tarım topraklarımızdan 27 milyon dönümü üretimden çıkmış. Bu topraklar imara açılmış olabilir, bu topraklar boş bırakılmış olabilir, bu topraklar çeşitli kamu yatırımları için kamulaştırılmış olabilir…

Sonuçta üretim yapılmıyor artık bu topraklar üzerinde…

İş sadece tarım yapılan toprakların azalması ile de kalmamış, 600 bin çiftçi de üretim yapmaktan vazgeçmiş halde.

Daha iki gün önce 2 ton kavunun 3 bin 500 liraya satıldığını kulaklarıyla duymuş, bir kavuna 30-40 lira veren şehrim insanını da gözleriyle görmüş bir yazar olarak, hiç garipsemiyorum artık bu durumu…

Emeğin para etmediği yerde emekçinin durması nasıl beklenebilir ki…

Üretim azalırken artan nüfusu beslemek için sürekli ithalat yapan bir ülke olduk vakti zamanında dünyanın kendi kendine yeten 7 ülkesinden biri konumundayken…

CHP’nin tarım konusundaki politikalarını çiftçinin benimsemesi için de en az Nihat Yeşiltaş’ın partiyi Bursa’da iktidar yapmak için çabalaması gerektiği kadar çabalaması şart.

Aksi halde aç kalan çiftçiler ülkesi olmaya adayız…

Tüm bu toplantıların peş peşe gelmesi benim gibi bir köşe yazarına şu izlenimi veriyor; CHP’de yerel seçim için gaza basıldı, ilk adımlar atılıyor…

 

Uzay kâşifleri Bursa’da ne yapacak?

Uzay kâşifleri Bursa’da ne yapacak?

Bursa Ticaret ve Sanayi Odası, bugünlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün “İstikbal Göklerdedir” sözünü öne çıkaran, sükseli bir organizasyona ev sahipliği yapıyor.

Uzay Kâşifleri Derneği‘nin (Association of Space Explorers- ASE) 34’üncü kez düzenlediği Planetary Congress’in bu yılki ana teması, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘İstikbal Göklerdedir’ sözünden yola çıkılarak belirlenmiş.

Kongrenin açılışında BTSO Başkanı İbrahim Burkay, oldukça iddialı konuşmasında, “Türkiye’nin Gökmen’i neden Bursa’dan çıkmasın?” diyerek, Avrupa’nın en büyük uzay, havacılık ve eğitim merkezi GUHEM’i Türkiye’ye kazandırdıklarını hatırlattı.

Başkan İbrahim Burkay, “Bu hamleler 10 yıl önce bir hayal olarak görüldü. Ancak tarih bize hayal kurmadan başarıya ulaşılamayacağını öğretti. Gerek GUHEM, gerekse uzay, havacılık ve savunma alanında hayata geçirmiş olduğumuz projeler neticesinde artık stratejik alanlarda da adından söz ettiren bir Bursa var” dedi.

Hem bir önceki Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, hem de mevcut bakan Mehmet Fatih Kacır, kongre açılışında birer konuşma yaptılar.

Uzay havacılık alanında ülkemizde faaliyet gösteren kurumlar da üst düzeyde bir temsilciyle kongrenin açılışında yer aldılar.

Konuya uygun bir ambiyansın yansıtıldığı sahne gerisi ile çok da uyuşmayan rutin konuşmalardı halef selef bakanların konuşması. İsimleri koltuklarının üzerine yazılmış astronot ve kozmonotlara değil de seçmenlere hitap ettiler sanki. Belki bunun da etkisi ile cılız alkış aldı konuşmalar.

Bu kongreye Uzay Kaşifleri Derneği üyelerini toplamış gelmiş. İyi de yapmış. Kongre 5 gün sürecek. Bursa’nın geleceğine ilişkin sonuçları ne olacak henüz bilmiyoruz. Ancak bugünden bakarsak Bursa’nın ve Uludağ’ın marka bilinirliği açısından önemli katkı sunacaktır. Nitekim BTSO başkanı İbrahim Burkay’ın vurguladığı Bursa’yı Davos yapma hedefi için önemli bir adım.

Gelelim kongrenin yapıldığı mekâna.

Bazı tartışmalara konu oldu çünkü bu mekân. Aynı zamanda  Anıtkabir’in mimarı Prof.Dr. Emin Onat  ve ülkemizin ilk kadın mimarlarından  Prof. Dr. Leman Tomsu tarafından tasarlanmış Cumhuriyet dönemi eseri olarak özel bir yapı Kirazlıyayla’daki bu bina. Uzunca bir süre sanatoryum olarak kullanılmış, ancak yine uzunca bir süredir de atıl durumdaydı.

BTSO tarafından Yaşam Boyu Eğitim Merkezi olarak ele alınıp akabinde konaklama özelliği geliştirilerek uluslararası bir otel zincirine kiralanmış durumda.

Bunun üzerinden “Cumhuriyet Değerleri” kasmak bana biraz zorlama geldi.

Gelişen çağda bu ve bunun gibi sanatoryumların işlevi çok da kalmadı.

O halde “bu bina amacına ve aslına sadık kalmalı” iddiası ne ifade edecek?

Yapı yıkılmamış alana yeni bir bina eklenmemiş, üstelik uluslararası niteliklerde bir eğitim ve dinlenme alt yapısına kavuşturulmuş.

Bu açıdan bakınca Association of Space Explorers- ASE ile yapılan XXXIV. PLANETARY CONGRESS kongresi umarım bu yaşlı binaya uğurlu bir başlangıç olur.

 

Özel okul öğretmenleri Meclis yolcusu

Özel okul öğretmenleri Meclis yolcusu

Ülkenin ve şehrin bunca sorunu varken siyasi kulisleri biraz askıya almak, ‘Ne olacak bu CHP’nin hali, İYİ Parti önümüzdeki sürecin ayağına sıkan partisi olup eriyerek kaybolacak mı?’ minvalindeki soruları birkaç yazı öteye ertelemek tercihindeyim…

Daha önemli bir konu var benim gündemimde…

Ne olacak bu eğitimin hali?’ sorusunun içinde önemli bir bölümü kapsayan ‘Ne olacak bu özel okul öğretmenlerinin hali?’ sorusu benim için daha öncelikli bir konu…

Sendikalaşarak bir örgütlenme yoluna giden ve zaten bir avuç olan haklarının ellerinden alınan kısmına sahip çıkmak, isimlerinden söz ettirmek, onlara hiç yokmuşlar gibi davranmayı tercih eden Milli Eğitim Bakanlığına bir selam vermek için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önünde olacak ülkemizin örgütlü özel okul öğretmenleri…

Özel okulda ya da devlet okulunda bir öğrencinin dersini sevmesini, dersini doğru biçimde güncel bilgilerle öğrenmesini, sınıf içinde doğru biçimde değerlendirmeye tabi tutulmasını ve sınıfının kapısından içeriye mutlu girmesini sağlayan tek bir etmen var aslında, öğretmen

Eğitimin kitaplarla, kurslarla, gidilen okulun albenisiyle ilgisi olduğunu düşünüyorsanız çok yanlış bir kanıdasınız. Eğitimin doğrudan öğretmenle, öğretmenin mesleğini iyi icra etmesiyle ilgisi var sadece. Tam da bu nedenle biz veliler çocuğumuzu hangi okula kayıt ettirirsek ettirelim ‘iyi öğretmen’ arama derdine düşüyoruz. Okul bahçelerinde bir araya geldiğimizde birbirimize sorduğumuz ilk soru ‘Senin çocuğun hangi öğretmende?’ oluyor…

İyi öğretmenin peşine düşüyoruz da öğretmenin sorunlarını, iş hayatını da etkileyecek yaşamsal sıkıntılarını hiç sorgulamıyoruz…

Aynı işi yaptıkları halde devletin gözünde kadrolu öğretmen, sözleşmeli öğretmen ve özel okul öğretmeni olarak üç sınıfa ayrılan ve her sınıfın birbirinden büyük dertleri olan dev bir çalışan kesim öğretmenler…

Kendi içlerinde pek çok sorun barındırmasına rağmen, en şanslı gurup olarak kadrolu öğretmenleri gösterebilirim sanırım, zira onlarla aynı işi yapmasına rağmen sözleşmeli öğretmenler haftada 30 saat ders verdiklerinde aylık 9 bin ila 9 bin 500 lira kazanıyorlar. Elbette kadrolu öğretmenlerin pek çok hakkından da yararlanamıyorlar. Asgari ücretin altına öğretmenlik yapıp, bir yandan geçim derdini düşünürken diğer yandan çocukların eğitimine katkıda bulunmak nasıl mümkün olabilir varın siz düşünün artık.

Benzeri bir durum özel okul öğretmenleri için de geçerli. Bir zamanlar devletin belirlediği, devlet okullarında eğitim veren öğretmenlerle eş değer maaş alma kuralı kaldırıldı malumunuz. Gerek de yoktu zaten, çünkü bildiğim kadarıyla özel okul sahipleri maaşları göstermelik bir biçimde bankaya bahsedilen rakamlar üzerinden yatırsalar da öğretmenle yaptıkları sözleşmede geçerli olan maaşın üzerinde kalan parayı geri alıyorlardı muhasebe kanalıyla…

Yani bir tür devlet kandırmacalığı yapılıyordu ve buna kimse ses çıkarmıyordu. Şimdilerdeyse durum eskisinden de vahim. Devletin koyduğu asgari ücret baremi zaten uygulanıyor, hatta yine aynı yöntemle, yani maaşın üstünü iade etmek suretiyle asgari ücretin altına da çalıştırılıyor özellikle yeni mezun öğretmenler. Gerekçe, ‘size iş öğretiyoruz’ olurken, bu öğretmenlere tıpkı diğer meslektaşları gibi sınıf teslim ediliyor. İnsan şunu düşünüyor, madem işi bilmeyen bir öğretmene iş öğretmek maksatlı kurumunuzun kapılarını büyük bir hüsnü niyetle açıyorsunuz, peki neden bu öğretmenleri yardımcı öğretmen olarak çalıştırmak yerine onlara sınıf emanet ediyorsunuz?

Özel okullar bu biçimde davranarak hem velilerini hem öğretmenleri hem de devleti kandırıyorlar aslında.

Özel okul öğretmenlerinin çalışma koşulları devlet okulu öğretmenlerinden çok daha vahim durumda görüldüğü gibi. Sorunlar bunlarla da sınırlı değil, pek çok özel okul öğretmeni haftanın en az altı günü okulda. Ancak bu fazla çalışma halinden ellerine geçen bir kazanç yok.

Tıpkı sözleşmeli öğretmenler gibi bir sonraki yıl sözleşmelerinin yenilenip yenilenmeyeceğini bilmeden geçirdikleri tatil süreçleri de cabası. Bu arada elbette tatillerde maaş alamıyorlar. Aslında bir yıllık imzalanması gereken sözleşmeler tıpkı maaş iadelerinde olduğu gibi bir yıllık imzalanıyor, ama bir yıllık uygulanmıyor asla…

Tüm bu sorunları Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası Bursa Temsilcisi Koray Taş ile görüştük ve ülkenin örgütlü özel okul öğretmenlerinin özellikle devlet okulunda çalışan öğretmenlere paralel maaş almalarını sağlayan taban maaş uygulamasının geri gelmesini ve bu uygulamanın devlet eliyle sıkı biçimde denetlenmesini talep edecekleri buluşmanın detayları ile ilgili ne kadar heyecan içinde olduklarını görme fırsatına kavuştum…

Örgütlülük iyidir, mesleğine sahip çıkmak iyidir ve mutlak gereklidir…

Sektörün neresinde dururlarsa dursunlar bir biçimde çocuklarımızı emanet ettiğimiz ve onların geleceklerine yön vermelerini beklediğimiz öğretmenlerimizin sorunlarının çözülmesine biz velilerin de destek olması gerektiği kanısındayım. Eğitimde bir sorun varsa bu sadece eğitimcilerin değil, eğitim hizmetini o veya bu biçimde alan biz velilerin de sorunudur…

Aklınızda dursun…

Hoşça ve dostça kalın!

Hoşça ve dostça kalın!

Veda yazıları genellikle zor yazılır.

Ama bu durum şu an benim için geçerli değil.

İçim rahat.

Başlangıç varsa bitiş de vardır.

Bu bitişler bazen çalıştığın kurumun isteği ile olur, bazen şu an benim için geçerli olduğu gibi kendi isteğinle…

Ama her bitiş yeni bir başlangıcın habercisidir.

Netice…

Bildiğiniz veda yazısı bu…

Yani artık bu köşede yokum…

Norm Haber‘de 18 ay boyunca beni sabırla takip eden sevgili okurlara, izleyicilere minnettarım…

Bu süre içerisinde bir dediğimizi iki etmeyen, gönül insanı Norm Haber’in Kurucusu Necati Çelebi’ye teşekkürü bir borç bilirim…

Beni Norm Haber’e davet ederek, editoryal bağımsızlık veren değerli meslektaşım, Genel Yayın Yönetmenimiz Esat Kaplan’a ne kadar teşekkür etsem azdır…

Bu süreçte tatlı sert tartışmalar yaptığımız meslektaşlarım Bülent Civanoğlu‘na ve Furkan Kahraman‘a, oda arkadaşım Yasemin Güler’e, yönetmenimiz Fikret Turan’a, her zaman sohbetleri ile bende özel yeri olan Nail Özer’e, velhasılı yolu Norm Haber’den geçen ve burada yolumun kesiştiği tüm dostlarıma teşekkürü borç bilirim…

Belki bazı okuyucularımız, “Yahu gidiyorsan bize ne?…” diyebilir.

Doğru, neticede ben gidiyorum ama siz burada kalın!..

Sözü fazla uzatmayalım…

Şimdilik bana müsaade.

Yazılarımızda ve yeni programlarımızda buluşmak üzere hakkınızı helal edin.

Hoşca ve dostça kalın…

Samanlı’da rapor geldi, karar bekleniyor

Samanlı’da rapor geldi, karar bekleniyor

Yıldırım‘da şimdiye kadar yapılan en yanlış projelerden biri nedir diye sorarsanız bana, rahatlıkla Samanlı’daki dere yatağı ve mera alanı olan bölgeye inşa edilen lojistik merkezini işaret edebilirim.

Bursa’ya borcu olduğunu düşünen gazetecilerin her biri gibi konuyu ben de defalarca köşeme taşıdım, yanlışlığını dile getirdim ve bu yanlışlara rağmen, göz göre göre izlenecek olan yolu da çizdim…

Sonuçta geldiğimiz noktayı özetlemek ve genel olarak bu şehre yapılan kötülüklerin yöntemi hakkında bilgi vermek elbette yine boynumuzun borcudur.

Samanlı’da mera alanı ve dere taşkın alanı olarak işaret edilen bölgede öncelikli olarak bir şehir hastanesi projesi ile karşımıza çıkmıştı şehrin ileri gelenleri.

Akademik Odaların konuya şiddetli karşı duruşlarını ve CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal’ın konuyla ilgili açıklamalarını hatırlarsınız diye düşünüyorum. Sadece açıklama yapılmakla kalınmamış, akademik odalar projeye itiraz etmiş ve kamuoyunda da yer alan tartışmalar neticesinde şehir hastanesi projesinden vazgeçilmişti.

Bu mücadelenin teri daha kurumadan hoooppp… Yepyeni bir proje ile bir kez daha aynı bölge gündeme geldi.

Bu kez yapılmak istenen bir lojistik merkeziydi…

Bölgenin dere taşkın alanında bulunuyor olması hastane yapılmasına engel, çünkü derenin taşması durumunca insan hayatının tehlikeye girmesi söz konusu…

Peki, lojistik merkezi yapılmasına engel değil mi?

Değil!

Lojistik merkezinde insanlar çalışmıyormuşçasına can hıraş savunuldu proje…

Hem de Tarım ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün, Deliçay Deresi ile ilgili ilettiği görüş yazısında; “Bölge taşkın etki alanı içerisinde kaldığı ve yoğun drenaj problemi yaşadığı için, bahse konu parsellerin tarım dışı kullanıma açılması uygun görülmemektedir” deniyor olmasına rağmen.

Bir zamanlar adı üzerinde, deli bir çayın aktığı ve hazırlanan raporlardan da anlaşıldığı üzere, derenin ıslahının insan yaşamını etkileyecek derecede iyi yapılmasının mümkün olmadığı, tüm bu özellikleri gereği tarım arazisi olarak kullanılması gereken mevcut alanın gözden çıkarıldığı gün gibi ortaya çıkmıştı…

Yine de yazdık, çizdik, ‘mera alanı olarak yıllardır kullanılmıyor’ çıkışlarına, ‘mera alanı olarak kullanılmıyor olması mera alanı olduğu gerçeğini değiştirmez’ açıklaması ile yanıt verdik…

Biz bu tartışmaları yürütürken bir yandan da akademik odalar konuyla ilgili itirazlar kar etmeyince mahkeme yoluna gittiler. Samanlı lojistik merkezi davalık oldu. Konu, dere taşkın alanına içinde insan öğesi bulunan binalar inşa etmekle insan hayatının tehlikeye atılması, mera ve tarım alanlarının katledilmesiydi…

Bir taşla kuş katliamı sözünün pozitif anlamını bize tersten okutan bir kıyımdan söz ediyorum aslında…

Samanlı lojistik alanı için iki dava açıldı Akademik Odalar tarafından; biri Şehir Plancıları Odası Genel Merkezi’nin yürüttüğü ‘plana itiraz’ davasıydı. Diğer dava ise doğrudan Mimarlar Odası Bursa Şubesi tarafından açılan ‘ruhsat iptaline ve yürütmeyi durdurmaya’ yönelik açtığı dava idi.

Öncelikle şunu belirtelim, bu tür geriye dönüşü olmayan davalarda verilmesi gereken yürütmeyi durdurma kararı kesinlikle uygulamaya koyulmuyor artık, anlayacağınız yapanın yarına kar kalır mantığı ile işletilen bir orman kanunu hüküm sürüyor ülkede. Burada da tam olarak böyle oldu ve yürütmeyi durdurma kararı gibi bir kararı zaten kimse beklemedi. Sonuçta böyle mücadeleler içinde olan insanlar hayalperest kişilerden daha ziyade pozitif bilimlere inanan kişiler.

Yürütmeyi durdurma kararı vermeyen mahkemeden Mimarlar Odası ile ilgili ilginç de bir karar çıktı ki, evlere şenlik. Mahkeme Samanlı Lojistik merkezi ile ilgili ruhsat iptali davası açmak konusunda mimarlar odasını yetkisiz kıldı iyi mi…

Tüm bunlar olurken ve ilk davaya bilirkişi ataması zar zor yapılırken inşaat sahasında hummalı bir çalışma sürüyordu. Sürüyordu, çünkü mahkemeden ‘inşaat yapılması uygun değildir’ kararının çıkacağını o inşaatı yapAnlar da davanın sürebileceği en uzun süreye yayılmasına ön ayak olanlar da bal gibi biliyordu.

Ama işte, inşaatın tamamlanması durumunda oluşacak kamu zararı göz önünde bulundurularak yoluna devam etme şansını zorlamak önemli…

Gelelim günün sonunda olana…

Şehir Plancıları Odası Genel Merkezi’nin yürüttüğü ‘plana itiraz’ davasının bilirkişi raporu sonunda hazırlandı.

Raporda özetle şöyle deniyor; “Üst ölçekli planlara, imar mevzuatına, ilgili tarım mevzuatına, şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olmadığı konusunda görüş birliğine ulaşılmıştır” ifadeleri yer aldı.

Bu tür davalarda genellikle mahkemenin kararı bilirkişi raporu ile paralel olarak sonuçlanır, yani binanın kaçak olduğu tescillenmiş olur.

Hal böyle olunca, asıl soru şudur; tüm kaçak binalarla can hıraş bir mücadelenin içinde olan belediyelerimiz, bir zamanlar dava süreci devam etmesine rağmen yapımına ses çıkarmadan kolladıkları ve yapılması ile ilgili savundukları Samanlı Lojistik Merkezi için de aynı azimle mücadele edip bölgeyi yeniden doğaya teslim edecekler mi?

Ne demişler, yiğit meydanda belli olur, hadi, buyurun er meydanına da endamınızı görelim değil mi…

Peki kim vardı?

Peki kim vardı?

Çok sevdiğim bir laf vardır; ‘Kral öldü yaşasın yeni kral!’

Bu hep böyledir…

Bir şehirden bir bürokrat gittiği zaman bir anda özellikle gazeteciler bir aydınlanma yaşar, geçmiş dönemin nasıl miskin olduğunu, nasıl iş bilmediğini anlatırlar. Kamu görevi yapan ve toplumu aydınlatmakla görevli bu insanlar; bürokratlar ve seçilmişler görevdeyken bu aydınlanmayı hiç yaşamazlar.

Ne zaman seçimlerde biri koltuktan indi, başkanlıktan ya da kararname ile yollandı, Bursa’dan bir anda hamamdaki Arşimet gibi (Bu arada bu büyük bilim adamına da ayıp oldu galiba bu insanların ismi ile yan yana getirmek iyi durmadı) ‘Evrekaaaaaaa’ diye bağırırlar. Aslında konuyla ilgili hiçbir fikirleri ve öngörüleri ve tecrübeleri yoktur.

Sadece kral öldü, yaşasın yeni kral diye bağırırlar. Bu arada bu kişiler, geçmişte eski kralın kuş sütü sofralarından kalkmayı bilmeyen kimselerdir. Bunların sözü imam Ebu Hanife’nin fetvası kadar geçerlidir.

Şöyle der İmam Ebu Hanife; ‘Sultanın sofrasında oturan ulemanın fetvası sayılmaz.’

Şimdi emniyete vakti zamanında sadece pasaport almak için girenler de bugün aynı konumdadır. Bursa’daki polisin yeni müdürle birlikte varlığını hatırlamışlar. Şimdi adama sormazlar mı bu kadar aksilik ve iş bilmezlik varsa sen kahveci miydin, pastaneci miydin ya da devlet hastanesinde hemşire miydin?

Neden yazmadın neden çizmedin, programlarında söylemedin?

Dedim ya bu işler kolaydır, gidenin arkasından helva dökmek. Emniyetin ‘E’ sini bilmeden yeni gelene şirin görünmek için tabiri caiz ise ‘çakmak.’ Bir de ince bir nüans vardır. Giden vali ya da emniyet müdürü daha üst makama gelirse Bursa’daki faziletleri anlata anlata bitirilmez. Ama daha küçük bir il ya da merkeze alınırsa hemen kuyruğuna teneke itina ile bağlanır.

Ama bazen o hesaplar tutmaz…

Vakti zamanında Hasan Özdemir İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bir kararname ile Ardahan Valisi olarak atanıyor.  O dönem Vatan Emniyeti’nde çalışan gazetecileri topluyor ve bir veda konuşması yapıyor. Muhabirlerin içerisinden bir ses duyuluyor, Hasan Özdemir bakıyor ki hiç geçinemediği bir gazeteci söz almış, susuyor ve dinlemeye başlıyor.

Gazeteci, ‘Müdürüm sen şimdi Ardahan’a vali mi oldun? Bizim mahalledeki karakola başkomiser olsaydın daha fazla havan olurdu’ deyince kahkaha kopuyor. Tabii muhabir Hasan Özdemir Ardahan’dan bir daha geri gelir mi bilmeden, rahatlık içerisinde kıkır kıkır gülüyor.

Aradan 6 ay geçiyor, Cumhuriyet tarihinde olamayacak iş oluyor hoop bir kararname Hasan Özdemir tekrar İstanbul il Emniyet Müdürü olarak Vatan Emniyeti’nin kapısından girerken ilk emri veriyor.

Gazeteciyi gösteriyor ‘Sokmayın bunu içeriye’ diyor. O muhabir, Hasan Özdemir gidene kadar karşı kaldırımda bekliyor.

İnşallah olamayan olur da bu arkadan sallayanlar, emniyeti yeni müdürle hatırlayanlar öyle bir kararname görürler ki biz de kenardan seyrederiz bakalım, o zamanki tavırları yazıları ne olacak.

Ben bu yazıyı niye yazdım biliyor musunuz?

13 emniyet müdürü gördüm! Bu yazılanlar ve söylenenler sokakta çalışan memuru da rütbelileri de incitir. Siz biliyor musunuz nasıl canla başla çalışıldığını?

Makamındaki ikili koltuğa gece iki-üç saat uzanınca dua edenler var. Çocuğunun okula başladığını, okuma bayramını, kızının mezuniyetini göremiyorlar.  Geçmişte hangi müdür döneminde olursa olsun o insanların aldıkları memur maaşları ile gecesini gündüze nasıl kattıklarına ben şahidim. Ben emniyete sadece pasaport almaya girmedim. Gecem gündüzüm orada geçti. Buradan söylüyorum dün de Bursa İl Emniyeti vardı bugün de var. Yıllar önce narkotik uyuşturucu satıcılarını yakalamış, biz de operasyonu çekiyoruz; kelepçeli kadının biri bize bağırdı: ‘Devlet hep 18 yaşında…’

Yani devletin en önemli kurumlarından olan emniyet de hep 18 yaşındadır.

Türkiye’de ve Bursa’da olmayan şey nedir biliyor musunuz?

Ceza İnfaz Yasası ile polisin gecesini gündüze katıp içeri tıktığı hırsızı, uyuşturucu satıcısını, sapığını, katilini bir gecede örtülü aflarla dışarı çıkartan iktidara tek satır kalem oynatamayanlardır.  

Şehrin son mohikanları…

Şehrin son mohikanları…

Bu köşeden uzun uzun akademik odaların karşı durdukları şehir suçları ile yazılar okudunuz, insan sağlığının nasıl tehdit edildiğine ışık tutmaya çalıştık birlikte, şehrin sorunlarının nasıl çözüleceğine ilişkin yöntemleri konuştuk, en çok da vatandaşa şirin görünüp kendi bildiğini okuyan, kendi bildiğini okurken bir yandan da cebini doldurmaya çalışanların maskesini düşürdük aşağıya…

Bugün bambaşka bir zaviyeden bakalım istedim konuya…

Akademik odaların ‘Boşuna mı okuduk?’ isyanının altındaki derin sıkıntıları dile getirmek istiyorum bu kez…

Asgari ücretle iş arayıp onu dahi bulamayan mimar, mühendis ya da şehir plancıları da kendileri ile aynı bölümden mezun olan meslektaşlarının kurdukları işlerde çalışıyorlar çoğunlukla malum…

Fakat bu işyerlerinde uygulanan ücret politikasının TMMOB’un belirlediği rakamlarda olmadığı da bir gerçek. Rekabetçi ortamın giderek kızıştırdığı piyasada kazançları giderek düşen ve kendisi haricinde bir çalışanı istihdam eden mimarlık ya da mühendislik ofislerinin sadece işçi giderlerini karşılamak için yaklaşık 100 bin lira kazanması gerekiyor ayda.

Konuya iki ayrı açıdan bakabiliriz…

Bir yandan çok sayıda mezun veren iş kolunda talepten çok arz olunca iş kolunun çalışanları değersizleşiyor, yani ya asgari ücret ya da ‘işi öğren’  bahanesiyle asgari ücretin de altında çalıştırılması için gayret sarf ediliyor.

Diğer yandan bakkal dükkanı gibi her köşe başına açılan üniversitelerden mezun olan gençler gerçekten de mesleklerinin nasıl icra edildiğini öğrenmek için belirli bir süreye ihtiyaç duyuyor, zira okudukları okullardan kalifiye olmadan mezun oluyorlar.

Hükümetin rakamlarla oynayarak bazı koşulları iyi göstermek amacıyla açtığı üniversiteler gençlerin işsizlik oranlarında bir rakam olmalarını en azından dört yıl öteliyor belki, ama sonuçları çok daha kahredici oluyor.

Bir yandan da çocuklarının bir meslek sahibi olmaları için canlarını dişlerine takarak onları okutmaya çalışan, varını yoğunu ortaya döken dar gelirli ailelerin sınıf atlama mücadelesinin yarattığı ekonomiden beslenmek söz konusu…

‘Şuraya bir üniversite açalım, ekonomisi de gelişsin’ lafının mimarı kimse gidip alnından öpesim geliyor bazen. Ben hayatımda hiç üniversite açıldığı için ekonomisi gelişen yer duymamıştım bu zamana kadar, daha doğrusu üniversitenin böyle bir amaç için açıldığına şahit olmamıştım. Tabi uluslararası eğitim ticareti yapmıyorsanız…

Ekonominin gelişmesi için üretimin teşvik edilmesi gerekirken üniversite açmak fikri dahiyane bir buluş bence…

İşin ekonomik boyutu bu biçimdeyken bir de akademik odaların kendi bünyelerinde yaşadıkları ve pek de dışa yansımayan sorunları var elbette.

Pek çok akademik oda bugün ciddi ekonomik sıkıntıların pençesinde boğuşurken halen şehir sorunlarına ışık tutmak için çaba gösteriyor her şehirde.

Bazı odalar çalışan sayısını azaltırken bazı odalar çalışanlarının çalışma süresinde dahi sınırlamaya gitmek zorunda kalıyor.

Yine de bıkmadan, usanmadan sürdürülüyor mücadele…

Anlayacağınız şehirlerin son mohikanları da kendi içlerinde ayrı, topluma karşı sorumluluklarında ayrı bir savaş veriyor…

YEŞİLTAŞ MAZBATASINI ALDI

CHP İl Başkanı Nihat Yeşiltaş bugün itibariyla İl Yüksek Seçim Kurulu’ndan mazbatasını aldı. Yarın CHP İl Başkanlığında devir teslim töreni ile koltuğu da devralacak.

Seçim Kurulunun bahçesinde küçük bir konuşma yapan ve “Çok kısa sürede sokaklara ineceğiz, halkın emeğin, emekçinin sesi olarak çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu şehrin emekten yana olan, yoksul insanları bizi gördüğünde ‘Bizim partimiz’ diyecek” sözleri ile kongre sürecinde verdiği sözü yineleyen Yeşiltaş umarım bu noktada ciddi bir başarı hikayesine imza atar. Zira önümüzdeki süreçte CHP’nin yerel seçimler için işi hayli zor…

NOT: TMMOB İKK olarak yapılan ‘Boşuna mı okuduk’ açıklamasında gözlerimin aradığı İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Ülkü Küçükkayalar yazımı okuduktan sonra beni bilgilendirmek adına bir not iletmiş tarafıma;

Uluslararası Geosentetikler Kongresi’nde bir ‘case study’ sunumu yapmak için Roma’da bulunmaktayım. Mesleki bir başarının uluslararası kabulü için çabalıyorum. Odamız İMO üyelerimiz tarafından temsil edilmiştir” diyen başkana hassasiyeti için teşekkür ediyorum. Ülkemizin adının uluslararası arenalarda duyurulması da mevzubahis açıklamaya katkı koymak kadar değerli…

AK Parti’de seçilemeyen milletvekili adayları yerel seçimlerde ne yapar?

AK Parti’de seçilemeyen milletvekili adayları yerel seçimlerde ne yapar?

Yaklaşan yerel seçimler öncesi kulislerdeki hareketlilik devam ediyor.

İşte bu noktada zaman zaman zaman kulislere ismi düşen aday adaylarını kaleme alıyoruz.

Asıl merak ettiğimiz konulardan biri de son genel seçimlerde partisi tarafından aday gösterilen fakat milletvekili seçilemeyen isimler yerel seçim döneminde aday gösterilir mi ya da aday olurlar mı?

Bu soruya yanıt vermek için önce seçilemeyen isimlere bakalım…

İlk olarak aday olmayacak ama adayları belirleyecek bir isim var.

O da Yıldırım İlçe Başkanlığı görevine atanan İrfan Akkaya

Şimdi gelelim diğer isimlere…

Belediye meclis üyeliğinden istifa ederek 1. Bölgeden Milletvekili adayı gösterilen Ahmet Yıldız,

Osmangazi İlçe yönetiminden ayrılarak aday gösterilen Semih Peksert,

Nilüfer Belediye Meclis Üyeliğinden istifa ederek aday gösterilen, aynı zamanda Bursa Kent Konseyi Kadınlar Meclisi Başkanı Mihrimah Kocabıyık ve,

Seçimlere İl Gençlik Kolları Başkanı olarak giren ve koltuğunu koruyan Ömer Faruk Temiztürk’ün yerel seçimlerde aday adayı olmasına ve aday gösterilmesine kulislerde kesin gözü ile bakılıyor…

Yerel yönetim adaylığı meclis üyeliğine mi başkanlığına mı olur sorusuna vereceğimiz yanıt ise Kocabıyık’ın Nilüfer’den, Peksert ve Yıldız’ın Osmangazi’den başkanlık için yola çıkması sürpriz olmaz….

Yine Ömer Faruk Temiztürk de muhtemelen Yıldırım’dan meclis üyesi adayı olur…

İlerleyen süreçte de başkan yardımcısı olursa şaşırmamak gerekir!..

***

Yine İkinci Bölgeden milletvekili listelerinden yer bulan, fakat TBMM’ye gidecek oya ulaşamayan ya da diğer bir ifade ile aday gösterilen, fakat seçilemeyen Mustafa Yıldırım’ın yine Gürsu’dan belediye başkan aday adayı olabileceğini, yine Fuat Alparslan’ın Yıldırım’dan bir yerlere aday olmasına kesin gözü ile bakıyorum.

Bu noktada Yıldırım’da değişim olması veya rotasyon durumunda Alparslan rotasını belediye başkan adaylığına da kırabilir.

Keza önceki dönem Yenişehir Belediye Başkanı Süleyman Çelik’in durumuysa muhtemelen ittifakta Yenişehir’in durumuna bağlı olur.

Asuman Akçay Sakallı’nın da İnegöl’den meclis üyesi olması 2024-2029 dönemi için sürpriz sayılmaz…

Mustafa Kaya’nın da Orhangazi’den yerel seçimlerde belediye başkan aday adayı olması da muhtemeldir diye düşünüyorum…

 

Gençler yoktu, başkanlar yoktu; ‘Boşuna mı okuduk?’ diye soruldu!

Gençler yoktu, başkanlar yoktu; ‘Boşuna mı okuduk?’ diye soruldu!

Bugünlerde karşılaştığım pek çok gencin sorduğu soruyu sorarak bir basın açıklaması düzenleyen Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği Bursa İl Koordinasyon Kurulu, 19 Eylül Mühendis, Mimar, Şehir Plancıları Dayanışma Gününde “Boşuna mı okuduk?” dedi.

Hakikaten, boşuna mı okudu bu çocuklar…

Ülkenin okumamış, dolayısıyla vasıf istemeyen işlerine talip kesimi zaten ne kadar zorda olduğunu önüne gelen her fırsatta anlatmaya çabalıyor, kendisine yöneltilen her mikrofona, ‘halin nedir?’ diye soran her siyasiye ‘geçinemiyoruz!’ diyor da işin okumuş dokumuş kesimi için de aynı resmin işaret ediliyor olması ne garip değil mi?

Yıllarını okul sıralarında dirsek çürüterek geçirmiş, dolayısıyla yapacağı işin akademik tarafını da tekmili birden öğrenmiş, mimarlar, mühendisler ve şehir plancıları için bıçak kemiğe dayanmış, hatta kemiği keser halde…

“19 Eylül’ün mirasını yaşatmak için ilan ettiğimiz TMMOB Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Dayanışma Günümüze maalesef, coşkulu kutlamalar yerine, yaşadığımız büyük sorunlar damga vuruyor. İçerisinde bulunduğumuz mesleki, ekonomik ve toplumsal koşullar bizlere “boşuna mı okuduk” sorusunu sorduruyor!” diyerek başladı konuşmasına TMMOB İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek.

“Bir dönemin en gözdesi olarak görülen mesleklerimiz, bugün diplomalı işsizliğin, güvencesiz bir geleceğin, açlık ve yoksulluk sınırı altında ücretlerle çalışmanın sembolü haline getiriliyor. Genç meslektaşlarımız, kendilerini yetiştiren bu ülkeden, hayatlarından, ailelerinden vazgeçmek zorunda kalıyor. Gençlerimiz göç ettikçe, ülkemizin geleceğine dair umutlar da tek tek sönüyor. Mühendis, mimar ve plancılarının büyük çoğunluğu asgari ücrete çalışıyor. İş bulamayanlar, meslek dışı alanlarda garsonluk, tezgâhtarlık gibi işlerde çalışmaya mecbur kalıyor!” diyerek devam etti…

Peki bu konuşmayı kimler destekledi dersiniz?

Aslında yukarıda bahsi geçen mesleklerin hayli geçer akçe oluşunu yaşayan, zamanında ‘Beni ne mimarlar, ne mühendisler istedi de ben gitmedim…’ sözündeki toplum içindeki rağbete mazhar olmayı başaran, uzun lafın kısası, Peyzaj Mimarları Odası Bursa Şubesi Eski Başkanı Necla Özkaplan Yörüklü’nün tarifi ile ‘tok mühendisler ve mimarlar’ destekledi elbette…

Hakları aranan genç mimar, mühendis ve şehir plancıları 5 kişi ile temsil edildi. Bu gençlerden işsiz olanlar arasında kendi ofisini açarak iş kovalamayı tercih eden de vardı, asgari ücrete razı olduğu halde halen iş bulamayan da, iş bulamadığı için mecburen yüksek lisans yapıp akademisyen olmaya yönelen de…

Okuduklarına pişman, hayatlarının baharında bu çocuklar ‘Boşuna mı okuduk?’ sorusunu sorarken yaşıtları tarafından yalnız bırakılmanın da acısını taşıyorlardı içlerinde.

Gençlerin mesleklerine sahip çıkmayışları ya da bir biçimde sahip çıkamayışları, kendilerini savunamayıp taleplerini haykıramayışları hak kayıplarının kimse tarafından umursanmadan devam etmesine neden olacaktır elbette.

Bahsettiğimiz apolitik toplum tam da budur!

Sanılmasın ki, politik toplumdan kasıt sadece bir siyasi partiye mensup olup bayrak asmak ve broşür dağıtmaktan ibaret olsun. Apolitik toplumlarda kişiler kendi haklarını aramaya utanır, çekinir, konuyla ilgili uğrayacakları mahalle baskısına dayanamaz, gelecekte yaşayacakları kayıpları düşünerek gelecekte yaşayabilecekleri kazançlara ellerini uzatamazlar…

Burada akademik odalar ile mimar, mühendis ve şehir plancıları açısından en çok hesap edilmesi gereken konulardan biri de bence budur. Odalar gençlerin kendi içlerinde bir mücadele yürütmesine gerekli zemini oluşturmak için daha büyük gayret sarf etmelidir.

Apolitikleşme konusunda 1980 döneminden itibaren başlatılan sürecin tıkır tıkır işlediğine ve milim şaşmadığına bir kez daha şahit olmanın acısı da bugünden bana kalan oldu…

Elbette açıklama sırasında göremediğim Şehir Plancıları Odası Bursa Şube Başkanı Murat İlkme, İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Ülkü Küçükkayalar, Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Başkanı Engin Er’in de yokluğunun hissedildiğini belirtmek isterim…

“Kamu zararı doğuracak, toplumun güvenliği ve sağlığını tehlikeye atacak yanlış plan ve projeleri engellemeye, düzeltmeye, değiştirmeye çalışıyoruz. Afetler ile yıkılmayan, dirençli, sağlıklı, güvenli kentlerin inşa edilmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Mesleklerimizin toplumsal ve kamusal yönünü unutmadan ısrarla, inatla bu çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yani kamu ve toplum için çok çalışıyoruz. Şimdi de kendi sorunlarımızın çözümü konusunda kamudan ve toplumdan destek bekliyoruz!” diyerek noktalanan basın açıklamasının okunması sırasında TMMOB İKK az sayıda odanın temsiliyeti ile tüm toplumdan destek istediği metni kamuoyuna sundu.

Bence pek çok kişinin kafasının arka planında; ‘Naapalım… Bu işler artık böyle… Yapacak bir şey yok…’ diyerek geçiştireceği ve hiç üzerinde durmayacağı, bu sorunlar yumağını çözmeye çalışmak yerine üzerinden atlamayı tercih edeceği bir dile getiriş gerçekleşti…

AK Parti’nin muhalefet olduğu ilçelerde kimler aday olacak?

AK Parti’nin muhalefet olduğu ilçelerde kimler aday olacak?

Partilerin yerel seçim süreci resmen başlamasa da aday adaylarının kulis faaliyetleri başladı bile…

Kulislerde direkt ve dolaylı olarak da olsa isimler konuşulmaya başladı.

Böyle olunca da bizlerin bu süreçte en fazla merak ettiğimiz ilçelerin başında iktidarın muhalefette olduğu ilçeler geliyor.

İşte bu noktada AK Parti’nin kurulduğu günden itibaren hiç iktidar olamadığı ilçelerin başında Nilüfer geliyor…

AK Parti bir kez Tahsin Bulut ile girdiği seçimde baş başa noktasını yakalamıştı. Amma velakin Bulut seçimi burun farkı ile Mustafa Bozbey’e karşı kaybetmişti.

Tahsin Bulut

Muhtemelen Bulut ile Bozbey şimdilerde aynı eksen içinde gibi…

***

Gelelim bu döneme, AK Parti Nilüfer’de kimi çıkarırsa CHP’ye karşı başarılı bir sonuç elde edebilir…

Bunun yanıtı basit, İYİ Parti’nin de oylarını çekecek bir isim aday olursa o zaman burada Cumhur İttifakı’nın adayı kazanabilir…

O aday kim mi olabilir?

Celil Çolak ilk akla gelen isim…

Celil Çolak

Yok o olmaz ise MHP’nin de çıkarabileceği bir isim olabilir…

***

Gelelim bir başka ilçe Mudanya’ya…

İki dönem önce kaptırdığı ilçede kulislerde ismi öne çıkan ilk isim AK Parti Nilüfer İlçe Belediye Meclis Üyesi ve aynı zamanda Bursa Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü Başkanı Gökhan Dinçer….

Gökhan Dinçer

Dinçer’in aday adayı olmasına kesin gözüyle bakılıyor…

Yine potansiyel aday adayı noktasında Kadir Kahraman, Arif Bayrak ve Kartal Saldırış isimlerini kulislerde duymaya başladık…

Bunun dışında başka isim çıkar mı sorusuna vereceğimiz yanıt evet…

***

Son olarak da yazacağımız ilçe Gemlik

Son genel seçimlerde aday gösterilmeyen Zafer Işık’ın AK Parti’nin adayı olacağı konuşulsa da halkta karşılığı olan önceki dönem belediye başkanı Refik Yılmaz’ı da unutmamak gerekir…

Bunun dışında partide koordinatör olan AK Parti’nin önemli isimlerinden Gökay Bilir’i de bu havuzda önemli bir yere koymak gerekiyor…

Gökay Bilir

Bunların dışında isim çıkması da muhtemeldir.

Amma velakin bu noktada AK Parti’nin bir önceki dönem yaptığı hataları yapmamak için özel gayret gösterdiğini de ifade edebiliriz…

Biz yine de süreci takip etmeye devam edelim…

Sandık Yeşiltaş dedi, salon çok şey söyledi

Sandık Yeşiltaş dedi, salon çok şey söyledi

CHP Bursa İl Kongresi yaşandı bitti ve saygısızca değil, aslında epey saygılıca sonuçlandı. Doğrusunu söylemek gerekirse Osmangazi İlçe Kongresindeki gerilimin ardından ben il kongresinde de benzer bir atmosfer bekliyordum.

Atmosferin en çok gerildiği anlar CHP Eski İl Başkanı Turgut Özkan’ın adaylık konuşmasını yaptığı anlardı. O konuşmayı ve yaşattığı soğuk havayı bir önceki yazımda aktardığımdan, başka bir gerginliğin olmadığını da söyleyebilirim rahatlıkla…

Kongrenin aday konuşmaları ve genel atmosferini size zaten tarif etmiştim. Şimdi bambaşka bir konudan, örgütün bir araya gelerek görüşlerini paylaştığı bu büyük toplantılardan çıkarılması gereken ana fikirden bahsetmek istiyorum…

Zamanımızın Türkçe derslerinde okuduğumuz metni tam olarak anlayıp anlamadığımızı görmek için ‘ana fikri nedir?’ sorusunu sorardı öğretmenimiz…

Bu sorudan yola çıkıp irdeledim kongre gününü…

CHP İl Kongresinin gerek kürsü konuşmalarından gerek örgüt fısıltılarından, gerekse salon atmosferinden çıkarılabilecek üç ana fikri vardı…

İlk olarak en basit olanı üzerinde konuşalım; salon atmosferi

Benim gözlemim olan konuyu kürsü konuşmasında dile getiren isim CHP Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Bozbey oldu.

“Bugün bizim için bir bayram, bir düğün havasında olmalı. Ama bakıyorum arkadaşlar şu salonu dolduramamışız… Nerede bu şehrin delegeleri, nerede CHP’nin üyeleri? Eeeyyy… CHP’li üyelerimiz uyanın, ayağa kalkın, harekete geçin… Eğer bunu yapamazsak, değil yeni belediyeler almak, elimizdeki belediyeleri de kaybederiz!”

Yerden göğe kadar haklı Bozbey…

Merinos AKKM’nin Osmangazi salonunda yapılan il kongresindeki doluluk, aynı partinin Osmangazi İlçe Kongresinden daha azdı… İşin coşku kısmını hiç sormayın… Kayıt almak dışında hiçbir hazırlık yapılmayan kongrede bir süre sonra uzayıp giden kürsü konuşmalarını dinlemekten sıkılanlar yavaş yavaş salonu terk ettiler…

CHP bu motivasyonla seçime giderse sonuç Bozbey’in söylediğinden daha bile vahim olabilir…

Gelelim delege fısıldaşmalarına…

Aslında tek aday üzerinde uzlaşılarak bir kongreye gidilmesi için çok yoğun görüşme çabası sarf edilen süreci ve Mustafa Bozbey’in de tek aday etrafında kenetlenmiş örgüt talebini daha önce kaleme almıştım.

Yine aynı yazıda demiştim ki, demokratik bir yapıda tek aday ile kongre süreci gerçekleştirmek eşyanın tabiatına aykırı…

Nitekim eşyanın tabiatı bozulmadı, üç adaylı kongrede kürsüden Başkan Adaylarından Gürhan Akdoğan’ın ‘Bu mudur birliktelik tablosu, ben biliyorum ki, kaybeden iki aday bu kapıdan küserek çıkacak birazdan!’ sözleri tam da yerini buldu…

Delege kendi desteklediği adaya yapılan haksızlıkları konuştu bütün kongre süreci boyunca fısıl fısıl…

Şimdi beklenti, diğer iki adayın destekçilerinden gelecek istifa mektuplarına yöneldi…

Gelelim aday konuşmaları dışındaki kürsü konuşmalarından çıkarılması gereken sonuca

CHP’liler sonunda ‘seçimi kaybettik’ cümlesini kurmaya başladı. Gerçekleri kabul etmek ileri doğru yol almak için atılacak en önemli adımdır.

Gerçeği gör, sebebini gör, eylemini planla, harekete geç, hedefe kilitlen ve başarıya koş…

Yazarken, söylerken hayli basit olan bu prensibi işletmek o kadar da kolay değil, hele hele işin içine insan faktörü girdiğinde…

Ancak CHP söz konusu olunca, önümüzdeki yerel seçimler düşünülünce sıralamayı takip etmek mecburi…

Seçimi kaybettik… Kendimizi doğru anlatamadık… Genel Başkanımızı yeterince iyi tanıtamadık… Halka inemedik… Tepeden tırnağa değişime ihtiyacımız var…

Bu cümleler kürsü konuşmalarının baş tacı cümlelerdi. İçlerini konuşmacılar kendi bakış açılarına göre doldurmayı ya da cümleleri kurup, ‘özeleştiri yapıyorum’ modasına uyarak pas geçmeyi tercih ettiler…

Çünkü ben konuşmaların altında ‘Halka inmek için şunları yapmalıyız… Belediye Başkan adaylarımızı tanıtmak için şu projeleri uygulayabiliriz… Kendimizi anlatmanın en doğru yolları bunlardır…’ kabilinden bir değerlendirmeye rastlayamadım…

Yani demem o ki; herkes hataları ortaya koydu da hatalardan nasıl dönülür, neler eksiktir, neler nasıl yapılırsa doğru yol izlenir, CHP Eski Milletvekili Berhan Şimşek’in davudi sesiyle kürsüden teatral bir yetenek sergileyerek anlattığı ‘kılcal damar siyaseti’ nasıl yapılır da partinin ana damar siyaseti yaparak, yani siyaseti kendi içindeki dar alanda sürdürerek devam etmesi sürecinden kurtulması sağlanır…

Kimse bir metot ortaya koymadı…

Gelelim değişim meselesine…

Tüm kongre süreci boyunca, karşılaştığım tüm kesimlere yönelttiğim ‘nasıl bir değişim?’ sorusunun tek bir yanıtının olduğu ortaya çıkmış oldu; ‘Ben hariç herkes değişsin!’

Yani demem o ki, herkes bir değişim şarkısı tutturdu, ama o şarkının içine dişe dokunur bir söz yazan olmadı…

Bundan sonra doğru bir yol yürünmesi adına, ortaya koyulan ‘barış fotoğrafı’nın içinin doldurulması adına yapılması gerekenler ise zor olmakla birlikte çok bariz…

CHP Bursa şiddetle parti içinde etnik ve kültürel dengelerin gözetildiği bir yapıya ihtiyaç duymaktadır. Bu yapı içerisinde hiçbir kesimin partinin dışarısında bırakılma lüksü yoktur.

CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ın seçimin ardından yaptığı; “Ben bu partinin vicdanına çok inanıyorum. Örgüt bugün çok önemli bir mesaj verdi. Artık paranın değil, emeğin gücünü ön plana çıkardı. Asla çatışma ve ötekileştirme dilini kullanmadan, yerel seçim çalışmalarına yarından itibaren başlıyoruz!” konuşması çok kıymetli.

Bu konuşmanın içi doldurulamaz, istifalar peş peşe gelir, kongre akşamından itibaren sandığa gitmeyeceğini beyan eden CHP’lilerin gönlü alınmazsa, önümüzdeki seçim sürecinin büyük başarıları hayal olur, küçük başarıları dahi elden kayıp gidebilir…

Berhan Şimşek’in aslında gerçeği bildiği halde, ima yolu ile uyarı mahiyetinde dikkat çektiği üye sayısı azlığı da apayrı bir konu… Benim de dikkatimi çekiyor yıllardır…

Koskoca ülkede 1 milyon 410 bin üyesi varmış CHP’nin

Üye sayısının neden çok düşük olduğunu safiyane bir duygu ile sormuştum bir zamanlar dönemin il başkanına ve ‘Biz şimdilik üye kabulü yapmıyoruz!’ yanıtını almıştım. Cümlenin açılımı şudur;

‘Biz seçimlere yakın dönemlerde, işimize yarayacak, bize oy verecek kişileri üye yazıyoruz. İşimize taş koyacağını düşündüğümüz kişileri ya da nasıl hareket edeceğini bilemediğimiz, halktan, sade vatandaşı üye yazıp başımızı derde mi sokalım, bu tatlış koltuklarımızdan mı olalım?’

Değişim işte bu bakış açısından başlayabilir ve böyle düşünenlere;

“Aman ha, siz koltuklarınızdan olmayın… Aman ha sakın bir üyenizin, bir partilinizin elinden tutmayın, bir faydada bulunmayın… Aman ha sakın milletin gazı alınsın diye attığınız ön seçim naralarına uyup ön seçim falan yapmaya kalkmayın, blok liste iyidir, aman ha çarşaf liste sistemine geçeyim demeyin… Sakın ola ki, partinin içinde gençlerin ve kadınların yükselmesine izin vermeyin, üzerlerine iyice basın ki, kafalarını size doğru kaldıramasınlar… Sakın ola halka ineyim falan da demeyin, çünkü siz böyle devam ettikçe bu halk sizi çiğ çiğ yer…” denilebilir…

Ben dedim bile…

CHP İl’de beklenen oldu…

CHP İl’de beklenen oldu…

Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik CHP kongre sürecinde…

Kuyruğu sıyırmak, yani CHP Bursa İl Başkanını seçmek için sanırım en büyük heyecanı basın mensupları duyuyordu. Zira bizler sabahın erken saatlerinden itibaren kongre salonunda yerimizi aldık, ancak partililerin gelmesi öğle saatlerini buldu. Saat 11.00’de başlaması gereken kongre için saat 13.30’da ancak salona giriş yapıldı.

Başlangıç geç olunca ve CHP benim hep söylediğim gibi ‘konuşulabilen bir parti’ olunca, sadece protokolün klasik konuşmalarını dinlediğimiz bir toplantı halinden daha ziyade, delegelerin de söz aldıkları, hatta bazen protokol konuşmacılarından daha uzun konuştukları süreçler yaşandı.

Daha önce de yapmıştım, yine aynı yolu izleyeceğim ve kongre sürecinde yapılan konuşmaları, bu konuşmalarda verilen mesajları ayrıca değerlendirdiğim bir ‘CHP’nin öz evlatlarından öz eleştiri’ yazısı yazacağım, ama bu yazıyı elbette kongrenin kendi doğasına ayırmak en uygun düşeni olacaktır.

Üç İl Başkan Adayı vardı kongrenin, Turgut Özkan, Gürhan Akdoğan ve Nihat Yeşiltaş

Yine kongrenin en başından görülen bir de tablo vardı önümüzde; ‘Ben tek, siz hepiniz, aynaya baktı mı hiçbiriniz…’ şarkı sözlerini mırıldanan iki aday ile bu adayların karşısında şarkının ‘hepiniz’ kısmına denk gelen bir güç birlikteliği…

Turgut Özkan ile Gürhan Akdoğan tüm kongre çalışması boyunca ‘kimsenin adamı değiliz, yanımızda yöremizde kimse yok, biz örgütün adayıyız’ söylemlerini kullandılar.

Nihat Yeşiltaş ise dargınları barıştırmaktan, barışmakla birlikte gelen güç birlikteliği ile yerel seçimlere hazırlanmaktan dem vurdu. İşin dargınları barıştırmak kısmını daha önce yazmıştık, yine belirtmekte fayda var, kongre sürecinin en çok eleştiri alan bölümü Mustafa Bozbey, Hüseyin Akkuş, Orhan Sarıbal ve Hayri Türkyılmaz’ın aynı karede buluşuyor olmasıydı.

Yeşiltaş bu tabloya ‘barış tablosu’ derken rakipleri ‘samimiyetsiz, çıkar ilişkisi, hesap kitap işleri, ayak oyunları…’ tabirlerini kullanmayı tercih etti.

Günün sonunda CHP’de Bursa siyasetinin güçlü isimlerinin hem fikir olarak işaret ettiği adayın kazanacağı belliydi elbette, ancak kongrenin diğer isimlerine haksızlık etmemek, kıran kırana bir mücadele verdiklerini kabul etmek lazım.

Gelelim kongre konuşmalarına…

Çekilen kurada ilk konuşma sırası Turgut Özkan’ındı, en sert konuşmayı da tahmin edileceği üzere Özkan yaptı…

“Belediye başkanlarını özellikle delege yazmadım. Onların görevi ilçelerini güzelleştirmek, siyaseti dizayn etmek değil. Ben partinin başında olduğum sürece buna izin vermem! Siyaseti dizayn edemezsiniz!” çıkışı takdire şayan bir cesaret örneğiydi…

Konuşmasının şu cümleleri de bence hayli çarpıcıydı;

Mudanya’da bir program hazırlanıyor, bir toplantı yapılıyor, ben İl Başkanı olarak gidiyorum, bir tane bile delege yok! Bu nasıl oluyor Hayri Başkan! Bu bana yapılan bir hakarettir! Nilüfer İlçe Başkanı Özgür Şahin kendisini delege yazmadığım için kalkıyor, Genel Merkeze yazı yazıyor. Ben de şimdi kendisine soruyorum, ben Nilüfer delegesiyim, siz açıkça bir adayı desteklerken bana sordunuz mu?”

İşin ilginç yanı Özkan’ın delegeye şikayetlerini sıralarken, kendi otoritesini nasıl sarstığının farkında olmamasıydı bence…

İkinci konuşma sırası kongrenin favori ismi Nihat Yeşiltaş’a aitti…

Birleştirici olmaktan, barıştan, emekten yana durmaktan, sendikal faaliyetlere destekten uzun uzun söz etti Nihat Yeşiltaş. Hedefi partinin rotasını emekten yana kırmaktı, bence de en doğru hedef budur, zira rotasını iyice şaşırmış, şirazesinden kaymış bir CHP kendi örgütünden dahi oy almakta zorlanır hale gelmiştir…

Yeşiltaş kendi etrafında oluşan tablonun bir açıklamasını yapma gereği de duyuyordu elbette…

“Tüm muhalif cepheleri bir araya getirmek için geliyoruz. Siz ayrıştırma üzerinden siyaset yapıyorsunuz biz birleştirme üzerine bir siyaset kuruyoruz. Siz kendi milletvekillerinizi, kendi belediye başkanlarınızı ithamlarınızla itibarsızlaştırıyorsunuz ben inadına bütünleştireceğim diyorum. Aramızda asla bir pazarlık olmadı. Bu birliktelik gönül birlikteliğidir” dedi özetle…

Büyük de alkış aldı, büyük de destek gördü, büyük de tezahürat yapıldı kendisine…

Tam da beklendiği gibiydi…

Üçüncü konuşmacı Gürhan Akdoğan seçimin altını üstüne getiren, matematiği bozan, hesapları karıştıran isim olarak girmişti kongreye. En azından kendi iddiası buydu ve bu hesaplar bozulmasın diye kendisine pek çok teklifle gelinmiş, bu teklifleri kabul etmeyerek adaylık açıklamasını yapmıştı…

Adaylık açıklamasındaki konuşmanın benzerini yaptı Akdoğan…

“Benim partide gerçekleşmeye başlayan bozulmayı görerek ayrılma kararı aldığım süreçten yıllar sonra şimdi herkes benimle aynı değişim sözünü sözler oldu… Ben öz eleştirimi yaptım, bedel ödedim ve öyle geldim buraya… Siz şimdi bu tabloyu karşınızda gördüğünüzde inanıyor musunuz örgütün birleştiğine, herkes buradan genel başkanlık yarışına odaklanacak, ondan sonra da yerel seçimleri bulacağız kucağımızda… Önce samimiyet duygusu olacak, samimi değilsiniz… Pazarda broşür dağıtarak seçim kazanılmaz, kazanılmadığını gördük…” cümleleri konuşmasından kesitler…

Kazanamayacağını bilerek kongre salonuna giren, kazanamayacak olsa da bir hesaba dikkat çektiği için, bir fotoğrafın ortaya çıkmasına sebep olduğu için mutlu olduğunu söyleyen Akdoğan konuşmasının sonunda; Nihat Yeşiltaş’ın ekibi ile CHP Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten vasıtası ile bir araya getirildiğini, kendisine parti meclisi üyeliği, milletvekilliği gibi tekliflerde bulunulduğunu açıkça söylemeyi de ihmal etmedi…

Konuşmaların sonlanmasının saat 19.30’u bulmasının ardından yapılan hızlı oylama ve hızlı sayımla birlikte bize ulaşan sonuçlara göre 599 delegenin oy kullandığı seçimlerde 4 oy geçersiz sayılırken Nihat Yeşiltaş 322 oy alarak CHP Bursa’nın yeni İl Başkanı oldu. Rakipleri Turgut Özkan 120, Gürhan Akdoğan ise 152 oy aldı. İki rakibin birleşmesi halinde tüm delegelerin aynı çatı altına buluşmayı kabul etmesi durumunda dahi Nihat Yeşiltaş başkan seçilecekti…

Tüm bu konuşmalar aslında kongre salonuna gelinmeden önce de yapılıyordu ve aslında kongre salonuna gelinmeden önce de kimin kazanacağı belliydi.

Eee… Öyleyse biz niye okuduk bunca yazıyı diyecekseniz, size CHP’liler arasında sıklıkla söylenen benim de üzerine eklemelerle söylemeden geçemeyeceğim bir son söz söyleyeyim…

‘Bugün Merinos AKKM’yi dolduran CHP’li kalabalık, seçim sürecinde aynı azim, kararlılık, mücadele ruhu ve hırs ile Bursa sokaklarını doldursaydı, şimdilerde tüm bu konuşulanların hiçbirini konuşmuyor olabilirdik, şimdilerde CHP iktidarından ve ülkenin daha aydınlık yarınlara nasıl kavuşacağından dem vurabilirdik. Ama olmuyor nedense… Nedense Atatürk’ün kurup ülke siyasi hayatına yön vermesi için yoktan var ettiği parti, sadece kendi içindeki kısır bir noktada siyaset yaparak kuyruğunu yiyen yılan gibi dönmeye devam ediyor… Bunu seviyor, hatta bunun için nasıl can hıraş çalışıp çabalıyor anlatamam… Ne acı…’

 

 

 

CHP’de Yeşiltaş dönemi

CHP’de Yeşiltaş dönemi

Ana muhalefet partisi CHP’de kongre süreci devam ediyor.

İzmir Kongresi’nin ardından sıra Bursa’da idi.

Bursa kongresinin önemli bir özelliği genel merkez delegesi açısından dördüncü büyük kent.

Bunlar bir tarafa, kongre bir tarafa…

Konu Bursa Kongresi olunca ilgi de oldukça fazla idi…

Parti Meclisi üyelerinden tutun önceki dönem İstanbul İl Başkanı, genel başkan aday adayı, önceki dönem milletvekilleri, yerel seçimlerde vitrine çıkmak isteyenler başta olmak üzere birçok CHP’li kongreye katıldı…

Onları burada isim isim yazmayacağım.

Ama katılım noktasında üst yönetim açısından oldukça iyiydi…

Adaylar noktasında önceki dönem il başkanlarından Gürhan Akdoğan, kongreye götüren il başkanı Turgut Özkan, önceki dönem Yıldırım İlçe Başkanı Nihat Yeşiltaş aday idi…

Favori Nihat Yeşiltaş, sürpriz Turgut Özkan, plase Gürhan Akdoğan idi…

Bu bilgiler ışığında gelelim kongreye…

Kongrede yaklaşık misafirler, milletvekilleri, delegeler il başkan adayları olmak üzere 50’ye yakın isim konuştu.

Konuşmaların odağında ise son genel seçimler vardı.

Gelen de giden de seçimi neden kaybettik dedi, öz eleştiri yaptı, kimi olmazsa olmazımız ön seçim olmalı dedi, kimi ön seçimi delegelerle değil üyelerle yapalım vurgusu yaptı.

Kimi genel merkezi üstü kapalı eleştirdi, kimi açık…

Değişim dediler…

Değişimi isteyenler ise koltuklarını kaybedenler istiyor diye yorum yapıldı.

Ardından çarşaf liste önerisi oylandı hayır dediler. Ardından çarşaf liste neden yapılmadı diye konuşanlar oldu.

Velhasılı çelişkiler kongresi oldu.

Kongrede konuşanlar konuştukları kadar çalışsalar CHP son aldığı oydan daha yüksek oy alırdı, asıl gerçek bu…

Gelelim adayların konuşmalarına;

İlk konuşmayı Turgut Özkan yaptı.

Özkan konuşurken resmen gemileri yaktı.

Partisinin belediye başkanlarından tutun, başkan adaylarına kadar eleştirdikçe eleştirdi. Bu partiyi 20 senedir yönetenler yönetmeyecek dedi.

Ardından rakibi Yeşiltaş’a yüklendikçe yüklendi.

Özkan’ın ardından kürsüye gelen Yeşiltaş birlik beraberlik mesajları verdi, konuşmasının sonunda Özkan’a cevap verdi ve eleştirdi.

Kürsüye en son Gürhan Akdoğan geldi…

O önce kendisine yöneltilen 11 yıldır neredesin sorusuna yanıt verdi.

Ben özeleştiri yaptım ama yeri geldiğinde kent müfettişiydim dedi. Konuya hakimdi. Hem yerele hem de genele ilişkin konuşma yaptı.

Bana göre en doyurucu konuşmayı Akdoğan yaptı…

Üstüne üstelik diğer rakipleri gibi okuyarak değil irticalen konuşmasını yaptı…

Bu konuşması ona sonuçlarda da etkisini gösterdi.

Sonuçta favori olan Nihat Yeşiltaş seçimin galibi oldu, ardından Gürhan Akdoğan son sırada ise Turgut Özkan geldi…

Seçimin dikkat çeken diğer ayrıntıları ise son genel seçimlerde Millet İttifakı’nda yer alan partilerin temsilcilerinin salonda bulunmaması dikkatlerden kaçmadı.

Yine konuşmalara bakacak olursak muhafazakâr ve orta halli muhafazakâr seçmen ile CHP arasında iplerin tamamen korktuğu…

Yapılan vurgular sosyalist vurgusu, önümüzdeki seçimlerde Yeşil Sol Parti ile ittifakın gündeme gelme ihtimalinin yüksek olduğunu ifade edebiliriz.

Bakalım Yeşiltaş’ın kazandığı kongrede bundan sonraki süreçte birlik ve beraberlik sağlanacak mı?

Hep beraber göreceğiz…

 

Bursa’nın tatları ve bir öneri

Bursa’nın tatları ve bir öneri

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın bu dönem Bursa adına gerçekleştirdiği en önemli etkinliklerden biri de “Gastronomi Festivali…”

Allah için kentin tanıtımına önemli bir katkı koyuyor.…

Aslında doğru yerden bakarsak, kültür mutfaktan başlar

Hal böyle olunca Aktaş’ın bu doğru hamlesini kutlamak, alkışlamak, nasıl geliştirilir diye kafa yormak, velhasılı katkı koymak gerekiyor…

Belki de Bursa turizmden elde edemediği, bir türlü ulaşamadığı gelirlere gastronomi sayesinde ulaşabilecek.

Gastronomi turizmini de bu festival fişekleyebilir, bu sayede turizmin diğer dallarında da bütüncül bir şekilde çalışma yapılırsa domino etkisi yapabilir.

Bu konuda yapılması gerekenler basit…

Ama öncesinde şu tespiti de paylaşmak gerekiyor.

Kentimizde cuma günü başlayan ve bu akşam sona erecek festivale gördük ki halkın da ilgisi oldukça fazla…

Tanıtım hedefine ulaşmış durumda…

Halk festivali konuşuyor, ziyaret etmeye çalışıyor…

***

Ya festivali ziyaret edemeyenler ne yapacak?

Ya da dışarıda yaşayanlar merak ediyorsa Bursa’nın mutfak kültürünü nasıl öğrenecek?

İşte bu noktada görev yerel yöneticilere düşüyor, Bursa’nın damak tatlarını, buna unutulmaya yüz tutanlar da dahil olmak üzere, yöresel yemeklerin yapılacağı bir gastronomi evi yapılabilir.

Hatta bu noktada belediye BURFAŞ ön ayak olabilir. Bu ev içerisinde hem Bursa’nın tarihi ve turistik dokusu hem de tatları öne çıkmalı…

Öyle bir mekân yapılmalı ki görüntüsü müzeyi yansıtmalı.

Misal burada Mustafakemalpaşa’nın tatlısını yerken misafirler kendini Suuçtu Şelalesi’nde, zeytin yerken kendini Mudanya ve Gemlik sahilinde, köfte yerken Oylat Kaplıcalarında hissedebilmeli.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

***

Yine aynı mekân içinde 17 ilçenin yöresel ürünlerinin satılacağı bir yer kurulsa nasıl olur?

Misal o yerde ilimizin kestane şekeri, ilçelerimizden İnegöl’ün köftesi, Kulaca’nın salçası, Orhangazi’nin turşusu, Karacabey’in soğanı, mihalıç peyniri, Mustafakemalpaşa’nın tatlısı, Gürsu’nun armudu, Yenişehir’in biberi, dağ ilçelerinin çileği, kirazı, konserveleri ve yufkası bulunsa hoş olmaz mı?

Nereye mi yapılmalı?

Herkesin ulaşabileceği bir yer…

Öneri bizden, destek ve uygulamak yerel yöneticilerden…

CHP’DE KONGRE ZAMANI

Kurultayların ve olayların partisi CHP’de il kongreleri bitmek üzere.

Bu noktada sıra bugün Bursa’da. Bugün CHP’de İl Kongresi gerçekleşecek.

Delegeler sandığa gidecek…

Amma velakin sonuç ne olursa olsun dedikodusu uzunca bir süre devam edecek.

Bakalım bugünkü kongreden nasıl bir sonuç çıkacak.

Parti içerisinde geçmişte birbirleri ile konuşmayıp son günlerde bir araya gelenler mi?

Galip çıkacak?

Ya da diğerleri mi?

Bekleyip, görelim…

Okul açılmadan sınıfta kaldılar!

Okul açılmadan sınıfta kaldılar!

Milli Eğitim’de son derece önemli değişikliklere imza atılarak, eğitim kalitemizin ve eğitilmiş çocuklarımızın seviyesinin dünya standartlarının dibinde kalmasının önüne geçilmeye çalışılıyor gibi hissediyorum bu aralar…

Durumun sadece bir hissiyattan ibaret kalmasının önemli nedenlerinden biri, söylenenle uygulananın asla birbirini tutmaması.

Hükümetin tüm alanlardaki politik tutumunu eğitimde de görmek mümkün. Önce tarafların haklı isyanlarının bastırılması adına söylenenlerin doğruluğu kabul edilerek buna göre bir uygulama geliştirileceğinden bahis açılıyor, ortalık yatışınca, tabiri caiz ise gurupların gazı alınınca, imam yine bildiğini okuyor…

Tıpkı öğretmen atamalarında mülakatın kaldırılacağına yönelik verilen sözlerin ardından yapılan açıklamada Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in; “Mevcut düzenlemede KPSS puanı ve mülakatla atanıyor. Şu an yüzde 100 mülakat skoruyla atanıyor öğretmen. Biz yüzde 50-50 yapmak istiyoruz. KPSS yüzde 50, mülakat yüzde 50” açıklamasında olduğu gibi…

Bakan beyin açıklaması hayli ilginç, zira KPSS gibi bazen yıllarca süren hazırlıklar sonunda atanmak için gerekli olan puanların alınabildiği bir sınavdan çıkıyorsunuz, ancak ne hikmetse bu sınav atanmanızın ancak yüzde 50’lik bir kısmına etki ediyor. Atanmanızla ilgili kalan yüzde 50’lik kısımda ise mülakata tabi oluyorsunuz. Haaa… İşin daha da ilginci ve Bakan beyin kendi açıklaması şöyle diyor; konu bundan önce daha da vahimmiş, atamaların yüzde 100’lük kısmı mülakat skoru ile yapılıyormuş!

Vahimliğin Bakan eliyle alenileşmesinden başka nedir bu!

Bakan beyin bundan sonrasında verdiği rakamlar ve açıkladığı bilgiler daha da vahim ve neden her köşe başına açılan okulların üniversite adı altında nitelendirilemeyeceğinin de açık örneği aslında.

Öğretmenlerin alan testleri başarısı düşük. Alan bilgisi testinde bir öğretmen arkadaşımızın 75 sorudan yüzde 37-51, başka testte yüzde 47. Bir başka testte başarı ortalaması yüzde 35. Tarih öğretmenlerimizin alan bilgisindeki başarı ortalaması yüzde 41. Bu rakamlar sizin elinizde olsa nasıl düşünürsünüz?

Bu soruya bir yanıt vermek istiyorum aslında hiç üzerime vazife olmayarak; ‘üniversitelerimizin ne kadar düşük seviyede eğitim verdiğini fark etmeli ve öncelikle bu işe bir çeki düzen vermeli, aynı zamanda sadece dostlar alışta verişte görsün kabilinden üniversite açmayı bırakmalıyım!’ diye düşünürüm ben olsam…

Bakan Bey de bunları düşünmüş müdür bilmiyorum, ama aklı başında bir yetişkin olduğuna göre mutlak aklından geçmiştir yukarıda sıraladığım cümleler.

İşin bu tarafı pas geçilerek sadece atamalarda daha ince bir elek kullanmak adına mülakat yapılması tercih ediliyorsa büyük bir sakatlık var ortada demektir. Zira bir çocuğun öğretmen olmak hayali ile çıktığı yol, aileler için hayli pahalı taşlarla döşenmekte. Sonuçta kırılan hayaller, kaybolan umutlar da cabası…

Hasılı kelam, öğretmen atamalarında mülakatın kaldırılması konusunda söz veren ben değilim, hükümetin kendisi…

Tutmayan da ben değilim, yine hükümetin kendisi…

Ortaya çıkan bütün sakatlıkların müsebbibi de ben değilim, 20 yıldan uzun süredir bu ülkeyi yönetenlerin eğitime verdikleri çeki düzen elbette…

İşin öğretmenlerden ayrı ele alınması gereken kısımları da var.

Bu yıl öğrencileri yakından ilgilendirecek önemli değişikler de yapıldı uygulamalarda.

Misal, liselere sınıfta kalma geri getirildi ki; bence tam da yerinde bir karardı bu…

Açık liselere geçiş de zorlaştırıldı.

Ama öylesine pat diye yapıldı ki, bu yıl açık liseye geçmek niyeti ile okulundan kaydını sildiren tüm öğrenciler resmen açıkta kaldı ve üniversite sınavına girebilmek için liseden mezun olmaları gerektiğinden özel okullara gitmek zorunda kaldılar. Bu da ‘hayalet öğrenci’ denilen yepyeni bir kavramın doğmasına neden oldu.

Neden?

Çünkü özel okullarla yarışmak zorunda kalan devlet okulu öğrencileri kendilerine tanınan bu haktan yararlanarak tüm zamanlarını üniversite giriş sınavına hazırlanmak için kullanmak istiyorlardı. İşin doğrusunu yanlışını tartışmıyorum, sadece soruyorum; ‘siz devlet okulu öğrencilerine üniversite sınavına tam teşekküllü hazırlanabilecekleri bir eğitim kalitesi sunabiliyor musunuz lisede?’

Yoksa şöyle mi diyorsunuz; ‘Parası olan okusun, parası olmayan okumasın!’

Bu konuda kaş yapayım derken bir göz çıkarma durumu var. Önceden hazırlığının yapılması gereken bir konuydu açık liseye geçişin zorlaştırılması…

Devamsızlıkların derin derin irdelenmesi meselesi de benzeri bir durum içeriyor. Daha ziyade lise son sınıf öğrencilerinin kullandığı devamsızlık haklarının sıkı denetimi öğrencilerin üniversiteye hazırlanma işini zorlaştırıyor.

Sanki Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki bu iyi niyetli değişiklikler devlet okulu öğrencilerini lise son sınıfa geldiklerinde özel okullara itmek için özel olarak hazırlanmış gibi…

Bir de ortak sınav yapma meselesi var ki, evlere şenlik…

Bunca yıldır eğitim hayatının peşini kovalayan bir veli olarak ben hiç birbiriyle senkronize ilerlemeyi başarıp müfredatı aynı hızla tamamlayan okul görmedim. Siz kalkıp tüm ülkedeki tüm okulların müfredatı aynı hızda tamamladığından yola çıkarak ortak sınav yapacaksınız. Çocuklara da bu sınavlara göre not vereceksiniz.

Bunun faturasını da öğrenci ödeyecek, görmediği konulardan olduğu sınavdan düşük not alarak…

Adil değil!

Bir kez daha hatırlatalım, taaa en başından öğretmenlerin üniversite eğitimleri ve bu eğitimden sonrasındaki atamalarından ve atama sonrasında gereken mesleki desteği bulup bulamamalarından başlayan sorunlar silsilesinin bedelini öğretmenler, öğrenciler ve en son da biz veliler ödemek zorunda değiliz!

Kabul edin ki, okul açılmadan sınıfta kaldınız…