Verdiler yetkiyi gördük etkiyi!

Verdiler yetkiyi gördük etkiyi!

Türkiye, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaklaşık 3 yıl OHAL koşulları altında yönetildi. Bunun etkilerinden biri olarak Türk parası değer kaybetti.

Darbeden de ürken yabancı yatırımcı OHAL koşullarını görünce arkasından mermi atsan yetişmeyecek bir hızla Türkiye’den kaçtı.

Türkiye’yi bu dar boğazdan kurtaracak bir formül gerekiyordu. Zaten kırıntıları bile kalmayan güçler ayrılığına dayanan parlamenter sistem rafa kaldırılıp başkanlık sistemine geçilmeliydi!

Ekonomimiz uçacak, Almanya hasedinden çatlayacak, ABD bizim süper bir güç olduğumuzu kabul edecek, hele Hollanda kıskançlığından kendini yiyip bitirecekti!

Bir de İsrail’i bir korku alacak, yabancı yatırımcının Türkiye’den kaçtığı gibi o da Filistin’den tabanları yağlayıp kaçacaktı!

Yetmez ama evetçi” yandaş gazetecilerimiz, ülkemizin nasıl şaha kalkacağını, 2012’de yapılan anayasa referandumunda gösterdikleri performansın da üzerine çıkarak anlatıyorlardı. Bu curcuna içerisinde referandum sonrası az bir farkla da olsa “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi“ne geçtik.

Vatandaşım uçmaktan yana tavır alırken, bazı çevreler bu olaya Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne son verilecekmiş gibi bakıyorlardı. Bunu nereden mi biliyoruz? Bir emniyet müdürü ağabeyim o geceye dair şunu anlattı:

Seçim gecesi ilk sonuçlar açıklandıktan sonra evet oyu kullananlar eski adı Şehreküstü-Fomara, yeni adı 15 Temmuz Demokrasi Meydanı olan yerde toplanmaya başlıyorlar. Bursa polisi de güvenliği sağlamak için bekliyor. Bu sırada bir araç geliyor ve yolun ortasına park ediyor. Sürücüsü başlıyor cep telefonundan canlı yayın yapmaya. Emniyet Müdürü de uyarıyor aracını kaldırması için. Canlı yayın yapan vatandaş dönüyor ve diyor ki:

Ben araba falan çekmem, bu günü tam 90 yıl bekledik!..”

Peki beklenen neymiş?

İflas etmiş bir dış politika, zar zor nefes alan bir ekonomi, fiyatların el değil can yaktığı market ve pazarlar ve bu yangını söndürmeye çalışan zabıtalar.

Bu sorunun zabıta ile çözülemeyeceğini cümle alem biliyor. Nereden mi? Patates soğan deposu baskınlarında ne oldu, ne sonuç çıktı?

Bu denetimler nasıl yapılır, biliyor musunuz?

Ticaret Bakanlığı ya da ilgili kurum arar gazetecileri, “denetim yapacağız gelin” der. Meslektaşlarım hemen yerlerini alırlar. İki marketin rafları önünde iki denetleme pozu, “şık şık“, bitti gitti. Ertesi gün eski tas eski hamam devam eder.

Ticaret Bakanlığı çalışanları sorunun ne olduğunu bilmiyor mu? Ama ne yapsınlar el mahkum, yukarıdan bir emir, “3 harflileri denetleyin!..”

Fiyat artışlarının önüne geçmek için Ticaret Bakanlığı’ndan medet umuyorlar. Oysa kelin ilacı olsa başına sürer! Bakanlığına fahiş fiyatla dezenfektan satan bakana gıkları çıkmıyor. Şaka yapar gibi bir de market denetliyorlar.

Peki biz soralım o zaman? Bu marketler ne zaman aldı başını gitti? Bu marketlere sokak arasına bile mağaza açması için bütün kolaylığı hangi iktidar gösterdi?

Mahallede küçük esnafı bu markalar çatır çatır ezerken kim gözlerini kapattı? Bu marketler kampanya yaparak, perde, matkap, televizyon, bisiklet, kar zinciri ve aklınıza bile gelmeyecek malları satarken kimse niye “hop hemşerim yasağ” demedi?

Ekonomide bunlar olurken dış politikada tam anlamıyla kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz.

İç politikayı dizayn etmek için miting meydanlarında ABD Başkanı’na, Avrupa Birliği’ne, İsrail’e “eyyy” diye çıkışıyor, sonra bizimle görüşmüyor diye küsüyoruz.

Peki ABD bize niye küs? Ben söyleyeyim, Afganistan havalimanını işletmekten vazgeçersen, ABD işbirlikçisi Afganları ülkeye alacağım diyerek ardından seçmenin baskısı sonrası sınıra duvar örersen…

Napoli’de demirli 6. Filo’yu Karadeniz’e sokacağız sözünü verip Rusya’dan korkup bunu gerçekleştirmezsen, olacağı budur.

Şimdi diyeceksiniz ki ya sende ne uçtun, Montrö Boğazlar Sözleşmesi delinir mi?

Peki geçtiğimiz aylarda Meclis Başkanı Mustafa Şentop’a İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması konusunda sorulan Montrö sorusunun tesadüf mü olduğunu sanıyorsunuz?

Bir AK Partili vekil şöyle demişti: “600 yıllık imparatorluğun 90 yıllık reklam arası sona erdi!..”

Ya, işte ara vermeye kalktığınızda ne olduğunu yaşayarak görüyoruz.

Verdiler yetkiyi görüyoruz etkiyi!

‘Poğaça’dan sosyal medya düzenlemesine

‘Poğaça’dan sosyal medya düzenlemesine

Tüm Türkiye birkaç gün sonra sosyal medya düzenlemesi hakkında çıkacak yasayı konuşmaya başlayacak. Ben tüm yasaklara karşıyım, ama artık müfredatta bulunmayan Vatandaşlık dersinde “Özgürlük” tanımı şöyleydi:

“Senin özgürlüğün başka birisinin özgürlüğünü kısıtlarsa özgürlüğün orada biter.”

Sosyal medyanın diğer bir yüzünü göstermek için Bursa’da yaşanan bir olayı anlatayım:

M.D isimli bir genç kadın, kocası ile bir yıldır boşanma aşamasında. Taraflar sudan sebeplerle defalarca birbirlerinden davacı oluyorlar. Hatta koca U.D’ye elektronik kelepçe takılarak 6 ay uzaklaştırma kararı veriliyor.

Genç kadın 3 ay sonra aile mahkemesine başvurarak, eşinin kendisini rahatsız etmediğini, U.D’den elektronik kelepçenin çıkarılmasını istiyor. Yani çift, bir gün küs bir gün barışık evliliklerini sürdürmeye çalışıyorlar.

Araya akrabalar girmese belki bu çift barışacak, iki çocuklarını büyütüp mürüvvetlerini görürken, bu günlerine ya kahkaha ile gülecek ya da utanıp konusunu bile açmayacaklar.

Neyse, davalar devam ederken karısı ve çocuklarından ayrı yaşayan baba sabah saatlerinde evinden işine giderken bir fırına uğruyor. Çocuklarının sevdiği poğaçaları görünce baba yüreği dayanmıyor. Birkaç tane de çocukları için sardırıyor. Gidip paketi eşinin yaşadığı evin kapı koluna asarak işinin yolunu tutuyor. Poğaçaları gören iki çocuk annesi hemen karakola giderek kocasının uzaklaştırma kararını ihlal ettiğini söyleyerek şikayetçi oluyor. Arkasından da sosyal medya hesabından başlıyor canlı yayına…

Psikopat kocası tarafından takip edildiğini, can güvenliğinin olmadığını anlatıyor. Yayının ardından televizyonlarda evlilik rezaletinin yerini alan ve kendileri adeta polis, savcı ve hakim yerine koyan öğleden sonra yayın kuşağı programından biri, genç kadını arayarak bağlıyor yayına. Bu programlar kişilerin suçlu olup olmadığından çok reyting kaygısı taşıdığı için iki çocuk annesine başlıyor anlattırmaya. Kocasının uyuşturucu kullandığından, silah taşıdığından söz ederken telefonu alıyor babası, damadının bıçakla gezdiğinden, kendilerine silah çektiğinden, uyuşturucu müptelası olduğundan bahsediyor. Ama polisin yaptığı araştırmada silah ve uyuşturucu bulgusuna rastlanmıyor. Yani bu iddiaların doğru olmadığı ortaya çıkıyor.

Bütün hikaye iki poğaçadan böyle bir hal alınca diğer kanallar durur mu? Hemen başlıyorlar genç kadının hayatını nasıl kurtarırız yarışına. Her gün kadın ve akrabaları kanal kanal bağlanarak damatlarının nasıl bir psikopat, nasıl tehlikeli olduğunu anlatıyorlar.

Bu kanallarda canlı yayınlar yapılırken, devlet zaten gereğini yapmış, kurtarılmaya çalışılan genç kadının kapısında Bursa İl Emniyet Müdürlüğü tarafından koruma amaçlı bir polis ekibi konmuş, bekletiyor. Polisler gece görevi iki silahlı bekçiye devrediyor. Yani kadın 24 saat koruma altında. Tabii reyting şahane olunca bunu sorgulayan, programda söyleyen ya da bir kuru teşekkür eden yok. Bu kanalları, ya siz ne yapıyorsunuz, kişisel verileri koruma kanunu var, bu kocayı adeta linç ediyorsunuz diye kimse de uyarmıyor.

İki poğaça için gelinen nokta aslında Türkiye’de sosyal medyada, televizyonlarda 90’lara döndüğümüzün göstergesi. Dün televizyonlarda reyting için yaşanan savaşlar, bugün aslında sosyal medyada yaşanıyor. Her eline bir telefon alan sosyal medyadan ne kadar takipçim artar ya da ne kadar tık alırım kaygısında “Şok Şok Şok” anonsları yapıyor. Gazeteciler haber kaynaklarını zorlayacaklarına, oturmuşlar sosyal medyanın başına, gördükleri her şeyi buradan kopyalayarak haberleştirmenin peşinde. Bırakın doğru olup olmadığını görüntünün, Türkiye’de çekilip çekilmediğini bile sorgulamıyorlar. Daha ilginç bir şey daha söyleyeyim, vatandaşın çektiği görüntüyü haber yapan muhabire “en iyi görüntü” ödülü bile verildi bu memlekette.

Sosyal medyanın nasıl denetimsiz bir itibar celladı olduğunu Bursa’da yaşadığımız bir olaydan anlayın:

Uyuşturucu bağımlısı bir kız sosyal medyadan yayın yapıyor. Başlıyor anlatmaya; uyuşturucuya nasıl alıştırıldığını, nasıl fuhşa sürüklendiğini falan söylerken, “Beni erkeklere ilçe emniyet müdürü pazarlıyor” diyor.

İlçe emniyet müdürünün verilmiş sadakası var! Allah’tan ilçede o gün göreve başlamış.

Türkiye’nin en önemli haber kanalında çalışan bir arkadaşım beni aradı ve haber yapacaklarını, bu iddiaların doğru olup olmadığını sordu.

Baştan şaka yapıyor sandım, görüntüyü seyredince ben de “ya adam dün başladı göreve, ne zaman olmuş tüm bunlar saçmalamayın” deyince konu kapandı.

Polis kızı bulup emniyete getirdiğinde sarhoş olduğunu söyleyip “ne dediğimi hatırlamıyorum” dedi. Elini kolunu sallayarak emniyetten çıktı.

Sosyal medya düzenlemesinin TBMM’nin açılması ile kanunlaşması bekleniyor.

Sosyal medyada itibar cellatlığı engellenecekse evet bunun yapılması gerekiyor.

Ama yasa böyle getirilip, içinden haber alma ve kendini ifade etme özgürlüğü yasaklaması çıkacaksa buna benim gibi herkesin hayır demesi gerekiyor.

Bülent Arınç büyükelçiliğe mi oynuyor?

Bülent Arınç büyükelçiliğe mi oynuyor?

AK Parti’nin hep başrol oyuncularındandı Bülent Arınç.

2011 seçimlerinde memleketi Manisa’dan değil, bu kez Bursa milletvekili olarak girmişti parlamentoya.

Ardından Başbakan Yardımcılığı görevine getirildi.

O dönemde kentin tüm yönetimine burnunu sokmuştu. İlçe belediye meclis üye adaylarını bile kendi belirlemeye kalkmıştı. İstediği isimleri listelerde göremeyince adeta ortalığı ayağa kaldırmıştı.

Arınç, Bursa’da öyle bir hal almıştı ki adeta dokunan yanıyordu. AK Partili belediyelerde bile sanki Olağan Üstü Hal Bölge valisi gibi ona sorulmadan iş yapılamazdı.

Bir keresinde ben de bu tavrına şahit oldum. Bursa Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliğinin (BESOB) düzenlediği bir toplantıda kürsüye çıktı.

Büyükşehir Belediyesine ait BURFAŞ’ın açtığı kebapçı ve kafeleri anlatmaya başladı. O dönem kendisine bağlı TRT’de oynayan “Seksenler” dizisindeki esnaf karakterleri üzerinden Bursa Büyükşehir Başkanı Recep Altepe’yi fırçaladı. BESOB Başkanı’nın yanında Arınç’ı dinleyen Altepe, renkten renge girdi.

Arınç, Bursa’da geçmişte yayın yapan bir televizyon kanalında kendisi varken, diğer AK Partili siyasetçilerin haber yapılmasına da kızmıştı.

O tarihte Arınç’a bağlı olan RTÜK, başbakan yardımcısını kızdıran bu televizyon kanalını mercek altına almıştı.

Tesadüfe bakın ki sonrasında RTÜK bu kanala, yayınladığı bir filmde Cüneyt Arkın ve Meral Orhonsoy’un “duygusuz sevişmelerini” gerekçe göstererek ceza bile kesmişti.

Bursa’nın asayişine de el atmıştı. Yerel televizyonların ortak canlı yayınında yeni göreve başlayan Bursa Emniyet Müdürü Ali Osman Kahya, için şunları söylemişti:

En iyisini aradık bulduk, Bursa’ya getirdik!..”

Ali Osman Kahya, 15 Temmuz sonrası FETÖ üyesi olmaktan tutuklandı. Yargılandığı davada 8 yıl 1 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Kimse neden sormadı, Ali Osman Kahya madem suçlu, Bursa’ya bu emniyet müdürünü “En iyisini bulduk getirdik” diyen Arınç nerede?

Sonra yerine emniyet müdürü olarak atanan Sabri Durmuşlar da Arınç’ın gazabına uğradı.

Bursa’da 3 liseli genç kızın içtikleri biradan sızmış halde görüntüleri ekranlara yansıyınca Arınç, olayı şöyle değerlendirdi:

Eğer alkol 14 yaşındaki lise talebesinin eline kadar yaklaşabildiyse bundan kendimizi de sorumlu tutmamız lazım.
Sinek de küçüktür ama mide bulandırır.

Bu açıklamanın ardından hemen bir “günah keçisi” bulundu. Sanki bu işten emniyet sorumluymuş gibi Sabri Durmuşlar, sessiz sedasız merkeze alındı. Çünkü Durmuşlar’ı kendi bulup getirmemişti.

Açılım sürecinde Abdullah Öcalan’ın nasıl öğrenci yurdunda namaz kıldığını anlattı bizlere…

Yeri geldi partisine karşı çıktı, yeri geldi Tayyip Erdoğan’a bile atarlandı.

Canlı yayında şöyle demişti: “Ben de sadece bakan değilim; benim aynı zamanda bir özgül ağırlığım var ve bu özgül ağırlığım başkalarından farklıdır. Ben bir yerde bulunuyorsam sadece bir makam işgal eden bir bakan değilim ben. Ben partinin görüşlerini, düşüncelerini, geçmişini, bugününü ve geleceğini temsil eden bir insanım.”

Bu özgül ağırlığı olan Bülent Arınç, FETÖ davalarını kastederek, “Paralel ile mücadele kapsamında açılan o kadar çok davalar var ki üstüme cübbeyi tekrar geçirmeyi arzu ediyorum.” diyordu.

Sonrasında 15 Temmuz darbe girişimi ardından adeta günah çıkarıyordu. Videolu mesajında şöyle diyordu:

Bana ahmak diyebilirsiniz. FETÖ’nün terör örgütü olduğu o gece anladım!..”

Bugün ne yapıyor Arınç? AK Parti’nin oylarının yaşanan ekonomik sıkıntılar, market ve mutfaktaki yangın ile eridiğini görüyor.
Geçtiğimiz günlerde katıldığı bir programda aynen şunları kaydediyor:

Bizim dindar insanlarımızın bile tamamen tersine döneceğini bir gün göreceksiniz. Çünkü onlar dini böyle hamaset kokulu konuşmaların yanında cebine giren ve cebinden çıkan paraya bakar. Eğer onda bir eksilme görüyorsa, din, iman, vatan, millet, bunlar bir kenarda durur, onlara saygısını eksik etmez, ama değer yargıları tamamen değişebilir.”

Bu sözleri CHP ya da İYİ Partili bir siyasi söylese ne olur? Hemen, “vay siz bizim başörtülü bacımız, sakallı amcamıza bunların işi gücü para mı demek istediniz?” diye bir sosyal medya linci yaşanır.

Arkasından cevval, gözünü budaktan sakınmayan savcılarım “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’ suçundan hemen soruşturma başlatarak gereğini yapar.

AK Parti sözcüsü Ömer Çelik, gazetecileri almadığı basın toplantısında şu cümleleri kurar:

Bunların zihniyeti bellidir ve her ağzını açtıklarında asıl niyetlerini belli etmektedirler.”

Sayın Bahçeli, partisinin grubunda çıkar ve “Bu densizler muhafazakar insanları hedef alarak ne yapmak, nereye varmak istemektedirler?” diye nutuk atar.

Muhalefete gelince çalışan hukuk kurumlarının çarkları isim AK Partili olunca niye dönmüyor?

Muhalefetin sosyal medyada her yazdığı tweet’e saldıran troller nerede?

Galiba, açıklamalarda muhafazakar insanları mevzu para ve çıkar olunca gözü bir şey görmeyen vatandaşlar olarak tanımlayan Arınç, ya davadan dönmenin peşinde ya da “makaracı” Egemen Bağış gibi büyükelçi olma derdinde.

Laiklik, dinin sömürülmesine karşı tapu hükmündedir!

Laiklik, dinin sömürülmesine karşı tapu hükmündedir!

“Laiklik” ilkesini, “dinsizlik” olarak algılayanlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde değil, sözde şeriat ile yönetilen, Afganistan ve türevlerinde yaşamayı hak etmektedirler!

Laiklik; dinsizlik değil, din adı altında sömürü yapılmasının önüne geçilmesi adına hayata geçirilmiş olan, çağdaş, stratejik ve yerinde bir hamledir.

Sözde şeriat ile yönetilen ülkelerde, namaz ve kadınların örtünmesi, zorba devlet eli ile olmaktadır.

Bu, Yüce Allah’ın kudretine karşı çıkıp, Allah’ın müdahale etmediğine, müdahale etmeye kalkışmak olduğu gibi, Allah rızasının değil, devleti yönetme mekanizmasının başındakileri razı etmenin resmiyet kazanmış olan, deli saçması ve din dışı bir yaklaşımıdır.

Bu deli saçması yaklaşımları normal olarak kabul görenler; aklın, mantığın, ilimin ve bilimin rafa kaldırıldığı, çağ ve İslam dışı ülkelere göç edebilirler.

Yapmış oldukları bu göç, beyin göçü değil, aksine; beynini kullanma noktasında fukara olanların, beden göçü olacaktır.

Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, “dini vecibelerimi yerime getirmekte zorlanıyorum, üzerimde mahalle baskısı var!” diyen, her kim var ise kendisi; yalancı, talancı ve bozguncudur!

Allah’a iman etmiş olan hiçbir Müslüman, şeriat karşıtı değildir, aksine; Allah’ın adını kullanıp, Allah adına yalan üreten, dini afyon gibi kullanıp, halkın beynini din sömürüsü ile uyuşturup, sonra da bunun adına şeriat denmesine karşıdır.

Hiç kimse ama hiç kimse Allah adına hüküm verme yetkisine sahip değildir. Böyle bir yetkiyi kendinde gören, şirk koştuğu gibi, Allah adına yalan uydurduğundan dolayı, Allah tarafından, yeryüzünün en zalimi olarak kabul görmektedir.

Bu konuda sözü, Allah’ın Yüce Kitab’ı Kur’an’daki Hûd Suresi 18. Ayet’ine bırakalım:

“Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?”

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Emek sayfalarından borsa çizelgelerine

Emek sayfalarından borsa çizelgelerine

Ekonomi gazeteciliğini bir sac ayağı gibi düşünürsek eğer, o ayaklardan biri finans; öteki iş dünyası ise en önemlisi de emektir, herhalde.

İğneyi kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım!

Dolar euro altın borsa deyince gözbebeklerimiz büyüyor. Gazetelerin ekonomi sayfaları haber sosu katılmış reklamdan geçilmiyor. Ekonomi gazeteleri çareyi sırtını iş dünyasına yaslamakta buluyor.

İşçi mi emekçi mi?

Hak getire!

Giderek azalan kağıt gazete sayfalarından önce çalışma hayatı haberlerini çektik. Reklam müdürleriyle kavga dövüş yazdığımız sendika haberlerine ambargo koyduk. Grev çadırlarının önünden geçerken fotoğraf makinemizi, kameramızı sakladık. Desteğimiz ne kadar gönülden olsa da iş icraata gelince başımızı kuma gömdük.

Oysa, Türk Metal Sendikası’nın düzenlediği Yerel Medya Kurultayı’nda konuşan Prof. Dr. Abdülrezak Altun’un da hatırlattığı gibi “ağayla bostan ekenin hıyarı eğri biter”di.

Nitekim öyle de oldu.

Basına güvenin yerlerde sürünmesinin başka nedeni olabilir mi?

Peki, günah sadece bizim miydi?

İğneyi batırdık, sıra geldi çuvaldıza…

Genelde basının, özelde ekonomi gazeteciliğinin geldiği noktayı, kuşkusuz ülkenin geçirdiği siyasal toplumsal süreçlerden ayrı tutamayız. Bu açıdan bakınca en önemli kırılma noktasının 12 Eylül olduğu görülüyor.

Türk İş Genel Sekreteri ve Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevrul Kavlak’ın 12 Eylül değerlendirmesi, bu açıdan da dikkat çekici:

– 12 Eylül askeri darbesinin şekillendirdiği ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamda ortaya çıkan tahribatın en büyük etkisi çalışma yaşamında görüldü.

– 1961 Anayasası’nın işçilere sağladığı hakların önemli bir bölümü 12 Eylül darbesi ile ortadan kaldırıldı.

– Uygulanan politikalarla sendikalar zayıflatıldı, emeğin sermaye karşısında gücü önemli ölçüde kırıldı.

– Sendikasızlaştırma, taşeronlaşma gibi politikalar uygulamaya konuldu.

Çalışma hayatındaki bu ağır tahribatın basına yansımaması düşünülemezdi elbette. 12 Eylül’ün getirdiği depolitizasyon süreciyle basın medyalaştı, gazete plazalaştı, emek sayfalarının yerini borsa çizelgeleri aldı.

Soruyu duyar gibiyim: Peki ne olacak?

Bugünlerde demokrasinin cumhuriyet için nasıl vazgeçilmez bir yaşam kaynağı olduğunu, laikliğin demokratik cumhuriyet için ne kadar önemli bir ilke olduğunu yaşayarak görüyorsak, emeğin de en yüce değer olduğunu yaşaya yaşaya yeniden öğreneceğiz.

 

Bir mor yağıyor üzerime!

Bir mor yağıyor üzerime!

Çocukken gazete bayisinden aldığım ve tam bir hafta boyunca defalarca okuduğum Leman dergisinde tanıdım onu.

Siyah beyaz fotoğrafında bile sigaradan sararmış sakalları ve dev gibi cüssesi belli oluyordu.

Leman dergisi o dönem ergenlik çağındaki çocuklara soldan vuran bir mum ışığı gibiydi.

Ve onun okuduğum ilk şiiri “Ölü militan baharı“nı hala ezbere bilirim. O saman kağıdına basılan derginin yapraklarından fırladığı gün sanki dünmüş gibi.

Can Yücel’i nasıl tanıdıysam Federico Garcia Lorca‘yı da Pablo Neruda’yı da o saman kağıtlarında buldum.

Bu dergiyle aynı zamanlarda başlayan başka bir merakım da filmlerdi.

Yaşadığımız küçük ilçede bulunan sinema, araya parça atıldığı için, bizlere yasaktı. Ama gereği de yoktu.

O zamanki TRT propaganda kanalı olmamış, dünya filmlerini tek tek yayınlıyordu.

Hatta yıllar geçti, Hürriyet gazetesinde çalışırken, sinema meraklısı bir stajyer, bu kadar filmi nasıl seyrettiğimi sorduğunda “TRT dedim”, bana inanmayarak bıyık altından gülmüştü bile.

Theodorakis’in müziğini de ilk kez TRT’nin yayınlandığı Anthony Quinn’in oynadığı Zorba’da dinledim. Sonra Zorba’yı kaleme alan Nikos Kazancakis’in Türkçe’ye çevrilen bütün eserlerini okudum.

Mikis Theodorakis’in müziği gözümden bir perdeyi kaldırmıştı.

Theodorakis, ömrünü insanlığa adamış bir sanatçıydı. 17 yaşında Nazi faşizmine karşı durmuştu. Naziler tarafından kurşuna bile dizildi, ama mucize eseri hayatta kaldı.

Vatanından sürgüne gönderildi.

Filistin’e sahip çıkarak İsrail’i ve ABD’yi yerden yere vurdu. Ülkesinde ve dünyada hep bir şeyleri değiştirmek istedi. Bakanlık yaptı ama fahiş fiyatla devlete dezenfektan satmak aklından bile geçmedi.

Bizim liboş solcular gibi arkasını güce vermedi. Yanlış giden sistemin karşısında, ezilenlerin yanında oldu.

Geçtiğimiz günlerde 96 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Ben ölümünü duyunca üzerime bir mor yağdı.

Can Yücel’in onun için yazdığı “Akis” adlı şiir geldi aklıma:

“Sen çaldıkça Theodorakis
Bir mor yağıyor üstüme…
Dudaklarım öpüşmekten mosmor…
Bir putum sanki ilahilerle
denize fırlatılmış
Ve bir deniz yağıyor üstüme
Bakma sen sevgili Teodorakis
Açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!
Avluların o en çakırkeyiflisine
Mısır daneleri gibi serpilmişler ama
Mısır danesi değil ki bu adalar
Ne de biz güverciniz…

Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden
Çıplak ayaklarımızın su sesleriyle
Birbirimize
Ve kendimize
Bilakis

Sen çaldıkça Teodorakis
Bir mor yağıyor üstüme”

Ve bitirirken başka bir devin dizeleri geldi aklıma: “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler…”

Suriyeli çocuklar için Bursa’da hangi okullar yapılacak?

Suriyeli çocuklar için Bursa’da hangi okullar yapılacak?

Hatırlarsınız;

Ağustos ayının ortalarında Avrupa Birliği finansmanı ile Milli Eğitim Bakanlığı tarafından göçmen çocukların eğitimi için 4 ilde okullar yaptırılacağı duyurulmuştu.

Hatta söz konusu okullardan İzmir’de inşa edilen birinin fotoğrafı da basında yer almıştı.

‘Kriz Zamanlarında Herkes İçin Eğitim Projesi’ adı ile başlayan proje kapsamında Bursa’da da 4 okul yaptırılacağı açıklanmıştı. Okullardan 1’i Nilüfer’de, 2’si Osmangazi’de, 1’i de Yıldırım’da inşa edilecek.

İnşa edilecek okullar 32 derslikli olacak.

Göçmen çocukların eğitimi için; Nilüfer Yenikaraman Mahallesi’ndeki Nedim Öztan İlkokulu, Osmangazi’de Çırpan Mahallesi’ndeki Merinos İlkokulu, Osmangazi Yunuseli’deki Hacı Naciye Kanalıcı Ortaokulu ve Yıldırım’da yapımı planlanan bir okul uygun görüldü.

Yıldırım’daki okulun yeri ihale şartnamesinde Millet Mahallesi’nde, Mehmet Akif İnan Anadolu İmam Hatip Lisesi’nin arkasında kalan arazi olarak gözüküyor, son durum ne olur hep birlikte göreceğiz…

Yıldırım’daki okul dışındakiler, geçtiğimiz yıl depreme dayanıksız olduğu gerekçesiyle yıkılan okullar arasında bulunuyordu.

Yeni okulların inşaatlarının ortalama bir yıl içerisinde tamamlanması öngörülüyor.

 

***

 

Davutoğlu’ndan şaşırtmayan çıkış

 

Eski Başbakan ve AKP Genel Başkanı, şimdinin Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, partisinin kuruluş sürecinden bu yana sıkça dillendirilen ve bir ihtimal olarak köşede duran senaryoyu, sorulan bir soru üzerine şu şekilde yanıtlamış:

“Kimden davet gelirlerse gelsin görüşürüm. Benim şahsıma ne yapmış olurlarsa olsun, Hz. Mevlana’nın talebesiyim, gel derim, kimseye git demem. Sayın Cumhurbaşkanı ve AK Parti iki yıldır bizim bütün bayramlaşma teklifimizi reddettiler. Ama görüşmek ayrı şey, iş birliği ve destek ayrı şey, ittifak ayrı şey. Görüşürüz herkesle, iş birliği ise ilkesel bir konudur”

Peki Sayın Davutoğlu;

İşbirliği konusu ayrı, ittifak konusu ayrı, destek ayrı şeylerse; siz deyim yerindeyse kovulduğunuz AK Parti ile neyi görüşmeyi hedefliyorsunuz? İki partinin heyetleri bir araya gelerek AK Parti Genel Merkezi bahçesinin peyzaj çalışmalarını mı konuşacak sizce?

Ya da türlü polemiklerle koptuğunuz, düne kadar sert eleştirilerde bulunduğunuz iktidar partisiyle ne görüşmenizi oluşturmaya çalıştığınız tabanınıza nasıl anlatacaksınız?

Davutoğlu, önemli bir kısmın kendisini eleştirmek için hazırda beklediği bir konuyu tam da eleştirilmek istiyormuş gibi yanıtlayarak güzel bir işe imza atmış. Kendisini tebrik ederim.

Tabi yeri gelmişken kendisine tekrar hatırlatalım;

Geçtiğimiz aylarda gayet keskin bir tavır ile 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri ile 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri arasında yaşanan olaylara dair bir iki kelam etmiş, bu konunun devamını getireceğinizi beyan etmiştiniz.

Sahi, ne oldu o mesele?

 

 

 

 

Hangi 12 Eylül hangisi darbe?

Hangi 12 Eylül hangisi darbe?

Onların çocuklarının yaptığı darbenin üzerinden 41 yıl geçti.

Faşist askeri darbenin yıldönümünde bütün herkes adeta demokrasi havarisi kesiliyor.

Sağcısı solcusu, sokak ortasında vurulan ya da dar ağacında can veren yoldaşlarını, ülküdaşlarını sosyal medyada anarak darbenin ne kadar kötü olduğunu, ne kadar acı çektirdiğini anlatıyorlar.

Cuntacılar darbeden birkaç gün önce Milli Selamet Partisi’nin düzenlediği olaylı Konya mitingini gerekçe göstererek bu operasyonu başlatmışlardı. Ama bu sosyal medyada anma düzenleyenler, darbe sonrası tek bir Akıncı Gençlik üyesinin burnu bile kanamadan bu faşist yağmuru nasıl atlattıklarını soramıyorlar.

Bu soru yorgun demokratların ya da ülküdaşların işlerine ya da akıllarına gelmiyor. Hatta o gün burnu bile kanamayanların nasıl milyon dolarlık ihaleleri alarak, mücahit olarak başladıkları hayatlarının nasıl müteahhitliğe evirildiğini sorgulamıyorlar bile.

Başka işlerine gelmeyen bir konu daha var. 12 Eylül Anayasa değişikliğinde “cuntacıları yargılayacağız” diyerek yola çıkıp FETÖ’cülere adliyenin anahtarlarını nasıl teslim ettikleri… Sanki hafıza kaybına uğramış gibi hatırlamamak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Nerede, “yetmez ama evet“çi liberaller, takım elbise giyip tıraşını olarak sandığa giden ülkücüler, çözüm sürecinde ne istediler de almayan boykotçular bugün ortada yoklar.

Çünkü Necdet Adalı’yı anarak, Mustafa Pehlivanoğlu’nun gözyaşları içerisinde nişanlısına yazdığı mektubu Meclis kürsüsünden okuyanlar, Nevzat Çelik’in Şafak Türküsü şiirini haykıranlar gibi geçmişlerini unutmak istiyorlar.

Çoğu zaman tarih tekerrürden ibarettir. Nasıl, 1982 Anayasasına evet dedikten 30 sene sonra verdiği oyu inkar ederek ben hayır dedim diyorlarsa 11 yıl önceki referandum hatırlatılınca da yere bakıyorlar.

Bir gazeteci ağabeyimiz o günlerde benim kesin “hayır”cı olduğumu görünce, “Sen nasıl solcusun, cuntacıları yargılayacağız” diye konuştu. Ben de şöyle dedim: “Abi, ben matematikten hiç anlamam. Kandıra Akçakoca İlkokulu’na başladığımda, Matematik dersinde, Allah selamet versin, öğretmenim Feride Taşçı şöyle bir şey dedi: ‘Tavuk ile ördek, elma ile armut toplanmaz.’ Siz bu hataya düşüyorsunuz. Bir torba açmışlar, içinde kaz, ördek, elma, armut her şey var. Yarın verdiğiniz oyu inkar edersiniz.”

Şimdi o ağabeyimize, “sen yetmez ama evet’çi değil miydin, dediğimde, “sen de unutmuyorsun” diyor.

Bir de senin darbecin benim darbecim var. Türkiye’de iktidardakiler Mısır’da Müslüman Kardeşlere darbe yapıldığında o kadar kızdılar ki İstanbul seçiminde muhalefete oy vermek bile cuntacı Sisi ile omuz omuza durmak kadar alçakça ve affedilmez bir suç oldu.

Tunus’ta Cumhurbaşkanı anayasanın kendisine verdiği hakları kullanarak, Meclisi feshedip Müslüman Kardeşleri uzaklaştırmaya çalışması seçilmiş hükümete darbe ve halkın iradesini yok etme olarak tanımlandı.

Peki, her darbeye karşı iktidarımız, 2019 yılında seçimle iktidara gelen Afganistan hükümetini silahla deviren Taliban karşısında ne yapıyor?

Darbelere karşı açıklamalarının yerini insani yardım adı altında bu Sünni örgütü nasıl palazlandırırız, nasıl temas kurar nasıl Taliban hükümetini tanırınız, diplomatik ilişki nasıl başlatırız peşinde.

Yani darbecilere sempatin olunca o darbe olmuyor. Hatta gözünü kırpmadan İslam ve din uğruna suçsuz kadınları bile gözünü kırpmadan kurşuna dizen bu örgütün nasıl modaya uygun giyindiğini okuyoruz yandaş gazete manşetlerinde.

Ama yine atladıkları bir nokta var. ABD çekilirken yaramaz çocukları Taliban’a 8 milyar dolar değerinde silah ve mühimmat bıraktı.

Buradan tarihe not düşüyorum. İleriki yıllarda Afgan, Pakistan, özellikle İran’dan sınırımıza milyonlarca mülteci dayanırsa, bu iş “Kandırıldık, Allah affetsin”e dönmesin!

Ankara’daki sistem Bursa’da tutar mı?

Ankara’daki sistem Bursa’da tutar mı?

Geçtiğimiz günlerde, günübirlik işler sebebiyle yaklaşık 4 sene sonra Ankara’ya gittim.

31 Mart Yerel Seçimleri’nden sonra Ankara’nın çehresinin değiştiğini söyleyebilirim. Zira nereden baksanız 24 senedir şehri yöneten ‘başgan’dan sonra Mansur Yavaş çılgın projeler olmaksızın olumlu adımlar atıyor. Bu arada söz konusu ‘başgan’ hala o cipi vermemiş diyorlar, hayırlısı bakalım.

Başkent’in sokaklarında dolaşırken, dikkatimi ‘Halk Market’ çekti.

Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kuruluşu olan ‘Halk Market’lerde 5’i kadınlar tarafından kurulan 10 kooperatif ve 3 üretici birliğince üretilen 682 ürün uygun fiyatla Ankaralılarla sunuluyor. Şimdiye kadar 5 şubesi hizmete giren marketlerde ilçelerin meşhur ürünleri (Çubuk turşusu, Beypazarı kurusu gibi) ile, Ankara’nın ilçelerinin öne çıkan gıda ürünleri de satışa sunuluyor.

Örneğin ‘Halk Market’lerde tarhana, erişte, yoğurt, meyve-sebze, süt ve et ürünleri gibi yerel üreticiler tarafından üretilen ürünler, belediye güvencesi ile vatandaş ile buluşuyor. Bu sayede hem kırsal kalkınmaya yardımcı olunuyor hem tarım ve hayvancılığın bitmesinin önüne geçilmeye çalışılıyor hem de nispeten daha uygun fiyatlarla dar gelirliye de alışveriş imkanı sağlanıyor.

Proje gayet güzel. Yeri gelmişken söz konusu fikrin İstanbul ve İzmir’de de hayata geçirileceğine dair haberlerin çıktığını da hatırlatayım.

Gelelim mevzunun Bursa ile olan ilişkisine…

Bursa; tarım, hayvancılık, el emeği ve kendine özgü lezzetleri bünyesinde barındıran bir şehir. Bursa, sanayi çarklarına sıkışmadan da var oluşunu sürdürebilecek bir şehir.

Yani;

‘Halk Market’ benzeri bir proje pek ala Bursa’da da uygulanabilir.

Dağ yöresinden süt ve süt ürünlerinin, çileğin, yaban mersininin, Mustafakemalpaşa’dan domatesin, Karacabey’den soğanın, biberin, Gürsu’dan armudun ve şeftalinin, Mudanya’dan meşhur siyah incirin ve tamamı yerel üretici tarafından hazırlanan eriştenin, tarhananın, reçelin daha uygun fiyatla üreticiyle buluştuğu, üretenin kazandığı bir platformun sizce başarısız olma ihtimali var mı?

Hele ki Tirilyeli Kadinlar Kooperatifi ve Saitabat Köyü Kadınları Dayanışma Derneği gibi adını ülke çapında duyurmuş iki kuruluşun da katkıları ile Bursa sahip olduğu potansiyeli pek ala güzel bir başarı tablosuna dönüştürebilir.

Belki klasik bir söylem olacak ama; bu topraklar bereketli. Bundan 20-30 sene öncesine kadar tarımda kendine yetebilen bir ülke iken bugün gözü dönmüş bir şekilde ‘sanayileşme’ ve ‘OSB’leşme’ hastalığına tutuluşumuz, verimi de üretimi de bitirdi.

Bursa, sanayileşmenin yanı sıra yeniden kırsal kalkınmayı da omuzlayabilecek güce sahip. Bir tarafa sırt dönmek yerine iki tarafı da makul ölçüde beslemek, yapılması gereken en doğru iş. Çünkü ağzına kadar dolan şehre yeni sanayi bölgeleri eklemek; her anlamda geri dönülmez bir tahribatı beraberinde getirecek, hatta getirdi bile.

Ayrıca belediye iştiraki BESAŞ marifeti ile piyasaya girip belediyenin kazanmasını istemek yerine bu toprağın insanının üretimine destek verme vakti geldi geçiyor.

Hatırlarsınız;

Haziran ayında Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın ‘yılın projesi’ olarak nitelendirdiği ‘kart’ projesini ‘Kart 16’ olarak bir yıldır uyguladıklarını söylemiş, iktidara yakın medyanın da desteğiyle iş ‘proje çalma’ eleştirisine kadar gitmişti.

Halbuki burada önemli olan nokta, halka faydası dokunacak bir konuda siyasi düşüncelerin bir kenara bırakılması idi, maalesef olmadı.

Belki ‘kamu yararı’nı yakından ilgilendiren bu konuda parti rozetleri bir kenara bırakılır ve Bursa’ya gelecekte de katkı sağlayabilecek bir hamle gerçekleştirilir…

 

 

 

EYT dosyası raftan iniyor!

EYT dosyası raftan iniyor!

Emeklilikte yaşa takılanlarla (EYT) ilgili “AK Parti EYT sorununa çözüm önerecek mi?” başlıklı yazıda, iktidarın EYT dosyasını kapatmadığını, parti içinde sorunun çözümüne ilişkin farklı görüşler olduğunu, ancak konunun başka parametreleri bulunduğunu söylemiştim.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte farklı bir yapı inşa edildi. Bu yapının tepesindeki isim aynı, ancak bir ucunda siyaset, öteki ucunda bürokrasi var. Daha açık bir deyişle, bir yanda AK Parti’nin yönetim organları, karar mekanizması ve ürettiği politikalar, öte yanda Beştepe’deki kurullar, başkanlıklar, bürokratlar ve onları söyledikleri var.

Muhtemeldir ki karar verici, hem sahanın diline tercüman olan partinin önerilerini, hem de – söz siyasete gelince “kraldan çok kralcı” kesilen- yüksek bürokrasinden gelen sesleri dinleyecek.

Son günlerde yaşanan kimi gelişmeler öyle gösteriyor ki o değerlendirme şimdiden yapılmaya başlandı!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde 7’lik seçim barajı açıklamasına Cumhur İttifakı ortağı Devlet Bahçeli, kayıtsız şartsız “evet” deyince seçim sandığının ucu iyice göründü.

Hoş, erken seçim uzun süredir siyasetin gündeminde. Ancak seçim sisteminde değişikliğin somut hale gelmesi seçimin tarihi konusundaki tahminlerin önünü açtı. Buna göre, 1 Ekim’de açılacak Meclis’ten seçim yasası ne zaman çıkarsa bir yıl sonra sandık kurulacak.

Türkiye’de seçimlerin ana unsurlarından biri ekonomidir. Bugünün koşullarına bakıldığında da durum aynı. Pazar günü seçim varmış gibi dere tepe gezip dolaşan muhalefete, memleket koro halinde “geçinemiyoruz” demiyor mu? Üstelik yüzde 21.7’lik büyümeye, tarihi ihracat rakamlarına rağmen…

Elbette muhalefet ekonomideki çarpıklığın üzerine gidecek. İktidar da muhalefetin elindeki kozları almaya çalışacak. O kozlardan biri 3600 ek göstergeyse öteki kuşkusuz EYT!

Bugünlerde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ta 2018’de verdiği 3600 ek gösterge sözünün yerine getirilmesi için düğmeye basıldığı görülüyor. Konuyu yeniden gündeme getiren, “çalışma programı hazırlıyoruz” diyen de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin.

Bilgin, EYT’lilerin yakından tanıdığı bir isim.

Bundan 2 yıl önce, 8 Eylül 2019’da, yani EYT mağduriyetinin 20. yılında EYT’liler Ankara’da büyük bir miting düzenledi. Miting öncesi Gönül Boran Özüpak liderliğindeki EYT heyeti, o dönem Cumhurbaşkanlığı Sosyal Politikalar Kurulu Başkan Vekili olan Bilgin’le görüştü. Görüşmede söylenen Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla bir çalışma yapıldığıydı. Konu birden alevlenip dal budak sarınca Bilgin, sonradan kendi kendini yalanlamıştı.

Öyle görünüyor ki Çalışma Bakanı Bilgin’in elinde hazır bir EYT dosyası var ve raftan inmeyi bekliyor! Bana öyle geliyor ki bunun için fazla beklemeye gerek kalmayacak. Zira 3600’den sonra sıra EYT’ye gelecek.

Çalışma Bakanı o dosyayı raftan indirmek zorunda, çünkü kendisi 8 Eylül 2021’de milyonlarca imzayla muhatap olacak.

Pandemi döneminde bir yandan ıslak imza kampanyası düzenleyip bir yandan federasyona dönüşen EYT’liler, milyonlarca ıslak imzalı dilekçeyi 8 Eylül’de Başkent’e götürecek.

Kamyon mu tutacaklar TIR mı bilmiyorum, ama o imzaların o dosyayı raftan indireceğini biliyorum!

 

Gönül makamının en yüce mertebesinin sahibine!

Gönül makamının en yüce mertebesinin sahibine!

Merhaba kızım.

Dünyamıza hoş geldin.

Sana, dünyamıza nasıl geldiğini anlatacağım.

Öncelikle belirtmeliyim ki uzun yıllar sonra ilk defa, pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günümü, Bursa’da geçirmek zorunda kaldım.

Bu zorunluluk elem ve ızdırap verici değil; aksine, mutluluk ve heyecan verici idi.

Cumartesi günü, annenin kontrolleri için doktorumuz Sühendan Benderli’ye gittik.

Senin çok kilo aldığını, annenin yoğurt ve sütü kesmesini, bol bol yürüyüp, spor yapmasını önerdi.

Tabii biz de annene bunları dikte ederek, yaptırdık.

Pazartesi günü tekrar kontrole gidecektik, kontrol sırasında annenin canı çok fazla yandığı için, biz de salı günü gitme kararı aldık.

Anneannen, babaannen, annen ve ben gittik.

Ne güzel, ilk defa doktorda sıra yok. İnanılır gibi değil!

Meğerse günlerden 30 Ağustos’muş, bundan dolayı da yarım gün çalışıyorlarmış.

Karar verdik, ertesi gün sabah erkenden kalkarak, hastaneye gideceğiz.

Çıktık yola, bir trafik var ki İstanbul trafiğine taş çıkarır.

Her neyse, vardık.

Vardık varmasına da doktorumuz çok sevildiğinden, sabahın o saatinde dahi, yoldaki trafiği aratmayan bir yoğunluk var.

Üç saat sonunda, bize de sıra geldi.

Doktorumuz, doğumun yaklaştığını, hatta yarın gelmemizi, hatta ve hatta işimiz yoksa, bugün bol bol yürüyüp, tekrar gelmemizi söyledi.

Biz de kahvaltı yapmamıştık, hem de Almanya’dan misafirlerimiz vardı, gittik, kahvaltımızı yaptık, misafirlerimizi yolcu ettik ve yola çıktık.

Arabayı hastaneye uzak bir yere bırakarak, hastaneye yürüyerek gittik.

Uzun bir beklemeden sonra, annenin kontrolü yapıldı ve hemşire, gerekli çantaların getirilmesini, annenin her an doğuma gireceğini söyledi.

Tabii ben o heyecanla, hemen haber vermem gereken kişilere haber verdim ve beklemeye başladık, senin dünyaya gelmeni.

Annene ameliyat kıyafetlerini giydirmişler, gördük birbirimizi, doyasıya sarıldık…

Tabii sen inatla dünyaya gelmemekte direniyordun.

İnatçılığın, daha burada ön plâna çıkıyordu.

Olsun, baban da inatçıydı ve bundan bir şey kaybetmemişti ömür boyu.

Ölçülü olan her şey güzeldir.

Gerçi sen bize karşı ölçüyü kaçırdın; ama pek de ses edemedik sana.

Sen dünyaya gelmemekte direnince, anneni odaya çıkardılar ve başladık beklemeye.

Senin kalp atışını ve annenin sancılarını ölçen bir aleti annenin karnına bağladılar, seni dinliyoruz.

Annen seni o kadar rahat ettirmiş ki karnında, geniş dünyadan dar dünyaya hicret etmek istemiyorsun.

Biraz zaman geçtikten sonra, doktorumuz geldi, annenin sancılarının ilerleyen saatlerde daha çok şiddetleneceğini, hatta beş-altı saat boyunca çıldırtan dereceye varacağını söyledi.

Doktorumuz gittikten sonra, annenin sancıları şiddetini arttırdı; lâkin annen gayet dayanıklı bir şekilde “bana mısın” demiyordu.

Ama ilerleyen saatlerde, durum hiç de iç açıcı olmadı.

Gece 4’te iyice şiddetini arttıran sancılar, gerçekten de çıldırtan cinstendi.

Annenin bu sancılarına hiçbirimiz dayanamıyor, içimiz parçalanıyordu.

Doğumdan sonra bir daha aşık olurmuş adam olanlar eşlerine, gerçekten de öyle olması gerekiyormuş.

Ben böyle bir can çekişme hâline, daha önce hiç şahit olmamıştım!

Beklediğimiz Almina Ada olunca, sancısı da büyük oluyormuş demek ki.

Saat sabah altı olduğunda, annenin sancıları dayanılacak boyutu çoktan aşmış, bize bir çözüm bulmamız için sitem ederek, yalvarıyordu.

Derken, doktorumuz geldi.

Annen doktorumuza sezeryanla seni dünyaya getirmesi için yalvarıyordu.

Ama doktorumuz, annene biraz daha dayanmasını, normal doğumun çok daha sağlıklı olduğunu, eğer dayanamaz ise son çare olarak onu yapacağını söylüyor, teselli etmeye çalışıyordu.

Tabii annenin o hâli, hepimizi derinden yaralıyordu.

Zaman bir yandan hızla akıyor, bir yandan da donup kalıyordu.

Zaman geçti ve anneni tekrardan aldılar doğumhaneye.

Artık hepimizin çeşitli yerlerine gerginlikten ağrılar saplanmıştı.

Çok kalabalıktık ve yaklaşık 26-27 saattir uyumadan ayakta duruyorduk.

Ercan deden, annenin çektiği acıya dayanamamış, iyice gerilmişti.

Saat öğlen 12’yi geçmiş, hâlâ senden bir haber yoktu.

Bekliyor, bekliyor ve bekliyorduk…

Ben de Ercan dedenin yanına indim ve bekliyordum.

Zaman durmuyor, ilerliyordu.

Derken, saat tam öğlen 1’de, müjdeli haber geldi ve sen; yani biricik kızımız, prensesimiz, bitanecik bebeğimiz, babasının kara kızı, tüm inatlarına rağmen dünyaya gelmiştin.

Sevincimizin, heyecanımızın, mutluluğumuzun tarifi yok!

Geçtim içeri, seni beklemeye başladım.

Bir doktor geldi ve bebeğin yakını olarak, kimin olduğunu sordu.

Hemen “ben babasıyım” dedim ve doktor bizi bilgilendiren bir açıklama yaptı.

Doğum sürecin çok uzun sürdüğü için, içeride bayağı hırpalanmış ve nefessiz kalmışsın. Bundan dolayı da seni müşahade altına alacaklarını, herhangi bir sağlık sorununun olmadığını, ciğerlerin temizlendiği gibi, seni bize vereceklerini söyledi.

Tabii ki seni müşahade altına almadan önce görecektik.

Seni ilk kucağına alan, ben olmak istiyordum.

Derken, hemşire seni kucağında yanıma getirdi.

Kucağıma seni alamasam da öptüm ve bağıra bağıra ağlamak istedim!

Ama nerdeeee!

İçerisi ana-baba günü.

Seni öptüm ve hemen oradan uzaklaştım.

Dedenin yanına indim ve seni öptüğümü söyleyerek, güzelce bir kucaklaştım.

Çekinmesek, o sarılma esnasında, hüngür hüngür ağlayacaktık.

Dedene fotoğrafını gösterdim ve o da hemen duygulandı.

Dünyaya gelişin, böyle olmuştu sevgili kızım.

Sen bu kirli dünyaya gelmek istemiyor, gelmemekte ısrar ediyordun. Ben ise bu kirli dünyada yalnız kaldığım mücadelemde, yanıma bir yoldaş arıyordum.

Geleceğin aydınlık Türkiye’sini inşa etmek, dünya insanlığına fayda sağlamak, Allah’ın Kur’an’i nizamını dünyaya hâkim kılmak, insanlık âlemine adaletin mührünü vurmak, onurlu ve vakurlu bir duruş, senin Almina’n, yani Kızılelma’n olsun kızım.

Yüce Allah’ım bir ömür, yolunu ve bahtını açık etsin.

Hoş geldin kızım, gönül makamımızın en yüce mertebesine hoş geldin…

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

(Not: Bu yazı, 1 Eylül 2016 tarihinde dünyaya gelen, kızım Almina Ada için kaleme alınmıştır.)

Dünya Barış Günü ve Bursa

Dünya Barış Günü ve Bursa

Bu satırları yazarken tarihler 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü gösteriyor.

1 Eylül, aslında 2. Dünya Savaşı’nın başladığı tarihtir. Bir daha böyle bir kıyım ve yıkım yaşanmaması temennisiyle böyle bir kara gün seçilmiştir. Ama insanlık savaş baltalarını bir gün dahi gömmemiştir.

1 Eylül, aslında Bursa, Türkiye ve Dünya açısından, radikal İslamcı terör örgütlerinin nasıl tehlikeli olduğunun da göstergesidir.

Zararsız, kendi halinde insanların nasıl beyninin yıkandığını, nasıl radikalleştirilip Allah, cihat diyerek, gözünü kırpmadan kendini ve insanlığı kana bulamaktan kaçınmayacaklarının örneğidir.

Tam 16 sene önce bugün Hürriyet gazetesinde muhabir olarak çalışıyordum. Kızım 1 yaşında olduğundan pek uyku yüzü görmüyorduk. Sabaha karşı tam uykuya dalmışken, telefonun sesi ile uyandım. Telefondaki ses Bursa Bölge Müdürü Fuat Kars’tı. Şimdiki UDEAŞ’ın önünde canlı bomba patladığını söyleyince pantolonumu apartmanın merdivenlerinde giydim!

Olay yerine ulaştığımda o gece nöbetçi olan çalışma arkadaşım Erdoğan Paçin, bütün fotoğrafları ve görüntüyü çekmişti. Terörist, o zaman yeni hizmete giren BursaRay Merinos istasyonuna metreler kala bombanın patlaması sonucu ölmüştü. Şans eseri bombacıdan başka kimseye bir şey olmamıştı.

O dönem Bursa İl Emniyet Müdürü olan Hüseyin Çapkın, olay yerindeydi. Bize olayın nasıl gerçekleştiğini ve canlı bombayı anlattı.

Şanlıurfa’dan Bursa’ya göç eden bir ailenin ferdi olarak 1978 yılında dünyaya gelmişti. Radikal eğilimleri olmayan, namaz kılan bir genç olarak tanınıyordu. Meslek lisesini bitirdikten sonra dil öğrenmek için Özbekistan’a gitmiş ve burada El Kaide’nin Selefi yapılanması ile tanışmıştı. 6 ay sonra geri dönmüştü. Bütün gün odasından çıkmıyordu. Ama nasıl olduysa devletimin radarına takılmıştı (Benim görüşüm CIA bildirmiş olabilir).

1 Eylül 2005 sabahı, elinde, içerisinde dinamit lokumu bulunan çantası ile yola çıkmıştı. Merinos istasyonu yakınlarına geldiğinde çantasında bulunan patlayıcı durup dururken, kendi kendine infilak etmişti.

Bülent Akçiçek, olay yerinde ölmüştü. Asıl hedefinin kimler olduğu hep komplo teorilerinde kaldı.

Bu olayla kendi halinde bir insanın nasıl radikalleştiğini gördük. Şu anda kaç Türk vatandaşının Suriye ve Irak’ta radikal İslamcı örgütler safında savaştığını bilmiyoruz. İçimizde kaç tane “Yalnız Kurt” saldırısı düzenleyecek Bülent Akçiçek’ler olduğunun kaydı yok. Yarın bir iktidar “bu misafirlik bitti” dediğinde Suriyeli sığınmacıların neler yapabileceğinin garantisi yok.

Kaç Taliban militanının Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girdiğinin bilgisi yok. Yarın Türkiye’nin en huzurlu şehirlerinden Bursa’da insanların sokağa çıkamayacak hale gelmesinin garantisi yok.

1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun!..

Diyanet Bursa’ya bir iyiliği çok gördü!

Diyanet Bursa’ya bir iyiliği çok gördü!

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, dün Bursa’daydı. Çok önemli mesajlar verdi.

İslam şehrinin nüvesini oluşturan Medine’den yola çıkarak, “şehirlerimizi münevver şehirler yapmak zorundayız” dedi örneğin.

İslam ülkelerindeki geri kalmışlığın en temel nedenini “ilimden, irfandan, bilimden, hikmetten uzak kalmak” olarak açıkladı.

İnancımız ve medeniyetimizde bilgi; terbiyedir, güzel ahlaktır, sorumluluktur, sabırdır, iyilik için çalışmaktır” dedi.

İyilik iyilik dedi de Bursa’ya bir iyiliği çok gördü Diyanet!

Bursa Müftülüğü için Yalova yolunda koca bir “külliye” yapılmış, 12 Mayıs 2017’de de hizmete açılmıştı.

Tam 15 bin 580 metrekare üzerine inşa edilen “külliye”de hizmet binasının yanı sıra 3 bin kişilik cami, 800 kişilik konferans salonu, lojman ve sosyal tesisler de yer alıyordu.

Ama yetmedi Diyanet’e!

Müftülük Şehreküstü’nden Altınova’ya taşınınca herkes eski binanın bulunduğu yerin 15 Temmuz Demokrasi Meydanı’na dahil edileceğini sanıyordu. Böylece küçük alan biraz daha meydan kimliğine kavuşacaktı.

Binanın ortadan kalkmasıyla İslam’ın beş büyük mabedinden biri olan Ulu Cami meydandan net olarak görülecekti. Üstelik Bursa’da ne zamandır konuşulan Hanlar Bölgesinin ortaya çıkarılması projesi de başlamıştı.

Ne kadar safmışız!

Eski bina yıkıldı, temeli atılmadan tabelası çakıldı. Türkiye Diyanet Vakfı, Bursa Müftülüğüne yeni bir bina yapıyordu.

Sağ olsun, Gazeteci-Yazar Yüksel Baysal, konuyu gündeme getirdi. İktidarından muhalefetine, sivil toplum örgütlerinden akademik odalara kadar herkes Şehreküstü’ndeki o inşaata hayır dedi. Ne var ki asıl konuşması gerekenler sustu. Kervan yürüyordu nasılsa!

Üzerinden çok geçmedi. Para olunca inşaat dediğin ne ki! 1.5 yıl bile dolmadan Bursa Müftülüğü yeni binasına kavuştu. Diyanet İşleri Başkanı da yazının başında sıraladığım kelamları etti.

Münevver olduğunu bildiğimiz Bursa’ya bir tuğla daha eklemiş oluyoruz” derken, ekledikleri tuğlanın Osmanlı şehri Bursa’nın en önemli simgelerine gölge düşürdüğünün farkında mıydı?

Bursa’nın tüm itirazlarına karşın diktikleri o binayı ilimle bilimle açıklamalarını beklemiyorum da hangi hikmet ışık tuttu acaba kendilerine?

Ve o binayla Diyanet, Bursa’ya iyilik mi yaptı, yoksa bir iyiliği çok mu gördü?

Salgını ancak ‘güven’ bitirebilir!

Salgını ancak ‘güven’ bitirebilir!

Küreselleşmenin giderek artan ölçüde “güvensizlik” yaratmasının son örneği Covid 19 aşı sürecinde gösterdi kendini.

Dünyanın nüfusu 7.9 milyar. Bugüne kadar 215 milyon 680 bin 145 kişi korona virüse yakalandı. 4 milyon 492 bin 251 kişi korona virüs nedeniyle hayatını kaybetti.

Salgının hızının kesilmesinde, giderek sona ermesinde tek çare aşı olmak.

Dünya genelinde her gün 36.21 milyon doz aşı yapılıyor. Şimdiye kadar 5.13 milyar doz aşıya ulaşıldı. Bu sayı dünya nüfusunun yüzde 33’ünün en az bir doz aşı olduğu anlamına geliyor.

Salgının büyüklüğüne karşılık aşılama oranının hayli düşük kaldığı görülüyor. Üstelik salgını önlemede bir doz yeterli değil. Öte yandan, az gelirli ülkelerde aşılama oranı sadece yüzde 1.6. Yoksul ülkelerde her 100 kişi başına sadece 1.5 doz aşı yapıldı.

Yoksul ülkelerin aşıya erişimindeki devasa sorunlar orta yerde dururken, aşı karşıtlarının direnci de salgınla mücadeleyi sekteye uğratıyor. Aşıya rahatlıkla ulaşabilen, özellikle Batı ülkelerinde aşı karşıtlığı almış başını gidiyor. Örneğin, Avrupa Komisyonu’nun araştırmasına göre, Fransızların yüzde 69.9’u aşıya “güven” duymuyor. Bu oran Litvanya’da yüzde 68.2, Bulgaristan’da 66.3. Amerikalıların da neredeyse yarısı aşıya karşı temkinli.

Türkiye’ye gelince…

Sağlık Bakanlığı’nın salgının ardından kurduğu Toplum Bilimleri Kurulu’nun en etkin üyesi Prof. Dr. Veysel Bozkurt’un çalışmasına göre, Türkiye’de aşı karşıtlarının oranı yüzde 30’larda. Açıkça aşılara “güvenmediğini” söyleyenlerin oranı yüzde 38. “Bilime güvenmiyorum” diyenlerin oranı ise yüzde 11.

Kuşkusuz aşı karşıtlığının 18. yüzyıla kadar uzanan tarihsel toplumsal bir temeli var. Ancak bu karşıtlıkta bilimsel tez aramak çoğu kez boşuna uğraşmak anlamına geliyor. Zira aşı karşıtlarının ileri sürdüğü gerekçeler çoğunlukla inanç, düşünce ve eğilimleri yansıtıyor. Covid 19 yoksa yaklaşık 2 yılda 4 milyonu aşkın insan neden öldü? Aşıların etkili olup olmadığı verilerle sabit değil mi? Bir yerlerimize çip takılmasın diye ayak diremek için biraz geç kalmadık mı? Aşının kısırlığa yol açacağını biliyoruz da virüsün neye yol açacağını bilmiyor muyuz?

Kuşkusuz soru işaretleri çoğaltılabilir, her soruya bir yanıt da verilebilir. Ancak öyle görünüyor ki hiçbir yanıt, korkunun ve kuşkunun panzehiri “güven” duygusunu oluşturamıyor. Güvensizliğin temelinde ise küreselleşmenin ta kendisi var.

Salgının milyarlarca dolarlık bir aşı pazarı yaratması, aşı yarışında Çin, Rusya, ABD, Almanya gibi egemen devletlerin ön alması, ekonomik alandaki rekabetin giderek bir aşı milliyetçiliğine dönüşmesi, kendisi bir küresel oyuncu olması gereken Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel güçlere yalvarır hale gelmesi güven sorununu girift bir hale getiriyor.

Türkiye’de ise güven sorununun en önemli nedeni “şeffaflık” gibi görünüyor. Sağlık yönetimi salgının başından beri ısrarlara rağmen elindeki tüm verileri açıklamıyor. Açıklanan günlük tabloların içeriğinde en az 3 kez değişikliğe gidildi. Sağlık Bakanlığı, son olarak anlık aşı sayısını yayınlamayı da bıraktı. Neredeyse 2022 geldi, ama 2020 istatistikleri hala çıkmadı. TÜİK de aynı yılın ölüm istatistiklerini yayınlamadı. Bütün bunların ardından Türkiye’de salgını yöneten Sağlık Bakanlığına ne kadar güvenilebilir?

Kısacası ne Sağlık Bakanı’nın sevimli tweet’leri, ne Cem Yılmaz’ın aşı çağrısı, ne liderlerin kameralar önünde aşı olması topluma güven aşılamıyor. O halde hem yönetimin hem bilim dünyasının sorunu giderebilmek için yeni bir yol açması gerekiyor.

Hem de acilen…

 

 

 

15 Temmuz’da o üniformadan güç almadınız mı?

15 Temmuz’da o üniformadan güç almadınız mı?

Geçenlerde “Emret Başbakanım” dizisinden bir örnek vermiş ve İngiliz Başbakan, Çankırılı Boris’in halktan korona aşısı için 100 sterlin istemesi halinde neler olabileceğini dilimiz döndüğünce anlatmıştık.

O gelişmiş demokrasinin Magna Carta ile yaklaşık bin yıl önce temellerinin nasıl atıldığından bahsetmiştik. Modern anayasaların temelleri kabul edilen o antlaşmayı daha çok anacağız ve anlatacağız gibi duruyor.

Geçtiğimiz günlerde AK Parti Mersin Milletvekili Zeynep Gül Yılmaz‘ın, aracını durduran polis memuruna ettiği hakaretleri ve ardından şoförü olan kişinin polis memurunu nasıl tehdit ettiğini sosyal medyada seyrettik.

Arkasından kanunların verdiği yetkiyi kullanmak isteyen o trafikçinin, kendisini koruyup kollamakla görevli İçişleri Bakanı tarafından nasıl yalnız bırakıldığını herkes gibi gözlemledik.

Sayın İçişleri Bakanı’ndan “Samsun Bafra” konuşması gibi sert bir çıkış beklemedik, ama hiç değilse partisinin milletvekiline ince de olsa Twitter’dan bir ayar verseydi!

Hadi onu geçtim, görevini yapan devletin memurlarına soruşturma açmasaydı bari.

Ama anladık ki o tweet’ler sadece muhalefet için.

Peki, yine şeytanın avukatlığını yapalım, o milletvekili Ce-Ha-Pe’li olsaydı!

Hemen o trafik polisi adliyeye koşturulur. Suç duyurusunda bulundurulur, TBMM Başkanlığı hemen gereğini yapar, milletvekili yargılanmaya başlanırdı.

Şekil 1A (Ekrem İmamoğlu, Ordu Valisi, VIP salonu)

 

Ama AK Partili olunca devletin üniformalı memuruna bile “şerefsiz” deme hakkı doğuyor! Ortada bir hata varsa siz bir polis memuru ile bunu çözmeye çalışmak yerine Mersin İl Emniyet Müdürünü arayın!.

Korkmayın, siz Ce-Ha-Pe milletvekili değilsiniz. Emniyet Müdürü telefonunuzu açar ve hemen gereğini yapar.

Sayın vekil, ‘Şerefsiz’ dediğiniz; sayın İçişleri Bakanı, soruşturma başlattığınız bu memurlar olmasa 15 Temmuz darbe girişiminde o üniformayı giyenleri arkanıza alarak tanklara karşı dik durabilir miydiniz?

O üniformaları giyenler Ankara Gölbaşı Özel Harekat Merkezi‘nde F-16’dan atılan bombalarla şehit düştüler. Ben o alanın ve şehitlerin yanmış bedenlerinin fotoğraflarını gördüm. Buradan size anlatmaya içim el vermez.

Yazının başında, biz bu gidişle “Emret Başbakanım” dizisinden çok örnek veririz dedik ya, başlayalım o zaman.

Bizim dizinin kahramanı daha Başbakan olmamış, bakan olarak görevini sürdürürken bir Noel partisi veriyor.

Biraz fazla kaçıran bakan direksiyona geçerek evinin yolunu tutuyor. Yolda biraz zig zag yapınca bir polis memurunun dikkatini çekiyor ve durduruluyor. Bakan alkol kontrolünden dokunulmazlık belgesini göstererek kurtuluyor.

Sabah, Bakan akşamdan kalma vaziyette gazetelerini okurken, telefon çalıyor ve İngiltere Başbakanının ikameti olan “10 Numara”ya çağırılıyor.

Başbakan, barut fıçısı gibi. Bakan’ın sıradan bir polis kontrolünde dokunulmazlık belgesini kullanmasına kızgın fırça atıyor:

O belge savaş, salgın hastalık ve olağanüstü durumlarda geçerlidir. Bunu basın duysa bu sabah istifanı isterdim” diyor ve ekliyor.

Sen Milli Savunma Bakanından daha şanslısın, o sarhoş olarak kaza yapmış, istifasını istedim!..”

Yani bir polis memuru bakanı rapor ediyor, başbakan gereğini yapıyor.

Türkiye’de bir polis memuru bunu yapsa, bırakın Çemişgezek’e gitmeyi, Libya’da bulunan Fizan’a sürülür.

Sayın Bakan, Türkiye’de görevini yapmaya çalışan memura edilen her hakaret o üniformaya gelir. O üniforma da devleti temsil eder. Ayrıca terörle mücadelede şehit düşmüş polislerimize gider!..

‘Arkadaşım Şeytan’

‘Arkadaşım Şeytan’

“Sana gitme demeyeceğim ama gitme, adını gizleyeceğim sen de bilme…”

Mudanya Belediyesi’nin düzenlediği “3. Kitap Fuarı”nı gezdik. Hayri Türkyılmaz’ın hakkını teslim etmek gerekir, mini bir kültür vahası yaratmış. Çok sayıda yazar, çizer ve entelektüeli bir araya getirmeye çalışmış, bana göre başarılı da olmuş.

Dün akşam moderatörlüğünü Ozan Kaplanoğlu‘nun yaptığı söyleşinin konuşmacıları meslek büyüklerim Necati Kartal ve Yüksel Baysal‘dı. “Medyanın dünü bugünü yarını” isimli söyleşiyi ilgiyle dinledik.

Yüksel Ağabey, birinci bölümde, Türk basınının Osmanlı’dan bu yana sansür ile mücadelesinden bahsetti. İkinci kısımda ise dijital medyadaki içeriklere her an müdahale edilebileceğini, oradaki bilgilerin eterne ya da manipüle edilebileceğini, oysa kağıt gazetede öyle olmadığını anlattı. Sözcü gazetesinin tirajını örnek vererek, basılı gazeteleri önemsediğini ve yaşaması gerektiğini söyledi.

Yüksel Ağabey’i dinlerken aklıma “Muhsin Bey” filmi geldi.

Yavuz Turgul‘un başyapıtları arasında yer alan bu filmde Şener Şen‘in hayat verdiği Muhsin Kanadıkırık isimli müzik organizatörü, devrim gibi gelen “arabesk“e, elindeki son silah olan Ali Nazik ile karşı çıkmaya çalışıyordu. Ama gümbür gümbür gelen o devrim Muhsin Kanadıkırık’ı kendi silahı ile vuruyordu.

Yüksel Ağabey’in direnmesi çok hoşuma gidiyor da o filmin sonunda İbrahim Tatlıses’in “Tutun kollarımdan düşerim şimdi”si çalıyor.
Dijitale karşı Yüksel Ağabey de sonunda bu şarkıyı dinleyecek diye ödüm kopuyor.

Ama gelinecek durum bu, kaçış yok!

Arkasından söz alan Necati Ağabeyimiz dijital dünyanın evrileceği noktayı anlattı. Necati Kartal’a göre, haber artık internet sitelerinde insanların ilgisini çekecek, ne kadar tıklandıklarını denetleyen, ona göre içerik üretecek yapay zekalar tarafından tarafından düzenlenecekti.

Medyanın geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair 3 ayrı senaryo koydu önümüze, fikirlerini sundu. Söylediklerinin tamamı doğru olabilirdi ama bir konuyu göz ardı etti.

Yukarıda yazdığım Özdemir Asaf‘ın dizelerini ilk olarak İlhami Soysal‘ın Türk Şiir Antolojisi’nde okumuştum. Sonra da 1988 yılında yapım ve yönetmenliğini Atıf Yılmaz‘ın yaptığı “Arkadaşım Şeytan” filminde Ali Poyrazoğlu‘nun canlandırdığı Şeytan’dan dinlemiştim.

Filmde Mazhar Alanson başarısız bir şarkıcıyken, içinden şan ve şöhret kazanmak için ruhunu şeytana satmak geçer. Bir anda karşısında şeytan belirir. Hayatta bütün istediklerini yapabileceğini, bunun karşılığında ruhunu bir yumurtaya hapsedeceğini söyler. Ne arzularsa elde edecektir…

Mazhar Alanson’un hayat verdiği müzisyen Fatih, teklifi kabul eder. Şeytan, hemen eski müritlerine gider. Gazeteci, reklamcı, siyasetçilerden oluşan bu topluluk, müzisyen Fatih gibi ruhunu bir yumurtaya hapsettiği müritlerinden oluşmaktadır. Şeytan emir verir müritlerine, kardeşleri Fatih’i şan ve şöhrete boğmalarını ister. Ama müritleri şeytanın isteklerini yerine getirmez. İblis de tek tek müritlerinin ruhu içine hapsolmuş yumurtalarını kırar.

Müritler anlar ki o kadar kirlenmişlerdir ki artık ruha ihtiyaçları yoktur. Luficer, son takipçisi müzisyen Fatih için büyük kozunu oynar. Geçmişte sevgilisi olan ve ona Lavinia şiirini okuduğu eski aşkı, o dönemin amiral gemisi bir gazetenin genel yayın yönetmenine sırf müritlerine inat olsun diye Fatih’in başarısı için yalvarır ve yine Lavinya’ya şiirini okur. Ama eski sevgili Şeto’ya hiç yüz vermez. Filmin sonlarına doğru Şeytan sorar, “Sizi kim yönetiyor, bu Tanrı olamaz?..”

Lavinya, ona bilgisayar odasını gösterir ve “İşte burası der.”

Şeytan bilgisayarları görünce “pabucu ters giyer” ve Şeto, müzisyen Fatih’in ruhunu geri verirken, “sen sanatçısın, ruhun olmadan yaşayamazsın” der.

Şeto, meleğe dönüşerek, onu yaratan tanrısına geri döner.

Unutmayalım, haberleri yapay zekalar yönetebilir, meslektaş bile demeye utandıklarımız ruhunu şeytana satabilir.

Ama o bizim asi ruhumuz olmadan “önce insan, sonra gazeteci” olamayız.

Yani yapay zekaların bile bir vicdana ve bir ruha ihtiyacı var.

Ha, vicdanın olmadan da bu işi yaparsın, ama soyadın selvi, itibarın bodur olur.

İşte Bursa’yı kanser gibi saran taş ocakları!

İşte Bursa’yı kanser gibi saran taş ocakları!

Aslına bakarsanız perşembenin gelişi çarşambadan belliydi!

Büyükşehirler bütünşehir olurken, belde belediyeleri kapatılırken, köyler mahalleye dönüşürken çevreciler de söyledi, bilim adamları da…

Hatta vicdanlı yerel yöneticiler de…

Örneğin, dönemin Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, “Güney bölgemiz talan ediliyor” diyor, “Lütfen doğamızı bize bırakın” diye adeta yalvarıyordu.

Bugün güneyden kuzeye, batıdan doğuya memleketin neresinde orman varsa, görüntüsü metastazdan farklı değil. Ormanların yok olması için yanmasına gerek yok! Yok etme işlemini zaten maden ve taş ocakları fazlasıyla yapıyor.

Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre, 2012-2020 yılları arasında ormanlarda verilen maden izni sayısı 22 bin 718. Başka deyişle 81 bin 136 hektar ormanlık alan maden için feda edilmiş.

Bursa’daki durum da hiç iç açıcı değil.

Görev ve yetki sahasında Bursa’nın yanı sıra Bilecik ve Yalova’nın da bulunduğu Bursa Orman Bölge Müdürlüğü’nün 2020 yılı faaliyet raporundaki veriler son derece dikkat çekici.

BURSA’DA 10 YILDA 1.216 MADEN İZNİ VERİLDİ

Bursa ve 17 ilçesinin ormanlık alan toplamı 484 bin 49 hektar. Rapora göre, Bursa ve ilçelerinde 2010-2019 yılları arasında toplam bin 216 maden izni verilmiş. Bu izinlerin kapsadığı ormanlık alan toplamı ise 4 bin 37 hektar. Başka deyişle Bursa’nın orman varlığının yaklaşık yüzde 1’i madenlere tahsis edilmiş.

Verileri Bursa’daki orman işletme müdürlükleri kapsamında biraz daha detaylandırmak mümkün. Buna göre, en çok maden izni Orhaneli’de verilmiş. Orhaneli’deki 452 maden izninin karşılığı bin 353 hektar ormanlık alan. Mustafakemalpaşa’da 865 hektar alanda toplam 265 maden izni alınmış. İnegöl’de 122 iznin kapsadığı alan 349 hektar. Keles’te 41 hektarlık alanda 14 maden izni verilmiş. Geri kalan 363 maden izni Bursa’nın öteki ilçelerinde.

İşte Uludağ yamaçlarında gördüğümüz, dağ ilçelerine çıkarken olur olmaz yerlerde yeşili bozkıra çeviren, İzmir yönüne giderken Nilüfer’in köylerinde ansızın karşımıza çıkan, kiminde köylülerin eylemleriyle farkına vardığımız maden ve taş ocaklarının Bursa’daki varlığı böyle.

Bursa’daki orman alanının sadece yüzde 1’iymiş maden ocakları” deme lüksümüz yok. Zira “o kadar kesiyorsak bu kadar da dikeceğiz” demenin doğada karşılığı yok. Orman sadece ağaç değil ki! Bir ekosistem. Üstelik oluşması yüz binlerce, hatta milyonlarca yıl alan bir ekosistem.

Kaldı ki “o kadar kesenlerin bu kadar diktikleri” filan da yok. Bakın Bursa Orman Bölge Müdürlüğü’nün “maden sahaları rehabilitasyonu” programındaki veriler ne söylüyor? 2016’da 1, 2017’de 6, 2018’de 3 maden sahası rehabilite edilmiş. 2019’da yok, 2020’de yok. 10 yılda açılan ocak sayısı bin 216, rehabilite edilen sadece 10 tane.

Geçenlerde Bursa Büyükşehir Belediyesi bir bülten geçmişti, “Tabiatın yaralarını Büyükşehir sarıyor” diye. Orman Bölge, Akçalar ve Altıntaş’taki eski maden sahalarını Büyükşehir’e devretmiş. Büyükşehir de söz konusu alanları yeşillendirip Orman Bölge’ye iade etmiş. Orman ne iş yapar acaba?

Hoş, maden sahalarının rehabilitasyonunu kimin yapacağı daha izin verilirken bile belli. Diyor ki yönetmelikte: “Faaliyet alanının tümü, işletme faaliyetinin tamamlanmasından sonraki iki yıl içinde işletmeci tarafından faaliyet sonrası kullanıma uygun hale getirilir.”

Demesine diyor da ocakta kesesini dolduran madenci Orman Kanununa değil, orman kanunlarına bakıyor!

Allah’ın rızası tüm dünya makamlarının üstündedir!

Allah’ın rızası tüm dünya makamlarının üstündedir!

Siyaset; insan kazanma sanatı ve farklılıklara tahammül edebilme saygısıdır.

Biz bir siyasetçi değiliz, bundan dolayı da lafı eğip bükmez, olması gerektiği gibi, dümdüz söyleriz!

O alınacakmış, bu alınacakmış dinlemez, suya sabuna dokunuruz!

Farklılıklara saygı duyma noktasına gelecek olur isek bu konuda tevazu göstermeyiz, çünkü bu noktada elimize su dökecek insan sayısı azdır.

Velhasıl-ı kelâm; eğilip bükülmeyi siyasilerden, kalemini ve kelâmını eğip bükmeyi ise siyasi ikbal peşinde olan dalkavuklardan bekleyin!

Biz insanların değil, Allah’ın rızasına talibiz!

Selâm, sevgi ve muhabbet ile…

Bozkurt’taki gibi bir sel Bursa’da olursa ne olur?

Bozkurt’taki gibi bir sel Bursa’da olursa ne olur?

Tarım ve Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü, doğudan batıya; kuzeyden güneye Türkiye’yi 25 havzaya ayırmış, her havza için taşkın yönetimi planı hazırlamış.

Batı Karadeniz’deki sel felaketi önlenebilir miydi?” başlıklı yazımda selin adeta yuttuğu Bozkurt’ta planlara girmesine rağmen alın(a)mayan önlemleri o plan doğrultusunda anlatmıştım. Şimdi de yaşadığım şehir Bursa’nın hali pür melaline bakalım istiyorum.

Bursa söz konusu olduğunda iki ayrı plandan söz etmek gerekiyor. Zira Bursa topraklarının yüzde 66.32’si (Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım, Büyükorhan, Gürsu, Harmancık, Karacabey, Keles, Kestel, Mustafakemalpaşa ve Orhaneli), nüfusun da yüzde 78.78’i “Susurluk Havzası”nda, kalanı da “Sakarya Havzası”nda yer alıyor.

“Susurluk Havzası Taşkın Yönetim Planı”, Şubat 2018 tarihini taşıyor. Planda Bursa’ya ilişkin veriler özetle şöyle:

– Bursa nüfusunun 2021’de 3 milyon 135 bin 32, 2022’de 3 milyon 183 bin 391, 2023’te 3 milyon 231 bin 286, 2024’te 3 milyon 278 bin 385 ve 2025’te 3 milyon 324 bin 559 olması öngörülüyor.

2018’de hazırlanan raporda Bursa’nın nüfusunun 2020’de 3 milyon 86 bin 244 olacağı öngörülmüş. Oysa TÜİK’in verilerine göre, Bursa’nın 2020 yılı nüfusu 3 milyon 101 bin 833.

Kısacası Bursa öngörülenin dışında, hızlı ve hatta kontrolsüz büyüyor!

– Planda havza genelinde olası taşkınların nedenleri en baştan sıralanıyor. Benim dikkatimi insan eliyle yaratılanlar çekti:

Artan kentleşme; akarsu yatağında yapılaşma; akarsu yatağına moloz, sanayi ve evsel atıkların atılması; akarsu yatağına kanalizasyon şebekesi döşenmesi; akarsu yatağının üzeri kapatılarak otopark ve konut yapılması; yamaçlardaki plansız yapılaşma; kontrolsüz kesim ve ağaçlandırma…

– Rapora göre, Susurluk Havzası’nda 1955’den bu yana 51’i Bursa’da olmak üzere toplam 169 adet taşkın olayı kayıt altına alınmış. Bunlardan en büyüğü 3 Temmuz 1963 tarihinde Bursa’da; Soğukpınar, Göçük ve Kuyu Derelerinin taşması sonucu oluşmuş. 3 kişinin öldüğü taşkın Keles ilçe merkezi, Soğukpınar ve Güneybayır köylerinde etkili olmuş.

Eğer rapor bugünün tarihini taşısaydı, Susurluk Havzası’ndaki en büyük taşkın olarak kayıtlara Keles değil, Kestel girecekti. Hatırlanacağı gibi, Kestel’de 21 Haziran 2020’de meydana gelen selde 6 kişi hayatını kaybetmişti.

Bursa’nın İnegöl ve Yenişehir ilçeleriyle Kestel’in bir bölümünün yer aldığı Sakarya Havzası’nda ise 1955’ten beri 159 taşkın meydana gelmiş. Bunlardan 40’ı İnegöl ve Yenişehir’de.

Ankara’da 11 Eylül 1958’de meydana gelen ve 169 kişinin can verdiği sel, sanırım Cumhuriyet tarihinin en büyük sel felaketi.

BURSA’DA TAŞKIN RİSKİ BULUNAN BÖLGELER

– Susurluk ve Sakarya planlarında toplam bin 840 nokta için ayrı ayrı değerlendirme yapılarak, çeşitli modellemelerle taşkın riski bulunan bölgeler çıkarılmış. Buna göre, Bursa’da taşkın riski bulunan bölgeler şöyle:

– Osmangazi’de Nilüferköy, Ovaakça, Yeniceabat, Armutköy, Çaybaşı, Soğukpınar Alaşar, Dereçavuş, Ahmetbey.

– Nilüfer’de Ertuğrul, Ürünlü, Çaylı, Büyükbalıklı.

– Mustafakemalpaşa’da Kestelek, Güllüce, Koşuboğazı, Yamanlı, Adaköy, Çaltılıbük, Doğancı, Devecikonağı, Melik, Çardakbelen, Camandar, Çavuş.

– Karacabey’de Çamlıca, Uluabat, Hürriyet, İnkaya.

– Mudanya’da merkez, Bademli, Hasköy, Yörükyenicesi, Balabancık, Çekrice Çayönü.

– Gürsu’da merkez İğdir, Kumlukalan, Kazıklı, Karahıdır, Hasanköy Cambazlar.

– İnegöl’de Kulaca,

– Yenişehir’de Koyunhisar,

– Harmancık’ta merkez.

– Kestel’de Serme.

– Büyükorhan’da Yenice.

– Osmangazi, Yıldırım, Nilüfer, Mudanya, Karacabey ve Mustafakemalpaşa’da sanayi bölgelerinin bir kısmı.

TAŞKIN TEHLİKE HARİTALARI

Bursa ve ilçelerinde 183 farklı noktada taşkın kontrol tesisi bulunduğu belirtilen raporda riskli bölgeler için taşkın tehlike haritaları da oluşturulmuş.

Harmancık ilçe merkezi: Bağ Deresi’nde taşkın yayılım alanları geniş. Yerleşim yerleri yüksek kotta, ancak derelerin hemen yanında az sayıda yerleşim yeri de bulunuyor.

– Karacabey ilçe merkezi: Susurluk Irmağının hemen yanında bulunan az sayıda yerleşim yeri risk altında.

– Osmangazi ilçe merkezi: Nilüfer Çayı’nın taşkın yayılım alanı geniş. Yerleşim yerleri içerisinde yayılabilecek alanlar bulması mümkün. Özellikle çayın sol sahili riskli.

– Mustafakemalpaşa ilçe merkezi: Kirmasti Çayında düşük eğimin etkisiyle çok geniş alanlara taşkın yayılımı mümkün.

BÜYÜK BİR FELAKET BURSA’YI NASIL ETKİLER?

Raporda olası büyük bir taşkın durumunda afetten olumsuz etkilenecek nüfus ve afetin yol açacağı hasara ilişkin öngörüler de var.

Büyük bir sel felaketi yaşanması halinde Harmancık’ta en az 66 en fazla 128, Karacabey’de en az 64 en fazla 490, Mustafakemalpaşa’da en az 5 bin 696 en fazla 7 bin 318 ve Osmangazi’de en az 21 en fazla 16 bin 244 kişinin olumsuz etkileneceği belirtiliyor.

Yine olası büyük bir selin yapı, yol ve araçlara vereceği zarar da Harmancık için 1 milyon 32 bin 108 TL, Karacabey için 1 milyon 760 bin 115 TL, Osmangazi için 185 bin 241 bin 816 TL, Mustafakemalpaşa için 57 milyon 97 bin 22 TL olarak hesaplanmış (Rakamları 2018 yılını esas alarak değerlendirmek gerek).

TAŞKIN ERKEN UYARI SİSTEMİ ŞART!

Tablo böyle. Peki ne yapılmalı? Raporda hem genel hem de noktasal önlemler sıralanıyor. Örneğin: Kirmasti Çayı’nda taşkın seddesinin iyileştirilmesi, Karacabey’de Susurluk Irmağında ıslah çalışmasının tamamlanması, Nilüfer Çayı’nın Dikkaldırım bölgesinde duvarların yükseltilmesi, Nilüfer Çayı ve diğer dere yataklarının aşırı yağış durumuna göre düzenlenmesi…

Ancak bütün bunların ötesinde raporda “taşkın erken uyarı sistemi”nin hayata geçirilmesi öneriliyor. Bunun için de 26 adet Akım Gözlem İstasyonu ile 16 adet Meteoroloji Gözlem İstasyonu kurulması gerekiyor. Böylece sadece Bursa’da değil, Susurluk Havzası’nda meydana gelebilecek bir sel felaketinde hiç değilse can kayıpları önlenebilir.