ÇEDES Bursa’da!

ÇEDES Bursa’da!

‘Ülkenin en sorunlu alanlarını sayın’ desem bir solukta vereceğiniz cevapları kestirebiliyorum; eğitim, adalet, sağlık!

Yıllardır üzerinde derin bir algı çalışması yürütülerek, devletin bir yandan üzerinden atmaya çalıştığı diğer yandan kendi istediği tarikatvari yapıların kucağına terk ettiği en önemli alanla ilgili yazmak istiyorum bugün.

Eğitim!

Her bakan değişikliğinde toptan sistem değişikliğine gidilen, bir yandan velilerin diğer yandan öğrencilerin, en son da öğretmenlerin kafasını karıştıran, bunlar yetmiyormuş gibi özelleştirmeye doğru sürekli itilen, devletin elinde kalan bölümü de sistematik bir biçimde laik ve kamusal eğitim kavramlarından uzaklaşılarak adeta tahrip edilen eğitim sisteminde son noktaya geldik…

Daha önce de çeşitli vesilelerle kaleme aldığım, bir tehlike olduğunun altını ısrarla çizdiğim, kısa adı ÇEDES, uzun adı Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum Protokolü olan uygulama Bursa’ya da geliyor!

Bursa Laik Kamusal Eğitim Platformu BULKEP tarafından ÇEDES Protokolüne ilişkin bilgilendirme ve karşı mücadele yürütmek üzere yapılan planlama toplantısında CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk’ü, CHP Bursa İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ı, CHP Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten’i görmek hayli umut vericiydi benim için.

Bir süredir gözlüyorum ve takip ettiğim toplantılardaki katılımlardan da şöyle bir sonuca varıyorum; CHP en azından Bursa’da duracağı yeri nihayet buldu ve cumhuriyet değerlerinin korunması üzerine halkçı politikaların yanında yerini almaya başladı.

İşin siyaset kısmı sadece bu kadar, çünkü benim için önemli olan eğitimdeki renk değişikliğini ortaya koymak.

Önce ÇEDES projesi biz velilerin önüne nasıl gelecek bunu aktarmak istiyorum size;

‘ÇEDES Projesinin amacı “Öğrencilerimizin millî, manevi, ahlaki, insani ve kültürel değerlerimizi benimseyen, koruyan, geliştiren ve kendi yaşantılarında inşa eden fertler olmalarına, çağın ve geleceğin becerileriyle donanmış, bu donanımı insanlık hayrına sarf edebilen, bilime sevdalı, kültüre meraklı ve duyarlı, aklı selim, kalbi selim ve zevki selim sahibi, bedensel ve sosyal bakımdan dengeli bireyler olarak yetişmelerine katkı sağlamak” olarak ifade edilmektedir.’

Yukarıda okuduğunuz paragraf ne kadar da çocuğun kişisel ve sosyal gelişimine odaklı, günümüz gencini yetiştirmede aileye yardımcı bir proje gibi duruyor değil mi?

Ama işin aslı hiç öyle değil!

Tıpkı çevreyi güzelleştireceğiz diye başladıkları inşaat projeleri gibi, tıpkı doğayı koruyacağız diye başladıkları ‘Alan başkanlığı’ görevlendirmeleri gibi, tıpkı ‘Ben ekonomistim’ diyerek başladıkları ilginç ekonomi politikaları ile dünyayı bile şaşkına uğratarak hepimizi fakirleştirdikleri gibi bu proje de ambalajı süslü ve iyi niyet taşları ile döşenmiş bir eğitim cehenneminin kapısına götürüyor bizi!

Tüm bu sözleri sarf etmemin de nedenleri var elbette…

Konuya açıklık getirmek için kısa bir özet geçen Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy;

“Gerici kuşatma son 20 yılda hız kazandı ve eğitim alanında büyük saldırılar yapıldı. Program, mevzuat ve müfredat değişiklikleriyle adım adım yayılan gericiliğin ortaya çıkardığı tablo; laik ve karma eğitimin tasfiyesidir. Uygulama mekanı sadece okullarda olmayacak ve tüm öğrencilerin bu protokol çerçevesinde belirlenen mekanlara gitmesinin önünde hiçbir yasal engel yok. Artık öğrencileri alabilirsiniz, Diyanet’in gençlik merkezlerine götürebilirsiniz. Çünkü değer öğreteceksiniz. Diyanet’in bir tarikat gibi yapılandığı ve şehrin neredeyse tamamına bir ağ gibi ulaştığı ofislerden bahsediyoruz. Burada öğrencilerden sorumlu abi ablaları da var. Onlarla birlikte bu mekanların tamamı protokolün içinde şu an yasal olarak öğrencilerin gideceği yerler arasında.” diyor.

Olay sadece okullara herhangi bir pedagojik formasyonu olmayan din görevlilerin girmesinin de ötesinde. Sözü edilen ‘abiler, ablalar’ da insana neler neler çağrıştırıyor değil mi?

Yeliz Toy, öğrencilerin doğrudan Diyanet tarafından tarikatlara teslim edileceğini ve bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevinin ise aracılık etmek ve projenin uygulanması için kolaylaştırıcı olmak olduğunu söylüyor!

ÇEDES uygulamasının yasalarla bağdaşmayan pek çok tarafı olduğundan uygulamanın şehrine geldiğini haber alan pek çok kesim suç duyurusunda bulunup konuyu yargıya taşıyor. Bursa için de aynı gelişmeler söz konusu olacak.

İşe yarayacak mı?

Bunu bekleyip göreceğiz…

Biz velilere hitaben konuyu toparlamaya çalışacağım…

Mevcut durumun atanamamış öğretmenlerin haklarına tecavüz olmasını es geçersek, herkesin çocuğuna istediği biçimde ülke ve din değerlerini aktarma özgürlüğü elbette vardır. Fakat bunun yeri asla okul değildir. Hem dini inanışlar açısından hem de çeşitli millet ve kimlikleri barındırması nedeniyle son derece kozmopolit bir yapıdaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, laik bir hukuk devleti olmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Bu ülke ancak laiklik ve hukuk devleti olma temellerine sıkı sıkıya tutunursa ve demokrasiden şaşmazsa sağlıklı bir biçimde ayakta kalabilir. Bahsettiğimiz sadece eğitimin laiklikten kopması değil, devletin de laiklikten kopmasıdır.

Çocuklarımızın ve onlarla birlikte bizlerin son derece tehlikeli bir yola sokulmaya çalışıldığını hatırlayarak, çocuklarımıza gereken değerler eğitimini en iyi verebilecek kurumun aile olduğu bilincinden uzaklaşmadan meseleye yaklaşmanın önemine bir kez daha dikkat çekmek istiyorum!

Sarsılıyoruz, dik duralım…

İYİ Parti Yıldırım’da ilk aday çıktı

İYİ Parti Yıldırım’da ilk aday çıktı

Önümüzdeki yıl mart sonunda yapılacak yerel seçim öncesi partiler çalışmalarını sürdürürken aday adayları da ortaya çıkmaya başladı.

Hali hazırda İYİ Parti Yıldırım Belediye Meclis Üyesi olan Ferit Gürsoy, pazar günü gerçekleştireceği basın açıklaması ile Yıldırım Belediye Başkan Aday Adaylığını açıklayacak.

Bu sebepten kendisini dün Norm Haber’de konuk ettik. Uzun ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik…

Gürsoy, meclis üyeliği kimliğinin de verdiği avantajla ilçe sorunlarına hakim, çözüm önerilerinin de cebinde olduğunu söyledi.

Yıldırım’ın dönüşümden trafiğe, eğitimden sosyal hayata köklü dönüşümlere ihtiyacı olduğunu ve gerekli tüm hamleleri gerçekleştirebilecek deneyimin de cesaretin de kendisinde olduğunu ifade etti.

Hayatımın yaklaşık 27-28 senesini Yıldırım’da geçirdim.

Çocukluğum Teyyareci Mehmet Ali Caddesi’nin sıkışık trafiğinin ortasında ve bitişik nizam binaların arasında geçti.

Yıldırım, düşük yüzölçümüne rağmen hayli kalabalık bir nüfusu içinde barındırıyor.

Düzensiz kentleşme, yeşil alan eksikliği, kültürel faaliyetlerin çok az oluşu ve gün geçtikçe artan göç problemi, Yıldırım’ı deyim yerindeyse ‘şehrin ortasında sürgün yeri’ haline sokuyor.

Belediyecilik anlamında doğru işler yapılsa da eksiklerin olduğu muhakkak.

İşte tam bu noktada Ferit Gürsoy, söz konusu eksikleri bildiğini ve işe koyulmak için hazır olduğunu, iddiasını ortaya koyarak anlattı.

Siyaseti ötekileştirmeden, kırmadan yaptığını ve seçilmiş belediye başkanının ‘partisiz’ olması gerektiğinin altını çizdi.

Yetiş Ferit’ lakabını siyasi slogan haline getiren ve tespit ettiği sorunların kısa sürede çözülebileceğini dile getiren Gürsoy, yola çıkış öyküsünün detaylarını pazar günü anlatacak.

2019 Yerel Seçimleri’nde Yıldırım’da CHP, Sosyal Güvenlik Uzmanı Özgür Erdursun’u aday göstermiş, ittifak gereği İYİ Parti de Erdursun’a destek vermişti. Erdursun yüzde 38 oy alırken AK Partili rakibi Oktay Yılmaz, yüzde 56 ile belediye başkanı seçilmişti.

İYİ Parti Yıldırım’da ilk kez belediyecilik için halkın karşısına çıkıyor.

2002’den bu yana AK Parti’nin her seçimde birinci parti çıktığı ilçede 10 sene sonra bir sağ parti AK Parti’nin rakibi olarak seçmenle buluşacak, projelerini anlatacak.

Mayıs 2023 Seçimleri’nden sonra ağır yara alan İYİ Parti, toparlanmak ve Genel Başkan Akşener’in tabiri ile ‘kaç kilo olduğunu’ görmek için yerel seçimlere tek başına girmeye hazırlanıyor.

Sağ seçmenin ağırlıkta olduğu Yıldırım da İYİ Parti’nin kazanma hedefi koyduğu ilçelerin başında gelenlerden. Kaldı ki pazartesi günü ‘Normal Sorular’ programında konuk ettiğim İYİ Parti Bursa İl Başkanı Dr. Mehmet Hasanoğlu da yönelttiğim bir soru üzerinde bugün seçime gidilse İYİ Parti’nin Bursa’da en az 3-4 ilçeyi kazanabileceğini dile getirmişti.

AK Parti ve CHP’de henüz hamleler netleşmemişken Ferit Gürsoy İYİ Parti adına yola erken çıkan isimlerden.

Bu yolculuğun nasıl noktalanacağını hep birlikte göreceğiz.

Ancak şunu şimdiden söylemek mümkün: Bursa’da kıran kırana bir seçim yarışı bizleri bekliyor…

‘Yetiş Ferit’ yola çıkıyor

‘Yetiş Ferit’ yola çıkıyor

Uzun zamandır üzerinde yazmadığım ilçelerden Yıldırım bugünün gündemini doldurup taşırdı benim için. İlk olarak elini çabuk tutup ‘Erken kalkan yol alır’ atasözünün verdiği ilhamla İYİ Parti Yıldırım Belediye Başkanlığı makamına aday adayı olduğunu açıklamaya hazırlanan İYİ Parti Yıldırım Belediye Meclis Üyesi Ferit Gürsoy geldi ziyaretimize.

Hem meclis üyeliğinden hem de siyaseten tanıdığım isimlerden, hoş sohbet, içinde bulunduğu konulara hakim olmak ve çözüm üretmek konusunda gayretli bir isimdir Ferit Gürsoy. Hasılı kelam, Yıldırım İlçesi’nin ihtiyaç duyduğu renkte ve dokuda bir siyasetçidir. Belediye Meclis Üyeliği sürecinde pek çok kişiye dokunmuş olması da cabası elbette.

Benim Meclis Üyeliği görevi sona erdikten sonra bir süre dinleneceğini düşündüğüm Gürsoy, Yıldırım İlçesi’nin kanaat önderlerinin ‘Yetiş Ferit’ demesiyle yepyeni bir yola çıkma kararı almış.

Sloganı da lakabıyla aynı, ‘Yıldırım’a yetiş Ferit…

Çaylı kahveli uzun bir sohbet gerçekleştirdik. Sorunları, çözüm önerilerini bir bir dinledik. Heybe dolu olunca söylenecek söz de çok oluyor haliyle…

İşin bu kısmını ayrı bir yazıda değerlendirmek üzere rafa kaldırmadan önce eğitimden trafiğe, sağlıktan mülkiyet sorunuyla hemhal olmuş kentsel dönüşüm meselesine kadar pek çok noktaya parmak bastığımızı vurgulamak isterim.

Özetle şöyle diyebilirim, Yıldırım İlçesi’nin siyaset dilini ve çehresini değiştirmeye aday Gürsoy, üç şey için şimdiden söz veriyor:

‘Karalama politikası gütmeyeceğim, yiğidin hakkını yiğide vererek daha iyisini yapmak için çabalayacağım, sorunları görmezden gelerek kendi kendine çözülmesini beklemek yerine taşın altına elimi cesurca koyacağım.’

Yıldırım’ın da en çok ihtiyaç duyduğu şey aslında cesur politik kararlarla topyekün bir değişime gitmek değil mi…

PLAN GÜZEL DE YER YANLIŞ

Yıldırım’da değişim demişken İnşaat Mühendisleri Odası’nın karşı durduğu, daha doğrusu konumu itibariyle itiraz konusu yaptığı bir projeyi de es geçmemek lazım…

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi’nden gelen açıklamada, hali hazırda ciddi bir otopark sorunu bulunan ve trafiğin en sıkışık olduğu lokasyonlardan Ankara Yolu üzerindeki Karayolları 14. Bölge Müdürlüğü ile Tapu ve Kadastro 4. Bölge Müdürlüğü arasındaki bölgedeki 21 bin metrekarelik alana yapılması planlanan, Duaçınarı Kültür Merkezi’nin yapılmasına yönelik eleştiriler mevcut.

İMO Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ülkü Küçükkayalar, yaptığı yazılı açıklamada;

Yer seçimi son derece yanlış. Merkez, bölgeyi trafik, özellikle de otopark konusunda iyice içinden çıkılmaz hale getirecek bir uygulama olacaktır. Kaldı ki Yıldırım merkezde yeşil alan, park ve afet acil durum toplanma alanları yönünden de sıkıntılıdır. Göç ve nüfus yoğunluğu düşünüldüğünde bu sıkıntı ileride hissedilir şekilde artacaktır. Barış Manço Kültür Merkezi’ni yıllardır efektif kullanamayan, son dönemde orada açılan kütüphane ile biraz olsun canlanan ilçede aynı kategoride, üstelik cadde boyuna böylesi devasa bir merkez kamu yatırımları açısından ne kadar verimlidir?” sorusunu sordu.

Son derece yerinde bir soru bu, zira 5 büyük merkez ilçesinin tapu işlerinin görüldüğü bir tapu merkezi zaten yeterince ulaşım ve otopark sorunu yaratıyorken, buna birde Karayolları 14. Bölge Müdürlüğü’nden iş makinesi taşıyan tırların caddeye çıkış manevraları da eklenince, trafik işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor oralarda.

Yıldırım, bu derdine derman beklerken, yapılması planlanan 850 kişilik salon, 300 kişilik seminer salonu, 250 kişilik iki adet nikah salonu, 2 bin metrekarelik ticaret alanı, 400 araçlık otopark, kütüphane, fuaye alanı ve idari birimler ile yeni ve daha büyük sirkülasyonlu bir merkezin açılması trafiğin pençesinde can çekişen, üstüne bir de ulaşım sorunu yaşayan Bursa’da yaranın üzerine tuz basmak gibi olur ancak.

İMO Başkanı Ülkü Küçükkayalar’ın bir sorusu da var Yıldırım Belediyesine;

“Söz konusu uygulamalarda, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı Ulaşım Dairesi Başkanlığından görüş alınması zorunludur. Yapı kullanma izni alındıktan sonra otopark yerleri plan ve bu yönetmelik hükümlerine aykırı olarak başka amaçlara tahsis edilemez. İdareler, bina otoparklarının kullanımını engelleyici her türlü ihlalleri önlemekle yetkili ve görevlidirler. Aksi uygulamalarda 3194 sayılı Kanunun ilgili hükümleri uygulanır!” kararı gereği Yıldırım Belediyesi, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nden görüş almış bulunmakta mıdır? Görüş alınmış ise bu görüşü kamuoyu ile paylaşılması gerekmez mi?”

Doğrusu nasıl bir ulaşım planlaması yapılarak bu yoğunluğun içine kendine has ayrı bir yoğunluk taşıyacak bu tesisin kurulması izninin verildiğini ben de merak ediyorum.

Tüm bu yazdıklarımdan merkezin yapımına karşı olduğum sonucu çıkmasın lütfen. Bugün yaptığımız sohbetlerin içinde ana fikir olarak, Yıldırım’ın adeta kaderine terk edilmiş, merkez ilçe konumunda bulunan, ama nedense kırsal muamelesi gören yapısından kurtulmasının hem bölgede yaşayanlar hem de Bursa için çok önemli olduğunun altını çizdik defalarca.

Elbette sosyalleşme adına yapılacak her türlü tesis ve yeşil alan bölgenin daha canlı hale gelmesine vesile olacaktır.

Fakat kabul etmek gerekiyor ki, yer seçimi trafik açısından düşünüldüğünde hayli yanlış. Bizim maksadımız kaş yapalım derken göz çıkarmanın önüne geçmek ve mümkünse yol yakınken böyle bir tesisi ulaşımı felç etmeyeceği daha uygun bir lokasyona taşımak olabilir ancak…

 

 

 

 

Bir küçük otel meselesi

Bir küçük otel meselesi

Son günlerde en çok konuştuğumuz konulardan biri Uludağ Kirazlıyayla Sanatoryum binasının Swissotel olarak açılması ve yapının Bursa Business School bölümünün tanıtımı oldu.

Biz basın mensupları da aramızda tartıştık bu konuyu. Ben tanıtıma davetli değildim, genelde olduğu gibi, ancak davetli olan meslektaşlarım, adeta kaderine terk edilmiş bir yapı olan Kirazlıyayla Sanatoryumundan bir şaheser ortaya çıktığı, Bursalıların da kullanımına uygun güzel bir yapı inşa edildiği kanaatinde birleşti çoğunlukla.

Bir önceki yazımda yer veremediğim, çünkü detaylarıyla aktarmak istediğim Bursa Su Kolektifi’nin açıklaması ile başka bir noktadan bakalım biz de bu güzelliği ile Bursa’yı büyüleyen yapıya…

1949 yılında öğretmen ailelerine bir dinlenme alanı olarak tasarlanan, ancak artan verem vakalarının tedavisinin daha öncelikli olması nedeniyle sanatoryuma dönüştürülen bina, 1979 yılında Uludağ Üniversitesi’ne devredilmiş ve 2000 yılında kapatılarak Tarım ve Orman Bakanlığına bırakılmış. Bakanlık 2014 yılında Bursa Orman Bölge Müdürlüğü kanalı ile BTSO’ya ihale etmiş ve binanın restore edilerek Yaşam Boyu Eğitim Merkezine dönüştürüleceği açıklanmış.

Bursa Su Kolektifi üyeleri BTSO’nun bölgede yaptığı çalışmaların sadece restorasyondan ibaret olmadığını, yapı alanının yüzde 150 yani iki buçuk kat artırıldığını iddia ediyor. Bu süreçte elbette ağaçlar kesilmiş, endemik türlere zarar verilmiş yine iddialara göre.

Hesap şöyle; 2019 yılında binaların çevresindeki 136 bin metrekarelik çemberin içinde kalan ağaçlar kesilmiş, alan duvarla çevrelenmiş

2023 yılının Haziran ayında maliyetlerdeki artış nedeniyle projeden vazgeçildiğine yönelik haberler yer aldı yine basında, hemen ardından anlaşılan bir tür devirle tesisin Bursa Business School olarak Swissotel markası altında kapılarını açacağı müjdesi verildi…

İşin içinde şöyle bir handikap var ve Bursa Su Kollektifi de bu handikaba dikkat çekerek diyor ki;

“Bu haliyle BTSO ihale sonucu kiraladığı mülkü başka bir şirkete kiraladı. Normal bir yurttaş kiraladığı bir yeri başkasına kiralayamaz. Devletin eğitim üssü olması için BTSO’ya makul bir fiyata kiraladığı mülk, kaç liraya kiralandı bilmiyoruz…”

Bilinen gerçeklik ise şöyle; gecelik ücretleri döviz cinsinden hesaplanan odaların şimdiki kura göre en ucuzu 8 bin 300 lira en pahalısı ise 22 bin 500 lira. Hakikaten Business School yani…

Kolay kolay Business, yani işletme sahibi olmadan böyle bir parayı ödeyip orada konaklayamazsınız!

Bir de otel alanında zaten bir helikopter pisti olduğu halde, tesis açılışına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılma ihtimali gözetilerek giriş kapısına daha yakın konumda bir pist oluşturulması ve bu pist oluşturulurken Milli Parklar Kanununa uygun hareket edilmemiş olması meselesi var.

İşin bu kısmını ‘ayrı sarıyorum’, burada Milli Parklar Müdürlüğü’nün BTSO’dan konuyla ilgili bir talepleri olduğuna yönelik bilgiler aldım yoğun olarak.

Ancak bizler, ‘Uludağ Milli Parklar Müdürlüğünün gözetiminde çok daha güvenlidir’ düşüncesi ile Alan Başkanlığına karşı çıkarken ve dağın endemik türlerinden, ağaç popülasyonuna kadar her türlü özelliğinin hassasiyetle korunması gerekliliğini sürekli vurgularken, karşı karşıya kaldığımız bu durum gerçekten hayret verici.

İşin bir diğer tarafına da bakmak gerekiyor elbette. Bursa basınının yapıyı beğenmesindeki en önemli etken Kirazlıyayla Sanatoryumunun uzun yıllar harabe biçimde, kullanılamaz halde kalması ve en azından şimdiki yapı ile kullanıma açılmış olmasıydı.

Sanırım buradaki tek kazanım da bu olmuş zaten…

Zaman zaman söylüyorum, ekonomi büyüdü de bana mı büyüdü sanki? Benim, yani sade vatandaşın durumu ya hep aynı kalıyor ya da geriye doğru gidiyor, kısacası ekonomi büyüyorsa biz sade vatandaşların sırtında büyüyor ve bu büyümeden yararlananlar da bize ekonomi büyüyor müjdesi veriyor.

Bu durum tam da ekonominin büyümesi gibi bir şey olmuş…

Dağda yeni bir yapı oluşturulmuş, çok güzel, albenili, hatta tanımlara göre ultra lüks…

Eeee… Benim gibi sade vatandaşa ne fayda?

Hatta zarar ettirmişsiniz bana…

Evime esecek rüzgarın kaynağı ağaçları kesmişsiniz, şu dünyada bir bedava hava kalmıştı, artık onun temizini de para vermeden bulamaz olduk…

Şehrimin dağını eşsiz bitki örtüsü ve hayvan popülasyonu için seviyordu turistler, siz onlara da zarar vermişsiniz…

Neden?

Dağa iş adamları gelsin diye mi? Dağda bir sürü otel var, yakın zamanda Sapanca’ya kaptırdığınız Uludağ Ekonomi Zirvesi’nin en şaşalı günlerini görmüş bir basın mensubu olarak böyle organizasyonları rahatlıkla yapacak yapıların dağdaki mevcudiyetini biliyorum çok şükür…

Aklıma takılan tek bir soru var ve bu sorunun yanıtını aldığımda tüm düğüm çözülecek gibi geliyor bana;

‘Bir binayı restore edip sade vatandaşın da yararlanabileceği eğitim merkezi olarak hazır hale getirmek için başlayan projeniz 9 yılda ne değişti de bir anda zengin iş adamlarına yönelik eğitimlerin de verileceği bir otel projesine dönüştü?’

Bursa Su Kolektifi tespit ettiği usulsüzlüklere yönelik bir dilekçe yazarak Uludağ Milli Parklar Müdürlüğüne ‘Bu talanı hangi kanuni gerekçeye dayanarak yaptınız?’ diye sormuş. Henüz yanıt alamamışlar.

“Bize şu plan değişikliği, şu sözleşmeler ile yaptık deseler bile yaptıklarını Milli Parklar Kanunu hükümlerini çiğneyerek nasıl gerçekleştirdiklerinin hesabını vermek zorundalar!” diye bitiyor açıklamaları…

Cumhurbaşkanının kullandığı araç sayısı sorulduğunda iki ay sonra Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı makamından ‘Yeteri kadar’ diye bir yanıt gelmişti hatırlarsınız.

Bu kez nasıl bir yanıt gelecek acaba…

TikTok imamları

TikTok imamları

Yazmasam da olurdu aslında ama artık insanı çileden çıkaran bir tavırları var.

Üzerlerinde cübbe sarıkla abuk sabuk konuşarak toplumun sinir uçları ile oynamaya bayılıyorlar.

Bunlardan bazıları bir de devlet memuru…

Kimlerden bahsettiğimi az çok anlamışınızdır.

Bunlar TikTok hocaları…

Kaç tane oldukları belli bile değil ama bazıları senin benim vergim ile maaş alan devlet memurları.

Bunlardan en sonuncusu Konya‘daki Tahir Büyükkörükçü Camii‘nde vaaz veren Seyfullah Akyiğit…

Bu kişi üşenmemiş, bir prodüksiyon ekibi kurmuş, kiralamış ya da eşten dosttan yardım almış. Teknik olarak reklam ajanlarında bulunan kameralar, dronelar ile vaazını çektiriyor.

Çünkü sosyal medyada bu yayınlanacak…

Tutarsa bu iş, sonra örnek aldığı imamlar gibi korumalarla, 15- 20 bin liralık kaşkoller ile gezecek.

Başlıyor minberde anlatmaya, bir insanın cenazesi nasıl mis gibi kokarmış, geri kalanınki nasıl kokarmış diye sıyırmaya!

Ama anlatımında dikkat çeken bir şey var: Olayı yaşamış değil; hep o anlatmış, o görmüş, o söylemiş.

Kardeşim sen Diyanet’in imamı değil misin?

Deprem sonrası insanların ölüleri dışarıda, kaldırımda yatarken sen durumdan vazife çıkarıp gidip defin çalışmalarında neden yer almadın?

Hem de Konya’dan küçük bir yolculukla deprem bölgesine ulaşacak mesafedesin.

Ama olur mu, minberden sallamak, devletten maaşı indirmek, daha sonra prodüksiyon ile vaaz verip şöyle olmuş böyle olmuş demek tabii ki çok daha basit.

Çünkü bu tipler hep fırsat kollar…

Yaşar Kemal’in ‘Yer Demir Gök Bakır’da ‘Evliyalar hep felaket sonrası ortaya çıkar’ dediği gibi bu hoca da mal bulmuş mağribi gibi fırsatı ganimet biliyor.

Yok onun cenazesi mis gibi kokuyormuş da falan, bir sürü zırva arka arkaya.

Peki hoca efendi, şimdi sen öldüğünde cenazeni bekletip, sonra gelip koklayıp, nasıl bir mümin olduğuna öyle mi karar vereceğiz?

Hatta narkotik ve bomba aramada kullanılan köpekleri eğitelim, kimin ne kadar Allah dostu olduğunu bize bildirsinler.

Bak, cübbe giyip sarık takıp zırvalar anlatan imam iyi dinle:

17 Ağustos Gölcük Depremi’nden birkaç gün sonraydı. Ben Akşam gazetesinde muhabirdim. Görevim gereği Gölcük Mezarlığına gittim. Hakkını teslim edeyim, İsmailağa Cemaatini gördüm orada. 28 Şubat kararlarının en sert uygulandığı günlerde mezarlıkta defin işlerini yapan askerlere canla başla yardım ediyorlardı.

Hava öyle sıcaktı ki…

Bu sırada bana su ve ekmek arası kavurma ikram ettiler. İkram geri çevrilmezdi. Kavurma öyle tuzluydu ki dilimi yakmıştı. Sonra anladım ki sıcakta kavurma bozulmasın diye bol tuz kullanmışlardı.

Ayrı dünyanın insanları olarak çok takdir etmiştim bu kişileri. Sohbete başladığımız esnada 20- 25 metre uzaklıktan bir kadın sesi duydum, oraya doğru yöneldim. Bir kadın üç küçük çocuğunu toprağa vermiş, evlatlarının başucunda ağlıyordu. Çocuklar, 6-8 yaşlarında idi. Kadın mezarlara sarılırken ağıt yakıyordu.

Okuduğunuz Kur’anları, duaları unutmayın’ diyerek ağlıyordu.

Kötü oldum, bir taşa oturdum, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Fotoğraf makinesini kaldıramadım bile. Birkaç dakika sonra oradan sessizce uzaklaştım.

Sonra o İsmailağa’dan Cübbeli Ahmet çıktı, deprem bölgesi için ‘Mevla depremde nereye vurdu? Faiz ve zina yuvalarını vurdu’ dedi.

O sözleri duyunca dehşete düştüm. O mezarlıkta üç yavrusunu kaybeden anne geldi aklıma birden…

O küçücük çocuklar ne günah işleyebilirlerdi ki?

Sonra ne oldu biliyor musunuz?

Mezarlıkta ya da deprem bölgesinde o tarikatın yaptıkları unutuldu. Onların sözcüsü gibi konuşan Cübbeli Ahmet’in o densiz cümleleri hala akıllarda.

Yani oturduğun yerden konuşmak çok kolay.

Bu Tiktok imamı da minberinden kalkıp bölgeye gelip çalışsaydı, orada canla başla çalışan imamların yaptıklarını anlatır, böyle saçma sapan hikayelerle meslektaşlarının çalışmalarına gölge düşürmezdi…

İtlaf değil, çözüm istiyorum…

İtlaf değil, çözüm istiyorum…

Bugün 4 Ekim Dünya Hayvan Koruma Günü…

Bugün benim de hayatımın bir parçası olan ve bu duyguyu yaşayabildiğim için çok şanslı olduğumu hissettiğim en kıymetli dostlarımdan birinin günü…

Bizimki gibi ülkelerde, daha insanlar hakları ile ilgili söz söyleme cesaretini bulamıyor, vatandaş olmaktan gelen kazanımlarını dahi savunamıyorken hayvan haklarından ve hayvanların korunmasından bahsetmek biraz ütopik gelse de kulağa, durum hiç de öyle değil aslında…

Bugünün benim için en kıymetli açıklamalarından birini yapan Bursa Veteriner Hekimler Odası Başkanı Melike Baysal ile yaptığımız tüm sohbetlerden çıkan ana fikir; dünya denilen habitatta aynı yaşamı paylaştığımız bitkilerin, hayvanların ve insanların sağlığı birbirinden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla hayvan popülasyonunun refahı insanlar için de vazgeçilmez bir gereksinimdir.

Oysa içinde bulunduğumuz süreçte hayvan refahı ile ilgili ciddi sıkıntılar yaşadığımız ve bu sıkıntıların bir bölümünün hayatlarımızı etkilediği gerçekliği ile karşı karşıyayız.

Elbette hissettiğimiz en önemli sorunların başında sahipsiz hayvan popülasyonundaki artış geliyor. Bursa Veteriner Hekimler Odası’nın araştırmalarına göre şehrimizde yaklaşık 300 bin civarında sahipsiz hayvan bulunuyor.

Sahipsiz hayvanların bakım, beslenme, kısırlaştırma ve rehabilitasyon görevinin 2004 yılından, yani bundan 19 yıl öncesinden beri yerel yönetimlere devredildiği düşünüldüğünde, 19 yıldır bu konuda pek de taş üstüne taş koyulduğunun söylenemeyeceği ortada.

Büyükşehir ile birlikte 18 belediyesi olan Bursa’nın sadece 6 belediyesinde Veteriner İşleri Müdürlüğü var. Kalan 12 belediyenin 6’sında kısırlaştırmaların da yapıldığı barınaklar mevcut. Özellikle sorunların devleştiği dağ yöresi belediyelerinde veteriner hekim dahi olmadığının altını çizmek lazım.

Araya girerek benim de Türkiye geneli için küçük bir ekleme yapmam gerekiyor. Vatandaşlardan ve hayvan severlerden gelen bilgiler ışığında şunu söyleyebilirim ki, belediyelerde Veteriner İşleri Müdürlükleri adeta bir sürgün yeri olarak kullanılıyor. Zaten zorluk içinde ayakta durmaya çalışan bu müdürlükler ilgili personelin elinde gül olabilecekken, ceza mevkii olunca kül olabiliyor…

Bursa bilgilerinden devam edersek, yerel yönetimlerde çalışan veteriner hekim sayısı 50! Bundan 5 yıl önce, 2018 yılında da bu sayı 50 personel olarak geçiyordu bilgiler arasında…

5 yılda bir personel dahi eklenmemiş sorumluluk üstüne sorumluluk eklenen Veteriner İşleri Müdürlüklerine…

Yaklaşık 30 veteriner hekimin kısırlaştırma ve rehabilitasyonla ilgilendiği, her bir veteriner hekimin günde en fazla 5 kısırlaştırma operasyonu gerçekleştirmesi gerektiği göz önünde bulundurulursa artan hayvan popülasyonunun kısırlaştırmasına bu kadar personelle nasıl yetişileceğinin aritmetiğine benim zekamın yetmediğini söylemeliyim…

2022 yılında 8 bin civarında kısırlaştırma yapılmış, 2023 yılı sonunda bu rakam maksimum 14 bin olacak. Ancak özellikle köpeklerin üreme hızı bu rakımın ilerleyiş hızından kat kat fazla…

Sayıları artan hayvanların guruplar halinde bir araya gelerek yaşamaları sürü psikolojisi ile hareket ettikleri için insanlar açısından tehlike oluştururken, hayvanlar açısından da hastalıkların aralarındaki geçişini artırıyor, hasta hayvan sayısı artarken belediyeler hastalık tedavisi için bütçe ayırmak istemiyor. Hatta iş öyle bir noktada ki, Veterinerlik Fakültesi artık sahipsiz hayvanları kabul etmiyor!

Devletin çeşitli yöntemlerle üzerinden silkeleyip atmaya çalıştığı bu yükün yine hayvan sever vatandaş ile özel veteriner hekim kliniklerine yüklenmeye çalışıldığını gözlemlemek için özel bir çabaya gerek yok aslında. Bir yanda özel bir kuruluş, diğer yanda hasta bir hayvanı kurtarma çabası içindeki, büyük ihtimalle mali durumu bu işe elvermeyen vatandaş, karşı karşıya gelen iki kesimi oluşturuyor.

Tıpkı sağlığın, eğitimin ve daha pek çok şeyin özelleştirilmesi neticesinde işini yaparak evine ekmek götürmesi gereken ile müşteri pozisyonuna geçen vatandaş arasında yaşanan gerilim gibi bir hal bahsettiğim…

Tüm bunlar olurken, adına hasta hayvanların uyutulması, hasta hayvanlara ötenazi uygulanması gibi cici cici yakıştırmalar yapılan, aslında hayvan itlafının ta kendisi olan bir gerçeklikle karış karşıyayız!

Üstelik çiplemeler adeta durmuşken, cins kedi ve köpeklerin de kapıya konma hızı giderek artarken, neresinden tutacağınızı bilemeyeceğiniz kadar zorlu bir halin içindeyiz toplum olarak…

Vicdanları yıllarca kanatacak bir kararın eşiğindeyiz anlayacağınız…

Bursa Veteriner Hekimler Odası Başkanı Melike Baysal; “Merkezi yönetim bütçe ayıracak, yerel yönetimler bütçe ayıracak, Veteriner İşleri Müdürlükleri kurulacak, devlet hayvanına sahip çıkacak. Bunu onlara borçluyuz, çünkü hukuken hakları var, çünkü 5199 sayılı yasayla bizim ülkemizde kasten hayvan öldürmek yasak!” diyor açıklamasında. Oysa ülkemizde kasten bir hayvanın canına kıyılmayan gün sayısı neredeyse yok. İlginçtir bu konuda ceza alan da yok!

Elbette sahipsiz sokak hayvanları sorunu ile karşı karşıya kalan tek ülke biz değiliz. Avrupa’da her ülkenin sokak hayvanları için kendince çözüm yolları var. Örneğin, İspanya zorunlu kısırlaştırma ve çip kullanımını öne çıkarırken, Fransa hayvanları sokağa terk etme kuralını ihlal edenleri üç yıl hapis ve 45 bin avro para cezasına çarptırarak caydırma yolunu kullanıyor.

Biz itlaf gibi korkunç bir yola doğru ilerliyoruz…

Çözümünün yerelden çok genel olduğunun altını çizmem gereken sahipsiz hayvan meselesini bir kenara bırakırsak, Alan Başkanlığı nedeniyle Uludağ ve Teknosab nedeniyle Gölyazı’nın yaban hayatı açısından ciddi tehlike altında olduğunu vurgulayabileceğimiz en önemli gün de 4 Ekim olur herhalde.

Tüm bunların içinde güzel bir bilgi paylaşımı ile kapatmak istiyorum yazımı, zira sorunları dile getirmek mümkün, ancak çözümü noktasında ciddi bir tıkanıklık var…

İşin güzel olan yanı, Bursa Veteriner Hekimler Odasının bir yıllık karnesinin ‘pek iyi’ notları ile dolu olmasında. Özellikle 6 Şubat depremi ile birlikte deprem bölgesinde yaşanan tüm hayvan bakımı ile ilgili sorunları daha önce olduğu gibi sorunların çözümünü hayvan severlerin omuzlarına yüklemek yerine bilhassa görev alarak üstelenen ve bu konuda da çok başarılı bir sınav veren Türk Veteriner Hekimler Birliğini de ayrıca kutlamak isterim.

Bölgeden çeşitli şehirlere göç eden meslektaşlarından tutun da bölgede çalışma gayreti gösteren meslektaşları ile dayanışmaya ve depremin ilk zamanlarında hayvan popülasyonunun ihtiyaç duyduğu her türlü hizmeti sağlamaya ciddi bir gayret gösterildi. Bu gayretin halen sürdüğünün altını da çizmek lazım.

Bursa Veteriner Hekimler Odasının bu yılki hedefi tüm yerel yönetimleri ziyaret ederek sorunlara yönelik önerilerini ve işbirliği tekliflerini götürmek olacak. Belki bu görüşmelerden şehrimizin vicdanına yakışır bir çözüm de çıkar beklentisindeyim…

Bursa’nın uyuyan devi

Bursa’nın uyuyan devi

Şüphesiz turizm.

Bu yıl ikincisi düzenlenen Bursa Gastronomi Festivali geçtiğimiz ay yapıldı.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin öncülüğünde yapılan festivalin amacı şöyle ifade ediliyor:

Osmanlı saray mutfağının doğduğu şehir olan Bursa’nın tescilli lezzetlerini dünyaya duyurmak.”

Bu amacın gerektirdiği nitelikte bir festival ise öncelikle turizm vizyonu ve sektör paydaşlarının katkıları ile biçimlenip amacına ulaşabilir.

Konuya bu açıdan baktığımızdan, bu yılki festival programının lansman gecesindeki gözlemlerimizden yola çıkıp bir değerlendirme yazısını Bursa Gastronomi Festivali nasıl önem kazanır?” başlığıyla yine www.normhaber.com’da yayınlanmıştık geçtiğimiz günlerde.

Festival oldu bitti.

Bursa Büyükşehir Belediyesi 2. Bursa Gastronomi Festivali’nin ardından basına açık bir bir değerlendirme toplantısı düzenledi.

Açıkçası toplantıda  “İşte festival, işte Başkan” şeklinde bir atmosfer bekliyordum.

Ancak Başkan Alinur Aktaş, yaptığı açılış konuşmasında, festivali bizzat kendisi tartışmaya açtı. Bu yönde çeşitli görüşler dile getirdi ve salondaki katılımcıların dile getirdiği eleştiri ve teşekkürleri memnuniyetle kabul etti.

Hatta Alinur Aktaş, festivalde stant kuran 152 firma olmasına rağmen çoğunluğunun bu değerlendirme toplantısına katılmamış olması nedeniyle sitemlerini ifade etti.

Öyle alışmışız ki yöneticilerin üst perdeden “Ben en iyisiyim, en iyi ben bilirim” pozlarına…

Bu toplantıdaki ortak akıl arayışı çok iyi geldi. Bursa Gastronomi Festivali’nin geleceği bakımından da umut oldu. Çünkü festivalden önceki yazıda dile getirdiğim bazı sorularımın toplantıda ortaya çıkan değerlendirmeler ışığında doğruluğunu teyit etmiş oldum..

Gelelim toplantı sonucunda çıkan değerlendirmelere:

– Stant alan katılımcı firmalar ciro odaklı değil, ürün tanıtım odaklı olmalı.

– Gastronomi alanında iddialı ürün temsil etmeyen firmalar stant almamalı.

– Festival uzun vadeli kazanımlar göz önünde bulundurularak planlanmalı.

– Festival alanında gıda hijyeni ve soğuk zincir konusunda maksimum önlemler şart koşulmalı.

– Festivalin sürekli bir maskotu olmalı.

– Bursa Gastronomi Festivali daha kurumsal planlanmalı.

– Festivalde ziyaretçi ve katılımcı stantları çoğaltalım derken iş ayağa düşmemeli.

3. Bursa Gastronomi Festivali‘nin bu genel değerlendirmeler ışığında planlanması önemli bir fark yaratacaktır. Bunlara ek olarak  bir kısım önerileri sıralayayım.

Kentin yaya gezilebileceği Tophane, Yeşil, Hanlar Bölgesi ve Setbaşı‘na çok uzak olmayan bir yerde, turistik bir Bursa Gastronomi Sokağı oluşturmalı.

Bütün yıl yerli ve yabancı turist ağırlayabilecek bu mekân bir Karagöz-Hacivat, hatta Kılıç Kalkan gösteri alanına da sahip olsa harika olur.

Yılın belli bir döneminde Bursa Gastronomisinin öne çıkarılacağı günler ilan edilerek özel bir dizi etkinlik çerçevesinde Bursa’ya turlar düzenlenmesi sağlanabilir.

Böylelikle tek bir alanda Gastronomi Festivali dumanlı bir panayır alanı imajından kurtulur.

Bursa Gastronomi Sokağı ve çevresi, turist ağırlamak ve kenti yürüyerek dolaşılmasını özendirebilir.

Özellikle coğrafi işaretli ürünlerimiz için meslek örgütlerinin öncülüğünde akademilerle usta çırak ilişkisi  geliştirilmeli.

Uluslararası arenada gastronomi sektörüne; ,rekabete ve yeniliklere açık, dil bilen, kendini lokantacı ya da esnaf olmanın da ötesinde turizm elçisi gören yeni bir kuşak yetiştirilmeli.

Ancak en önemlisi belki önümüzdeki yıldan başlayarak bu festivalin Bursa Büyükşehir Belediyesi’nde olan yükünü turizm ve gastronominin sektör kuruluşları ve meslek örgütlerine aktarmalı.

Bu toplantıya ilişkin son notum şu olsun: Neden bilmiyorum, turizm profesyonelleri ve meslek mensubu kuruluşların temsilcileri toplantıda yoktu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Altıparmak Çarşamba’nın daha hikayesi yazılacak!

Altıparmak Çarşamba’nın daha hikayesi yazılacak!

Bir önceki yazımda ele aldığım Altıparmak ve Çarşamba bölgesinin kentsel dönüşüme girme hikayesindeki çelişkiler meselesi bugünün de ortak gündemi oldu benim için…

Ortak diyorum, zira tüm misafirlerimin konuşmalarındaki çerçeve ve tarafıma iletilen mesajların ana içeriği bu projeye yönelikti.

Güne, Yapı Denetim ve Deprem Mühendisleri Bursa Temsilcisi Serkan Işık’ın ziyareti ile başladım. Elbette konumuz şehrin depremselliği ve kentsel dönüşümün en doğru biçimde nasıl yapılabileceği oldu.

Bir önceki yazımda bahsettiğim, Altıparmak ve Çarşamba bölgesinin kentsel dönüşümü için bir hikaye yazılması ve daireye daire mantığı ile ilerleyecek bir kentsel dönüşüm çalışması yerine şehrin siluetine, turizmine, ticaretine katkıda bulunacak bir konsept yaratılması öngörüsü herkesi hem heyecanlandırıyor hem de ‘vatandaşın mağduriyeti oluşacak mı?’ endişesi yaratıyor…

Serkan Işık bir çözüm önerisi ile geldi Norm Haber’e ve dedi ki;

Hazine’ye ait arazilere rezerv konutlar yapılırsa Çarşamba ve Altıparmak’ta yapılacak dönüşüm nedeniyle evlerinden ayrılmak durumunda kalan vatandaşların gidebilecekleri bir yerleri olur. Şehrin hazine arazileri kullanılarak uydu kentler biçiminde şekillenmesi sadece kentsel dönüşüm meselesinin çözümüne değil trafik gibi içinden çıkılmaz bir keşmekeşin de aşılmasına destek sağlar.”

İkinci konuğum ise CHP Osmangazi İlçe Başkanı Cengiz Çelikten oldu. Elbette önce siyaset konuştuk. Çelikten ilçe başkanlığı koltuğuna oturmadan önce söylediği sözlerin arkasında durduğunu bir kez daha hatırlattı. Göreve geldiklerinden bu yana, bir yandan şehrin dinamikleri ile temas halinde olduklarını diğer yandan sokaklarda vatandaşla bir araya geldiklerini belirtti.

Parti içinden kendilerine yöneltilen ‘başka partilerden üye yapılanlar ayıklansın’ çıkışına;

“Amacımız zaten başka partilerin üyelerine, başka partilerin destekçilerine de ulaşabilmek ve onlara kendimizi doğru anlatmak. Eğer onların gönüllerini kazanabilirsek ne mutlu bize” diyerek yanıt verirken, Osmangazi Belediye Başkanlığı seçimini CHP’nin adayının kazanmaması durumunda istifa etmek konusunda kararlı olduğunun altını bir kez daha çizdi.

Hemen belirtmekte yarar var, Cengiz Çelikten’in de gündeminin önemli bir bölümünü Altıparmak ve Çarşamba kentsel dönüşümü oluşturuyor. Bir yandan Doğanbey TOKİ projesi gibi bir yanlışla yeniden karşılaşmayı istemediklerini belirten Çelikten, diğer yandan vatandaşın mağduriyetinin önüne geçecek ve herkesin hakkını alabildiği bir kentsel dönüşüm yapabilecek projeler üzerinde çalıştıklarını belirtti.

Kentsel dönüşümle ilgili en detaylı bilgiyi elbette her zaman olduğu gibi İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek verdi.

Ortak Akıl programına konuk ettiğim Şimşek;

“Biz, pek çok paydaş bir araya gelerek, Altıparmak-Çarşamba bölgesi için bir hikaye yazma aşamasına henüz geldik. Öncelikle bölgenin nasıl bir rol üstleneceğini belirlememiz gerekiyor, bunun için sosyologlar da dahil olmak üzere akademik pek çok desteğe ihtiyacımız var. Sonrasında buraya bir hikaye yazacağız, yazdığımız hikaye resme dökülecek, bu resim planlar haline getirilecek, sonrasında da bu planlar doğrultusunda paydaşlarla görüşülecek ve ancak bundan sonra kentsel dönüşüm için ilk kazmayı vurabileceğiz. Burada bir oldubitti, ikinci bir hata istemiyoruz. Bursa’nın da buna tahammülü yok zaten. Eğer bizim istediğimiz gibi bir proje yürütülürse tüm detaylarıyla yanında olacağız bu projenin, bunun dışında bir projenin yanında yer almamız mümkün değil!” diyerek hem süreci hem de Akademik odaların sürece katkısını aktardı.

Konuyla ilgili önerilerini mesajla ileten Eski MHP Osmangazi Belediye Meclis Üyesi Cemil Aydın ise bölgeye bir hikaye yazmış bile…

Kendisinden gelen mesaj şöyle;

“Özellikle Bursa’nın batı bölgesinde kurulması planlanan uydu kentlerden hak sahiplerini mağdur etmeden, hatta kazandırarak daire sahibi yapıp, Altıparmak bölgesi semtlerinin kamuya geçmesini sağlayarak, zamanla bölgeyi sosyal donatı alanı, eğitim ve park alanları ile Bursa’nın hizmetine sunmak öncelikli seçenek olmalıdır. Bu vesileyle Kültürpark’tan Ulucami’ye, kuzeyde Merinos’a kadar yeşil bir kuşak oluşmuş olacaktır.

Bu yeşil bandın 24 saat canlı kalabilmesi için de alana butik bir özel üniversite, güzel sanatlar atölyeleri, kültür merkezi gibi yapılar şehir dinamiklerince değerlendirilmelidir…”

Daha çok uzun süre konuşacağımız ve pek çok kesimin görüşlerini ileteceği, kendince hikayeler yazacağı bir proje Altıparmak-Çarşamba kentsel dönüşüm projesi…

Sonucu ben de çok merak ediyorum…

 

 

 

 

 

 

 

Kentsel dönüşümde öyle bir yerdeyim ki!

Kentsel dönüşümde öyle bir yerdeyim ki!

Mimarlar Odası Bursa Şubesi, İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi ve Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şubesi ile bir protokole imza atan ve şehrin yapı stoğunu güncelleme yolculuğuna çıkan Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın Olay Gazetesi Başyazarı Ahmet Emin Yılmaz’a yaptığı açıklamalar benim de konuyu başka bir açıdan ele almama vesile oldu.

Öncelikli olarak şunu belirtelim, üniversitelerin de dahil olduğu protokolün içerisinde Jeoloji Mühendislerinin henüz etkin bir rolü yok, bu durum odayı rahatsız ettiği gibi, zaman zaman Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Başkanı Engin Er’in; ‘biz o protokol masasından kalktık, yanlış bir yol izleniyor, zemin etüdleri yapılmadan bir binanın durumu ile ilgili net bilgi veremezsiniz!’ uyarıları ile karşılaşıyoruz.

Yine de bir bina envanteri çalışması sürüyor, hatta bitmek üzere. Aktaş’ın verdiği bilgilere bakılırsa Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile yapılan çalışmaların yüzde 80’lik bölümü tamamlanmış görünüyor ve bu çalışmaların sonuçlarına göre şehrin binalarının yüzde 35’lik oranında sıkıntılar mevcut.

1050 KONUTLARDA DÖNÜŞÜM SÜRÜYOR (ARŞİV) (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Binalarına sağlamlık testi yaptırmak isteyen 1000 binanın olduğuna dikkat çekiyor Aktaş ve diyor ki, ‘geçtiğimiz hafta sadece bir bina başvuruda bulunmuş!’

Oysa İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, şehrin sorunlu binalarında vatandaşın talebi ile değil daha ziyade binalarla ilgili bilgilerin mahalle mahalle dolaşılarak sisteme girilmesi neticesinde bir veri tabanı oluşturmaya çalıştıklarını dile getiriyor daimi olarak. Böylelikle çıkan bina envanteri ise tahmin edileceği üzere kentsel dönüşümde öncelik verilmesi gereken bölgeleri ortaya koyuyor bizler için.

Depremin ilk zamanlarında binasını kontrol ettirmek için adeta belediyenin telefonlarını kilitleyen vatandaşın şimdilerde neden böyle bir çaba içerisinde olmadığını anlamaksa hiç güç değil aslında.

Öncelikli olarak söylemek lazım ki, bizim toplumsal hafızamız üç ay…

Üç ay öncesinde yaşadığımız tüm sıkıntıları silip atıyoruz. Ben yaşadığımız onca sıkıntıyla baş edemediğimiz için toplum olarak başımıza gelenleri yok saydığımızı, hafızamızın da yardımı ile yaşadığımız şeyleri hiç yaşamamışız gibi kabul ederek ancak geleceğe bakmayı başarabildiğimizi düşünüyorum…

Elbette bir uzman değilim, bu benim safiyane düşüncem…

Deprem için de bu durum geçerli olmuş anlaşılan…

İkinci önemli neden ise tamamen ekonomik…

Binasının depreme dayanıklı olmadığını, kentsel dönüşüme ihtiyaç duyduğunu öğrenen vatandaşın kaç tane alternatifi olabilir sizce?

Ya yeni bir ev alacak (bu durum elbette ekonomik sıkıntısı olmayanlar için geçerli olabilir) ya da kiraya çıkarak bulunduğu konutu boşaltacak ki, kentsel dönüşüm başlayabilsin…

ALTIPARMAK’TA İLK KAZMA YIL SONUNDA VURULUYOR (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Bursa’da kiraların ortalama 10 bin lira düzeyinde olduğunu tam da bu noktada belirtmek ve asgari ücretin 11 bin 500 lira olduğunu hatırlatmak isterim…

Bence yeterli…

Başkan Aktaş, yapılacak bina testlerinin bir bağlayıcılığı olmadığını özellikle vurgulamış verdiği bilgiler arasında ve vatandaşları üzerlerine düşen sorumluğu yerine getirmeye davet etmiş.

Hemen araya gireyim; belki de çaresizlik nedeniyle evinin depreme dayanıklılığını ortaya koyacak testleri yaptırmaktan kaçınan vatandaşa tüm belediyelerin sunması gereken hizmetin sağlamlık testinden fazlası olması gerektiği kanaatindeyim.

Belediyelerin rezerv alan olarak kullanabilecekleri bölgelere müteahhit anlaşmalı binalar yapılarak belediyelerin eline geçen konutların kentsel dönüşüm bölgelerindeki evlerinden çıkması gereken vatandaşlara tahsis edilmesi gibi bir yöntem izlemek her iki tarafı da büyük ölçüde rahatlatacaktır diye düşünüyorum.

Bizim gibi çalışan kesiminin yüzde 60’ı asgari ücret ya da asgari ücrete komşu ücretlerle geçim mücadelesi veren ve bu esnada gerek konut fiyatları gerekse kira fiyatları azami ölçüde artan bir ülkede aksi durumda kentsel dönüşüm için vatandaşın güvenle adım atması hayli güç…

Bu arada sıklıkla dile getirilen Altıparmak, Çarşamba kentsel dönüşüm projesinin ilk kazması da 2023 yılı sonunda vurulacakmış.

Oysa benim bildiğim şudur ki, henüz bölge ile ilgili bir hikaye oluşturulma aşamasında. Projeler çizilmedi. İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, ‘Bölgeyle ilgili belediyenin şimdiye kadar yürüttüğü şu kadar metrekareye bu kadar metrekare daire biçimindeki kentsel dönüşümlerden çok farklı bir proje olması yönünde çalışacağız. Şimdiye kadar var olan projeler gibi bir çalışma hayal ediliyorsa biz böyle bir projenin içinde yer almayı zaten doğru bulmayız!’ diyor.

BAŞKAN ALİNUR AKTAŞ AÇIKLADI (EMİR AKTAŞ – GÖKTUĞ ERDEM/BURSA-İHA)
Depremlerin çabuk unutulduğunu belirten Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, 1 milyon yapının bulunduğu Bursa’da binaların yüzde 30-35’inin sıkıntılı olduğunun bilindiğini belirterek, “6 Şubat depremi sonrası akademik odalarla birlikte başlattığımız binaların testlerinin ücretsiz yaptırılması hizmetine üzülerek söylüyorum ki sadece 1000 bina müracat etti. Biz sadece ayna tutuyoruz. Check up yapıyoruz. Vatandaşlarımızdan duyarlılık bekliyoruz. Japon Uluslararası İşbirliği Ajansı ile ortaklaşa yaptığımız dirençli Bursa projesinde yüzde 80 oranında çalışma tamamlandı. Bursa’nın röntgenini tam anlamıyla çekmiş olacağız” dedi. Başkan Aktaş yıl sonu itibariyle de Altıparmak Çarşamba, Hocahasan ve Ahmetpaşa Mahallelerini içerisine alan bölgede yapılacak olan kentsel dönüşüm için ilk kazmanın vurulacağı müjdesini verdi.

Başkan Aktaş her daim ‘Bursa’yı yıkarak güzelleştireceğim’ sözünü dillendirir. Depremsellik açısından bakıldığında hayli önemli olan dayanıksız binaların yerine dayanıklı binaların gelmesi işi sadece yıkmaktan biraz daha kompleks bir hal alıyor gibi…

Hani nasıl desem; ‘…öyle bir yerdeyim ki, ne karanfil ne kurbağa…’

‘SAYIN BAKAN HALA SUSACAK MISINIZ?’

Tabipler Odası Bursa Şubesi giderek artan sağlık sektörü sorunlarını görmezden gelmeyi ve tüm bu sorunları günümüzün pek moda tabiriyle klavye şövalyeliği yaparak çözüyormuş gibi yapmayı tercih eden Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya bir kez daha şöyle seslendi;

“Artık canımıza da kasteden bu sorunlarımıza karşı halen sadece tweet atmakla mı yetineceksiniz? Hekimlerin, sağlık emekçilerinin yaşadıkları sorunlar için tek yapabileceğiniz bu mu? Her ay sayısı katlanarak artan yüzlerce hekim bu kötü koşullar ve gelecek kaygısıyla ülkesini terk ediyor. Neredeyse hepimiz, çalışma yükümüzün yanında bu sağlık sisteminde ruhsal anlamda zorluklarla da karşılaşıyoruz. Daha geçen hafta üç meslektaşımız intihar etti. Günde en az 100 sözel ve fiziksel şiddetle karşılaştığımız, hekimlerin %84’ünün en az bir kere şiddete maruz kaldığı çalışma koşullarındayız.

Sayın bakan, siz halen susacak mısınız? Sosyal medyadan mesaj göndermekten daha fazlasını yapacak mısınız?

Şimdi, bir kişi daha eksilmeye sabrımız yok. Bir gün daha kaygıyla çalışmak istemiyoruz. Bir kere daha yaşatmak isterken ölmek istemiyoruz. Bu nedenle başlattığımız eylem sürecinde topluma çağrımızdır; Sağlıkta yaşadığınız sorunların sorumlusu ne hekimler ne de sağlık çalışanlarıdır. Randevu bulamamanızın, 5 dakikada muayeneye mecbur bırakılmanızın, eczanelerde kalem kalem ödeme yapmanızın, hastanelere ulaşamamanızın ve diğer bütün sorunlarınızın sorumlusu bu sağlık sistemidir. Sağlıkta şiddete karşı her yönüyle mücadelemiz devam edecek: Yaşamak ve yaşatmak istiyoruz!”

‘Şeytan Ayetleri’

‘Şeytan Ayetleri’

1980’lerin başıydı. Genç Hind Müslümanı, iyi eğitimli bir yazar, Londra sokaklarını arşınlıyor, yazılar; romanlar kaleme alıyordu. Adamın adı Salman Rüşdi’ydi.

Bu genç yazarın ismini bir sabah tüm dünya öğrendi, yazdığı romanın adını da. Kitabının adı “Şeytan Ayetleri“ydi.

Tüm dünyada ne kadar televizyon kanalı varsa bir anda haberlerin ve tartışmaların tek konusu “Şeytan Ayetleri” ve Salman Rüşdi oldu. Çünkü yolu bir zamanlar Bursa’dan da geçen İran’ın dini lideri Ayetullah Humeyni, genç yazar hakkında katli vacip fetvası vermiş ve başına 3 milyon ABD doları ödül koymuştu.

Humeyni, bu genç yazarın Hz. Muhammed’e ve İslam dinine hakaret ettiğini söylüyordu. Salman Rüşdi’nin adını artık tüm dünya biliyordu. Humeyni sayesinde kitap bir anda tüm dünyada en çok satanlar listesine girmiş, Rüşdi dünyanın önde gelen yazarlarından biri olmuş, kitabı milyonlar satmıştı. Artık bir koruma ordusuyla geziyordu. Her konferans için binlerce dolar kazanıyordu. Kimsenin haberi olmadığı kitabını milyonlar okudu. Humeyni, o fetvayı ve ödülü koymasaydı, o kitap dar bir çevrede kalacak, unutulup gidecekti. Ama o kitap hala basılıyor ve elden ele geziyor. Humeyni sayesinde…

Bugün Türkiye’de de benzer bir durum yaşanıyor. Antalya Altın Portakal Film Festivali, bir belgesel yüzünden iptal edildi. “Kanun Hükmü” isimli belgesel, 15 Temmuz sonrası KHK ile kamudan atılan kişilerin yaşadıklarını konu alıyor.

Tartışma konusu olan belgesel; bazılarına göre FETÖ’den mağdur yaratma çabası, bazılarına göre de Yönetmen Nejla Demirci’nin ablasının başına gelenlerden esinlenerek çektiği bir gerçeklik.

Bir haftadır çıkan tartışmalar Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesi ile son buldu. Şimdi, dar bir çevrenin seyredeceği bu filmden, bırakın Türkiye’yi tüm dünyanın haberi oldu. Bazılarının iddia ettiği gibi film FETÖ övgüsü ile doluysa bütün dünya bu propagandayı seyredecek!

Ben okumayı öğrenirken gazeteler çok ilgimi çekerdi. Yasaklı Yılmaz Güney filmi seyrederken yakalananların haberlerini okuduğumu hatırlıyorum. Yılmaz Güney’den ve sinemasından haberim yoktu. Biraz büyüyünce seyrettiğimde sadece güldüm, çünkü bu filmleri gerçekten yasaklamak gerekirdi. Çünkü o kadar kötüydü ki… Ama politik yanı olunca bir de yasaklı olunca, herkesin ilgisini çekiyordu. “Lan bu film mi?” diyemiyordu kimse, çünkü Yılmaz Güney’in filmlerine kötü demek hala bir tabu!

Yani bu belgeseli dünyaya tanıtan ve içerisinde propaganda var ise bunu tüm dünyaya duyuran, bu filmin reklamını yapan başta Kültür Bakanlığına, Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı’ya ve tüm yandaş köşe yazarı ve trollere kocaman bir aferin!

Ayetullah Humeyni gibi bir Salman Rüşdi ve Şeytan Ayetleri yarattınız.

Günümüz dijital dünyasında, Yorgun Savaşçı gibi filmi yakamayacağınıza göre, bir virüs gibi yayılmasını sağladınız.

Bu arada, filmi en kısa zamanda seyredip bu köşeden sizlere neler gördüğümü aktaracağım, çünkü bu satırları festival iptal kararı alınır alınmaz yazdım.

Özel okul öğretmenliği sorunlar yumağı

Özel okul öğretmenliği sorunlar yumağı

Bundan tam bir hafta önce yazmıştım özel okul öğretmenlerinin heybelerinde dertleri ile Ankara yollarına düşeceklerini ve sorunlarını dile getirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılış gününde Meclis’in önünde olacaklarını…

İlginçtir, aynı işi yaptıkları halde üç farklı kademede değerlendirilen, dolayısıyla üç farklı yaşam standardı ile karşımıza çıkan öğretmenlerin dertlerini dile getirmelerinden hemen öncesinde onları daha da dertlendirecek bir karar çıktı bugün yargıdan…

Yüksek Mahkeme, özel okul öğretmeninin fazla çalışmasının okulda kaldığı süreye göre değil; girdiği ders sayısına göre hesaplanması gerektiğine hükmetti. Emsal karara göre, özel kurumlarda çalışan öğretmenler, sadece girdikleri ders süresine göre mesai alabilecek, bu duruma zümre başkanları da dahil olacaklar…

Özel bir okulun Almanca öğretmeni ücret alacaklarının ödenmemesi gerekçesi ile açtığı davada, kıdem tazminatı ile fazla mesai ücreti, hafta sonu çalışma ücreti, zümre başkanlığı ücret farkı, eğitim öğretim ödeneği ve yabancı dil tazminatı alacaklarının davalıdan tahsiline hükmedilmesini talep etti.

Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin emsal niteliği de oluşturabilecek kararına göre;

“Uyuşmazlıkta, mahkemece hükme dayanak alınan raporda davacının haftalık 45 saati geçen çalışması olmadığı değerlendirilerek bu alacak talebinin yerinde olmadığı belirlenmiştir. Davalı özel okulda Almanca öğretmenliği yapan davacının ücretlendirilmesi ders saati üzerinden gerçekleşmektedir. Davacı, sözleşmesinde belirlenen haftalık ders saatinden daha fazla sayıda derse girdiğini iddia etmemiş, okulda kaldığı sürenin haftalık 45 saati aştığı iddiasıyla fazla mesai ücretine hak kazandığını iddia etmiştir. Hatta 5 sene branşında zümre başkanı olarak görevlendirilmesi sebebiyle ders sayısının azaltıldığını ancak okulda bulunma süresinin arttığını ileri sürmüştür. Davacının iddiasının aksine şehirde bulunan özel okullarda eğitimin tam gün sürmesi sebebiyle öğlen 1 saat yemek arası verilmesi yerleşik bir uygulama olup, davalı okulda aksi yönde uygulama olduğuna dair bir delil de bulunmamaktadır. Dosya çerçevesine göre davacının fazla mesai ücret talebinin reddi gerektiği anlaşılmakla, yazılı şekilde kabule dair verilen karar hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. Davacının Almanca zümre başkanı olarak ek ücret talebine dayanak bir sözleşme ya da işyeri uygulaması bulunmadığının anlaşılmasına göre, davacının davalı işyerinden ayrıldıktan sonra çalışmaya başladığı farklı bir okul tarafından kendisine ek ücret ödendiğine dair sunduğu ücret bordrosuna dayanılarak hesaplama yapılan rapor çerçevesinde alacağa hüküm olunması da isabetli değildir. Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebeplerden bozulmasına oy birliği ile karar verildi.”

Yargının işine karışmanın hiç de üzerimize düşen bir vazife olmadığının altını çizelim öncelikle.

Kararda üzerine basa basa belirtilen husus, özel okul öğretmenlerinin sadece ders saatleri üzerinden bir sözleşme imzalamış olmalarına dayanılarak kararın verildiğini gösteriyor bize.

Yani özel okul öğretmenleri, ders saatleri dışındaki çalışmaları ile ilgili ayrı ayrı sözleşmeler imzalamadıkları ya da fazla mesaiye kaldıkları zamanla ilgili sözleşmelerine ayrı madde koymadıkları, kendilerine haftalık 45 saatten fazla ders sorumluluğu yüklendiğinde alacakları ücreti sözleşmelerine eklemedikleri takdirde tüm bu konularla ilgili haklarını talep edemiyorlar.

Son dönemlerde artan özel okul fiyatları nedeniyle sürekli gerilen özel okul ve özel okul velisi dengesini de sağlamakla mükellef hale getirilen, adeta bir aracı olarak kullanılan özel okul öğretmenlerinin gözünüze pek de şirin görünmediğini tahmin edebiliyorum.

İşleri gereği her gün bakımlı görünmeleri gereken ve aldıkları maaşın hatırı sayılır bir bölümünü bu bakımlı görünme işine harcamak zorunda kalan, bu görüntüleri ile de özellikle mecburiyetten çocuğunu özel okula gönderirken acayip zorlanan velinin gözünde giderek bir hedef tahtası olan öğretmenlerin aslında sürecin en mağdur kesimlerinden olduğunu unutmamak lazım…

Hayatın yaşama dokunan meslekleri vardır, sağlık, adalet, eğitim bu meslek kollarının başında gelir. Unutmamak gerek ki, bahsettiğim meslekleri yapanlar mutlu olmadığı sürece sağlıklı, adaletli ve eğitim kalitesi yüksek bir toplumda yaşamak mümkün değildir.

Dolayısıyla günün konusu olan özel okul öğretmenlerine özel okul velilerinin de sahip çıkması gerekir kanaatindeyim…

Çünkü biz veliler de biliyorsunuz ki; özel okul öğretmenleri etkinlikler, konferanslar, eğitimler, veli bilgilendirmeleri, portfolyo dosya sunumları, özel günler ve haftalar kutlamaları gibi pek çok çalışma ile birlikte okulların velilere taahhüt ettiği ekstra dersleri de verebilmek için zaten haftalık 45 saatlik çalışma programını çoktan aştıkları gibi, daha pek çok fazladan işin yükünü sırtlanarak sürdürürler yaşamlarını…

Ben okul boyayanını da gördüm, davetiye katlayanını da gördüm, nikah şekeri yapanını da gördüm, müzik listesi hazırlayanını da gördüm…

Verilen her emeğin kutsal olduğundan yola çıkarsak, tüm bu sarf edilen çabanın karşılığının talep edilebilir olmasından yanayım…

O halde Özel Okul Öğretmenleri Sendikası’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde talep edeceği haklarının içine kendilerine ekstra yüklenen her sorumluluk için yeni bir sözleşme imzalanması talebini de eklemek gerekebilir. Elbette bu sözleşmelerin uygulanıp uygulanmadığının sıkı bir denetiminin de olması şart…

Bu arada torba yasada bekledikleri atamaları göremeyen Ücretli Öğretmenler de bir an önce toplanarak Ankara yoluna düşme niyetindeler…

NOT: 29 Eylül tarihinde Mustafakemalpaşa Güllüce Köyünde satışa çıkarılması planlanan 3 parselin satışı ihaleye müracaat olmadığı gerekçesi ile gerçekleşmedi. Konuyu sosyal medyasından duyuran İYİ Parti Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tevfik Demir;

“Aldığımız bilgiye göre, satış için ihaleye girme müracaatı olmamıştır. Durum muallak ve davalık olan bu alanların yatırımcılar tarafından şüphe ile karşılandığı açıktır. Hiçbir yatırımcı sonunun ne olacağı belli olmayan böyle bir satışa girmek istemeyecektir!” diyor.

Muhalefetin görevini tam olarak yerine getirdiğinde neler başarabildiğini ben buradan görüyorum, siz de görebiliyor musunuz?

 

Bugün Cumartesi

Bugün Cumartesi

1993 kara bir yıldı!..

Faili meçhul cinayetler, kaybolan insanlar, yakılan aydınlar derken, ekranlarda yakınlarını arayan insanları görüyorduk.

Daha sonra Cumartesi Anneleri ortaya çıktı. İstedikleri sadece oğullarının, kızlarının, kardeşlerinin mezarlarıydı.

Her Cumartesi, İstanbul Taksim‘de Galatasaray Lisesinin önünde evlatları ve kardeşleri için kar demeden kış demeden nöbet tuttular.

Zaman zaman polis tarafından müdahale edilerek dağıtıldılar.

Ben de birkaç kere yanlarından geçip gittim. Çünkü onları anlamıyordum, yaşadıkları acıların tarifinin bende bir karşılığı yoktu.

Daha sonra baba oldum. O zaman o insanlarla empati kurmaya başladım.

Doğan Haber Ajansında muhabirdim.

Susurluk skandalının aktörlerinin araları bozulmuş, hepsi bir biri hakkında ifşaatta bulunuyordu.

Susurluk olayının baş aktörlerinden eski Özel Harekâtçı Ayhan Çarkın, bir açıklama yapıyordu:

Ayhan Efeoğlu’nu ellerimle gömdüm!..”

Sabah saatleriydi. Şimdi yıkılan Bursa Emniyet binasına girerken, bir polis beni çevirdi ve “Akşam gördün mü Ayhan Çarkın’ı?” dedi. Seyrettiğimi söyledim. Sonra ekledi, onların babası Bursa’da, Yıldırım’da diyerek, evini tarif etti. Biraz araştırınca söylediğinin doğru olduğunu anladım. Kayıplardan 1967 doğumlu Ayhan 6 Ekim 1992’de, 1965 doğumlu Ali de 5 Ocak 1994’te İstanbul’da kaybolmuş ve bir daha haber alınamamıştı.

Hemen kardeşlerin Yıldırım’daki baba evine doğru yola çıktım. Tek katlı, demirden korkulukları vardı. Kapıyı çaldım. İçeriden bir erkek sesi “Kim o?” dedi. DHA muhabiri olduğumu, görüşmek istediğimi söyledim, Ayhan Çarkın’ın açıklamalarını anlattım.

Kapının ardındaki ses “Ben konuşursam ne değişecek?” dedi. Kapıyı açmadı bile…

Çok içerlemiştim, insan iki çocuğunun katillerinin peşine düşmeyerek, nasıl bu kadar yılgın olabilirdi.

Şaşırmıştım. Belki bir şey değişirdi; belki o gençleri kaybedenler hiç olmazsa el altından bir haber yollayıp cenazelerin yerini söylerdi, diye düşünmüştüm.

Sonra öğrendim ki babanın oğulları için yaptığı kayıp başvurusu bile kayıptı! O dosyaların çoğu zaman aşımına uğradı. Yani o gün o baba haklıydı.

Bugün yine Cumartesi. O nöbet 1995 yılından beri sürdürülüyor. Ama bir arpa boyu yol alınamadı.

İki evladı kayıp babanın dediği çıkmıştı, yani “hiçbir şey değişmemişti!..”

 

Trafiği çözemedik bari ulaşımı çözelim…

Trafiği çözemedik bari ulaşımı çözelim…

Bursa’nın en önemli sorunu nedir?’ cümlesi ile başlayan tüm anketlerde birinciliği kaptırmayan tek bir madde var yılladır; ‘trafik!’

Bugün Norm Haber’de ziyaretime gelen İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi Geçmiş Dönem Ulaşım Komisyonu Başkanı Cengiz Duman ile yaptığımız sohbette meseleye farklı bir bakış da geliştirdik.

“Öyle uzun zamandır Bursa’da trafik sorunun ortadan kalkması için uğraş verdim ve verdiğim uğraşlar öylesine boşa çaba olarak kaldı ki, ben artık Bursa’nın trafik sorununun çözülmesinden vazgeçtim, şimdilerde hedefim Bursa’nın ulaşım sorunun çözülmesi” diyor Duman…

Konuya hemen bir açıklık getirelim…

Trafik araç yoğunluğu ile yol yetersizliğinin bir araya gelmesi neticesinde bir yerden bir yere varış süresinde yaşanan sıkıntıdır. Çözümü ise bellidir, yolların çoğaltılması, araç girişinin azaltılması…

Bu noktada işin içine ulaşım faktörü girer ve toplu ulaşım araçları ile trafik sorunu baypas edilebilir…

Kısacası, dünyanın gelişmiş tüm şehirlerinde yaşanan trafik sorunu, toplu ulaşım kullanarak bir yerden bir yere varmaya karar veren vatandaşın gündeminde yoktur. Çünkü özel aracınızla caddelere çıktığınızda karşılaştığınız, araç yoğunluğundan ve yolların bu yoğunluğu taşıyamamasından kaynaklı sorun, tüm bu yollardan bağımsız (metro, raylı sistem, hafif raylı sistem, deniz ulaşımı…) kanallar kullanarak vatandaşları bir yerden bir yere ulaştıran toplu ulaşım araçları ile çözüme kavuşturulabilir istenirse…

Şimdilerde afişlerde ‘Ne dediysek o…’ temalı paylaşımlarını görüyoruz Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ve bu paylaşımlara göre şehrin iki yılda biteceği öngörülen trafik sorununun kökü kazınmış gibi aktarılıyor bize…

Peki, gerçek öyle mi?

Alinur Aktaş, T2 Tramvay hattını bitirmesi, Stadyum Bağlantı Yolları ile ilgili çalışmaları, Bursaray’ın sinyalizasyon projesi ile kapasite artırımı, akıllı kavşak yapımı gibi pek çok yeniliği bu kapsamda sıralarken, biz şehir sakinleri olarak tüm bunların trafik yoğunluğunu azalttığını gözlemleyemiyoruz maalesef…

Bursa’yı tanımayan bir ekip tarafından, şehrin dinamiklerine danışılmadan, görüş alışverişinde bulunulmadan, adeta bir oldubittiyle ortaya çıkarılan Ulaşım Master Planı bu şehri bilen insanların görüşleri alınarak tekrar düzenlenmelidir” diyen Cengiz Duman’a katılmamak işten değil…

Hatta ben bunun yanına ‘Biz 2040 Çevre Düzeni Planını yapamıyoruz!’ cümlesi ile kestirip atılan koskoca bir şehir planını da eklemek, şehrin gelişimini planlayamayanların ulaşımını nasıl planlayacakları sorusunun altını çizmek isterim…

Pek çok önerisi ve pek çok uyarısı var İnşaat Mühendisi Cengiz Duman’ın, yeri geldikçe yazılarımda değinmeye çalışacağım, alıntılar yapacağım harika bir bilgi arşivi oluşuyor yavaş yavaş elimde…

Son olarak şu küçük karşılaştırmayı vermek ve ulaşım soruna bir virgül koymak istiyorum…

Ağustos ayı içerisinde şehrimizde yaşanan ölümlü trafik kazaları bir önceki yılın Ağustos ayına göre yüzde 156 oranında artış göstermiş durumda. Bu bilgi yeterince büyük bir virgül olacaktır…

****

FOTOĞRAFTA ADRESE TESLİM İHALELER

Deveye sormuşlar ‘Boynun niye eğri?’ demiş ki; ‘Nerem doğru…’

Tam bu hesap bizim şehirde işler…

Bu kez eğri boyun şikayeti fotoğrafçılar cephesinden yükseldi.

Kendisi de bir fotoğrafçı olan DEVA Partisi Halkla İlişkilerden Sorumlu İl Başkan Yardımcısı Tayfun Öztürk sosyal medya paylaşımında;

“Son zamanlarda nikah dairelerinde fotoğraf çekimi için düzenlenen ihalelerde, kayıtlı ve vergisini düzenli ödeyen fotoğrafçıların bu fırsatlardan mahrum bırakıldığını üzülerek görmekteyiz. Bu durum, fotoğrafçılar olarak emeklerimizin karşılığını alamamamıza ve adil rekabetin zedelenmesine neden olmaktadır!” diyor.

İhalelerin şeffaf ve adil olması, ihaleye katılacakların vergi mükellefi ve fotoğrafçılar odası üyesi olması, ihale sonuçlarının kamuoyu ile şeffaf biçimde paylaşılması gibi mülteci istekleri de yok değil kendisinin…

Nikah dairelerinin bu kazançlı köşe başlarını emmimin oğlu, dayımın kızı hesabı, ‘hamili kart yakinimdir’ kişilerin tuttuğu aşikar artık. İşin ilginç yanı ise görevi meslek mensuplarını korumak olan Bursa Fotoğrafçılar Odasının bu durum karşısında sessizliğini koruması…

İhale ihaledir ve bizim ülkemizde ihale süreçleri adrese teslim yürütülür, ihale koşullarında bir tek ihaleyi alması planlanan şirketin adı yazmaz, belki ileriki dönemde bu da maddeler arasında yer bulur kendisine kabilinden dönüyor fotoğrafçılık sektöründe de işler…

Sıkıntıları dile getirmek, çözüm üretilmesini halk adına talep etmek muhalefetin ana görevlerinden biridir. Tayfun Öztürk’ü muhalefet görevini hem mesleği hem de partisi adına layıkı ile yerine getirdiği için kutlarım…

Güllüce meselesi daha kapanmadı!

Güllüce meselesi daha kapanmadı!

Daha dün güçlünün güçsüze istediği davranış biçimini kabul ettirmek için yaptığı mesnetsiz uygulamalara ve bu uygulamalara boyun eğmeyen ülkenin beyin takımının kendisi için bulduğu çıkış yoluna değinmiştim.

Bu kadar yalnızlaşmamızın ve yavaş yavaş terk edilenler ülkesi haline gelmemizin nedeninin de topyekün bir karşı duruş sergilemiyor olmamızdan kaynaklandığını söylemiştim.

Alın size örnek gibi örnek…

İki gün önce Mustafakemalpaşa İlçesinin Güllüce Mahallesinde Mustafakemalpaşa Organize Sanayi Bölgesinin hemen dibindeki tarım arazilerinin ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet şekilli plan değişikliği ile sanayi arsası ve depolama alanı olarak ilan edildiğini, aslında yüzde 70’lik kısmı boş duran sanayi bölgesinin değerlendirilmesinin ise seçenek olarak dahi düşünülmediğini yazmıştım…

Bu yetmezmiş gibi sanayi arsası olan bahsettiğim toprakların üç parselinin 29 Eylül tarihinde satışa çıkacağını, tüm bunlar olurken de Mimarlar Odası Bursa Şubesi’nin itirazlarının, konuyu yargıya taşımasının falan hiç kafaya takılmayan ayrıntılar olduğunu dile getirmiştim…

Konuyla ilgili köy halkının daveti ile bir basın açıklaması yapan ve bölge ile ilgili önerilerini sıralayan CHP Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Serda Tandoğan Kuru’nun tüm bunlardan çok daha ilginç bir açıklaması ile başladık güne…

“Dün Güllüce Köyü Muhtarı ve köy halkının çağrıları doğrultusunda köy meydanındaydık. Yaklaşık iki yıldır süren bir problemleri var. Bir tarla arazi satışı söz konusu Güllüce Köyünde. Açıklamamız sırasında hemen yanı başımızda oturan muhtar ve kooperatif başkanı bize bir süre sonra dediler ki, ‘Başkanım kaymakamlıktan çağrıldık, bizim kaymakamlığa gitmemiz lazım’ Fakat sonradan öğrendik ki, kendileri belediye başkanı ile pazarlık yapmaya gitmişler. İki dükkan, köyün arka taraflarında 17 dönüm taşlık bir arazi, süt toplama merkezinin büyükşehir yasası ile belediyeye geçmesi nedeniyle kiralama bedeli olmadan köylüye bırakılması ve yapılacak fabrikanın içinde bir sosyal tesis yapılarak işletilme hakkının 15 yıllığına kooperatife verilmesi karşılığında köy muhtarı ve kooperatif başkanı bu satışa olur verdi!”

Haydaaaa…

Hani köylü tarlalarının sanayi arsası olmasını istemiyordu. Hani köylü satışın gerçekleşmesini istemiyordu. Hani köylü ekip biçtikleri topraklarına sahip çıkıyordu da belediyenin bu toprakları ellerinden almasına engel olmak amacıyla muhalefetin ve basının desteğine ihtiyaçları vardı…

Ne oldu şimdi arkadaş?

Üstelik konunun üzerinde duran tek muhalefet partisi CHP de değildi. İYİ Parti de tam kadro bölgede bulundu. Görüşmeler ve incelemeler yaptı. İYİ Parti Bursa Milletvekili Selçuk Türkoğlu,

Yargıya intikal etmiş bir konuda ihaleye çıkmak net biçimde usulsüzlüktür. Belediye Başkanı Mehmet Kanar’ın ısrar ettiği bu usulsüzlüğe ortak olmak da suçtur!” diyor.

Olay köyü de ikiye bölünmüş durumda. Köylünün bir bölümü muhtarın yaptığı anlaşmayı onaylarken, diğer köylüler tarım arazilerinin bu biçimde satışına kesinlikle karşılar…

İşin bir diğer boyutuna da İYİ Parti Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tevfik Demir açıklık getiriyor;

Mehmet Kanar, iş bilmezliği sonucu belediyeyi borca batırmış, bu satıştan gelecek paraya bel bağlamıştır. Hizmet için değil, borç ödemek için bu satış ihalesine çıkılmıştır!” iddiası da dikkat çekici.

Benzeri biçimdeki pek çok satışı Bursa Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere diğer ilçe belediyelerinde de gördüğümüzü ve belediyelerin içinde bulundukları borç batağından kurtulmanın yolu olarak ellerindeki mülkleri satışa çıkarmayı tek çare olarak düşündüklerini söylemek lazım.

Satışın tüm itirazlara rağmen 29 Eylül tarihinde gerçekleşmesini bekleyenlerdenim…

Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek, konuyu yargıya taşıdıklarına bir kez daha değinirken, “Yüzde 200 kazanacağımızı bildiğim bir dava. Büyük Ova Koruma kanunu kapsamındaki tarım arazileri sanayiye açılamaz. Bu, bu kadar basit bir gerçeklik. Muhtar ne kadar anlaşırsa anlaşsın, belediye satışı gerçekleştirmek için ne kadar ayak direrse diresin yargı kararı sonucu tüm bu anlaşmalar ve satışlar geçersiz olacaktır. Elbette bu süreçte satış gerçekleşirse belediyenin yeniden kamulaştırma ile arazileri alması gerekecek, bu da daha ciddi kamu zararına neden olacaktır!” diyor.

Benimse söylemek istediğim tek bir şey var tüm bu bilgiler ışığında…

Önümüzde yerel seçimler var, anlıyorum ki; kasap et, koyun can derdinde. Kasap satışı gerçekleştirerek eti elde etmenin ve belediye borçlarını kapatmanın, koyun da satışı gerçekleşecek bir bölge üzerinden ne koparabilirsem kardır çabasının derdinde…

Pek de güzel aranızda anlaşmışsınız…

İyi de kardeşim, anlaşmada eliniz zayıf kaldığı için mi bunca muhalefet partisine, basın mensubuna mağduruz diye haber saldınız. Destek istediniz?

Bu işten bizi çırak çıkarıp pazarlıkta elinizi mi kuvvetlendirdiniz?

Köylünün kendi toprağına sahip çıkma hikayesi sadece bir hikayeden mi ibaretti?

Hepsini sineye çektik, aldık, kabul ettik…

Şimdi düşünün bakalım, birkaç yıl içinde sonuçlanacak davanın ardından eliniz böğrünüzde kaldığınızda, yaptığınız pazarlık hükümsüz olduğunda bu işten kim karlı çıkmış olacak?

Köyünüze siz de sahip çıkmazsanız kim sahip çıkacak?

Doktorların arkasından el salla…

Doktorların arkasından el salla…

Ülkemizde bir süredir hepimizin iliklerine kadar hissettiği ve hangi köşeyi döndüğümde karşılaşırım korkusu yaşadığı durum; güçlünün güçsüzü ezdiği, orman kanunlarının işlediği, fiziksel ya da duygusal şiddetle kendini gösteren mobbing gerçekliği oldu ne yazık ki…

Adaletin rafa kalktığı durumlarda, makam ve mevkii ile parasıyla ya da sadece fiziksel gücüne dayanarak insanlar birbirine istedikleri davranış biçimleri içinde bulunabileceklerine, kendilerine olan öz saygılarını, dirençlerini, özgürlük hislerini alaşağı ederek bütünüyle boyun eğdirebileceklerine inanıyorlar.

İşin kötü olan tarafı, haklı da çıkıyorlar çoğu zaman…

Güce karşı koymak, direnmek zor, itaat etmek ve kendi iradesi yokmuşçasına başına gelecek şeyleri karşısındakinin ellerine bırakıp sadece dua etmek kolay olan yol…

İşin tam da bu kısmında bu ülkenin en çok takdir ettiğim ve boyun eğmemesi, kendi iradesini ortaya koyarak kendisi için en iyi yolu yine kendisinin seçebileceğinde ayak diremesi ile gözümde değerleri daha da artan kesimi sağlık çalışanları oldu hep…

Malumunuz Sağlık BakanlığıBeyaz Reform’ adı altında sunduğu iyileştirmeler neticesinde devlet hastanelerindeki doktor kadrolarına hızlı bir dönüş olduğunu duyurmuştu.

Hastalar olarak bu durum karşısında randevu alışlarımızın daha da kolaylaşmasını, her branş doktorunun kendi hastanesinde sürekli hizmet vermesi ile sağlıklı bir hasta doktor ilişkisi geliştirmeyi, doktorumuzun istediği tıbbi görüntüleme sonuçlarını kendisine gösterebilmek için hangi hastanede hangi günler çalıştığına yönelik derin etütler yapmak zorunda kalmamayı bekliyorduk…

Elbette gerçekleşmedi bu beklentilerin hiçbiri…

En son küçük bir çocuğun uzman hekim yokluğu nedeniyle gerekli tedaviyi alamayarak kopan parmağının dikilemediğini öğrendikten sonra, size zaman zaman bu köşeden duyurmaya çalıştığım hekim bilgilerini bir kez daha derlemeye karar verdim…

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, iyi hal belgesi alanların sayısının azaldığını zaman zaman dile getirmesine rağmen, Türk Tabipler Birliği’nin verilerine göre 2023 yılının ilk 8 ayında 1964 sağlık çalışanının yurt dışına gitmek için “iyi hâl belgesi” başvurusunda bulunduğunu bu köşede daha önce yazmıştık zaten…

Dolayısıyla ‘Beyaz Reform’un gözlerinin içine baka baka ‘Giderlerseeee… Gitsinleeeerrr…’ denilen doktorlarda pek de bir işe yaramadığını, bu ilk veriden dakikasında anlamak mümkün. Ancak ben yine de başka rakamlar vermek istiyorum…

Misal, Sağlık Bakanlığı özellikle uzman doktor alımları için kadrolar açıyor, 2023 yılının ilk altı ayı için açılan 2 bin 669 uzman hekim ilanının kaçına atama yapılmış dersiniz? Sadece 39 kadroya atama yapılmış…

Bu demektir ki, 2 bin 630 uzman hekim açığı mevcut en iyi ihtimalle…

Tüm alanlarda toplam 19 bin 252 kişilik kadro açan bakanlık, bu kadroların sadece 6 bin 792 kişisi için atama gerçekleştirebilmiş…

Burada hemen araya girerek küçücük bir tahminde bulunmak istiyorum; atanan doktorların büyük bölümü muhtemelen Almanca ya da İngilizce kursuna gidiyordur ve yeterli dil becerisine kavuştukları anda istikametleri bellidir. Kısacası şimdi bir açığımız var, ileride daha büyük açıklara gebe olan bir açıktan bahsetmekteyiz…

Bakanlık 65-72 yaş arasında 102 kişilik kadro açarak açıkları hafifletmek çabasına da girmiş, ancak mevcut çalışma ve mali koşullar karşısında bu kadrolar da talep görmeyince sadece 11 kişilik atama gerçekleştirebilmiş…

Bahsettiğimiz durum bir sarmalı da beraberinde getiriyor aslına bakarsanız…

Hekim sayısı azaldıkça hastanın hekime erişimi azalıyor, uzman hekimlik ve yan dal hekimlikleri neredeyse yok denecek kadar az, dolayısıyla doğru hekimden tıbbi hizmet almak mucize kabilinden bir şey. Böylece doktor hasta gerginliği artıyor ve sağlıkta zaten hiç önlenmek istenmeyen, hatta vatandaşa bir gelişme, bir ilerleme olarak sunulan şiddet olayları birbiri peşi sıra geliyor, sonra da doktorlar ve doktor adayları, ‘can güvenliğimin olmadığı bir yerde kelle koltukta çalışacağıma daha gelişmiş bir ülkede refah ve huzur içinde yaşarım’ diyerek ülkeyi terk etmeye devam ediyor…

Şimdi başladığımız noktaya bağlayalım meseleyi…

Demek ki, aklı başında, gelişimini doğru ve eksiksiz tamamlamış, ‘ülkenin beyin takımı’ dediğimiz insanlarına pek de sökmüyor öyle güçlünün güçsüzü ezdiği mobbing uygulamaları, astığım astık, kestiğim kestik hal ve hareketler…

Kendilerine bir yol çizen, ezilen değil yaşayan olmayı seçen, bu seçimlerini doğdukları ülkede gerçekleştiremeyeceklerini anlayınca başka ülkelere doğru yelken açan hekimlere tam da bu nedenle kızamıyorum…

Arkalarından içinde kalacağım sağlık cehenneminin farkında olarak; ‘keşke aynı cesareti tüm ülke gösterebilse, kendilerine uygulanan bu güçlünün güçsüzü ezdiği anlayışa karşı çıkabilse’ diyerek el sallıyorum sadece…

*****

NİKAH NEDİR, NEDEN KIYILIR?

Bence bugünün siyasetten ari en önemli konularından biri sosyal medyada yayınlanan, böylesi saçma sapan sözlerin sarf edilmesi için camilerin de alet edildiği, vaaz adı altında geçen şu konuşma;

‘‘Düğünlerde davetiyeye annenin de adı yazılıyor. Ne lüzum var ya. Ne gerek var. Babanın adını yaz kâfi. Eşitlik varmış. Onun da adı yazılacakmış. Niye ilan ediyorsun eşinin adının ne olduğunu aleme. Ne gerek var başkalarının, dostlarının, arkadaşlarının eşinin adının ne olduğunu bilmesine. Ne oluyor sanki böyle olunca? Ecdadımızın titiz davrandığı yönlerden bir tanesi de bu. Yüzünü göstermemişler, elbisesini göstermemişler, adını da saklamışlar’

Kıt kanaat dini bilgimle, dinin bilimle ve güncel yaşamla alakalandırıldığına, yaşamın bazı koşullara bağlanmasını kolaylaştırmak gibi kutsal bir amacı olduğuna olan sonsuz inancımla açıklamak isterim bakış açımı…

Bir, nikah nedir?

İki, neden kıyılır?

Küçük bir araştırma ile dahi karşınıza şöyle bir bilgi çıkar;

‘İslami kaynaklara göre düğün ziyafeti müekked bir sünnettir. Rasülullah (s.a.s.) bizzat düğün yemeği (velîmet-ül Urs) vermiş, verilmesini de emretmişlerdir. Bu emir sebebiyledir ki, İslam alimleri düğün davetinin vacip olduğunu, davette dini bir sakınca söz konusu olmadığı takdirde bu davete katılmanın gerekli olduğunu söylemişlerdir.’

Çünkü nikah ve düğün evlendiğin kişinin kim olduğunu içinde yaşadığın topluluğa ilan etmektir.

Vakti zamanında evlenirken nikah kıyıp, düğün yapıp evlendiğini dünya aleme duyurduğun kişinin adını sonradan niye saklayacaksın?

Evlenirken davulla zurnayla kiminle evlendiğini ilan eden İslam alimleri neden evlendikleri kişinin adını gizlemiş olsun?

Siz aradan yıllar geçtikten sonra tüm bu zırvaları uydurmaya neden gerek duyuyor olabilirsiniz?

Soruya soruyla yanıt vermek gibi oldu biraz, ama cahilliğime verin…

Konuyla ilgili söylenecek çok söz var, benimse bu sözleri sarf etmek için nezaket kurallarına uymak konusunda çaba harcayacak enerjim yok…

Zeytindağı

Zeytindağı

Çocukluktan gençliğe geçiyordum.

Her şey ile yeni yeni tanışırken, Türkiye’de özgürlük rüzgarları esiyordu.

Özel televizyon kanalları açılıyor, özel radyolar pıtrak gibi bitiyordu.

Gazeteciler siyasilere öyle yalama sorular sormuyordu. Dolayısıyla politikacıların formlarını neye borçlu olduğunu öğrenemiyorduk.

Başbakanlar istifa ediyor, bakanların yaptıkları telefon konuşmaları yüzünden istifa ettikleri yetmezmiş gibi Yüce Divan’a yollanıyorlardı.

Gazeteci Uğur Dündar, 12 Eylül’de yakılan Yorgun Savaşçı filmini arıyordu.

O zamanlar farklı bir TV kanalı ortaya çıkmıştı. Bugün yayında olmayan bu kanal Türkiye’de yasak olan filmleri göstereceğini söyleyince çok merak etmiştim. Çünkü bu filmler Türkiye’yi bir Ortadoğu ülkesi gibi göstererek tarihimize leke sürüyordu.

Galiba ilk olarak Oliver Stone’un Gece Yarısı Ekspresi filmi gösterilmişti. Filmde Türkiye’de uyuşturucu ile yakalanan Amerikalı’nın anasını ağlatıyorlardı. Bence küllüm yalandı film, çünkü Muzaffer İzgü’nün kitabından bildiğimiz gibi “Bizim Ayılar Amerikalıları Çok Sever“di.

İkinci film ise tam bir Türk düşmanı olan “Arabistanlı Lawrence”tı. Bu filmin yasaklanma sebebi ise finale doğru yakalanan İngiliz ajanına bizim kulampara paşanın tebelleş olmasıydı.

Ama gerçek hiç öyle değildi. Arap din kardeşlerimizin bir avuç İngiliz altını için bizi çöllerde nasıl katlettiklerini Anadolu’nun o kavruk çocuklarını nasıl boğazladıklarını anlatıyordu.

Hele filmde gözünü kan ve para bürümüş Arap Şeyhi Auda Abu Tayi’yi oynayan Anthony Quinn, filmde o katilin ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Ben filmi seyrettikten sonra şöyle demiştim: “Bırak yasaklamayı okullarda ders olarak okuturum.”

Filmi seyrettikten sonra Arap savaşlarına merak sardım ama bugünkü gibi Wikipedia falan yoktu. Sora sora Bağdat bulunur misali Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” kitabı elime geçti. Atay, Cemal Paşa’nın yaveri olarak katıldığı savaşta gözünü altın bürümüş Auda Abu Tayi gibi onlarca Arap şeyhinden bahsediyordu.

Bazen bizim bazen Alman bazen İngiliz tarafındaydılar. Altını kim öderse onların madalyalarını göğüslerinde gururla taşıyorlardı. Atay’ın şu cümlesini unutmam mümkün değil: “Çölde Osmanlı, memelerinden kan sızan bir sağmaldı.”

Çöller, Arap din kardeşlerimizin İngiliz altını ve silahı ile binlerce Türk evladına mezar oldu.

“Burası Huş’tur yolu yokuştur” türküleri hala kulaklarımızdayken Belçika’da doğup büyüyen Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, daha üç beş ay öncesine kadar seçim meydanlarında katil denen Suudi Arabistan’ın 93. Milli Günü’ne katılıyor ve şöyle diyordu:

Suudi Arabistan ve Türkiye, tarihi ve kültürel olarak iki dost ve kardeş ülkedir. Suudi Arabistan halkıyla paylaştığımız ortak değerlerimiz bizim için her zaman kıymetlidir.”

Şimdi soruyoruz; Sayın Bakan, bu konuşmayı Türkler’den kurtuluş gününü kutlayanların resepsiyonunda yapmak yerli ve milli bir iktidara yakışıyor mu? Tarih bilginiz yok diyemem çünkü siz Belçika’da CDH’den milletvekiliyken 29 Mayıs 2015’te partiniz sözde Ermeni iddialarını soykırım olarak tanımak istedi. Siz de bir Türk olarak karşı çıkınca partinizden ihraç edilmediniz mi?

Şimdi şeytanın avukatlığını yapıp can alıcı soruyu soralım: “İş Araplara gelince yerli ve milli olamıyor musunuz?”

Bir de her 26 Eylül’de sosyal medyadan iktidara ayar veren, Arap çöllerinde çekirge kavurarak savaşan ve şehit düşen Mehmetçikleri hatırlatan biri daha vardı…

Bu kişi “Cehennemin kapılarını kapatacağım. HÜDA-PAR ile Türk milliyetçisi yan yana gelmez” diyerek seçimden bir hafta önce dümeni Cumhur İttifakı’na kıran ve son günlerde bindiği lüks araç ile gündeme gelen Sinan Oğan’dan başkası değil!

Bu yiğit Türk milliyetçisi 2020 yılında İstanbul Havalimanı’nda Suudi Arabistan’ın kurtuluş gününün kutlama afişi için şöyle bir tweet atmıştı: “Suudi Arabistan’ın Milli/Bağımsızlık Günü Osmanlı’nın, Türk askerinin arkadan hançerlendikleri, susuzluktan, açlıktan çekirge yiyip şehit oldukları, gündür… Neyi kutladığınızı biliyor musunuz!”

Oğan, paylaşımlarına devam ediyordu…

Aynı yıl başka bir gönderide ise şunu yazıyordu sosyal medyasından: “Suudi Arabistan’ın Türk mallarına ambargo kararı resmileşmiş! Ekim ayından itibaren ‘Made in Turkey’ damgalı ürünler Suudi Arabistan’a giremeyecek. Ne demiştik; ayıdan post, bu Suudlardan da dost olmaz…”

Geçen yıl da yiğidimiz o günkü İçişleri Bakanı Soylu ve Diyanet işleri Başkanı Erbaş’ın bağımsızlık gününe katılmalarını eleştirerek şöyle atarlanıyordu:

Suudi Arabistan’ın ‘Milli Günü’nü kutlamak demek; Osmanlı’nın arkadan hançerlenip, Hicaz’ı İngilizlere teslim etmek demektir! Onların kurtuluşu, Osmanlının yıkılışı demektir. Askerlerimizin çekirge yemeğe mahkum edilmesi, gözlerinin kör edilmesi demektir Ey Osmanlı Torunları!!!”

Yaaa işte böyle…

Eskiden olsa bu yiğit Türk milliyetçisi alırdı sazı eline ağabeyi gibi “Eyyyy Aile Bakanı sen biliyor musun o çöllerde çekirge kavuran Fahrettin Paşa’yı” diyerek atıp tutardı. Her 26 Eylül’de iktidar ve bakanlara höyküren büyük Bozkurt’tan bakın bu yıl tık yok.

Şimdi Sayın Aile Bakanı’na şiddetle Zeytindağı’nı okumasını tavsiye ederim.

Sinan Oğan ise okusa ne olacak, okumasa ne olacak, okumuş olsa ne olacak? Sanki Aile Bakanı’na bir cevap mı verebilecek?

Ama o meşhur söz geldi aklıma; verse “Cirmi kadar yer mi yakacak?”

Büyük Ova korunmuyor!

Büyük Ova korunmuyor!

Bursa’nın uzun zamandır İstanbul’un şişkin karnını boşalttığı bir arka bahçe olarak kullanıldığını, giderek şişen İstanbul karnının boşalması için gereken genişlemenin de morbid obez bir büyüme ile elini kolunu kontrol edemez, attığı adımın altında neyin ezildiğini fark bile edemez hale geldiğini yazmıştım bundan 5 ay önceki yazımda.

Yazının bu girişini hak eden konu ise bitmek tükenmek bilmeyen bir iştah ile sürekli, sürekli büyümesi ve gelişmesi beklenen sanayi bölgelerine yenilerinin ve daha yenilerinin eklenmesi hevesiydi…

Asla, ama asla doymak bilmeyen bir sanayileşme iştahının peşinden koşarken sürekli ihlal ettiğimiz, Büyük Ova Koruma Kanunu ile koruma altına alınmış bölgelerin birer birer fabrika binalarına dönüşmesi ve nedense halen ekonomisine en büyük katkıyı üretimi ile değil hizmet sektörü ile sağlayan bir ülkeye dönüşmemizin açmazı beni benden alıyor…

Bence sizi de almalı…

Zira tüm bu işlerin sonunda çalışıp çalışmaması, üretip üretmemesi önemsenmediği halde, arsası para ettiğinden, yani paradan para kazanmak için alınıp satılan ve dört duvar örülerek fabrika alanı haline getirilip sonra yine satılan yerler için dökülüyor tüm bu kan, ter ve gözyaşı…

Canım memleketim, gurbetçi olmak gibi bir talihsizlik nedeniyle doğmadığım, ama iliklerime kadar içime çekecek derecede sokaklarında büyüdüğüm, tarımın ve hayvancılığın şehrimizdeki gözbebeklerinden biri olan Mustafakemalpaşa’daki Güllüce Mahallesinin makus talihini bir kez daha kaleme almak şart oldu.

Bahsettiğim gibi bundan 5 ay kadar önce Bursa Büyükşehir Belediyesi, Mustafakemalpaşa Güllüce Mahallesi’nde bulunan 12 parsele ilişkin hazırlanan 1/5.000 ölçekli nazım imar planını onaylamıştı. Plana göre, 19 hektardan fazla bölümü Büyük Ova Koruma Alanı içerisinde kalan, toplam 25 hektar yüz ölçümlü alan ticarete ve sanayiye açılmıştı!

İşin bu kısmından itibaren zaten itiraz edilmesi gereken konu, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş’ın birden bire, aniden, nedenlerini ortaya koymadan, ‘Biz 2040 Çevre Düzeni Planını yapamıyoruz!’ demesiyle adeta askıya alındı. Çünkü ortada bir üst plan yoktu ve bu üst plana zaten yapılması planlanan sanayi bölgeleri işlenemiyordu.

Ben diyeyim, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası ile Bursa Büyükşehir Belediyesi arasındaki sanayi doluluk oranlarının çelişkisi nedeniyle yeni sanayiye ihtiyaç duyulup duyulmadığı tartışmasına bir son nokta koyulamadı, siz deyin işin içinde başka başka hesaplar var…

Efendim Güllüce’de işin çok acelesi varmış anlaşılan, 2020 Çevre Düzeni Planı bir kez daha delindi, 2040 Çevre Düzeni Planı’nda mera ve tarım alanı olarak bırakılan yerler, sürekli delik deşik edilerek, sündürülerek bugünlere getirilen 2020 planına sanayi ve ticaret alanı olarak eklendi.

Ancak iş bununla sınırlı kalmadı.

Bahsettiğimiz alandaki üç parsel Mustafakemalpaşa Belediyesi tarafından muhammen bedeli 250 milyon liraya satışa çıkarılıyor.

Sanki Mimarlar Odası Bursa Şubesi mevzubahis plan değişikliğine itiraz etmemiş, değişikliği yargı yoluna taşımamış, bütün bunlar hiç yaşanmamış, her şey yolunda ve olması gerektiği gibi olmuşçasına bir satış…

Alıcının büyük internet satış sitelerinden biri olduğu yönünde tevatürler dolaşıyor etrafta…

Çünkü bahsettiğimiz parseller planda depolama alanı olarak ayrılmış yerler…

Konuya ilişkin Mimarlar Odası Bursa Şubesi’nin Mustafakemalpaşa Belediyesi’ne gönderdiği uyarı yazısında şöyle deniyor;

“Plan iptali söz konusu olmasa bile, plan kararlarıyla, ‘depo alanı’ olarak kamuya kazandırılan, İzmir Devlet yoluna çok yakın bu 3 adet parselin satışı halinde, kamunun hak kaybına uğrayacağı düşünülmektedir. Zira pek çok belediye borç ödemek kaygısıyla mülkü olan kamu alanlarını satmaya çabalarken, gelecekte halkın daha yoğun ihtiyaç duyacağı alanların kaybına neden olmakta, satışla birlikte özel mülkiyete geçen aynı yerleri kamulaştırmak zorunda kalmaktadır ki, bu kamu kaynaklarının ziyan edilmesi anlamına gelmektedir!”

Nerden tutsan tutarsızlık nerden tutsan zarar…

CHP Mustafakemalpaşa İlçe Başkanı Tandoğan Kuru da bugün bir açıklama yaparak bölgenin korunmasının önemine dikkat çekti.

Açıklamada birkaç önemli önerileri var; ilk öneri elbette tarım arazilerinin değil kıraç arazilerin sanayiye açılmasına yönelik, çünkü tüm dünyada böyle yapılıyor bu iş. Hatta Tandoğan Kuru, kıraç arazilerin sanayicilere bedava hasis edilmesini, inşaatın belli bir sürede tamamlanıp belli bir istihdamın koşul olarak getirilmesini öneriyor. Bir tür kazan kazan mantığı bana da çok anlamlı geldi doğrusu. Böylece sanayi arsası üretip parasından para kazanma çabasında olan sanayiciler de kendi işleri olan üretime ağırlık verirler belki…

İkinci önemli öneri, zaten bir sanayi bölgesi olan Mustafakemalpaşa’da, var olan sanayi bölgesinin büyük bölümü boş duran ve küçük dükkanlardan oluşan alanında bir plan değişikliğine gidilip asıl görevi sanayi bölgesi olmak olan alanın doldurulması, hem de sanayiyle doldurulması.

Bu da son derece anlamlı değil mi? Boş olan sanayi bölgesinin boş olmasının nedeni dükkanların küçük olması ise bölgenin hemen yanındaki tarım alanını sanayiye açmak ve bu alanı da satmak yerine sanayi bölgesini revize edin kardeşim…

Bir diğer öneri de yaklaşan yerel seçimlere yönelik. Seçimlerden hemen önce yangından mal kaçırırcasına yapılan bu plan değişiklikleri ve mülk satışları ciddi kamu zararı doğuruyor görüldüğü üzere. Bunun yerine yerel seçimlere son derece güçlü gireceği düşüncesinde olan AK Parti’nin bu işleri seçimlerden sonraya, yani yeni yerel yönetime bırakmasını öneriyor Tandoğan Kuru…

İşin bu kısmı da politik bir hamle…

Aklın çeşit çeşit yolları var, ama hiçbiri tarım arazisini sanayi arazisine çevirmek, bunu bir de tutup tüm itirazlara ve yargı yoluna taşınmış olma durumuna aldırmadan satmaktan geçmiyor.

Şimdi yakın takibe alarak bekliyoruz, 29 Eylül tarihinde tüm itirazlara ve ihale iptal taleplerine rağmen satış gerçekleşecek mi?

 

 

‘Tak emrederler şak yaparım’

‘Tak emrederler şak yaparım’

Ergenekon denilen gayya kuyusunun en kötü günlerini yaşıyorduk…

Kimisi “o davanın savcısıyım” diyerek Meclis kürsüsünden haykırıyor, kimisi Türkiye’nin nasıl bağırsaklarını temizlediğini anlatıyordu.

Hele bugün her taşın altında FETÖ’cü avlayanlar “Hoca Efendi”nin Türkiye’nin nasıl kıymetli bir değeri olduğunu yazıyordu.

O gün FETÖ’nün sözcülüğünü yapan yanar döner “Siyasal İslamcılar”; günümüzün FETÖ avcısı sözde köşe yazarları hoca efendilerinin bir arıyı yaşatmak için ne fedakarlıklar yaptığını, hayvan ölünce arkasından sanki babası ölmüş gibi nasıl salya sümük ağladığını nakşediyordu köşesinde.

Cemaat kurumları ele geçiriyor” diyenlere devletin bakanı, kargaların bile bu sözlere güldüğünü, sırıtarak söylüyordu o günlerde.

Ergenekon adlı terör örgütünün nasıl tehlikeli bir yapı olduğu gösteriliyordu TV ekranlarında.

Kazılarda çıkan yepisyeni paketlenmiş patlayıcılar gösterilirken tüm medyada, adına gazeteci bile demekten iğrendiğim yaşam formları, Ergenekon soruşturmasının savcısı Zekeriya Öz’ün heykelinin nereye ve nasıl dikilmesi gerektiğini dikte ediyorlardı.

O sırada bu hengamenin içerisinde genç bir teğmen dikkatimizi çekmişti. Çünkü “sehven” denilerek bu kuyunun içerisine atılmıştı. Yaptığı savunmalarda Atatürk ve laik Cumhuriyet‘in askeri olmaktan nasıl gurur duyduğunu haykırıyordu.

Suçlama çok komikti: Ergenekon Terör Örgütü, dinci bir örgütün içine Teğmen Mehmet Ali Çelebi’yi sızdırarak köstebek yapmıştı!

Sonradan ortaya çıktı; teğmene yöneltilen suçlamalara dayanak olan telefon numaralarının gözaltında olduğu sırada polis tarafından yüklendiği…

Cezaevinden tahliye edilen Teğmen Çelebi görevine geri döndü. Hatta gazetelere manşet oldu ‘Tahliye edildi, Güneydoğu’da helikopter pilotu olarak bölücü örgüte yapılan operasyonlarda görev alıyor’ diye.

Herkes sevinmişti bu genç adamın Ergenekon kuyusundan çıkarılmasına. Askerlik görevinden ayrılınca Cumhuriyet Halk Partisi’nde gördük kendisini, canla başla sandıkları korumaya çalışıyordu.

Çalışmalarının ödülünü aldı da, çok geçmeden milletvekili yapıldı. Sonra o kuyudan çıkan genç gitti, vefasız, gözünü hırs bürümüş bir insanla karşılaştık.

‘Yahu bir adam bu kadar değişir mi?’ derken ilk olarak CHP’ye sövmeye başladı.

Milletvekili Çelebi, ardından Memleket Partisi’ne geçti. Sonra ağzımızı açık bıraktı, 9 parti ile transfer görüşmesi yapması. Sonrasında bir baktık ki AK Parti saflarına katılmış!

2023 seçimlerinde AK Parti İzmir’den tekrar milletvekili seçildi. 41 ay boyunca cezaevinde yatarken Ergenekon sanıklarına türlü hakaretler eden Bülent Arınç ve adı bu sayfaya sığmayacak kadar uzayıp giden isimlerle şimdi aynı partide, mutlu mesut saadetini sürdürüyor.

Son haberlere göre, Milletvekili Çelebi’nin 32 milyonluk bir araçta Meclis’e giriş kartı varmış. Ve bu haberi süzme FETÖ’cü olan sözde gazeteci yayınladı. Sosyal medya ayağa kalkınca Milletvekili Çelebi, bu aracın sahibini tanımadığına ve ticari ilişkisi olmadığına dair açıklamalar yaptı. Çelebi, bu olayın FETÖ kumpası olduğunu söylüyor. Ama açıklamada bu kartın sahte olduğu da fotomontaj olarak üretildiği de yok.

Aksine Milletvekili Çelebi açıklamasında şunları söylüyor: “Her zaman olduğu gibi veremeyecek hesabım yoktur. Kimseyle ticari bir ilişkim yoktur, bundan sonra da olmayacaktır. Atılan çeşitli iftiralar sonucu gerek kendim ve ailemin gerek araç sahibi ve ailesinin, gerek Yüce Meclis’in haklarına en ufak zarar gelmemesi ve korunması amacıyla ilgili araca verilen tahsisi iptal ettiğimi kamuoyuna duyururum. Tarafımızdan gerekli hukuki işlemler de başlatılacaktır.”

Yani kart sahte değil. Aracın sahibini tanımıyorsan ticari bir ilişkin de yoksa demek ki birileri ‘Ver’ dedi.

Geçmişte bir paşa, ‘Tak emrederler, şak yaparım’ demişti. Yani bu işin de Türkçesi, birileri ‘tak emretti’ sen de ‘şak’ diye verdin.

Çelebi’yi Ergenekon davasında yargılanırken, galiba sonrasını görmeden ‘sehven’ sevmişiz. Ama insanların ünvanları değil neler yaptıkları ile nasıl anıldıkları önemli.

Daha çok genç olan milletvekili Çelebi’ye o paşayı nasıl andıkları çok net, çok mükemmel bir örnektir…

CHP’de yerel seçim için gaza basıldı

CHP’de yerel seçim için gaza basıldı

Cumhuriyet Halk Partisi’nde kongre süreci tamamlandı, yeni il başkanı seçildi, sular biraz durulur gibi oldu, ama hala boz bulanık sularda havayı koklayıp kendisine belediye başkan adaylığı ya da belediye meclis üyeliği konusunda yol arayanlar olduğundan kulisler hareketli.

Bugün sabah saatlerinde katıldığım Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem’in düzenlediği toplantının konusu elbette ‘gelin kulisleri konuşalım’ meselesinden çok uzaktı. Cumhuriyetin 100’üncü yaşını kutlamak için Nilüfer Belediyesi tarafından tertip edilen ve yaklaşık 1 aylık sürece yayılan etkinlikler hakkında bilgi vermek için davet edilmişti basın.

İşin siyaset kısmına girmeden hemen önce aslında kendisi de bir siyasi şov olan Nilüfer Müzik Festivali’ne kısıtlama getirilmesi durumunu ve Nilüfer Belediyesi’nin bu durum karşısında takındığı ‘festivali iptal etme’ tutumunu konuştuğumuzu belirteyim.

Zamanla gelenekselleşmesi istenen ve kamuya mal edilen tüm organizasyonların kendine has bir naturası vardır. İnsanların da bu organizasyonlara katılmasının nedeni bu naturayı yaşamaktır. Nilüfer Müzik Festivali’nin konseptinin getirilen kısıtlamalar nedeniyle ciddi yara aldığını, bu nedenle bir konserler dizisine dönüşmesi fikrinden hoşlanmadıkları için festivali iptal etme kararını verdiklerini dile getirdi Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem. Ancak festivalin bir sonraki yıl yine kendi konseptinde yapılması için çaba harcayıp harcamayacaklarına yönelik soruya net bir yanıt vermedi.

Nasıl yanıt versin ki, önümüzdeki yıl Nilüfer Belediye Başkanlığı koltuğunda kimin oturacağı netleşmiş bir konu değilken…

İşte işin bu kısmı siyasete dalışımızı da kolaylaştırıyor. Bu sorunun hemen ardından gelen, ‘Nilüfer Belediye Başkanlığına aday mısınız?’ minvalindeki soru Bursa Hakimiyet Gazetesi Köşe Yazarı Namık Göz’den geldi.

Nilüfer’in önemli bir ilçe olduğuna vurgu yapan Turgay Erdem, “Nilüfer’de çok sayıda aday isminin duyulması şaşırtıcı değil. Herkese biraz sabırlı olmalarını ve seçim takvimini beklemelerini öneriyorum. Aslında ön seçim yapılsa daha demokratik olur, ama bu Genel Merkezin tercihidir. Benim de gönlümde yatan bir aslan var” dedi.

Benzeri cümleleri Norm Haber olarak bizi ziyarete geldiğinde de sarf etmişti Başkan Erdem. Benim aldığım bilgilere göre, şimdilik vatandaşın bu konudaki nabzını yoklayan seçim araştırmalarının sonuçlarını değerlendirmeyi tercih ediyor. Önümüzdeki süreç aday olup olmayacağını gösterecek, yine de her başkanın doğal başkan adayı olduğunu unutmamak gerekiyor…

Elbette CHP ile teşrîkimesâim burada son bulmadı…

Toplantının hemen ardından CHP’nin çiçeği burnunda İl Başkanı Nihat Yeşiltaş’ı ağırladım Ortak Akıl programında.

Kongre sürecinde yakından takip ettiğim Yeşiltaş, örgütün içinde dostluk ve kardeşlik havası estirebileceğinden hayli emin.

Delege seçimlerinden itibaren parti içinde yaşanan kırılganlıkları görmezden gelmeden, meseleyi bir üst düzeye taşımayı, parti içinde değil, yerel seçimlerde kazanmayı ön plana çıkarmayı istiyor yeni Başkan.

Programdan önce gerçekleştirdiğimiz sohbette bundan 46 yıl önce Bursa Belediyesini yönetme yetkisini alan CHP’nin benzer bir başarıyı yakalamasının an meselesi olduğunu, bu iddiasını da 1976 dönemindeki yoksulluğun çok daha derinleşmiş halinin şehrin büyük bölümüne, yaklaşık yüzde 70’ine hakim olmasına bağladığını söyledi.

Nihat Yeşiltaş’ın iyi niyetinden ve samimiyetinden asla şüphem yok, ancak 1970’li yılların sonları ile şimdiki dönem arasında ciddi sosyolojik, demografik, politik ve bilinç farkları olduğu kanaatini taşıyorum ben. O dönemin sınıf bilinci ve insanlarının politik olma becerisi şimdilerde yerini sosyal medya bağımlılığı ve tüketim toplumu olma çabası arasına sıkışmış insanlara, tüm bunları gerçekleştiremeyenlerin de çabasızca bir din teslimiyeti içinde bulunmasına bırakmış gibi geliyor bana.

Böylesi bir kara deliğin içinde, yoksulluk batağında çırpınan insanları, bulundukları yerden çekip çıkararak, rotasını bundan sonra daha sol söylemlere kaydıracağını yaptığımız tüm konuşmalardan çıkardığım bir Cumhuriyet Halk Partisi’ne inandırmak için gerçekten çabaya ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

Yapılabilir mi?

Neden olmasın…

Ama büyük bir çaba gerektirdiği muhakkak…

Bu kadar CHP demişken, bugün bir basın toplantısı düzenleyen, fakat aynı saatlerde stüdyoda olduğum için toplantısına katılamadığım CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal’ın açıklamalarına değinmeden olmaz elbette…

Artık herkesin malumu olduğu üzere özellikle tarım politikaları üzerine uğraş verdiği ve bir ziraat mühendisi olduğu için Sarıbal’ın CHP içindeki lakabı ‘toprak adam’ bence bu lakap kendisine çok da yakışıyor. Zira son dönemlerde en kıymetli üretim araçlarımızdan birinin ekilebilir tarım topraklarımız olduğunu ve bu üretim aracının da bu üretim aracını kullanan işçiler olan çiftçilerin de yeterli değeri görmediklerini düşünüyorum.

Toplantının kısa bir özetini buraya bıraktığımda durumu daha net anlayacaksınız aslında.

AK Parti’nin 21 yıllık hükümet ettiği dönemde tarım topraklarımızdan 27 milyon dönümü üretimden çıkmış. Bu topraklar imara açılmış olabilir, bu topraklar boş bırakılmış olabilir, bu topraklar çeşitli kamu yatırımları için kamulaştırılmış olabilir…

Sonuçta üretim yapılmıyor artık bu topraklar üzerinde…

İş sadece tarım yapılan toprakların azalması ile de kalmamış, 600 bin çiftçi de üretim yapmaktan vazgeçmiş halde.

Daha iki gün önce 2 ton kavunun 3 bin 500 liraya satıldığını kulaklarıyla duymuş, bir kavuna 30-40 lira veren şehrim insanını da gözleriyle görmüş bir yazar olarak, hiç garipsemiyorum artık bu durumu…

Emeğin para etmediği yerde emekçinin durması nasıl beklenebilir ki…

Üretim azalırken artan nüfusu beslemek için sürekli ithalat yapan bir ülke olduk vakti zamanında dünyanın kendi kendine yeten 7 ülkesinden biri konumundayken…

CHP’nin tarım konusundaki politikalarını çiftçinin benimsemesi için de en az Nihat Yeşiltaş’ın partiyi Bursa’da iktidar yapmak için çabalaması gerektiği kadar çabalaması şart.

Aksi halde aç kalan çiftçiler ülkesi olmaya adayız…

Tüm bu toplantıların peş peşe gelmesi benim gibi bir köşe yazarına şu izlenimi veriyor; CHP’de yerel seçim için gaza basıldı, ilk adımlar atılıyor…