Elin kızı şak diye koyuyor gündemi: ‘Sizin paranız da, yerlerde…’

Elin kızı şak diye koyuyor gündemi: ‘Sizin paranız da, yerlerde…’

Bazen sizi en derinden yaralayan cümlelere hiç ummadığınız, hiç hazırlıklı olmadığınız yerlerde maruz kalıyorsunuz, hatta hiç beklemediğiniz kişilerin ağzından çıkıyor bu cümleler…

Ama sizin para da, ne bileyim, yerlerde… Yani hiçbir şey almıyor… Bizim Azerbaycan manatı çok değerlidir…’

Önce bir şaşkınlık…

Yani Azerbaycan’dan bahsediyoruz. Kardeş ülke, pek çok konuda destek olduğumuzu söylediğimiz ülke, pek çok alanda bize ihtiyaç duyduğunu hissettiğimiz ülke… Amerika Birleşik Devletleri ya da İngiltere değil mesela…

Sonra bir kızgınlık…

Yaşadığın ülkeye dönüp bakmak ve gündemin CHP iç hesaplaşmaları üzerine nasıl da ustaca kurgulandığını gözlemlemen…

Eee…

Canım kardeşim, biz de yazdık defalarca CHP’de bir değişim şart diye, yine de yazarız yazmasına da, dolar olmuş bugün itibariyle 23 lira 64 kuruş telefon markaları ürünlerine 10 gün içinde iki kere zam yapmış, seçimden bu yana gizli gizli bir devalüasyon yürütülüyor, çok yakında ekmekten tutun da tüm temel tüketim maddelerini şimdiki fiyatının yüzde 50 daha pahalısına alacağımız aşikar. Bunun karşılığında asgari ücretin ara zammı konuşulurken, ‘Bu işi bayrama kadar bitirin!’ talimatına rağmen ilk toplantıda bir rakam bile zikredilmiyor…

Sonra da bütün bunlar sadece ekonomi haberlerinin konusuymuş gibi ülke yatıyor kalkıyor, Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu’nun yanında CHP’nin kurultay kavgasında Özgür Özel’in de eklemlenmesi ile oluşan saç ayağından ne çıkacağını konuşuyor…

Tamam canım kardeşim, konuşun, konuşalım hep birlikte, hatta CHP’ye hayatı boyunca oy vermemiş, vermeyi de düşünmeyen, çünkü sol partilere alerjisi olan ve sol görüşü paylaşan herkesin din düşmanı olduğunu düşünen yurdum insanı, siz de konuşun CHP’nin neden ve nasıl değişmesi gerektiğini…

Hatta en çok siz konuşun ki, yaşadığınız hayat aklınıza dahi gelmesin…

Akşam olduğunda evinize ekmek götürmeniz gerekmeyecekmişçesine, pazarda filenizi doldurmaya çalışmayacakmışçasına, çocuğunuzun başını okşayıp cebine harçlık vermeyecekmişçesine konuşun…

‘Vaaayyy…’ deyin, ‘Neler dedi öyle Kılıçdaroğlu… Yerine İmamoğlu gelirse bu bir projedir… Zaten Kılıçdaroğlu da bir projeydi ve işi bitmeden o koltuktan inmeyecek… Onu orada oturtanlar daha gitmesini istemiyor… CHP köylüleri sevmiyor, halka inemiyor, inemez de zaten…’

Böyle tatlı tatlı sohbetleşin aranızda…

Sonra ekmeğin nasıl olup da 10 lira olduğunu anlamadan, bir bardak çayın maliyetinin evde demlendiğinde bile 3 liraya vardığını fark etmeden, paranızın Temmuz sıcağında buz misali eridiğini idrak edemeden yaşayıp gidelim hep birlikte…

Hiç konuşmayalım, gerçek gündemin süt fiyatı olduğunu, yumurta fiyatı olduğunu, domates, soğan fiyatı olduğunu hiç konuşmayalım…

Varsa yoksa Kılıçdaroğlu İmamoğlu mücadelesi…

Oysa, tarihinde çok az seçimden sağ partilerden fazla oy alarak çıkmış sol kesimin de, bu kesimin en kapsayıcı partisi olan CHP’nin de neredeyse kemikleşmiş yüzde 20 ile 25 arasında gidip gelen oy oranı vardır ve bu oran çok az değişiklik gösterir. Bu da koalisyon durumu dışında asla ülke yönetmeye yetecek bir oran değildir.

Bunun yanında hepsi birleşse yüzde 30 gibi bir oy oranına sahip olacak Milliyetçiler ve ne yaparsanız yapın yok sayamayacağınız, oy oranı da yaklaşık yüzde 10 civarında olan Kürtler var partilileşen…

Ülkenin genelinin merkez sağ partilere eğilim gösterdiğini kabul edersek ve böyle güçlü bir partinin varlığının da yüzde 40 oy oranına sahip olabileceğini öngörürsek, yüzde 10 ile yüzde 5 arasında oyları değişecek olan dinci partilerin nasıl olup da Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmeyi konuşmak gibi bir eyleme cüret eder güce ulaştıklarını konuşabiliriz konuşacaksak…

Ama olur mu? Aslında ülkenin temel gidişatını pek de değiştirmeyecek olan Kılıçdaroğlu İmamoğlu mücadelesi temel gündem maddemiz…

Konuş kardeşim, sabah akşam, kahvede sokakta bunu konuş…

Ama bak, Azerbaycan’dan gelin gelmiş genç bir kadın; ‘Ama sizin para da, ne bileyim, yerlerde… Yani hiçbir şey almıyor… Bizim Azerbaycan manatı çok değerlidir…’ diyerek şak diye koyuyor ana gündemi önüne…

Kızıyor insan da, kime kızacağını şaşırıyor…

NOT: CHP içindeki değişim rüzgarı benim açımdan önemli. Elbette bu konuyu ele almaya ve görüşlerimi yazmaya devam edeceğim. Bu yazı, CHP’lilerin gündeminin değişim olmasına yönelik bir eleştiri olmaktan çok, bu gündem kullanılarak ülke gündeminin saptırılmasına dair bir vurgudur…

Emekli maaşı kaç dolar olacak?

Emekli maaşı kaç dolar olacak?

Uçuşuyor.

Rakamlar, formüller, hayaller..

Herkesin elinde yine bir hesap makinesi!

Şu oran olursa bu kadar zam gelir. TÜFE haziranda böyle olursa şu olur. Yok refah payı şöyle gelirse yanına bir de seyyanen zam. Oh harika!

Kısacası silindir gibi gelen enflasyonu az da olsa göğüsleyebilmek için herkes hayal kuruyor.

Temmuzda yapılacak olan asgari ücret ve emekli maaşı zamları neredeyse birinci gündem maddesi haline geldi.

Özellikle de doların seçimlerle beraber coşması sayesinde zam gelmedik ürün ve hizmet kalmayınca doğal olarak herkes maaşını da zamlı beklemeye başladı!

Asgari Ücret Tespit Komisyonu ilk toplantısını 13 Haziran’da yapacak.

İşveren kesimi pek cömert görüntü vermiyor son açıklamalar çerçevesinde.

İşçi temsilcileri ise yüksek seviyeden bir pazarlık kapısı açma gayretinde!

Kritik rakam olarak ise 500 dolar dolanıp duruyor.

Ama unutmayalım ki o geçmiş dönemde yapılmış bir açıklama.

Şu anda bakanlık koltuğunda oturmayan Vedat Bilgin tarafından telaffuz edilmiş temenni tadında bir kavram durumunda sadece!

Yani siyaseten bağlayıcılığı olan bir vaat niteliği taşımıyor.

Somut vaatler memur maaşlarında net biçimde ifade edilmiştir rakamsal bazda mesela.

Dolarla maaş gibi kabul edilmemesi gereken bir kavramın telaffuz edilmesi zaten bir belirsizlik işareti idi.

Şimdi yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı yeni hesaplar çerçevesinde bir rakamı taraflara dayatmaya çalışacak!

Kararı ise devletin zirvesi yani Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan verecek.

Çok muhtemeldir ki ilk 6 ayın enflasyonu üzerine birkaç puanlık bir refah payı eklenecek ve öyle belirlenecek yeni asgari ücret.

Yani yüzde 25’i geçmeyen bir oran ufukta belirmiş durumda! Bu durumda 10 bin 625 TL seviyesi karşımıza çıkıyor.

Oysa beklentiler dolara çoktan endekslendi. Ve 12 bine kadar giden öngörüler yapılıyor.

Ancak oy kaygısı kısmen devrede olsa da işverenin sesine de kulak verilecek. Ve orta yol bulunacak. Neticede 11 bin TL’yi geçmeyen bir rakam ortaya çıkacak!

Çalışanların umutları yılbaşına ötelenecek…

Yerel seçimler öncesi bir zam dönemi daha var sonuçta.

Yani seçim yaklaşmışken daha dikkat çeken bir zam yapılması için fırsat da yaratılmış olacak.

Diğer taraftan sayıları 16 milyona dayanmış olan emeklilerin derdi daha başka.

Onların karşısına dikilen formüller çeşit çeşit.

Verilen sözler ise biraz karışık.

Net bir rakam telaffuz etmek kolay değil!

Ama hemen herkese her gün bir rakam telaffuz ediyor neredeyse.

Net olan bir kavram var ki yasa gereği ilk 6 ayın enflasyonu yansıtılmak zorunda.

Bildiğimiz gerçeklik bu!

O rakam da henüz net değil.

Çünkü haziran ayı enflasyonu belli olmadı henüz.

Son zamlarla beraber muhtemelen ki yüzde 5 üzeri bir rakam olması lazım.

Ancak gaz illüzyonu ve mevsimsel desteklerin yanı sıra TÜİK’in marifetli hamleleri muhtemelen ki TÜFE’nin 4’ün altında kalmasını sağlayacaktır!

İlk 5 aydaki yüzde 15’lik enflasyona 4 puan ekleyip yanına 4 puan da refah payı ekledik mi iyimser hesapla yüzde 23’e ulaşırız. Bir de 7 bin 500 TL üstü maaşlar açısından kademeli ve düzenleyici bir artışın olacağı düşünülürse iyimser hesabımız yüzde 25 – 30 bandına yükselir.

Ve unutmayalım ki devletin kasası seçim harcamaları nedeniyle hayli boş!

Zıplamaya hazırlanan enflasyon nedeniyle de para basmanın yeri ve zamanı değil.

Dolayısıyla çok yüksek hayaller pek gerçekçi değil.

Mesela en düşük emekli maaşı en iyimser tahminle 9 bin 500 lira olur.

Seçimlerin hayli yakın olacağı yılbaşındaki zamma kadar sabır istenir emekliden!

O gün geldiğinde ise emekli maaşları dolar bazında muhtemel dip yapmış olacak.

Çocuklar çalışıyor, büyükler işsiz!

Çocuklar çalışıyor, büyükler işsiz!

Seçimlerden önce defalarca yazdık çarşı pazarın ateşinin düşmediğini, tencerenin kaynamadığını, çöpten toplananlarla ve pazar artıklarıyla yemek yapılır olduğunu, artan kiralar nedeniyle küçük aile yaşantısından geniş aile yaşantısına geçilerek bir evde birkaç aile yaşanmaya başlandığını…

Dar gelirli vatandaş alım gücü düştükçe böyle çarelere sarılır oldu. Hayatta kalma mücadelesi çok acı, çok keskin…

Alım gücünün düşmesi bir şeye daha neden oldu aslında. Çocuk işçilerin sayısının artmasına

Bugün 12 Haziran Dünya Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü

Anmadan, anlatmadan olmazdı.

Çünkü bence dünya bir yana, çocuklar bir yana…

Ülkemizin çocuk işçiliği açısından karnesinin çok zayıf olduğunu söylemek gereksiz bir ayrıntı olarak gelebilir size. Ben yine de bu ayrıntıyı vermek isterim.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2022 faaliyet raporunda, 2021 yılına göre 2022 yılında 15-17 yaş arasında çalışan çocuk sayısının 101 bin artışla 620 bine ulaştığı kaydedildi. Buna göre çalışan çocuk sayısı yıllık yaklaşık yüzde 20 artış gösterdi.

Aslında bu ironik başarıyı kutlamak gerektiğini düşünüyordum, ancak İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre TÜİK’in 2021 raporunda ülkemizde 5-17 yaş aralığında 720 bin çocuğun işçi olarak çalıştırıldığını görünce durumun düşündüğümden daha vahim olduğunu anladım. Çocuk işçilik yaş aralığını aşağı çektiğinizde, rakam giderek yükseliyor.

Yani biz çocuklarımızı 5 yaşından itibaren çalıştırmaya başlıyoruz!

İSİG Meclisi verilerine göre, 2013-2022 yılları arasında 96’sı kız, 520’si erkek çocuğu olmak üzere 616 çocuk işçi hayatını kaybetmiş.

Hayatını kaybeden çocuklarımızın 211’i 14 yaş ve altında. 405’i ise 15-17 yaş aralığında. Çalışırken hayatını kaybeden 9 çocuğumuz ise 4-5 yaş aralığında!

Yani çocuklarımızı çalışırken öldürüyoruz!

Çalışan çocukların yüzde 30.8’i tarım, yüzde 23.7’si sanayi, yüzde 45.5’i ise hizmet sektöründe yer alıyor…

Eğer bu rakamları korkutucu bulduysanız, size dahasını da söyleyebilirim. Çünkü resmi rakamlar son derece sadeleştirilerek bize sunuluyor her konuda olduğu gibi. Misal siz enflasyonu yüzde 150 hissederken TÜİK enflasyonun yüzde 50 olduğunu açıklıyor ya, tıpkı öyle.

Değerli TÜİK bu kez de bir buçuk milyonu bulan çırak, stajyer ve meslek eğitimi gören öğrenciyi çocuk işçi kapsamına almıyor.

Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu köşeden defalarca kez yazdığımız üzere, Milli Eğitim Bakanlığı ve sermayedarlar arasında yapılan protokoller kapsamında Mesleki Eğitim Merkezleri aracılığı ile öğrencilerin emeği, ağır sanayi başta olmak üzere birçok alanda devlet eliyle sömürülüyor.

Üstelik anketler tarım işçiliğini ve hizmet sektöründeki çocuk işçiliğini büyük oranda bertaraf etmek için bu iki alanın en yoğun çalıştığı dönemleri pas geçerek, Ekim Aralık aylarında yapılıyor. Böylece bir kez daha sadeleştiriyorlar çocuk işçiliğindeki katmerli başarımızı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ise çocuk işçiliği önlemek için gösterdiği büyük gayretler için çeyrek milyar dolarlık fon kullanıyor.

Bu paralar nereye harcanıyor?

İnsan merak ediyor doğrusu…

Çocuk işçiliğin azaltılması için değil, az gösterilmesi için kullanıldığını bana düşündürtecek pek çok sebep var önümde gördüğünüz gibi…

Ülkemizde bir yandan işsizlik oranları artarken, bir yandan çocuk işçiliğinin artmasının en önemli nedeni giderek artan yoksullaşma ve yoksul ailelerin çocuklarının çalışarak kazanacakları üç beş kuruşa muhtaç halde olmasıdır.

Madalyonunun diğer tarafında bulunan işverenin ise daha düşük ücretle işçi çalıştırmak elbette kolayına geliyor…

Tüm bu veriler ışığında, bugün konuya duyarlı pek çok kurum ve derneğin hatırlattığı gibi ben de hatırlatmak isterim;

Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda alınan karar ile ‘Çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin ortadan kaldırılmasını sağlamak için etkili acil önlemler alma ve 2025 yılına kadar her türlü çocuk işçiliğine son verme’ taahhüdüne ve tarafı olduğu ‘ILO 182 No’lu en kötü biçimlerdeki çocuk işçiliğinin yasaklanması ve ortadan kaldırılmasına ilişkin acil eylem sözleşmesi’ ve ‘138 No’lu asgari yaş sözleşmesi’ne uygun olarak çocuk işçiliği ile mücadeleyi öncelikli hale getirme zorunluluğu vardır!

Allah’tan ki, vardır…

Olmasa bütün çocuklar 5 yaşında çalışmaya başlayacaktı herhalde…

Yeni dünya düzeni ve Türkiye’nin üzerine oynanan oyunlar…

Yeni dünya düzeni ve Türkiye’nin üzerine oynanan oyunlar…

Gerçek olan şu: yeni dünya düzeninde kartlar yeniden karılıyor, bu karılma işleminde biçilen roller olacak. Kimi başrolde, kimi yardımcı rollerde kimileri de figüran rollerde olacak.

Geçmişten bugüne kadar geçen süre zarfından ülkemize biçilen rol figüranlıktı…

Ama özellikle ülkemizin milli savunma sanayiine yapmış olduğu yatırımlardan sonra figüran rolden başrol oyunculuğuna geçiş sürecinde olan ülkemizin dahili ve harici düşmanları bir anda sahneye çıktı.

Kimi Gezi kalkışması ile ortaya çıkarken kimi 17/25 Aralık sürecinde ortaya çıkmaya çalıştı.

Kimi de 15 Temmuz kalkışması ile bir şeyler yapmaya kalktı. Bunlarla başaramayanlar, kimi zaman patates ile kimi zaman da soğanla ülkemizin yolunu kesmeye çalıştılar.

Yıkabildiler mi?

Yıkamadılar ama sarsmakla yetinmek zorunda kaldılar.

Sokullu’nun dediği gibi onlar bizim sakalımızı kestiler. O sakal daha gür çıkmaya başladı…

Ya da diğer bir ifade ile;

Bu kadar öncü, büyük ve artçı sarsıntılar yaşayan ülkemiz, bu sıkıntıları en az hasarla atlattı.

Hiç düşündünüz mü?

Bu kadar sarsıntının nedeni nedir diye?

Misal Türkiye milli tankını, milli savaş uçağını, milli deniz altısını yaparsa ne olur?

En basit anlamı ile milli savunma sanayindeki ithalatı durur. Bu ithalatlar nereden gerçekleşiyor onu ben yazmayım, siz biliyorsunuz.

Ama 15 Temmuz kalkışmasının ardından kaçanların sığındıkları ya da kaçan kucak açan ülkeler hangisi derseniz o yazmadığım birkaç ülke….

Bu madalyonun ön yüzü…

***

Arka yüzünde ise neler mi var?

Türkiye ürettiği milli savunma sanayi ile aynı zamanda ihracatçı ülke konumuna yükseldi.

Üretimini yaptığı SİHA, tank ve benzeri cihazları başta akraba topluluklar ve İslam ülkelerine satışı gerçekleşirse kimin pazarında azalış olur?

Düşünün…

Peki ülkemize saldıran harici düşmanlar kim?

Aynı ülkelerin olması ne kadar tesadüf…

***

Bunlar işin endüstri ve sanayi kısmı bir de Türk dünyasında oluşan birlik çalışması var. Bu çalışmaların paralelinde Türk İMF’nin kurulması da ilave oldu.

Bir de süreçle beraber ilerleyen yıllarda Türk Dünyası para birimi yine Türk Dünyası Birliği ve sınırların ve vizelerin kalkmasını da bunun üzerine ilave edin.

Böyle bir durumda kim figüran olur, kim baş oyuncu.

Velhasılı artık Türkiye kartları dağıtan masanın ağabeyi başrolde.

Tabii ki birileri bundan rahatsız olacak.

Ama rahatsız olanlar bu ülkeyi karşılıksız sevenler olmaz…

Olanlar yukarıda yazdığım adını zikretmediğim ama okurların tahmin edeceği ülkeler olacaktır.

***

Bir de bunların yanında son zamanlarda ülkemizin enerji yatırımları ve bulduğu doğalgaz, petrol ve diğer madenlerde ülkemizin dışa bağımlılığını her geçen gün azaltıyor.

Bu da bazı ülkeleri kudurtuyor…

Olsun onlar bildiği gibi bağırmaya devam etsin…

Onlar bağıracak, bizler de işimizi yapacağız.

Kendi yolumuzda ilerlemeye devam edeceğiz…

Kafka’nın iyiliği ve ‘İsteyince oluyormuş’

Kafka’nın iyiliği ve ‘İsteyince oluyormuş’

Köklü esnaf ruhuna sahip olunca, kurumsallığı önemseyince, itibar prensip alınınca ve gerçekten isteyince; oluyormuş

Son yıllarda bir türlü aşılamayan ve hatta giderek artan “otomobil meselesi” nasıl çözülür diye itinayla kafa yormamız gerekiyor artık. Ekonomist veya hukukçu değilim fakat bu durum içinden çıkılmaz bir “suç ve istismar” paradoksuna dönüşmeye başladı.

Baksan suçlu kim belli değil ve herkes “ben mağdurum” diyor fakat işin içine girince ciddi yasal boşluklarla birlikte etik değerlerden uzaklaşmanın verdiği rehavet de net bir şekilde görünüyor…

Piyasayı şöyle kaba taslak okuyalım:

Bayide araç yok, fabrikalar ya sus pus ya da yolladım diyor, yollar araçları taşıyan uzun tırlarla dolu, bayiye gelmeyen araç her ne hikmetse ikinci ellerde arzı endam ediyor hem de sıfır kilometrede, fiyatlar “kim neyi tutturursa” tarifesinden işliyor, araç yok dedikçe vatandaş daha da hırslanıyor, hırslanan vatandaş zikredilen astronomik fiyatları hiç düşünmeden ödüyor, krediler çekilip araçlara yatırım bile yapılıyor…

Özetle neresinden tutulsa elde kalacak büyük bir sorun var araç temini ve “etik değerler” piyasasında.

Durum böyle olunca yasal düzenlemeler oturtuluncaya kadar kime ne desek boş… O halde olumlu emsallere kulak verelim istiyorum bugün.

Zira iyilik ve kötülük bulaşıcıdır, hangisini yol haritası edinip dilinize dolarsanız onu yaydığınız için ya günahı ya da sevabı size aittir.

“Kötü, iyiyi iyi tanır ama iyi, kötüyü tanıyamaz” diyen Kafka “gerçek iyinin, kötülük yapma fırsatı varken iyi kalmayı seçme kudretini gösteren olduğuna” da değinmiş vaktiyle günümüz dünyasında yaşanan bunca hengameyi ve bunca kötünün arasında iyi kalmayı tercih edenlerin yolunu aydınlatmak için…

Bu özetle Kafka’yı çok daha iyi anlamak ve anlatmak gerekiyor yoksa “ya hep birlikte olumlu değerlerimize sarılıp kurtulacağız çıkacağız ya da yine hep birlikte karanlık dehlizlerde kaybolacağız” insanlık olarak…

Araç piyasası “bir varmış bir yokmuş dönemini” yaşarken gelen araçlarını anında müşterisiyle buluşturanlar da var…

Evet yazımın başında sıraladığım değerler üzerinden “isteyince oluyormuş” diyor Odabaşı Chery Doğu-Güneydoğu Bayisi…

Türkiye pazarına yeni modelleri ve uygun fiyatlarıyla giren Chery, Doğu ve Güneydoğu’da anında alıcısına ulaşıyor…

Bölgenin köklü yatırımcısı Odabaşı Markasını, yine bölgede pek çok başlıkta gerçekleştirdiği yatırımlarıyla görüyoruz. Bölgeden kazandığını tohum misali yine bölgeye ekerek istihdamı ve kalkınmayı arttırmayı hedefleyen Odabaşı Ailesi, mevcut “off the record” araç piyasası işleyişi dışında kalmayı tercih ederek ciddi anlamda bir cesaret duruşu sergiliyor ve piyasanın ateşine adeta su serpiyor. Babadan oğula geçen ticaret anlayışını korumanın gururunu yaşayan Odabaşı hem müşterisini mutlu ediyor hem de Kafka’nın “iyilik felsefesini” yüreklere taşıyor…

Ekonominin patronu Mehmet Şimşek’e önerilerim

Ekonominin patronu Mehmet Şimşek’e önerilerim

Hafta içinde yazmış olduğum yazıda hükümete birkaç öneri sunmuştum.

Onların içerisinde özel hastanelerin sadece reçetelerini kabul edin demiştim.
Önceki gün İstanbul’da gerçekleştirilen bir operasyonda, iddiaya göre SGK’nın 63 milyon dolandırıldığı iddiası gündeme geldi.

İddianın merkezinde özel hastane ve doktorlar var.

Biz bunun çözümü olarak şunu ifade etmiştik: Özel hastanelerin sadece reçetelerini ödeyin, SGK ödemesini kaldırın demiştik.

Bunun kaldırılması durumunda benzer haberleri, iddiaları bir daha duymayız, diye düşünüyorum.

Önerimizi bugün bir kez daha hatırlatmış olalım.

***

Bu yaşanan olayın dışında bir başka gerçek ise son 20 yılda özel sağlık sektörüne yapılan yatırımlar.

Bu konuda devletimiz özel hastanelere farklı şekilde teşvik getirebilir.

Mesela bu teşviğin ana konusu yurt dışı sağlık turizmi

Yurt dışından ülkemize teşhis ve tedavi amaçlı gelen yabancı hastalardan elde edilen karlar vergiden muaf tutulabilir.

Bunu yanı sıra her 10 milyon dolarlık resmi döviz girdisine de iki yıl kullanıma açılan ilave kadro sağlanabilir. Bu kadronun kiralanmaması ve satılmaması şartı ile.

Böyle bir durumda da ülkemize ciddi oranda döviz girdisi sağlanabilir.

Yazımızın içeriğindeki sağlık turizminden normal turizme geçelim.

Bu minvalde ülkemize gelen turist sayısı ve ülkelerin bilançosu çıkarılarak farklı bir teşvik politikası uygulanabilir.

O da tur şirketlerine, tur firmalarına getirdikleri turist ve konaklama gün sayısı ile ilgili olarak doğru oranda artan teşvikler sağlanabilir.

Buradaki kıstas döviz girdileri baz alınarak düzenlenebilir.

Misal bu anlamda ortalama 2000 dolar harcayan bir turist için 10 dolar teşvik verirsen ilave 500 bin turist gelir.

Bu da ilave 1 milyar dolar gibi ilave turizm geliri demektir.

***

Bunun dışında bir başka önerim ise sigara yasağının uygulandığı yeme içme alanları ile ilgili… Bu yasağa büyük oranda uygulansa da uygulanmayan yerler var. Hatta bazı kahvelerin, çay bahçelerinin arka odaları var.

Oralarda sigara içiliyor…

İşte çözüm noktasında müşterilerine sigara içilecek alanda okey ve benzeri oyunlar oynatmak isteyen kahvehaneler, kafeteryalar, eğlence salonları, gazinolar için belli metrekareden düşük olmamak kaydı ile sigara içilebilir lisansı verilebilir.

Bu lisans bedeli için maliyeye her yıl belirli bir bedel ödenir.

Bu lisans bedeli minimum bin 500 dolardan başlar, artarak devam eder…

Böyle bir durumda kış aylarında kayba uğrayan birçok mekân yeni müşteriler kazanmış olabilir. Bunun karşılığında da ciddi gelir elde edebilir.

Elde ettikleri ilave gelirin de bir şekilde vergisini ödeyebilirler.

Bu ödedikleri vergi de hiçbir şekilde vergiden düşülmemeli.

Bununla ilgili düzenleme yapılırken bu ayrıntı da ilave edilmeli…

Bu elde edilen gelir de sürekli olacağı için ortalama her yıl 2 ile 3 milyar dolardan aşağıya düşmez diye düşünüyorum…

***

Genel olarak toparlayacak olursak;

Özel hastanelere SGK reçetelerinin kabulü şartı ile ödemelerin kaldırılması, akabinde sağlık turizmi teşvikleri, turizm teşvikleri, sigara içilebilecek alan lisansları ile her yıl ortalama en az 25 ile 30 milyar dolar tasarruf, gelir ve döviz girdisi elde etmek mümkün…

Her zamanki gibi öneri bizden değerlendirmek yetkililerden…

 

 

 

Koltuk benim, ben koltuğun, el ne karışır!

Koltuk benim, ben koltuğun, el ne karışır!

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’nu destekleyenlerin gözleri dün akşam itibariyle yine ekranlara kilitlendi. 12 gündür konuşmayan, yaşanan yenilginin ardından ciddi bir açıklama yapmayan ve örgütün ısrarı ile partinin kurultay sürecini başlatan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ilk kez gazetecilerin karşısında soruları yanıtlayacaktı.

Eğri oturup doğru konuşalım; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gazetecilerin sorularını yanıtlaması ile Kılıçdaroğlu’nun basının karşısına çıkması birbirinden çok ayrı kavramlar.

Sezar’ın hakkı Sezar’a…

Gazetecilerin ellerine tutuşturulmuş sorular yok, ‘Beni üzmeyin, konunun etrafından dolaşın’ uyarıları yok, ellerini ovuşturup ceket ilikleyenlerin yerinde kalemi kağıdı ile çatır çatır soru sorup halk adına cevap isteyen gazeteciler gördük.

İşin bu kısmı güzel, çünkü zaten Cumhurbaşkanının seçmenleri ile Kılıçdaroğlu’nun seçmenlerinin davranış beklentileri birbirinden çok farklı. Cumhurbaşkanını seçenler gücün ve korkunun dağları nasıl da titrettiğini görmeyi tercih ederken, Kılıçdaroğlu’nun seçmenleri hesap verilebilirliği görmek isteyenlerden oluşuyor.

Şimdi de sıra hesabın verilip verilmemesine gelsin o halde…

Gerçi dün akşamdan bu yana sosyal medyada yapılan paylaşımlar, dolaşıma giren videolar ve pek çok gazetecinin anlık açıkladıkları görüşleri, hesap verme çalışmasının iyice ayağa sıkma çabası ile eşdeğer olduğunun altını kalın kalın çizdi.

Ben de kendi değerlendirmemi yapıyorum şimdi;

Seçimlerden önce ‘her sandıkta şu kadar kişi görevlendirdik…’ biçimli açıklamalar yapılırken, seçimlerden sonra gelen bilgiler; ‘17 bin sandıktan veri alınamadığı’ yönünde olunca, vatandaş ‘oylarımızı koruyamadınız mı?’ demişti. Bu sorunun doğru ve tatmin edilebilir bir yanıtını alamadık dün akşam itibariyle.

Bu önümüzdeki seçimlerde muhalefetin hanesine ne yazar?

Sandığa gitmeyen bir seçmen kitlesi yazar… Oylarının korunmadığını düşünen seçmen, sandığa gitmek için zahmet etmeyebilir, mümkündür…

Doğrusunu söylemek gerekirse, CHP seçmeninin büyük bölümü ülkedeki değişimlerden en az etkilenecek kitle olduğunu sıklıkla lanse eden kesim olduğundan ve pek çok kişinin korku senaryolarına yönelik B planı olduğundan, bir koyvermişlik görülebilir…

Bence ikinci önemli soru; ‘kırsalda ve deprem bölgesinde neden muhalefetin varlığını hissedemedik?’ sorusuydu.

Zira yaşanan onca sıkıntı ve özellikle uygulanan kötü tarım politikaları nedeniyle muhalefetin en çok kırsalda etkin olması beklenirdi. Deprem bölgesini anlatmaya dilim bile varmıyor…

İlginç bir açıklama geldi Kılıçdaroğlu’ndan;

Kırsalda insanlar küçük paralarla geçinebiliyorlar, ekonomik sıkıntıyı en çok şehirlerde yaşayanlar hissediyor” dedi. Ekonomik sıkıntının etkileri açısından bakıldığında doğru bir cevap olabilir bu, ancak asıl sorunun yanıtı değil.

CHP neden ulaşamıyor kırsala?

İki seçim süreci arasındaki yıllarda CHP gibi zengin bir parti, onlarca sosyolojik araştırma yaptırarak toplumun psikolojisini, davranış biçimlerini inceleyebilirdi kırsalda.

Yakın süreçte ‘AK Parti neden kazanıyor?’ başlıklı yazımda belirttiğim bir araştırmanın sonucunun da bu konuda çok değerli olduğunu düşünüyorum; güçlüden yana tavır alıp kendini güvende hissetmek psikolojisi hakim çoğunlukla insanımızda.

Bölgedeki politik söylem, sevgi dilinden daha çok güç gösterisine yönelik olsa daha etkili olunurdu tahminime göre.

Elbette partinin seçim politikalarını belirleyen ekipler benden daha bilgili ve daha bilimsel yaklaşıyorlardır konuya, bunu ilk tur ile ikinci tur arasında hızla strateji değiştirmelerinde de gördük. Haliyle, aynen devam…

Son olarak, ‘koltuk benim, ben koltuğun el ne karışır…’ kıvamındaki tavrın daha ne kadar devam edeceğini anlamaya yönelik sorulara verilen yanıtlara da bir bakalım;

‘Neden istifa etmediniz?’

“O akşam oturup konuştuk. Nasıl bir yol yöntem izleyelim diye? Önce PM ve MYK’yı topladık. Grubumuzu topladık. Sonrada oturduk şu karara vardık: Eleştirileri aldık, baktık. Kurultay kararını aldık. Yetkiyi yine partililerimize bıraktık.

Hayır, aslında tam olarak öyle olmadı. İlk etapta istifanızı gerekli görmediniz, hatta MYK’nın istifasını da gerekli görmediniz. Bu konudaki kulis bilgileri çok sağlam. Ancak örgütten ciddi bir baskı gelince, MYK’nın istifasını istediniz. Yetmedi, mecburen kurultay takvimini açıkladınız.

Bence seçim sonuçlarını aldığınız ilk akşam;

Onurlu bir mücadele verdik, ancak istediğimiz sonuçlara ulaşamadık, makamımızı genç arkadaşlarımıza devretmenin ve tecrübelerimiz ile partiye katkı sunmanın zamanı gelmiştir” diyen bir açıklama yapsaydınız.

Bugün kahramandınız, bugün herkesin ‘istifa et!’ diye bağırdığı adam değil ‘Kemal dede…’ dediği adamdınız…

Buraya kadar hem fikirsek, sanıyorum süreci benim gibi yakından takip eden herkesle hem fikirizdir, bundan sonrasına da bir bakalım;

‘Kurultayda aday olacak mısınız?’

“CHP Genel Başkanları için adaylık önce gelmez. İlk önceliğimiz ülkemiz, sonra partimizdir. Sonra Genel Başkanlık gelir. Aday olup olmamamın bir önemi yok. Ben adayım demem. Genel başkan seçimli bir kurultay olacak. Ben bugüne kadar hiç çıkıp ben adayım demedim. Bu partinin yetkili organları karar verecektir.

Teşekkürler…

Yani sizi aday gösterecekler ve bu durumda ya tek adaylı bir kurultay göreceğiz ya da CHP’lilerin hep söyledikleri gibi; ‘Bu yapı ile Kılıçdaroğlu’nun karşısında Atatürk gelse kazanamaz’ biçimli bir yarış bizi bekliyor olacak…

Gerçekten çok demokratik… Örgütleri doğrudan genel başkanına bağlı bir parti yapısında CHP bir kişi partisi olmaktan giderek uzaklaşıyor…

Not olarak vurgulamak gerekir, eğer partide genel başkanlık makamı dahil ciddi bir değişime gidilmezse, önümüzdeki yerel seçimler için çalışacak örgüt de oy vermeye tenezzül edecek seçmen de bulamayabilirsiniz…

 

 

Bursa bıçakları bileniyor…

Bursa bıçakları bileniyor…

Bıçak konusu hassas olduğum konulardan biri. Ben bunu biraz, Bursalı olmaya bağlıyorum. Vakti zamanında üniversiteyi Ankara’da kazandığımda, biraz da kendimi korumak amacıyla, ilk çakımı Bursa’nın bıçakçılar çarşısından almıştım.

Ben çakıyı meyve kesmek dışında hiç kullanmadım çok şükür, ama çok da güzel meyve keserdi benim çakım…

Hemşericilik duygularının öne çıktığı ve korunma ihtiyacınızın yoğun olduğu zamanlarda memleketinizin her değerine sıkı sıkıya sarılırsınız, benim çakım da Bursa çakısı olduğundan olsa gerek, övünç kaynağımdı.

Anlayacağınız, bıçakçılık benim çocukluk ve gençlik dönemlerimde Bursa’da meşhurdu, şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş bu sektör, tıpkı kestane şekeri ile meşhur Bursa’nın tüm Uludağ yolu boyunca uzanan kestane ağaçlarının hastalanması ve kestane şekerlerinin artık Bursa kestanesinden yapılmaması gibi elimizden kayıp giden bir değer oldu sonradan ne yazık ki.

Şimdi yeniden canlandırılmaya çalışılan sektör bu kez dünyadan örneklere gözünü dikmiş, onlar gibi yaparak başarıya ulaşmak, önce Bursalılara, sonra Türkiye’ye ardından da tüm dünyaya Bursa bıçağını yeniden tanıtmak derdindeler.

Şehrimizin bıçakçılıkta önemli bir markası var aslında, ancak geçmişi 1326 yılına dayanan, sadece bıçak değil ürettiği kama ve kılıçlarla da savaşlar kazanılmasına vesile olan sektörün tek markası olmamalı elbette.

Müzeler Şube Müdürlüğü, Bursa Bıçakçılığının ihtişamlı tarihini ve tanımını sektöre tekrar kazandırmak adına yarışma ve fuar gibi etkinliklerin yer aldığı renkli bir festivale hazırlanıyor.

Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, festivalin tanıtım toplantısında hedeflerini kendine has cümleleri ile şöyle özetledi;

Bıçak konusunu da kafaya taktık. Şehirde gerçek manada bir ekonomik değere dönüşmesi için, yani göstermelik bazı organizasyonlarla değil, bir ekonomik değere dönüştürmesi için, Bursa olarak bir farkındalık oluşturmak için, sürdürülebilir etkinliklerle güzel çalışmalara hep beraber imza atacağız”

Festivalin altyapısı hazırlanmadan önce Fransa’da bir fuara katılmış Bursa’nın bıçakçıları. Avrupa standartlarında bu işlerin nasıl yapıldığını gözlemlemek, uluslararası arenada bulunmanın deneyimi tartışılmaz bir kazanç sektör için.

Bıçakçıların asıl amaçları, elbette sektörlerini dünyadaki bıçak üretim pastasının bir paydaşı haline getirmek.

Konu tamamen ekonomik yani.

Ancak bu ekonomik üst yapıyı kültürel bir altyapı ile yani 700 yıllık bir geçmiş ile desteklemedikleri sürece amaçlarına ulaşamayacaklarının farkındalar.

Festival bunun için hazırlanıyor.

Oldukça da renkli bir gündemi var festivalin. Çocuklardan büyüklere pek çok kesimi cezbedebilir diye düşünüyorum.

Organizasyon için Bursa Büyükşehir Belediyesine teşekkür eden bir konuşma hazırlayan Pirge Yeşilyayla Kesici Aletler Şirketi sahibi Ömer Pirge, çok önemli bir tespitte bulundu sektör açısından;

Bıçakçılığın dünü kültür, bugünü endüstri ve zanaat, yarını ise eğitim ve teknoloji olacak

İşte konunun tam manası ile özeti bu cümlede yatıyor. Üstelik sadece bıçakçılık için değil Bursa deyince aklımıza gelen ipekçilikten tutun da meyve üreticiliğine kadar tüm alanlar için bu böyle…

Bir de güzel haber var Pirge’den; Dünya Bıçakçılar Birliği Türkiye’nin başvurusunu değerlendiriyor şu sıralar. Birliğe Türkiye’nin de kabul edilmesi söz konusu anlayacağınız.

“Kaç paralık sektörsünüz, bir onu anlayalım önce…” diyerek başlamış festivalin hikayesi…

Hem ülke içinde hem de şehir içinde küçük bir endüstri olarak değerlendirilen bıçakçılık aslında ithalatı yoğun bir endüstri olduğundan, ithalatın daraltılması ile ülke içinde daha rahat pazar yakalayabilecek bir sektör.

Birkaç açmaz daha var bıçakçılığın elini daraltan.

Örneğin; Bursa bıçağını diğer bıçaklardan ayıran bir özel biçim ya da bir özel sembol olmalı ki, zaman içinde o şekli ya da sembolü görenler, ‘Bu Bursa bıçağıdır diyebilsinler’ önerisi bence çok değerliydi. Üzerinde çalışılması gereken konulardan biri.

Bir diğer açmaz ise bıçak sektörünün hammaddede dışa bağımlı olması. Pandemi sürecinde ülkelerin ekonomilerini önce kendi iç piyasalarını memnun etmek üzere kapattıklarını ve artan miktarı ithalata açtıklarını biliyoruz. Bıçakçılık sektörü de bu kısıtlamalardan nasibini almış.

Öyleyse ne yapmak lazım, bir an önce hammadde açısından dışa bağımlı halden kurtulmak lazım.

Toplantının son konuşmaları ise bence tanıtım için hazırlanan bültenlerden daha gerçekçi, daha canlı ve daha içtendi.

Misal, önümüzdeki yıl ikincisi düzenlenecek olan gastronomi festivaline bundan sonra katılım sembolik de olsa bir ücretle olacak gibi görünüyor.

“Eğer böyle yapamazsak bu festivaller bir panayır havasında sen ben bizim oğlan birbirimizi ağırladığımız organizasyonlar olur” diyor başkan Aktaş.

Belki küçük üreticileri ayrı tutarak uygulanabilir bir düşünce bence de. Sonuçta neye para veriyorsak o daha kıymetli oluyor…

Komisyon başkanları ve bakan yardımcıları kim olacak?

Komisyon başkanları ve bakan yardımcıları kim olacak?

Cumhurbaşkanlığı Kabinesi açıklandı, herkesin merakı giderildi.

Şimdi merak edilen konuların başında bakan yardımcılarının kim olacağı geliyor.

Bir başka merak konusu ise TBMM’deki komisyon başkanlıklarına kimlerin seçileceği.

Hatırlatmakta fayda var:

TBMM’de 17 daimî komisyon bulunmakta.

Komisyonlara, tabiri caiz ise TBMM’nin Bakanlar Kurulu benzetmesini yapabiliriz.

Zaman zaman farklı komisyonlar da açılabiliyor…

Ama TBMM’de sürekli var olan daimi komisyon sayısı 17.

Yine Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde de 17 bakanlık bulunmakta.

Düz mantıktan gidince önceki dönem bakanlık görevinde bulunan, bu dönem milletvekili olarak görev yapan 15 isim bulunuyor.

Önceki Cumhurbaşkanlığı Kabinesinden Turizm ve Sağlık Bakanları, diğer bir ifade ile iki isim aday olmamış, onlar tekrar bakan olarak atanmış idi. Bu ayrıntıyı da hatırlatmış olalım.

Böyle bir durumda ilk akla gelen, geçen dönem bakan olan 15 ismin komisyon başkanı seçilmesi muhtemel gibi gözüküyor.

Geriye daimî anlamda sadece iki komisyon kalıyor.

Bu iki komisyona Cumhur İttifakı’nın diğer ortağı MHP’den mi başkan seçilir, eğer bu seçenek olmaz ise aklımıza ilk gelen iki komisyona da önceki dönemlerde bakanlık yapmış, şimdi milletvekili olarak görev yapan Faruk Çelik gibi tecrübeli isimlerden birileri mi seçilir?

Bunu hep beraber göreceğiz…

Bizim temennimiz Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’nde Bursa bakanlık düzeyinde temsil edilmedi, en azından komisyon başkanlıklarında bir veya birden fazla sayıda temsil edilir.

Bunun yanı sıra önümüzdeki günlerde atamaların tamamlanacağı bakan yardımcılıkları görevleri bulunuyor.

Kulislerde isimler dolaşıyor.

Bursalı isimler noktasında birkaç isim öne çıkıyor.

Onlardan ilki, Sağlık Bakan Yardımcılığı… Bu göreve Mustafa Esgin atanırsa sürpriz sayılmamalı…

Yine Zekeriya Birkan’ın Adalet Bakan Yardımcılığı görevine tekrar atanması da kulislerde bekleniyor.

Bunların yanı sıra önceki dönemlerde büyükelçilik görevinde bulunan ve Bursa Milletvekili olarak görev yapan Tülin Erkal Kara da bakan yardımcısı olursa şaşırmamak gerekir!

Öte yandan, önceki dönem Bursa Milletvekili Hakan Çavuşoğlu’nu da ilerleyen günlerde etkin bir görevde görme ihtimalimiz oldukça yüksek.

Bursa özelinden birkaç isim daha kulislerde dillendiriliyor.

Teyit aldıktan sonra onları da yakın bir tarihte kaleme alırız.

Neticede hem komisyon seçimleri hem bakan yardımcısı atamaları fazla uzamadan üç vakte kadar sonlandırılacak.

Biz bekleyip, takip edelim, sonra yazarız.

Zam yağmuru ve maaş bilmecesi

Zam yağmuru ve maaş bilmecesi

Mevsim yağmur mevsimi.

Barajlar doluyor.

Ama suyla değil zam yağmurlarıyla!

Mevsim normallerinin çok ötesinde, çok yoğun bir zam yağmuru ile hatta sağanakla karşı karşıyayız.

Eskilerin meşhur deyimi ile iğneden ipliğe her şeye zam geldi geliyor ve gelecek.

Nedeni çok basit.

Olağanüstü atmosfere şaşıracak bir taraf yok.

Çok uzun süre sabit tutulan ve olması gereken yere doğru gidelim gitmesine izin verilmeyen dolar artık serbest.

Hal böyle olunca da fiyat etiketlerini değiştirme yarışı başlayıverdi.

Çünkü ithalat cenneti olan ülkemizde doların etkilemediği ürün ve hizmet yok gibi.

Doğrudan ya da dolaylı illa ki bir dolar girdisi kendini öyle ya da böyle hissettiriyor!

Şayet ki dolardan etkilenmeyen bir ürün veya hizmet varsa kenarda köşede onlar da fırsatçılar sayesinde “dolar mazeretli” olarak zamlanmanın yolunu tutmaya başladı bile.

Dolardaki yukarı hareket aniden olunca yansıması da güçlü oluyor elbet.

Yansımanın akaryakıt fiyatları üzerinden maliyet anlamında ikincil bir etkisi olduğu da unutulmamalı.

Dolayısıyla yoğun biçimde seçimlerin ardından başlayan fiyat hareketleri özellikle haziran ayında hız kazandı.

Fiyat ayarlamaları yapılırken dövizdeki artışın nereye gideceğini öngörerek bir hazırlık yapıldığı da aşikar.

Aynı zamanda temmuz ayında yapılacak ücret artışları da maliyet kalemlerine şimdiden yansıtılıyor doğal olarak.

En azından 3 temel ve ciddi nedenle maliyetler ve fiyatlamalar artışa geçti.

Kısa zamanda durulma şansı da yok gibi.

Çünkü doların belli bir istikrar kazanması zaman alacak. Ve bir geçişkenlik süresi de söz konusu. Enflasyonist beklentilerdeki bozulma psikolojik baskıyı da artırmakta.

Talep sürdüğü sürece her fırsatta etiket değişimi gerçekleşecektir.

Vatandaş geçen yılın büyük bölümünde olduğu gibi eline geçirdiği her kuruşu alışverişe yöneltecektir bu atmosferde.

Dolayısıyla bir kısır döngü olarak talebin canlılığı enflasyonun da canlı kalmasına neden olacak gibi görünüyor!

Faizlerin yükselişe geçmiş olması dolaylı bir fren etkisi yaratabilir.

Ancak yüksek enflasyon korkusu faizin göz ardı edilmesine de yol açacak bir baskı yaratmaktadır.

Ekonomi yönetiminin atacağı adımların çok ince ayarlı olması ve beklenti yönetimini ciddi biçimde karşılaması gerekiyor.

Özellikle alım gücü tükenmiş olan dar gelirli için çok daha zor günler kapıda çünkü.

Dolarda son bir aydır gerçekleşen yüzde 20 devalüasyonun üzerine rahatlıkla bir 10 puan konulacaktır haziran sonuna kadar!

Birebir fiyatlara yansıması mümkün değil elbette. Çünkü maliyetlerin lira bazlı olanları da var.

Ama asgari ücret artışı da dikkate alındığında enflasyon üzerinde üç aylık dönem için en az yüzde 20 aralığında bir baskı oluşması söz konusu.

Dolasıyla özellikle temmuz ayında açıklanacak olan haziran enflasyonu kritik önemde.

Çünkü memur ve emeklilerin maaş zamları da asgari ücretteki tespit de enflasyona bağımlı.

Mevsimsel avantajın yanında doğalgaz avantajı TÜFE’deki yükselişi sınırlamaya aday olsa da haziran yüksek bir enflasyona sahne olacaktır.

Ancak, eğer ki aylık bazda yüzde 5’in altında bir rakam açıklanırsa TÜİK’i özel olarak alkışlamak elzem olacak! Maaş artışlarını sınırlamadaki başarısı nedeniyle…

CHP bölünür mü?

CHP bölünür mü?

Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi…

CHP’de beklenen çatırtılar kopuyor. Ses öylesine yüksek ki, bizim gibi sıcak siyaset üstüne kulis bilgiler aktaranlar için başka yöne bakma şansı dahi tanımıyor.

Seçim öncesi süreçte, sabırlı bir homurtu ile gürül gürül gelen sesi de duyuyorduk elbet, ancak bu kez işler biraz daha çıkmaza doğru gidiyor.

Belki de içinden başka başka şeyler çıkarmaya doğru…

Genelden başlayalım önce;

Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimlerden önce Fatih Altaylı’ya yaptığı bir açıklamada;

“Bu benim ilk ve son cumhurbaşkanlığı adaylığımdı. Bir daha cumhurbaşkanlığı dahil, herhangi bir pozisyona aday olmayacağım” dediği konuşuluyor bugün. Seçimlerden önceki görüşler seçimlerden hemen sonra, koltuk gerçekten sallanmaya başlayınca değişiklik gösterebiliyor ne yazık ki…

Çünkü böyle bir açıklamada samimi olmanın gereği seçimin kaybedilmesi durumunda istifa etmektir. 9 cumhurbaşkanlığı seçimi kaybetmiş bir genel başkan ve ana kadrosunun böyle erdemli bir hareket içinde olması beklenir.

Sözcü Gazetesi’nden İsmail Saymaz’a açıklamalarda bulunan İstanbul Milletvekili Engin Altay da bu konuda beni destekler sözler söylemiş. İki cümlesini çok dikkat çekici buldum;

Seçimi kaybettiysek benim gibi arkadaşların bir kenarda durmasını bilmesi lazım diye düşünürümBu MYK ile biz yerel seçimlere mi gideceğiz, gözünü seveyim!”

Adeta örgütün sesini duydum bu iki cümlede…

Özellikle Bursa’da örgüt de genel seçimlerde pek de iyi sınav verememiş olan il yönetimine yönelik aynı cümleleri sarf ediyor. ‘Bayrak vermedi, afiş vermedi, broşür vermedi, araba vermedi… Bizi yalnız bıraktı il’ cümleleri havada uçuşuyor…

Ancak seçimlerden hemen sonra parti tabanına empoze edilmeye çalışılan görüşün, kurultaya gitmek için yerel seçimlerden sonrasını beklemek gerektiği olduğunu unutmamak lazım.

Bu görüş tutmayınca, kurultay takvimi mecburen açıklandı.

Bir önceki yazımda, CHP içindeki, örgütü de rahatsız eden, ‘Alevi yapılanma’ adı verilen kadrolaşma hareketine karşılık partisine kırılan, partisinden uzaklaşan ‘ulusalcı kanat’ ya da ‘Atatürk milliyetçisi’ olarak tanımlanan gurupların baltalarını bilediklerini ve yeniden sahalara dönmek üzere delege seçimlerinden başlayarak mücadeleye hazırlandıklarını belirtmiştim.

Naçizane görüşüm CHP çatısı altında tüm bu iddialı grupların güzel ve adil bir karışım yaparak toplumu kucaklayan, bir kesimi ötekileştirmeyen, yepyeni bir yapılanma oluşturması, dolayısıyla da örgüte bir canlılık gelmesi yönündeydi.

Ancak siyaset hiç de benim çiçek, böcek, insanları sevelim… kabilinden söylemlerimle bağdaşan bir yapı içermiyor. Kurtlar sofrasında benim kır çiçeği tadındaki söylemlerime yer yok…

Kıran kırana bir mücadele bizi bekliyor, hem Bursa özelinde hem de Türkiye genelinde.

İlk savaş delege seçimlerinde verileceğinden; bahsettiğim, bir araya gelip aynı siyasi parti çatısı altında politika üretmeleri mümkün olmayan bu iki yapıdan hangisinin daha baskın geleceğini de delege seçimlerindeki ağırlık belirleyecek.

Dananın kuyruğunun kopacağı yer de tam burası olacak.

Delege seçimlerinin ardından CHP ikiye bölünebilir

Belki biraz iddialı, ancak kulisler bu ihtimalle çalkalanıyor şimdilerde.

Tıpkı SHP- CHP ayrımı gibi bir süreç bizi bekliyor olabilir.

Yanlış duymadınız, iki ayrı siyasi partiden bahsediyorum.

Bir diğer taraftan da Ekrem İmamoğlu’nun adaylığının giderek daha ciddileşmesiyle bağdaştırılan CHP’yi ANAP yapma projesinin devreye girdiği iddiaları konuşuluyor.

İşin bu yanından bakacak olursak, İmamoğlu’nun genel başkanlığında bir CHP’nin sol çizgiden biraz daha uzaklaşarak merkeze biraz daha yaklaşacağını kestirmek güç değil.

Gelecekte böyle bir gelişme öngörüyorsak da parti içindeki ulusalcı kanadın CHP çatısı altında kalacağını, Alevi kadrolaşmanın ise yeni bir parti kurma ihtimalinin oluşabileceğini söylemek hayalcilik olmaz sanırım.

Son derece mezhep ayrımcı cümleler kurarak durumu tariflediğim için kusura bakılmasın. Tarafların karşı cepheyi böyle adlandırması nedeniyle mecburen kurulan cümleler benimkiler.

Tüm bunlar bir yana CHP’nin Bursa’daki en büyük endişesi ise önümüzdeki yerel seçimlerde Nilüfer Belediye Başkanlığını da kaybetme ihtimali!

Çünkü küskün CHP seçmeninin oy verebileceği başka alternatifler de var artık.

Tıpış tıpış zamanları sona yaklaşıyor

Önümüzdeki kurultay sürecinde ilçe başkanlıklarına ve il başkanlığına kimler aday olur diye soracak olursanız şimdilik pek ortalıkta dolaşan isim yok gibi. Herkes delegenin ağırlığına göre aksiyon almak peşinde.

Yani isim konusunda çok da belirgin bir durum yok…

Süreci takip edeceğiz elbette.

Daha işin çok başındayız…

AK Parti kulislerinde neler konuşuluyor?

AK Parti kulislerinde neler konuşuluyor?

Önümüzdeki günlerde, Kurban Bayramı sonrasında, teşkilat içi seçimlere başlayacak AK Parti’de bugünlerde yanıtı aranan soruların başında, kimlerin kongrelerde ve yerel seçimlerde devam edip etmeyeceği geliyor.

Kulislerden elde ettiğimiz bilgilere göre, belediye başkanlarının bazılarının, görev süresi sonunda aday olmak istemedikleri ifade olunuyor. Öte yandan, yine bazı ilçe başkanlarında ise bayrak değişimi olmasının daha faydalı olacağı şeklinde görüşler ortaya atılmış durumda.

Ama her halükarda bir değişimin, yenilenmenin olacağı gerçek.

Bunun yanı sıra merak edilen bir başka konu da AK Parti Bursa İl Başkanı Davut Gürkan’ın durumu…

Gürkan, yeni dönemde devam etmek isteyecek mi?

Ya da genel merkez Gürkan ile devam edecek mi?

Bu sorular da gündemi belirli bir süre meşgul edecek.

Gürkan’ın göreve devam etmemesi durumunda yönetim içinden birkaç ismin başkanlık için öne çıktığını da ifade edelim.

Bunun yanı sıra son genel seçimlerde aday ya da aday adayı olan bazı isimlerin de başkanlık için nabız yokladığı bilgisi kulislerde konuşulmaya başlandı.

Bunun dışında konuşulan diğer bir konu ise geçmiş dönemde görev yapmış il başkanlarından ya da milletvekillerinden birine başkanlık görevinin de verilebileceği…

Bunlar şimdilik kulislerde konuşulanlar.

Bir de konuşulmayanlar var.

Bursa’da bakan yardımcılığı beklentisinde olanlar.

İlçe başkanlığından il başkanlığına terfi etmek isteyenler.

Belediye meclis üyelikleri için şimdiden nabız yoklamaya başlayanlar.

Bunlarla ilgili olarak da önümüzdeki günlerde birkaç yazı kaleme alacağız.

Biz süreci şimdiden takip etmeye başladık.

Bekleyip, görelim neler olacak?

AK PARTİ’DE İLGİNÇ İSTATİSTİKLER

AK Parti’de kuruluşundan itibaren görev yapan il başkanlarını bir hatırlatalım.

Şevket Orhan ile başlayan süreç, ardından Mehmet Tunçak, Hayrettin Çakmak, Sedat Yalçın, Nagip Vardar, Cemalettin Torun, Ayhan Salman, Davut Gürkan

Öte yandan, görev yapan 8 il başkanının yanında, arada Murat Akdeniz ve Cafer Yıldız’ın vekalet dönemini de unutmayalım.

Toplamda 10 ismin görev yaptığı il başkanlığında milletvekili aday adayı olmayan isim yok.

Amma velakin, milletvekilliği nasip olan isim sayısı sadece dört…

Diğer altısına bu görev nasip olmamış.

Keza bunun yanı sıra diğer bir ayrıntı da ilçe başkanlığından milletvekilliğine terfi edenler…

Refik Özen, Zafer Işık, İsmail Aydın, M. Emin Tutan, Ali Koyuncu, Sedat Kızılcıklı

Onun da altı olduğunu ifade edelim.

Bu açıdan bakınca ilçe başkanları il başkanlarına göre önde…

Bunun yanı sıra İl Genel Meclisi ve Belediye Meclisi Üyeliklerinden milletvekilliğine geçenlere baktığımızda ise Hüseyin Şahin ve Atilla Ödünç ismi öne çıkıyor.

Gençlik kolları başkanlığından milletvekilliğine terfi eden tek isim Ahmet Kılıç

Kadın kollarından milletvekilli adayı gösterilmeyen tek bir isim var, o da kurucu kadın kolları başkanı Semra Döner

İlçe Belediye Başkanlığından milletvekilliğine geçen isim yok, fakat milletvekili görev süresi bittikten sonra belediye başkanlığına geçen tek isim var, o da Mustafa Dündar.

Bunları neden mi yazdım?

Önümüzde yerel seçimler ve öncesinde kongre süreci var.

Kim nereye aday olmak istiyorsa bu istatistiki bilgileri hatırlasın diye…

Altında bin 800 TL’nin yolu açıldı

Altında bin 800 TL’nin yolu açıldı

Dolar coştu.

Rekor serisine bir günde yüzde 7’lik primi de ekledi.

Ama dolar rekor coşkusunu tek başına yaşamıyor!

Coşan dolar, altını da taktı koluna rekor üstüne rekora kırıyorlar.

Ancak yine de gözler öncelikle dolarda. Dolarda olması da normal aslında.

Çünkü bankalardaki mevduatın çoğu doğrudan dolar hesabı ya da kur korumalı mevduat olarak dikiliyor karşımıza.

TL’den çok doların seyri ekonomik barometre niteliğini kazanmış durumda!

Fiyatlamalar yine dolar bazlı oluyor. Dolarla hiç ilgisi olmayan ürün ve hizmetlerde bile.

Artık asgari ücret bile dolar bazında telaffuz edildiği için haliyle tüm millet de dövizde olduğuna kilitleniyor.

Ama kapıda düğün dernek mevsimi var. Haliyle hem tören sahipleri hem de takı takmak zorunda olanlar hayli endişeli altındaki gidişattan!

Altın borcu olanlarda kan ter içinde gidişatı seyrediyor.

Yüzleri gülenler ise altına yatırıma cesareti ve parası olanlar oldu.

Çünkü aylardır yazılarımda ve yayınlarımda uyardığım senaryolar, altın piyasasında bir bir gerçeğe dönüşüyor.

Ons fiyatın 2 bin dolar civarı hareketlerinde iç piyasanın da rekor hazırlıkları yaptığını ifade etmiştim.

Ve özellikle seçim sonrasında dolar/TL’nin yukarı yönlü hareketinin hız kazanacağını defalarca belirtip gram fiyatın da yeni rekorlara imza atacağını net biçimde kaydettim.

Özellikle  bin 300 liraya doğru yaklaştığında gram fiyatın bin 500 TL’ye doğru gideceğini vurgulamıştım.

Gerçi bu kadar kısa sürede ben de beklemiyordum açıkçası.

Bir hafta, on gün sonrasına dönük beklentiler daha güçlüyken dolardaki son atakla neredeyse bin 500 liraya yaklaşan rekor altın fiyatı ile karşılaştık!

Peki ya bundan sonra?

Önceki altın ve dolar öngörülerim çerçevesinde daha önce telaffuz ettiğim yeni tarihi zirvelere kapının aralandığını söylemek mümkün.

Nasıl mı?

Dolar/TL’nin 25 lira seviyesine kısa sürede geleceğini vurgulamıştım.

Yıl sonuna kadar da 28 liranın rahatlıkla görülebileceğini ancak siyasi kaygılarla daha yukarısının çok da gerçekçi olmadığına dair tespitlerim oldu.

Bu kur senaryoları çerçevesinde gram altın fiyatının onstaki dalgalanmaya rağmen bin 800 lira civarına kadar bu sene içerisinde çıkabileceğini belirttim!

Ancak, önce bin 550 – bin 600 TL civarında bir direnç söz konusu olacaktır.

Orta vadede onsun yukarı hareketi de kısmen gündeme gelecektir. Kur etkisi de dikkate alındığında 2024 ortalarına kadar gram fiyatı 2 bin lirayı aşmış olur!

Son hareketlilikle birlikte bin 467 TL’lik rekora ulaşan gram fiyatın eski hızında olmasa da yükselme potansiyeli net biçimde görülmekte.

Dolayısıyla yatırımcıların hala altın trenine binme fırsatı mevcut.

Onsta geri çekilme opsiyonlarının gram altını frenlediği ve kurun rahatladığı dönemler, alım fırsatı yaratabilir.

Ve unutmayalım ki altın uzun vadeyi sever.

Sözün özü; arada bir soluklansa da yeni rekorlar uzak değil.

CHP’de seçim süreci çetin geçecek

CHP’de seçim süreci çetin geçecek

Cumhuriyet Halk Partisi’nde kurultay sürecinin kaçınılmaz olduğunu, çünkü örgütün çok uzun zamandır delege seçimlerinden tutun da ilçe kongreleri ve il kongreleri ile birlikte büyük kurultaya kadar gitmek için beklediğini daha önceki yazılarımda belirtmiştim.

Dün akşam saatleri itibariyle CHP kurultay takvimini açıkladı.

Takvime göre, delege seçimlerinin de yinelenecek olması örgütün en çok istediği alt başlıklardan biriydi. Bence iyi de bir gelişme olarak yorumlanabilir.

Böylece parti içinde sürekli tekrarlanan, ‘Mevcut delege yapısı ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısına Atatürk çıksa seçilemez…’ kabilinden söylemlerin Kılıçdaroğlu’nun yönetici yapısına zarar vermesinin de önüne geçilmiş olur.

Biz belki Bursa kulislerinden alıyoruz bilgileri, ama bu bilgilerin ülke genelindeki tüm örgüt yapılarına uyarlanması mümkün, zira istenen, değişimin gerçekçi ve kökten olması.

Mevcut yapı sadece seçmenin üzerinde değil partililerin üzerinde de yinelenme ihtiyacını hissettiriyor anlaşılan.

Değişim çağrısını ilk dillendiren ve ardından ‘genel başkanlığa mı oynuyor?’ soruları ile ismi sıkça konuşulan kişi olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, bugün yine dikkat çeken açıklamalar yaptı. Öne çıkan birkaç cümleyi alıntılamadan genel siyasete ilişkin yazmak çok doğru olmaz.

9 yılda 3 kez cumhurbaşkanlığı seçimi kaybettik. Bu seçimden sonra da aynı şeyleri yapıp yol yürüme gafletine kapılamayız…

Genel merkezinden, en ücradaki örgütüne kadar muhasebe şart…

Değişim anlayışını en güçlü şekilde talep eder durumdayım. Yoksa değişimin bir kurul, heyet değişimi ile olmayacağını hepimiz biliriz. Değişim ihtiyacını ben tariflemiyorum, toplum istiyor. Kulak tıkayarak yol yürümek olmaz. Her kesimin ne istediğini anlamamız şart…

İdeallerim uğruna her hususta görev almaktan asla çekinmem. Demokrasinin bir neferi olarak her kavrama dönük mücadeleyi en üst seviyede vereceğim. Konuştuğumuz şeyler bunlar, süreci takip ediyorum…”

Kaybedenin gitmesi gerektiğinin altını çizen ilk cümlenin ardından gelen cümlelerin hepsi değişime kulak tıkamanın ya da küçük birkaç taşı oynatıp binayı yeniden inşa ettiğini düşünmenin anlamlı olmadığının altını çiziyor.

Anlaşılan o ki, önümüzdeki süreçte Ekrem İmamoğlu’nu CHP’nin genel başkan adayı olarak göreceğiz.

Bu kısımda akılları karıştıran hususlar da yok değil.

Siyasi yasak meselesi, İBB’nin yönetiminin ne olacağı meselesi, önümüzdeki yerel seçimlerde sürecin nasıl işleyeceği meselesi gibi…

“Kervan yolda dizilir, bu süreçler kolay şekilde çözülür ve karara bağlanır. Mühim olan değişimi gerçekleştirmek…” diyor İmamoğlu.

İmamoğlu’nun bu çıkışına karşılık CHP, yeni MYK üyelerinin ortak mutabakatıyla tüzükte değişikliğe giderek milletvekili adaylarının artık ön seçimle belirlenmesine karar verdi.

Bu kararla ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var, ‘Kendi üyelerinin bile içine sinmeden oy verdiği listelerden CHP’nin kurtulma ihtimali nihayet doğmuştur…’

Ancak bir yerlerde hala bir hata yapıldığı kanaatindeyim.

Partinin Sosyal Medya Yönetiminden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Eren Erdem de bugün bir basın açıklaması yaptı ve bahsettiğim ön seçim kararını duyurdu. Duyuruyu yaparken kurduğu cümle ilginç bir biçimde başlıyordu;

Sayın Genel Başkanımızın takdiriyle Genel Merkezimizde çalışmalarımızı başlatmış bulunuyoruz…”

Bu cümleden yola çıkarak söyleyebileceğim tek bir şey var, kazanana benzemeye çalışmak muhalefete kaybettirecektir.

Aman ha, bu yanlışa düşülmesin…

Çünkü bir ürünün aslı varken, taklitlerine kimse dönüp bakmaz. Hadi baktı diyelim, onun taklit olduğunu her biçimde bilir. CHP’de son dönemde duymaya başladığım cümle girişi olan “Sayın Genel Başkanımızın takdiriyle…” biçimi bence hiçbir CHP’linin içine sinmez.

Bu arada şunu da belirtmek lazım, Bursa CHP örgütünde değişim rüzgarları pek çok yere göre daha çetin esiyor. Delege seçimlerinde başlayacak mücadelede de gözlemleyeceğimiz önemli bir ayrıntı var ki, o da şudur; CHP’nin Bursa’daki eski ağır topları, yeni parti yapısına küskün isimler bir kez daha partilerinde görev almak üzere hazırlanıyorlar.

Bundan sonraki süreç çok daha çekişmeli geçecek, ama ortaya herkesi kucaklayan bir CHP çıkacak diye düşünüyorum…

Bırakın Allah aşkına şu ‘takdiriyle, tensipleriyle…’ gibi lafları. CHP’de öneriler olur, öncülükler olur, uyarılar olur…

Halka inmenin yolu buradan geçmiyor…

Yeni hükümete birkaç önerim

Yeni hükümete birkaç önerim

Gerçek olan şu: Hükümet kuruldu, şimdi icraat zamanı.  Bu icraatlara geçebilmek için gelirin artması, giderlerin azalması gerekiyor.

Ya da en azından gider kaleminin sabit kalması…

İşte bu açıdan, hem ekonominin işlemesi hem de elle tutulur gözle görülür icraatlar için alınması gereken bazı acil kararlar var.

Bu kararlar alınırken de bütçenin acilen dolması gerekli.

Bu gerçek yaşanırken, devletin bütçesi dolması gerekirken, bazı kesimlerin bütçesi doluyor.

Malum;

Pandemi sonrası ortaya çıkan fırsatçılar, karaborsacılar hala iş başında…

Onlar görevini yapıyor.

Karları her geçen gün katlanıyor…

Bu fırsatçılar, karaborsacılar kimler sırasıyla yazalım.

Misal, yetkili satıcılarda sıfır araba yok

Ne hikmetse orada bulamadığımız araba hemen yanı başındaki galeride en 100 ile 200 bin TL pahalı bir şekilde mevcut.

Önlem olarak 5 bin km ve altı ay satış şartı koymuşlardı. Onu da uygun bir şekilde delenler mevcut.

Peki, önlem ne olmalı?..

Özellikle bu noktada hükümete düşen ikinci el araç ithalatını serbest bırakmak. Bırakırken de ikinci el araca yüzde 40 vergi koymak.

Basit bir ifade ile yurt dışından böyle olunca 2015 model bir aracı Türkiye’deki fiyatın en az yüzde 50 altına getirmek mümkün.

Ne yapıp edip hükümet buna bir an önce çözüm bulmalı.

***

Gelelim diğer bir önerime:

Özellikle AK Parti iktidarının en beğenilen politikalarından biri sağlık politikaları. Bugün birçok özel hastanenin kapıları SGK’lıya açık.

İşte bu noktada birçok özel hastanenin teknik altyapısı uygun olmasına rağmen kadroları olmadığı için bazı branşlarda teşhis ve tedavi olanakları kısıtlı.

Hal böyle olunca ortaya kadro borsası çıkıyor.

Bugün misal KVC kadroları için istenen rakamlar 500 bin doların üstünde…

O zaman ne olmalı?

Ülke genelinde Hazine ve Maliye Bakanı ile Sağlık Bakanı kafa kafaya verip kadro ihalesi yapmalı.

Ya da belli bedelden satışa sunmalı.

Ülke genelinde en az 10 bin kadro satışı olsa ortalama 100 bin dolar gibi rakamdan gitse 1 milyar dolara yakın gelir elde edilebilir.

Bana göre hiç de yabana atılacak bir öneri değil.

***

Gelelim bir başka önerimize;

Malum SGK’lıların özel hastanelere kapıları açıldı. Açılırken de belirli oranlar dahilinde fark ödenerek kâğıt üzerinde muayene olunuyor.

O alınması gereken fark yüzde 200…

Ama bu uygulanabilir, gerçekçi bir şey değil.

Bugün birçok hastane yüzde 2 binlere yakın fark alıyor.

Otelcilik hizmetlerinde ise fark çok daha fazla…

O zaman çözüm ne olmalı?

SGK özel hastanelere fark ödemeyi durdurmalı.

Ama muayene, teşhis ve tedavi hakları ise tedavi edilmeli.

Nasıl mı devam etmeli, sorusuna da vereceğimiz yanıt özel hastanelerin reçete, iş görmezlik raporu ve ilaç raporlarını kabul etmesi yeterli…

Zaten diğer ücretlerde kafalarına göre takıldığı için diyecek bir şey yok.

O fiyatlar da piyasa şartlarında oturur.

Böyle yapılırsa ciddi bir rakam devletin bütçesinde kalır.

***

Yukarıda yazdıklarımın yanı sıra devlete ilave ek gelir getirecek harcama kalemlerini azaltacak birkaç önerim daha olacak.

Onları da ilerleyen günlerde kaleme alırız.

Öneri bizden değerlendirmek karar vericilerden…

Biz süreci bekleyip, takip edelim.

Kırmızı ceketliler

Kırmızı ceketliler

Çocukluğumuzda çizgi romanlar her yerde bulunurdu. Herkesin bir kahramanı olurdu. Benimki Kimeryalı Barbar Conan’dı. Ama elime geçen diğer çizgi romanları da okumayı ihmal etmezdim. Bunlardan en net hatırladıklarımın başında Kaptan Swing gelir.

Swing, Amerikan kolonilerinin sömürgecilere karşı başlattığı savaşta ‘Kırmızı Ceketli’ olarak adlandırdıkları İngilizlere karşı savaş verirdi. O yüzden olsa gerek, İngiliz denildiğinde hep aklıma o çizgi romandaki Kaptan Swing’in yumruk salladığı kırmızı ceketliler gelir.

Büyüyüp artık aile geçindirmeye başladığımda ise başka bir İngiliz hayatımızdaki yerini aldı. Aynı zamanda İngiliz vatandaşı da olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Uludağ Ekonomi Zirvesi’nin müdavim konuşmacısıydı. Zirveyi dönemin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan açar, 2 gün sonra Mehmet Şimşek kapanış konuşması ile bitirirdi.

Çok sakin başladığı konuşmasında teknik detaylara girmeden tane tane Türkiye ve Dünya ekonomisini özetlerdi. Dünya ekonomisinin nereye evrileceğini ve Türkiye’nin gelecekte alacağı pozisyonu uzun uzadıya anlatırdı. Bütün iş adamları ve zirveye katılan ekonomistler Mehmet Şimşek’in konuşmasından notlar alırdı.

Gün geldi hükümet sistemi değişti, Şimşek hükümetten de siyasetten de uzaklaştı. İşte o dönemde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Şimşek’i Halkbank’ı dolandırmakla suçladı.

Erdoğan’ın eleştirilerinin arkasından gözlerinden ışık saçan eski Maliye Bakanı Nurettin Nebati de eksik kalmadı. Şöyle diyordu Nebati, Kemal Kılıçdaroğlu’na cevap verirken Mehmet Şimşek hakkında:

Kimsin ya, beni İngiliz vatandaşı bir maliyeci ile karşılaştıracaksın. Sen kim oluyorsun da Türkiye Cumhuriyeti Hazine ve Maliye Bakanı’nı hor göreceksin, hadi oradan. Utanmadan sıkılmadan Türkiye Cumhuriyeti Hazine ve Maliye Bakanı’nı İngiliz pasaportlu bir adamla eşleştiriyorsun.”

Ve gün geldi, Nurettin Nebati bakanlığını Mehmet Şimşek’e devrederken derin bir ‘Oh’ çekti.

Yani anlaşılacağı üzere ekonomide tablo hiç de parlak değil. Bu ‘oh’, aslında ‘başkanlık sistemi’, ‘Nass’ örnek gösterilerek dile getirilen ‘Faiz sebep enflasyon sonuç’ teorisinin ya da ‘Yerli ve Milli ekonomi modeli”nin ülkeyi getirdiği noktanın iki harfli özeti gibi.

Mehmet Şimşek’in elinde sihirli bir değnek var sananlara bir uyarım var. Şimşek, normal ekonominin kurallarını uygulayacak. Bu uygulamanın acı reçetesini yine işçi, memur, emekli ve orta direkten geriye ne kaldıysa onlar tadacaktır.

Yerli ve milli ekonomi modeli ile çıkılan yolun sonu ABD’ye, Rusya’ya, Körfez ülkelerine, AB’ye ve İngiltere’ye borçların bir an önce ödenmeye başlaması ile sonlanacaktır.

Yani artık bu demek oluyor ki artık Türkiye’nin para ve dış politikasını ekoseli Winner (kazanan) değil, kırmızı ceket belirleyecek.

Ne olacak bu doların hali?

Ne olacak bu doların hali?

Gözler piyasalarda.

Özellikle de dolarda!

Dolar bugünlerde yerinde durmayı pek sevmiyor çünkü.

Neredeyse her gün 20 kuruş yukarı atmayı tercih ediyor dolar kuru.

Böylece günlük ortalama yüzde 1 civarındaki artış dikkat çekici hale geliyor.

Haliyle “Ne olacak bu doların hali?” sorusu sorulmaya başlandı sıkça!

Yanıt için gözler elbette ki yeni ekonomi yönetimi ile Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’te.

Çünkü doların hareketlenişi Mehmet Şimşek isminin duyulması ile birlikte hız kazandı.

Yani yeni para politikasının ve izlenecek ekonomik stratejinin dolara prim yaptırması beklentiler arasında öne çıktı!

Bu nedenledir ki dolara talep hızlı biçimde artmaya devam ediyor.

Seçime kadar ciddi biçimde tutulan kurun, seçim sonrasında bir miktar bırakılacağını zaten sıkça dile getirdik.

Ancak yöntem ve zamanlama meselesi asıl kritik olandı.

Çünkü kimin cumhurbaşkanı seçileceği ve nasıl bir ekonomi yönetimi ve politikası ile yola devam edeceği belirsizdi.

Neticede bu belirsizlikler ortadan kalktı. Ve artık beklentiler Ortodoks politikalara geri dönüş olarak özetlenebilir!

Yani teoride baktığımızda liberal ekonomik kuralları seven Mehmet Şimşek’in piyasalarda serbest işleyişi belli bir zaman dilimi içerisinde uygulama ihtimali öne çıktı.

Peki bu uygulama kolayca olabilir mi?

Kısmi olarak mümkün. Ancak çok hızlı ani kararlar alarak piyasayı U dönüşü ile iki yıl öncesine geri götürmek kolay değil.

Çok fazla kural değişikliğine gidildi son dönemde. Ve çok ince ince bezenmiş Ortodoks olmayan para politikalar ve uygulamalar görüldü.

Bunlardan geri dönüşün hemen bir günde ve sancısız olması mümkün değil.

Döviz rezervleri dipte ve enflasyon da yükselişe geçmek için gün sayarken ani politika değişiklikleri ciddi yan etkiler doğurabilir.

Dolayısıyla yeni ekonomi yönetiminin izleyeceği para politikası aşırı öne kazanmış durumda!

Öncelikle Merkez Bankası başta olmak üzere kritik kurumlarda yönetim değişikliği kaçınılmaz.

Adından devletin zirvesinin faiz politikasına dönük ne kadar prim vereceği, büyük önem taşımakta.

MB’nin başına kimin gelip gideceği o kadar da önemli değil. Neticede son yıllarda bolca başkan değiştirdik zaten!

Burada önemli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faizde yükselişi ne oranda kabul edeceği. Piyasalardaki senaryolarda bu ay içinde politika faizinin bir seferde yüzde 25’e çıkarılabileceğine dair beklentiler de var.

Ancak bu kadar keskin bir dönüş ilk aşamada mümkün mü peki?

Olursa eğer piyasanın yeni dengeleri oturması için az bir zamana ihtiyacı olacak. Çünkü mevduat faizleri bu seviyelerin zaten biraz üzerinde bulunuyor.

Keskin faiz artışı reel olarak pozitif faiz anlamına gelmese de ciddi bir mesaj olarak algılanacaktır. Dolayısıyla doların yükseliş trendine de kısmen fren yaptıracaktır böyle bir adım! Ve yabancı sermaye girişi için de ilk işaret olarak algılamak mümkün faiz artışını.

Ancak siyasi otoritenin daha sınırlı bir artışa izin vermesi ya da sabit faizi benimsemesi manzarayı tersine çevirebilir.

Yine de hangi senaryo öne çıkarsa çıksın doların 25 TL’ye önümüzdeki birkaç hafta içerisinde ulaşması kaçınılmaz görünüyor!

Çıkış hızını ise izlenecek politikalar belirleyecek.

Muhtemelen yıl sonuna kadar 28 lira civarında bir seviyeye izin verilecek.

Ancak kur artışının enflasyon ve seçmen üzerindeki etkileri hissedileceği için yılsonuna doğru yine sabit bir seyir öne çıkacaktır.

Yapı denetim simsarları ve deprem umursamazlığı

Yapı denetim simsarları ve deprem umursamazlığı

Dünkü yazımda deprem gerçekliğini şimdilerde aslında pek kimsenin umursamadığına değinmiş ve beni bu düşünceye iten iki nedenden biri olan kentsel dönüşüm simsarlığından da bahsetmiştim.

Bugün konumuz, beni bu düşünceye iten ikinci neden olan yapı denetim firması simsarlığı

Yanlış duymadınız, yapı denetim firmalarının da al sat biçimli bir piyasası oluşmuş ülkemizde, hatta şehrimizde.

Öncelikle sizinle şu bilgiyi paylaşmam lazım; yapı denetim firmalarının aynı anda 360 bin metrekare yapı denetleme izni var. Firmalar bu metrekarenin üzerine ancak tek bir projenin yapı denetimini üstlendiklerinde denetleyecekleri alan 360 bin metrekarenin üzerindeyse çıkabiliyorlar ve 360 bin metrekarenin altına düşmeden yeni iş alamıyorlar.

Bursa’da 110 yapı denetim şirketi var ve yenilerinin açılması için de bir kuyruk oluşmuş durumda.

Önceki uygulamalarda yapı denetim firması kurmak için gerekli minimum şartları oluşturduktan sonra başvurunuzu yapıp sıra beklerken, yani sıranızı beklediğiniz esnada çalıştıracağınız personele maaş öderken, iş yerinize kira öderken, minimum araç gerecinizi temin ederken yeni bir kanun ile bütün bu zahmete girmenize hiç gerek kalmıyor.

Bir sınırlama olmayınca 200-300 lira gibi düşük tutarlarla şirketinizi kuruyor, yapı denetim şirketi olmakla ilgili başvurunuzu yapıyor ve izninizin çıkmasını bekliyorsunuz.

Bu sırada da artık kuyruktaki sıranız mı olur; yoksa henüz iznini aldığınız, daha içine mobilya, bilgisayar dahi koymadığınız yapı denetim şirketiniz mi olur kolaylıkla satabiliyorsunuz.

Hem de öyle böyle değil, yapı denetim şirketi olmak için yaptığınız başvurunun sırasını beklerken sıranızı 2,5- 3 milyon gibi rakamlara devredebiliyorsunuz. Hele bir de izin aldıysanız varın siz düşünün bu şirketin devri için alacağınız toz parasını.

İş öyle bir hale gelmiş ki, bazı kişiler ikişer üçer şirket açıp, yapı denetim şirketi olmak için kuyruğa girmişler ve kuyruktaki yerlerini satarak bu işi bir ticaret haline getirmişler…

Sonrasında olanlar ise malum…

Daha yeni mezun olmuş, mesleğin ABC’sini öğrenmeye henüz başlayan, ancak girişimci bir gencimiz eğer cebinde parası varsa, kolayca bir yapı denetim şirketi sahibi olabiliyor. Sonra da mesleğini ne kadar doğru yaptığı konusunun sorgulanması bize kalıyor…

Yapı denetim firmaları da tıpkı diğer iş disiplinleri gibi sürekli açılan firmaların hem niteliği düşürmesinden hem de piyasayı bölmesinden rahatsızlık duyuyorlar. Şehirde yapı denetim firmalarının ortalama yüzde 38 kapasite ile çalışıyor olmaları da bu konuda bir gösterge bence.

İşini layıkıyla yerine getirmeye çalışanlar, yeni yapı denetim firmalarının açılmamasına çaba gösterirken, bir diğer taraftan binanın doğru yapılıp yapılmadığının denetlenmesi adına oluşturulan ‘yapı denetim’ gibi önemli bir misyonu olan bu şirketlerin simsarlığını yapanlar da işin umursamaz tarafında kalıyor.

Norm Haber ekranlarında hazırlayıp sunduğum Ortak Akıl programında da Şehir Plancıları Odası Bursa Şube Başkanı Murat İlkme ile benzeri konular üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.

Depremin ilk günlerinin yarattığı etki kayboldu, vatandaşın kentsel dönüşüm ve deprem bilinci adeta anlıkmış” diyerek bir umursamazlığı daha ortaya koyan İlkme;

“Bursa’nın acilen bütüncül planlara ihtiyacı var. 2040 Çevre Düzeni Planı belki daha da geliştirilerek 2050 olarak da düşünülebilir, ancak şehrin anayasası olarak kabul edeceğimiz böyle planlara mutlak ihtiyaç var. Planları yapabilmek için de şehrin tüm bileşenlerinin taleplerini ve karşı durdukları noktaları net olarak ortaya koyması gerekmekte” diyor.

Aslında uzun süredir devam eden plan çalışmalarının sonucunda 4-5 senaryo için ayrı ayrı plan hazırlıkları yapılmış durumda. Burada mesele, hangi planın uygulanmasına net olarak karar verecek olan yetkili mercilerin kendi aralarında anlaşarak, mesela; ‘Bursa büyümeye devam edecek ve yeni sanayi bölgeleri ile yeni konut bölgeleri oluşturulacak!’ ya da ‘Bursa daha fazla büyümeyecek, var olan nüfusun rahat yaşaması için sosyal donatı alanlarının ve yeşil alan bölgelerinin oluşturulmasına, trafik sorununun çözümüne öncelik verilecek!’ gibi kararları net olarak vermesi gerekiyor.

Gelin görün ki, genel seçimleri arkamızda bırakmış olsak da artık şehri daha yakından ilgilendiren yerel seçimlerin kapıda olduğunu söylemek lazım. Dolayısıyla aslında pek çok noktadan tepki de görebilecek bir planı ortaya dökmek işin siyaset kısmından bakıldığında riskli olabilir. Tarafların ellerini taşın altına koymaktan uzak durmak istemelerini belki de böyle açıklamak daha mantıklıdır.

Kısacası deprem gerçekliği bir yana, şimdilerde yönetici kesiminde dahi siyaset gündemi baskın geliyor. Buna belki umursamazlık denilemez, ama ‘bir kenarda dursun’culuk da yok değil hani…

Sonuç olarak; 6 Şubat Kahramanmaraş merkezli depremlerin yaşattığı acılar bir sis perdesinin ardında kalırken, neden ve nasıl olduysa tüm yaşantımızı ele geçirdiğini gözlemlediğimiz siyaset yeniden sahnede…

Enflasyon canavarı ikinci raunda hazırlanıyor

Enflasyon canavarı ikinci raunda hazırlanıyor

Nihayet sıfırlı bir enflasyon gördük.

Mayısta enflasyon canavarı tatil yapmayı tercih etmiş görünüyor.

Ya da TÜİK öyle istiyor. Ama neticede mayısta yüzde 0,04 gibi durağan artış rakamı ile karşılaştık resmi olarak.

Fiyat artışlarının önceki aylara göre hız kesmesine rağmen pek çok ürün ve hizmetin zamlanmaya devam ettiğine de şahit oluyoruz.

Ancak 400 küsür kalem mal ve hizmetin oluşturduğu TÜFE sepetinin ağırlıklı ortalaması “enflasyon durdu” diyor! Oysa vatandaşın harcama kalemleri arasında öncelikle yer alan gruplarda aylık artış devam etmekte.

Mesela…

TÜİK’e göre giyim ve ayakkabı grubunda aylık artış yüzde 9,85 seviyesinde gerçekleşti. Lokanta ve oteller yüzde 7,10 zamlandı. Eğitim masrafları ise yüzde 5,14 arttı mayısta.

Muazzam rakamlar!

Dışarda yemenin lüks olması yanında giyim kuşam da zam rüzgarından nasibini almış görünüyor. Eğitim sektörü de fiyat artırmaya devam ediyor.

TÜFE endeksinde kapsanan 143 temel başlıktan 110 temel başlığın endeksinde artış gerçekleşmesi dikkat çekici.

Mayısta ana harcama gruplarında bir tek kalem düşüşle dikkat çekiyor! Doğalgaz fiyatının yansıdığı konut harcamaları aylık yüzde 13,79 gerilemiş geçen ay.

Sıfır enflasyonun ana nedeni olarak da seçim vaadi şeklinde ortaya çıkan bir aylık bedava doğalgaz oldu. Tek başına bu kadar ciddi etki yapması zor olsa da TÜFE’nin sepeti sıfır çekmesini sağlamış görünüyor TÜİK’e göre!

Geçici ve haliyle yanıltıcı bir rahatlama olduğu ortada. Çünkü tek seferlik bedava gaz meselesi gerçekçi hesaplama yapılmasını önlüyor enflasyon trendleri adına.

Neticede enflasyonda suni biçimde de olsa aylık olarak sıfırlamış bir rakam gördük.

Ve mevcut atmosfere baktığımızda bunların iyi günlerimiz olduğunu açıkça görmek ve söylemek mümkün !

Niye mi?

Öncelikle yıllık enflasyonda teknik olarak şu ana kadar fayda sağlayan meşhur baz etkisinin yavaş yavaş sonuna geliyoruz. 2022’de aylık bazda öne çıkan yüksek rakamları devre dışı kalmaya başladı.

Artık o cepheden ciddi bir destek imkanı yok gibi istatistiksel olarak.

Bir yıl boyunca 25 metreküp gazın bedava verilecek olması çok az bir destek sunacaktır.

Ve bir ihtimal yazın sağlayabileceği ucuz sebze meyve belki enflasyonu dizginleme konusunda fayda sağlayabilir.

Ama bunun ötesinde fiyatları yeniden yukarı itecek çok sayıda etken söz konusu.

En basitinden temmuzda ücretlere yapılacak olan zamlar otomatik olarak tüm kalemlere maliyet artışı olarak yansıyacak. Tabi ki tüketici fiyatlarına da zam anlamını taşıyor bu gelişme.  Hatta şimdiden etiket ayarlamaları başladı bile!

Dolarda başlayan yükseliş trendinin de kısa sürede hem doğrudan ithalat yoluyla hem de psikolojik olarak fiyatları yukarı yönlü iteceği kesin.

Mayıs ayı başından bu yana dolarda yüzde 9 prim kaydedildi.

Bir miktar daha yükseliş de henüz açıklanmasa da yeni ekonomi politikasının bir sonucu olarak gerçekleşecek!

Akaryakıtta başlayan zamların da kaçınılmaz olarak sürmesi söz konusu kurdaki yükseliş nedeniyle.

Üstüne bir de bütçe açığının dayattığı vergi artışlarını ekleyin. Yüzde 39,59’a düşmüş olan yıllık TÜFE’nin kısa vadede bir miktar daha düşmesinin ardından yeniden hızlı biçimde yükselmesi için pek çok sebep var görüldüğü üzere.

Sözün özü; alım gücümüz yine yerle yeksan olmaya aday.