Ulaşılmaz değil, ulaşılan yönetici olun!

Ulaşılmaz değil, ulaşılan yönetici olun!

Türkiye‘de yerel yöneticiliğin duayeni olan isimlerin başında Recep Tayyip Erdoğan geliyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde başkan olarak yapmış olduğu başarılı çalışmalar onu bugünlere taşıdı…

Malum;

Dünya genelinde yaşanan pandemi ve ekonomik krizlerden bizler de nasibimizi aldık. Siyaseten de en fazla bedel ödeyen parti ise AK Parti oldu.

AK Parti’nin son yerel seçimlerde sandıktan istediği sonucu alamamasının en büyük gerekçelerini saymaya başlarsak, ilk sırada  ekonomi ve emekli maaşlarını, ardından da doğru aday ve doğru iletişim kuramamayı gösterebiliriz.

Önceden vatandaşın telefonuna bakan yerel ve genel yöneticiler özelllikle son zamanlarda telefona bakmıyor, ulaşılamaz konuma geliyorlardı.

Bunun farkına varan, her zaman uyarılarda bulunan Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “her fırsatta telefonunuz 24 saat açık olacak” demesine rağmen Bursa özelinde AK Parti’den belediye başkanlığı görevine seçilen, bizlerin ulaşamadığı yerel yöneticilerimiz mevcut….

Bırakın 24 saat açık olmasını, mesai saatinde bile açmıyorlar.

Bu arada açanlar yokmu?

Tabii ki var…

Amma velakin;

Maalesef ne yazık ki göreve başladığı ilk günden itibaren defalarca aramamıza rağmen kentimizde görev yapan bazı yerel yöneticilerimiz telefonumuza çıkmadı ya da açmadı.

Şimdilik ismi bizde saklı olan o yerel yöneticileri bir kez daha arayacağız.

Birileri müsait değildir diyebilir.

Tamam, müsait değilse, en azından müsait olduğu zaman döner.

Çok mu zor dönmek?

Vatandaşın seçimlerde sırtını nasıl döndüğünü hatırlatmaya pek gerek yok sanırım…

Bizim telefonlara bakmayan yerel yöneticilere diyeceğimiz odur ki ulaşımaz değil, ulaşılan yönetici olun.

Bakalım ismi bizde saklı olan yerel yöneticimiz ulaşılan yönetici olabilecek mi?

Bekleyip, görelim…

Soğuksu ile ilgili gözler Bozbey’de

Bursa‘da yerel seçimler sonrası gündeme düşen konuların başında Soğuksu Köyüne yapılması planlanan yüksek teknoloji sanayi bölgesi geliyor.

Kentteki akademik odalar başta olmak üzere ben de dahil olmak üzere buranın sanayi bölgesi yapılmasına karşı çıkıyoruz.

Bu konuda en çok merak ettiğim ise Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Bozbey‘in görüşleri.

Umarım en kısa zamanda Bozbey’in görüşlerini kendi ağzından bir basın buluşmasında öğrenmiş oluruz.

 

Çok mu lazım Doğu TEKNOSAB’ı?

Çok mu lazım Doğu TEKNOSAB’ı?

Bursa bir sanayi bölgesini daha kaldıramaz!’ sözü özlü bir söz haline gelmeye başladı son günlerdeki tekrarlar sayesinde.

Evet, tahmin edeceğiniz gibi; hazırlıkları neredeyse 10 yıla yayılan, öyle gözümüze soka soka değil de son derece akıllıca bir planla ilerleyen ve son vuruşun yapılması için seçimlerden önce askıya çıktığı halde geri çekilen, seçimlerden hemen sonra da belediyeler kadrolaşma çalışmalarını ve brifing alma süreçlerini dahi tamamlamadan yeniden askıya çıkan Doğu TEKNOSAB’ı olarak adlandırdığım projeden bahsediyoruz yine.

İtiraz süreci devam ediyor. İtiraz eden kurumlar da itirazlarına ilişkin açıklamalarını sürdürüyor. İlk açıklama İnşaat Mühendisler Odası Bursa Şubesinden gelmişti hatırlarsanız. Bugün hem bu açıklamaya yönelik bir basın toplantısı gerçekleştirildi, hem de bir kamuoyu oluşturmak için kolların sıvandığı vurgulandı.

Sanayi bölgesi olarak planlanması beklenen alan şimdilik 3 milyon 500 bin metrekare, önümüzdeki dönemlerde yapılacak ilavelerle bölgenin 5 milyon metrekarelik bir alana yayılması öngörülüyor.

Sanayi doluluk oranı yüzde 62.5 olan şehirde yeni bir sanayiye ihtiyaç olup olmadığının sorgulanmasını, Bursa’nın geleceğini böylesine yakından ilgilendiren bir projenin hayata geçirilmesi için de öncelikli olarak şehrin anayasası olarak tanımlanan 1/100.000’lik plan adı verilen Çevre Düzeni Planının yapılmasını talep ediyor İMO Bursa Şube Başkanı Serdar Atilla Erdem.

Altı çizilmesi gereken önemli noktalardan biri, henüz taslak olan ve Bursa 2040 Çevre Düzeni Planında bahsedilen bölge tarım alanı olarak görünüyor. Yani burada bir sanayi bölgesi oluşturulması planda yer almıyor.

Oysa seçim sürecinin sonlarına doğru bir basın toplantısı düzenleyen eski Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, şehrin batısına bir KOBİ OSB, doğusuna bir KOBİ OSB ve bir TEKNOSAB kurulması konusunda anlaşmaya vardıklarını, bu bölgelerden kar elde etmeyi planlayanların da şehre kültür merkezi, kütüphane gibi yapılar yaparak kazançlarının diyetini ödeyeceklerini anlatmıştı her şey son derece normalmiş gibi…

Serdar Atilla Erdem’in açıklamasının;

“Bursa ovasının bu hale gelmesinde bu olayda olduğu gibi hiçbir sivil toplum kuruluşunun diğerinden daha az sorumluluğu yoktur. Üstüne basarak vurgulamak isterim ki; İMO Bursa Şubesi, sadece Kestel Soğuksu’da planlanan sanayi bölgesi değil, Bursa anayasası delinerek yapılmaya çalışılan tüm planlamalara ve Nilüfer Alaaddinbey, Ürünlü ve diğer bölgelerdeki gibi kaçak sanayileşme ve yapılaşmanın önünü açan, ben yaptım oldu yaklaşımlarına karşı mücadele etmekten ve her türlü girişimde bulunmaktan asla geri durmayacaktır. Biz bu konuya siyaset üstü bakarak, Bursa anayasasının içerisinde çözümlenmesi gerektiğine inanıyor, siyasi çekişmelere ve rekabete kurban edilmesini asla arzulamıyoruz” kısmı ayrıca önemli ve birleştirici bir yaklaşım içeriyor.

Benzeri birleştirici ve meseleye siyaset üstü bakışı Atatürkçü Düşünce Derneği Bursa Şube Başkanı Gürhan Akdoğan’ın yaptığı basın açıklamasında da gördük. Konu yine aynıydı. Hatta tarihi bir benzetmeye gidecek olursa iş, Bursa’nın en uzun mücadelelerinden olan Cargill mücadelesine benzer bir savaş için kolların sıvandığı söylendi.

Akdoğan’ın açıklamasından işin nasıl bir seyir izlediğini anlamak da mümkün. Şöyle ki;

“Süreç 2018’de başlıyor. Kestel’de OSB planlanan söz konusu alan 3 bin 300 dönümlük dev bir araziyi kapsıyor. Soğuksu’daki 3 bin 300 dönümlük alanın 2 bin 300’ dönümü hazine arazisi iken konut yapmak amacı ile TOKİ’ye devrediliyor. TOKİ konut yapmaktan vaz geçiyor ve sanayiciler tarafından kurulan bir Kooperatif, TOKİ’den sanayi alanı olmak koşuluyla 2 bin 300 dönümlük alanı satın alıyor. Bin dönümlük şahıs arazisinin 800 dönümü anlaşma ile 200 dönümü de kamulaştırma yoluyla S.S İleri Teknoloji Sanayi Toplu Yapı Kooperatifine devri hususlarında TOKİ ile ilgili Kooperatif arasında 29.11.2017 tarihli protokol imzalanıyor.

Oldu mu sana ter temiz bir sanayi arsası. Arsaların satışı için belirli bir süre geçmesi gerektiğinden üzerine birer şirket kuruluyor, şirket faaliyet alanları arasına da teknolojik birkaç kelime ile uzay, havacılık, silah sanayi- yüksek ve ileri teknoloji sıfatları da eklenerekten bomboş, tertemiz bir sayfa açılıyor. Yani bundan sonrasında alıcılar aslında arsa, gerçekte ise işi boş, tertemiz bir şirket satın alıyor.

Gürhan Akdoğan da birkaç soru soruyor haliyle;

İlk tahsisler kaç firmaya ve kimlere verildi? Kaç şirket el değiştirdi? İleri teknoloji bölgesi denen OSB de parsel sahipleri kimler ve iştigal konuları ileri teknoloji sanayi mi? Yoksa içinde sanayici bile olmayanlar var mı? 825ha büyüklüğe sahip 167 parseli mevcut FİFA standartlarında 1155 adet futbol sahası büyüklüğünde OSB de kaç firma faaliyete başladı?”

Sorulara şimdilik yanıt yok. Ortada TOKİ ile yapılan protokol de yok. Ancak İMO Bursa Şube Başkanı Serdar Atilla Erdem’in sunumunun sonunda gösterdiği fotoğrafta olduğu gibi bir iddia var. Daha planı askıya henüz çıkmış sanayi bölgesinin tabelası, bahsi olunan arazinin ortasında duruyor ve burasının bir teknolojik OSB olduğunu gösteriyor.

Gerçi vakti zamanında buraya iş makinalarının sokulduğunu, iş makinalarının dönemin Kestel Belediye Başkanı Önder Tanır’ın müdahalesi ile alandan çıkarıldığını, yani kendini bu konuda feda eden isimler olmasa şimdilerde planı askıya çıkmamış sanayi bölgesinde inşaatların başlamış olacağını, tüm bunların yakın geçmiş hafızalarda, en azından benim hafızamda, hala yerini koruduğunu da belirtmek gerek.

İşin en üzücü tarafı ise her iki açıklamada da tarafların şehri korumak için kolları sıvamışken bir yandan da ‘Aslında biz sanayiye karşı değiliz. Elbette sanayi olmalı, ama gerçek teknolojik sanayi olmalı’ savunmasını yapmak zorunda kalması.

Çünkü sanayiye karşı olmak demek, iş kapısına, işçinin çalışacağı yerlere karşı olmak demek. Çünkü sanayiye karşı olmak demek, garibanın rızık kapısına karşı olmak demek bu ülkede. Oysa sanayiye değil de düşük kaliteli, çevreyi kirleten, az katma değer üreten, hem çalışana hem de etrafında yaşayana zararı olan sanayiye karşı olduğumuzu anlatmak güç. Kirli sanayi yerine toprağı doğru işleyerek çok daha iyi gelirler elde edileceğini anlatmak daha da güç.

Bursa’ya 1997 yılında biçilen ‘şehir sanayi karakterini değiştirmeli’ gömleğini giydirmek, bu şehirdeki sanayinin Anadolu’daki üretime bilgi satan sanayi olmasını mümkün kılmak, yatay değil dikey yönde büyüyen, AR-GE merkezlerine dönüşümün sağlanması gibi değişimleri sağlamak da mümkün olmamış görüldüğü gibi.

Karşı olduğumuzun bunlar olduğunu anlatmak zor.

Çünkü sanayi bölgesi kurulması için vakti zamanında olduğu gibi şimdi de tarlasını satan köylü halinden oldukça memnun. Zaten tarımdan para kazanamadığını, en azından tarlasını sattığında aldığı para ile şehirden çoluk çocuğuna bir ev aldığını söyleyip içi rahat oturuyor pek çoğu köy kahvesinde.

Halk için halka karşı halkın malını korumaya çalışmak tam olarak bu olsa gerek. Plan öylesine karmaşık ki, anlamak da anlatmak da zor. Karşısında durmaksa ancak birleşmekle mümkün…

Aslında bu saatten sonra tek düşünmemiz gereken, bu şehrin irili ufaklı 52 sanayi bölgesi hali hazırda varken, yenisine ihtiyaç var mı?

Takke düştü, kel göründü!

Takke düştü, kel göründü!

Rantı alan Soğuksu’yu geçmeden Bursa’nın hemen ayağa kalkması gerekir” demiştim, son yazımda.

Bursa’nın Kestel ilçesine bağlı Soğuksu köyü ve çevresinde, sözde “ileri teknoloji” adıyla yeni bir sanayi bölgesi kurulması planı Ankara’dan askıya çıkarılınca çok şükür karşı sesler yükselmeye başladı.

Konunun ilk olarak 2 yıl önce, Ağustos 2022’de CHP tarafından Bursa kamuoyu gündemine taşındığını bir kenara koyarsak, askı sonrası ilk tepkinin İnşaat Mühendisleri Odası’ndan (İMO) geldiğini hatırlatayım.

İMO Bursa Şubesi’nin çiçeği burnunda başkanı Serdar Atilla Erdem, önce yazılı bir açıklama ile plana itiraz ettiklerini açıkladı, bugün de kameraların karşısına geçerek itirazın gerekçelerini açıkladı:

  • Bursa’nın Anayasası (2040-2050 1/100000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı) yapılmadan, tüm kurumlar ve sivil toplum örgütleri işin içinde olmadan, şeffaflık hiçe sayılarak böyle bir düzenleme yapılamaz.
  • Sürdürülebilir ve sağlıklı bir kent oluşumu ancak günlük ihtiyaçların ötesinde bir vizyonla sağlanabilir. Bu plan teknik ve bilimsel gerekçeler dikkate alınmadan, fizibilite ve değerlendirmeler göz önünde bulundurulmadan yapılmıştır.
  • Bursa’nın vizyonu elbette tarım, tarih, turizm, ticaret ve mutlaka “gerçek” teknolojik sanayi olmalıdır. Kentimizi derinden etkileyecek bu tarz önemli planlamaların Bursa Anayasası içerisinde çözümlenmesi kırmızı çizgimizdir.

Ben yaptım oldu” zihniyeti karşısında sesini çıkaran bir başka kurum da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) oldu.

Kimilerinin ADD de ne alaka dediğini duyar gibiyim.

ADD Bursa Şubesinde Gürhan Akdoğan başkanlığındaki yeni yönetimin kent sorunlarına karşı en üst perdeden duyarlılık göstereceğini yerel seçim döneminde açıklanan manifesto ile hissetmiştik. Ali Küçüksarı’nın kapı kapı dolaşıp ilgililerine dağıttığı “Bursa’nın Geleceği İçin Bilimsel ve Katılımcı Yaklaşımlarla Yerel Yönetim Politikaları ve Çözüm Önerileri” başlıklı kitapçık belediye başkanları için yol haritası niteliğinde. Yeter ki yararlanmak istesinler…

ADD’nin özellikle Soğuksu konusunda duyarlı olmasını Atatürk’ün – Hrant Dink cinayetinden sonra siyasallaştırılan – “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” sözünün anlamında aramak gerekir.

Bursa Ziraat Okulu’nda öğretmenlik de yapan Cumhuriyet’in Tarım Bakanlarından Tahsin Coşkan anlatır:

“Yıl 1925… Paşa bir gün:

Gel seninle yeni satın aldığım araziye gidelim, bir konuda fikrini almak istiyorum, dedi.

Gösterdiği alan, ortada sadece bir ahlat ağacının bulunduğu, çorak, bozkır bir alandı. Bana:

Ne dersin, buraya tüm masraflarını cebimden ödemek suretiyle bir orman çiftliği kurmak istiyorum, dediğinde,

Aman Paşam, buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir ya da zamanınızı yitirir, dedim.

Bana uzmanlarla görüşüp bir rapor hazırlamamı söyledi. Bir süre sonra uzmanların ‘olmaz’ imzalı raporunu Paşa’ya götürdüm.

Okudu, gülümsedi ve raporun kenarına bir şeyler yazıp bana verdi. Kağıdın üzerinde tüylerimi diken diken eden şu sözler yazılıydı:

Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edilemez.’”

İşte ADD Bursa Şubesi Başkanı Akdoğan da 9 şube başkanıyla birlikte bugün “Bizler buradayız. Değerlerimizi yemenize, geleceği yok etmenize izin vermeyeceğiz.” dedi.

Düşünün Atatürk bundan 99 yıl önce tamamen bozkır ve çorak bir alandan bir vaha yaratma derdinde. Bir asır sonra bizim dar kafalı aç gözlü sözde kent elitlerimiz neredeyse tamamı tarımsal nitelikte bir alanı sanayileştirme peşinde. Üstelik önemli bir bölümü de sulama proje sahası… Atatürkçülerin karşı çıktığı işte tam olarak bu! Üstelik sadece 50 yıl önce bir örneği yaşanmış, bedelini bütün bir şehir ödemişken…

Türkiye’nin ilk kaçak organize sanayi bölgesi Demirtaş’ın da 70’li yıllarda DSİ’nin sulama sahası üzerinde kurulduğunu, bugün hala bazı fabrikaların altında kanaletlerin bulunduğunu anlattı Akdoğan ve net bir gerçeği dile getirdi:

“Çarpık sanayileşme çarpık kentleşmeyi getirir!..”

Bir makine mühendisi olarak kendisi de sanayinin içinde olan Akdoğan’ın sözleri, teknoloji kılıfıyla Bursa’nın batısından sonra doğusuna da göz koyan gözü doymazlara adeta meydan okuma niteliğindeydi.

Batıdaki TEKNOSAB’ın bin 155, doğudaki Soğuksu İleri Teknoloji Sanayi Bölgesinin – şimdilik- 465 futbol sahası büyüklüğünde olduğunu hatırlatan Akdoğan, “Böyle bir kapasite Bursa’da var mı? İleri teknolojiymiş… Bu kadar kapasitede ileri teknoloji üretecek sanayici varsa hepsinin ellerinden öpeceğim ben.” sözleriyle takkeyi düşürdü, keli gösterdi.

Şanlıurfa’da Gülpınar devri başladı

Şanlıurfa’da Gülpınar devri başladı

En bereketli baharlar misali şimdi Şanlıurfa… İnsanlığa milad tarihiyle, gönüllere nefes huzuruyla, nesilden nesile aktarılan hoşgörüsüyle, binbir çeşit gastronomisiyle ve yaşanmış öykülerden nağmelere ulaşan türküleriyle Urfa ve Urfalı’nın tomurcuklar verdiğini görmek beni ziyadesiyle mutlu etti…

Şanlıurfalıların teveccühü ile 31 Mart’ta sandıklardan Kasım Gülpınar isminin çıkmasıyla Urfa’ya hakim olan bu iklim görülmeye değerdi.

Caddeleri adımlarken gözüme, gönlüme ve zihnime dolan Başkan Gülpınar huzuruyla bakıyordum bu kez Şanlıurfa’ya. Başkan Gülpınar diyorum zira yolunuz bu kadim şehre düşerse, ki mutlaka gelin-gezin-görün derim, Şanlıurfa Belediye Başkanı Kasım Gülpınar’ı Urfalılardan Gülpınar olarak işitmeye hazır olun derim.

Yaklaşık üç ay sonra yeniden ayak bastığım Şanlıurfa (en son 3 Şubat’ta Kasım Gülpınar’ın aday tanıtım mitingi için gitmiştim) bu kez yarine kavuşmuş sevgili gibi huzurluydu.

Caddeler kulaklarıma şunu fısıldıyordu adeta; bir an evvel eski ruhuma kavuşmak istiyorum…

Şanlıurfa caddelerini adımlarken hizmetten yana gördüğüm eksikler-yanlışlar-gediklerle birlikte 6 Şubat depremlerinde zarar gören binaların hala yıkılmamış olması da beni fazlasıyla üzdü. Aradan 16 ay geçmesine rağmen hasarlı yapılar şehrin orta yerinde pimi çekilmiş bomba misali duruyordu.

Sıcakların kapıyı çalmasıyla, turizm sezonuna girilmesiyle ve çocukların sokaklarda oynamaya başlamasıyla başta aileler ve esnaf olmak üzere tüm Urfalılar bu tehlikeli durumdan rahatsız olmalı diye düşünüyorum. Sokaklardan aldığım bu izlenimi Şanlıurfa Belediye Başkanı Kasım Gülpınar’a da ilettim elbette. Başkan Gülpınar da olayın aciliyeti ve ehemmiyeti konusunda benimle hem fikirdi ve şimdiye kadar kalmaması gereken bu sorunun çözümü için hızla işe müdahil olacaklarını belirtti.

Evet, Şanlıurfa’yı adımlayıp salaş bir esnaf lokantasında Urfa kokulu lezzetlerle karnımı doyururken, Urfalılarla şehre dair sohbetleri de eksik etmedim elbette. En sevdiğim şeydir; nimetler ve sohbetler eşliğinde doymaya çalışırken anlamaya ve anlaşılmaya niyetlenmek…

Urfa’da da böyle yaptım işte… Kadim şehrin taşlarına nakşolmuş işitilmeyen fısıltıları anlamaya çalışırken “gördüğüm huzur karşısında kendime dair coşkuyu da anlatmak için can atıyordum…”

Koynunda hiç yaşamasam da kök aldığım bu şehre vardı bir vefa borcum ve bu vefa ile sahiplenmem gerektiğine inanıyordum tıpkı Başkan Kasım Gülpınar gibi.

Aday olduğunu açıkladığı ilk konuşmasında ve sonrasındaki her cümlesinde “ben bu yola, bu şehre olan sevgim ve vefam ile çıktım. Seçilirsem hizmet adına yapabileceğim her şeyi yapacağım, seçilemezsem de olumsuzluklar karşısında görmezden gelip susmadığım için huzurlu olacağım” diyordu. Şükürler olsun ki seçildi…

Urfa sokaklarının nabzını alıp iklimini soluduktan sonra Başkan Gülpınar’ı ziyaret ettim. Mevcut sorunları ve hayata geçirmek istediği çalışmaları dinledim kendisinden. Aktardığı her cümlenin dönüp dolaşıp geldiği yer belediyenin fazlasıyla eksilerde seyreden bütçesi oluyordu. İşinin çok meşakkatli olduğunu ve Urfa’nın acilen hak ettiği yere gelmesi gerektiğini, bizim gibi kendisi de bildiği için yoğun ziyaretçi trafiği arasında bir yandan da projelerini hayata geçirmeye başlamış bile.

Vizyon sahibi olmak, dünya diliyle iletişim yeteneğine ve kanallarına sahip olmak, gelişimci genleri bünyenizde barındırmak ve tüm bunları harmanlayıp sonuç elde edecek zekaya sahip olmak çok ayrı ve herkese nasip olmayacak bir meziyet vesselam. Ve Urfa şimdi çok şanslı bu meziyette bir başkanı seçtiği için.

Bana göre Şanlıurfa’nın kurumsal ve profesyonel bir ekiple turizme el atması gerekiyor öncelikle, zira bölgenin turizm sezonu başladı bile. Konaklamadan tutun da ihtiyaç giderilecek tuvaletlere, restoranlara, çarşılara, tarihi alanlara ve daha nicesine öncelik verilmeli. Turizmde hijyen olmazsa olmazdır bu nedenle bu yöndeki altyapı ve kontrol mekanizmaları da daha yoğun bir şekilde sahada olmalı elbette.

Ve şehrin turizm potansiyelini yerinde kullanabilmesi için her sektörün ve her bireyin bu kalkınma planı içerisinde yer alması gerekiyor.

Pınarbaşı için ortak akıl harekete geçiyor

Pınarbaşı için ortak akıl harekete geçiyor

Daha önce yakın bir tarihte bu köşeden Pınarbaşı ya da yaşı 40’ın üzerinde olanların bileceği “Bayram Yeri” ile ilgili olarak yazı kaleme almıştık.

Yazımızda çözüm adresi olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü, bölgede oturan, o mahallenin vekilleri Mustafa Yavuz ve Ahmet Kılıç‘ı işaret etmiştim.

Konuyla ilgili olarak Cuma sabahı Pınarbaşı Camii Derneği‘nde Pınarbaşı Mahallesi Muhtarı Mehmet Dursun‘un ev sahipliğinde  o bölgenin muhtarları, mahalle halkı, Vakıflar Bölge Müdürlüğü yetkililerinin ve AK Parti Bursa Milletvekilleri Ahmet Kılıç ile Mustafa Yavuz’un da katıldığı bir toplantı gerçekleşti.

Toplantıda ben de gözlemci statüsündeydim.

Buluşmada mahalle halkı ve bölge mahalle muhtarlarının ortak fikri, buranın Nilüfer Hatun‘un vakıf şartnamesine uygun olarak gelir getirici alandan çıkarılması ve geçmişte olduğu gibi kullanılması yönünde oldu.

Ardından da Pınarbaşı Mahallesi Muhtarı Mehmet Dursun, “Ticari alanlarda gayri ahlaki işler yapılma olasılığı var, burada kim iş yaptıysa battı. Buranın artık kiralanmasını istemiyoruz, çocuklarımıza da zararı olabilir” diyerek mahallenin ortak görüşünü iletti.

Ardından çay ocağı ve kafetarya olarak kullanılan müştemilatın da oyuncak müzesi, kütüphane, sergi alanı ve benzeri alan gibi kullanılmasının Nilüfer Hatun’un vakıf şartına uygun olduğu görüşü benimsendi.

Gerçekten de öyle…

Milletvekilleri ve Vakıflar Genel Müdürlüğü yetkilileri bu fikre sıcak baktı…

Belki proje hayata geçtiğinde Pınarbaşı eski bayram yeri gibi olmayacak, amma velakin ruhunu yaşatmak bu sayede mümkün olabilir.

Bursa’nın bir dönemine ışık tutan bu alanın mistik yapısı ile “Eski Bursa’nın ruhu“nu yaşattığını düşünüyorum.

Bir de etrafına kamelyalar ve piknik masaları koyulursa bölge halkının nefesleneceği bir alan olur.

Yakın bir tarihte Muhtar Mehmet Dursun bir proje ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kapısını çalacak.

Pınarbaşı Mahallesi Muhtarı Dursun üzerine düşeni yaptı, top şimdi bölge milletvekilleri ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde…

Biz yine sürecin takipçisi olmaya devam edeceğiz.

TOKTAŞ İYİ PARTİ’DE TEŞKİLAT BAŞKANI…

Hafta sonu Müsavat Dervişoğlu’nu başkan olarak seçen ve GİK üyeleri belirlenen İYİ Parti’de Dervişoğlu’nun A Takımının nasıl olacağı merak konusu idi.

O merak giderildi ve yeni birim başkanları belli oldu.

O birim başkanları içinde bir de tanıdık isim var.

O da Bursa Milletvekili Hasan Toktaş.

Toktaş, İYİ Parti’nin Teşkilat Başkanı olarak atandı.

Bize de hayırlı olsun demek düşüyor.

Millet aya, biz yine yaya!

Millet aya, biz yine yaya!

Ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet kabilinden değiştirilmeye çalışılan Milli Eğitim müfredatının askı süresi bugün doluyor.

Konu son derece önemli, zira eğitim demek nesiller yetiştirmek demek. Bu noktada ‘dindar ve kindar nesil yetiştirme’ hevesini de hemen hatırlayarak ve şimdiye kadar sürekli ele aldığımız ÇEDES gibi eğitimi dincileştirmeye yönelik çabalara vurgu yaparak ilerlersek, yeni müfredatın bize neler getireceğini kestirmemiz daha da kolaylaşır.

Öncelikle şunu söylemek lazım, bir haftalık sürede 3 bin 500 sayfalık müfredat değişikliğinin tamamının incelenmesi ve bu inceleme sonucunda yeni önerilerin sağlıklı biçimde getirilmesi neredeyse imkansız.

Yine de çocuklarımız iyi okusun, iyi yetişsin, ülkemiz aydınlık nesillerin omuzlarına yükselsin düşüncesiyle hareket edenler imkansızı başarma gayretini gösteriyorlar. Burada şunun altını çizmek lazım, nitelikli eğitim için tepeden inmeci olmayan bir geribildirim süreci şart!

Eğitimci ve Akademisyen Selçuk Şirin, sosyal medyadan yaptığı bir paylaşımda katılımcı müfredat için kontrol listesi oluşturmuş bizlere. Bu listenin içinde yer alan; ihtiyaç analizi ve uygulama bütçe planının açıklanması, düzenlemeleri yapan kişiler ile bu kişilerin yetkinliklerinin açıklanması, her bir dersin öğretim programı için uzmanlık alanlarının açıklanması, kaynakçanın açıklanması, geribildirim için yeterli süre verilmesi ve kapsayıcı, katılımcı, nitelikli geribildirim süreci başlıklarının hiçbiri yerine getirilmemiş görünüyor. Yerine getirilen tek başlık, biraz da dostlar alışverişte görsün misali; kamuoyundan geribildirim istenmesi!

Selçuk Şirin konuya ilişkin paylaşımında;

Müfredatla kimlik inşa tezi 20. yüzyılda çöktü! İster yakın tarihimize bakın, ister Sovyetler, Çin ya da İran’a…

Yeni müfredat bütün dünyanın ‘beceri odaklı müfredata’ geçtiği bir dönemde sanki son 100 yıl hiç yaşanmamış gibi ‘değerler ve bilgi odaklı müfredata’ geri dönüyor. Değerler evde öğretilir, hayatın her yerinde yaşanarak pekişir.

Okulda 21. yüzyıl becerileri yerine değerleri ön plana çıkartmak kaynak ve zaman israfından başka bir şey değil. İddia ediyorum, bu müfredat hayata geçerse 10 seneye PISA’da dibi görürüz” diye de ekleme yapmış konuya.

Zaten bu programın hazırlanmasındaki amaç da üzüm yemekten ziyade bağcıyı dövmek olarak tanımlanabilir. Eğitim geçmişten bugüne toplum mühendisliğine soyunanların ilgi odaklarındadır. En çok da siyasetin ilgisini çeker ve bir arka bahçe yaratma sevdasıdır gönüllerde yatan.

Peki başarılı olur mu bu sevdayı çekenler?

Sorunun yanıtı ülkenin tamamına yaygınlaştırılan ve lise giriş sınavlarında yüzde 10’luk dilimin içine giremeyen öğrencilerin büyük bölümünün gitmeye zorlandığı İmam Hatip Liselerinden mezun olanların oldukça önemli bir yüzdesinin kendisini ateist ya da deist olarak tanımlamasından da anlayacağımız üzere; hayır, başarılı olamazlar!

Tam da bu yüzden eğitimin kendi doğal yapısı içinde gelişmesine izin vermek tüm toplumun hayrınadır.

Oysa şimdi gördüğümüz uygulama bahsettiklerimizin tam tersi verileri içeriyor. Tüm paydaşların görüşlerinin alınması, yeterince tartışılması gibi etkenler yerine getirilmediği gibi, pilot uygulamaya dahi ihtiyaç duyulmuyor.

Konuyu Ortak Akıl masasında Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy ile konuşmuştuk bu hafta ve şöyle bir özet yapmak mümkün konuştuklarımızdan:

Devlet her durumdan ari bir eğitim politikası benimsemelidir, iktidara gelenler de bu eğitim politikasını uygulamaya devam ederken denetim ve geliştirme görevlerini en iyi biçimde yapma sürecini üstlenmelidir. Eğitim sitemini her bakan değişimi ile tümden değiştirmek, yapılabilecek en büyük yanlışlardan. Ülkenin yıllardır bu yanlışlar üzerinde şekillenmeye çalıştığı göz önünde bulundurulursa, neden böyle çarpık bir gelişim gösterdiğimiz de daha kolay anlaşılacaktır.

Şimdilerde bir yanda eğitim, diğer yanda Anayasa gibi toplumu derinden etkileyen çok önemli iki değerin değiştirilmesine yönelik iki mühim adım atılıyor. Anayasa değişikliği konusunda daha temkinli olan hükümet, eğitim konusunda aynı hassasiyeti göstermediği gibi bir yandan da toplum mühendisliğine soyunuyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti Devletine yönelik çok önemli iki darbeye hazırlıklı olmak lazım.

Yeni müfredata ve aynı süreçte gelen Anayasa değişikliğine toplumla birlikte karşı çıkacaklarını ve 8 Mayıs tarihinde Milli Eğitim Bakanlığında olacaklarını belirten Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy;

“Aslında müfredat değişikliğinden önce yapılması gereken çok iş var. Mesela Bursa’da 1050 tane okul deprem tahkikatı dahi görmedi. 1050 okulun depreme dayanıklı olup olmadığını bilmiyoruz. Konuyla ilgili akademik odalarla protokol imzalamak için hazırlık yapılmıştı ancak İl Milli Eğitim Müdürü bu protokolden geri döndü, kendi imkanları ile de yapamıyorlar bu çalışmayı. 100 küsur okula şimdiye kadar bu çalışma yapılmış. 2028 yılında 200 okulun deprem tahkikatının yapılmasını amaçlıyorlar.

Okullarda artık çalışan bir memur dahi yok. Okullaşma oranları artmadığı gibi ilkokulda 10 öğrenciden biri okulda yok! Kağıt üzerinde okullaşma oranı yüzde 98 deniyor ancak çocuklar okula gitmiyor. Kağıt üstünde varlar. Yeni müfredat hukuka uygun değil, bilimsel değil, içindeki veriler yanlış, pedagojik değil! Çocukları daha bencil ve gerici yetiştirmeye yönelik. İlk defa bir öğretim programı pilot uygulama yapılmadan doğrudan başlayacak” diyerek özetliyor konuyu.

Konu böyle özetleniyor, itirazlar da yapılıyor ve sürecin böylece akıp gitmesi, imamın yine bildiğini okuması için sadece sessizce bekleniyor.

‘Fitne nasıl yayılır?’ adlı çalışmayı izliyorsunuz

‘Fitne nasıl yayılır?’ adlı çalışmayı izliyorsunuz

Dün Türkiye‘nin özlediği beklediği görüntüleri seyrettik.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti Genel Başkanı şapkası ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel’i kabul etti.

Karşılıklı iltifatların ardından iki taraf da birbirlerine hediyeler sunmuş. En manidarı da bir İş Bankası iştiraki olan Paşabahçe’nin Mustafa Kemal’in sözünden yola çıkarak hazırladığı Cuhuriyet Ateşi isimli bibloydu.

1 saat 35 dakika süren görüşmede CHP Genel Başkanı, enflasyon ve emeklilerden mülakata kadar her şeyi Cumhurbaşkanı’na tek tek anlatmış gözüküyor.

Ben bu görüşmenin aslında Recep Tayyip Erdoğan açısından Özgür Özel’i tartma, ölçme değerlendirme görüşmesi olduğu kanaatindeyim. Çünkü Erdoğan, yeni Anayasa’yı referanduma götürmeden TBMM‘de çözmek istiyor. Ardından da yapılacak erken genel seçimle tekrar aday olarak 5 yıl daha görevini sürdürmenin peşinde… Bunu cümle alem biliyor.

Olası bir genel seçimde, karşısında Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı istemediği herkesin malumu. O yüzden meydanlarda yenebileceği bir aday olarak Özel’i görüyor. Ama böyle bir seçimi kazanmak için Özel, İmamoğlu ve Yavaş bloğunu kırması; hepsini birbirine küs haline getirmesi gerektiğinin farkında.

CUMHURBAŞKANI VE AK PARTİ GENEL BAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN, CHP GENEL BAŞKANI ÖZGÜR ÖZEL’İ KABUL ETTİ. (CUMHURBAŞKANLIĞI/ANKARA-İHA)
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel’i kabul etti.

Yandaş basının Özgür Özel’i poh pohlaması boşuna değil. Bu fitne çalışmasının startı verilmiş durumda. Nereden anlıyoruz?

Saray’ın kalemi ve Cumhurbaşkanlığı uçağının tiryakisi Abdulkadir Selvi şöyle diyor yazısında:

Özgür Özel’in diyaloğa açık bir liderlik sergilemesi onu Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’a göre bir adım daha ileriye çıkardı. Bu durumun en çok Ekrem İmamoğlu’nu tedirgin ettiği gözleniyor. Belli ki Özgür Özel’i hafife almış.”

Yani açık açık Kılıçdaroğlu’nu aday yapmak için çevirdikleri çark yine tıkır tıkır işlemeye başlamış. Evet, Özgür Özel Cumhurbaşkanı olmak istiyor. O koltuk, niyetini açık açık olmasa da belli eden Ekrem İmamoğlu’nun da hedefinde, ama yandaşların ve Saray’ın  saldıkları fitnenin bu kez tutmayacağının farkında değiller.

1-Bu siyasetçiler, gözünü hırs bürümüş; kapalı kapılar ardında; 6’lı masada ya da seçimin ortasında gizli kapaklı anlaşmalar imzalayan Kılıçdaroğlu değiller.

2-Her şeyi şeffaf bir şekilde halkın, Meclis’in ve CHP’lilerin gözü önünde yapıyorlar.

3-Ayrıca Saray’ın ve yandaş gazetecilerin bilmediği yahut öngöremediği şeyler var. Evet Özel, Cumhurbaşkanlığını arzuluyor ama o koltuk Erdoğan’ın Saray’daki değil, Atatürk’ün Çankaya’daki koltuğudur.

Bu yandaş fitneciler Mansur Yavaş ya da Ekrem İmamoğlu’nun yaşatacağı bir seçim zaferinin ardından parlamenter sisteme dönünce İmamoğlu ve Yavaş’a da bir Başbakanlık ve TBMM Başkanlığı gibi rahat koltuk bulunacağını öngöremiyorlar.

Üç koltuk, bir mesaj

Üç koltuk, bir mesaj

Diyalog kanallarının açık olmasını, vakti zamanında rutinleşen, basının gündemine yerleşmeyen, kısacası olağanlaşan mevcut durumu öylesine unutmuşuz ki, sanki dünyanın altı üstüne gelmiş gibi hareket ediyoruz. Bütün medya kanalları AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in görüşmesine kilitlendi.

Görüşmenin içinde yer alan küçük ve saçma ‘koltuklu’ subliminal mesajın; ‘Ben iki koltuğun sahibiyim, sen sadece bir ana muhalefet partisi başkanısın haddini bil!’ demek olmasından tutun da, Cumhurbaşkanının genelde kendi sağına düşen ve bu görüşmede boş kalan koltukta konuklarını ağırlama adeti bir tarafa itildiğinden, bir tür ‘imajlı küçük düşürme çabası’ içine girildiğine kadar pek çok ‘boş koltuk’ yorumu yapılmasına kadar giden konuyu bir yana bırakırsak, 20 yılı aşkındır süren AK Parti iktidarında gördüğüm en demokratik tavırlardan biri bu görüşme olabilir.

Bir ülkenin en önemli iki kesimini, iktidar ve ana muhalefet partisini temsil eden, dolayısıyla ülkede yaşayan büyük çoğunluğun sesi olan iki partinin ülke sorunları ve vatandaşların talepleri ile ilgili müzakere etmelerinden daha doğal bir şey yok aslında.

Gerçi bu görüşmenin öyle pek demokratik kanalları işletelim derdi taşımıyor olması da muhtemel. Zira AK Parti lideri Erdoğan’ın derdi açık, Anayasa’yı değiştirmek, bu sayede bir dönem daha Cumhurbaşkanlığı makamında oturmak istiyor. Kendi başlarına ördükleri çorap olarak da adlandırabileceğimiz yüzde 50 artı 1 sorununu ortadan kaldırmak için ana muhalefet partisine ihtiyaç var.

Koltuk sallanınca insan neler neler yapıyor…

Anayasa değişikliği Erdoğan’ı bu koltukta tutmaya yeter mi bilinmez, bilinen bir şey varsa o da şudur; Cumhurbaşkanının istediği yönde bir Anayasa değişikliğini kabul edecek bir Özgür Özel’in CHP Genel Başkanı olarak kalması imkansızla eşdeğer. Hem parti örgütünden hem de seçmeninden çok büyük tepki alır böyle bir durumda Özel.

Zaten Özel’in gündemi Anayasa değişikliği değil. Torbasında emekli maaşları, asgari ücret, dış politika, belediye borçları ve dün işçilerin 1 Mayıs kutlamaları için Taksim’e çıkışının engellenmesi ile gitti CHP Genel Başkanı görüşmeye. Bu haliyle de halkın talepleriyle doğru orantılı taleplerimiz mevcut. ‘Halkın gündeminde Anayasa değişikliği yok’ mesajını iletti çoktan.

Haaa… İlla bir Anayasa değişikliği konusu konuşulacaksa da bu konunun seçimden önce kamuoyuna sunulan Anayasa taslağı üzerinden konuşulması mantıklı olur. Madem sistem sorunlu ve bu mevcut hükümet tarafından da kabul ediliyor, öyleyse CHP hamle üstünlüğünü ele alabilir donelere sahip.

Subliminal değil baya, açık açık, doğrudan bir mesaj!

***

YENİŞEHİR’İN BORCU GIRTLAĞA DAYANMIŞ

Geçtiğimiz seçimin rövanşında Yenişehir Belediye Başkanlığı koltuğunu MHP’li başkan Davut Aydın’dan devralan Ercan Özel, seçimden önce verdiği şeffaf yönetim sözünü tutuyor. Görevi devraldıkları günden itibaren belediyenin mali durumunu incelediklerini belirten Özel, 8 Nisan 2024 tarihi itibarıyla Yenişehir Belediyesi’nin ve belediyeye bağlı iki şirketin toplam borçlarını 104 milyon 708 bin 634 lira 83 kuruş olarak açıkladı.

Yıllık bütçesi 105 milyon lira olan Yenişehir için bu borç yükü fazla elbette.

Açıklanan borçlara karşılık ‘hizmet yapılıyorsa borç da olur’ sözü sarf edilecektir kaçınılmaz olarak. Fakat işin iç yüzü hiç de öyle değil.

Belediye yönetiminin katıldığı cemiyetlerde taktığı altınlar belediye bütçesinden karşılandığı gibi, mal ve hizmet alımlarında da piyasa değerinin çok üzerinde rakamlar fatura edilmiş çeşitli şirketlere. Vatandaşın parasıyla biraz eş, dost, akraba gönlü yapılmış gibi görünüyor.

Oda dolusu kolilerde, içerisinde milyonlarca liralık isim yazılı promosyon ürünler bulunduğunu söylüyor Yenişehir Belediye Başkanı Ercan Özel.

Seçimden bir gün önce, yani 30 Mart 2024 tarihinde ve seçim günü olan 31 Mart 2024 tarihinde milyonlarca liralık fatura ödenmiş. Bu da yeni adet oldu. Gelecek olan belediye başkanı bu kanaldan hizmet alımı yapmayı tercih etmezse diye parasını baştan ödeyip bir tür mecbur bırakma hali. Ayrıca seçimlere sayılı günler kala, belediyede çalışmak üzere 58 kişi işe alınmış. Böylelikle aylık 3.5 milyon lira yük daha getirilmiş Yenişehir Belediyesinin üstüne.

“Yasaya göre, personel giderleri bütçenin yüzde 40’ını geçemez. Ama bu alımlardan dolayı şu anda personel giderlerinin bütçenin yüzde 47’sinin üstüne çıkacağı ön görülüyor. Hesapsızca yapılan harcamalardan dolayı mali yapımız zarar görmüş durumda. Seçimlerden bir hafta sonra belediye personelimizin maaşlarını 4 bin TL eksik yatırmak zorunda kaldık. Belediyenin esnafa olan borcu nedeniyle, mal ve hizmet alımında şu anda Yenişehir esnafı Belediye ile çalışmak istemiyor. Yenişehir Belediyespor oyuncuları bile geçmiş dönemden maaşlarını alamadıkları için haklarını helal etmediklerine dair kamuoyuna açıklamalarda bulundular!” diyor yeni başkan Ercan Özel.

Belediyenin mali durumunu ortaya koyan tablo belediye binasının dışında iki farklı noktaya daha asılarak Yenişehirlilerin konu hakkında bilgilendirilmesi sağlanmaya çalışılıyor.

Elbette vatandaşın verdiği verilerden elde edilen gelirlerin nerelere harcandığını, ne kadar harcandığını, belediye başkanının belediye bütçesini kendi bütçesi gibi yönetip yönetmediğini bilmeye hakkı var.

Tasarruf tedbirleri de konuşulmaya çoktan başlanmış durumda. Belediyenin makam aracının satılıp daha uygun fiyatlı bir araca geçilmesi ilk tasarruf gündemlerinden biri. Yani yeni başkan kendinden başlıyor tasarrufa…

Tasarrufa kendisinden başlayan tüm belediye başkanlarını, dolayısıyla Ercan Özel’i de tercihinden dolayı tebrik ediyor, şeffaf yönetim anlayışının önümüzdeki 5 yıl aynı kararlılıkla sürmesini diliyorum.

Rantı alan Soğuksu’yu geçmeden!

Rantı alan Soğuksu’yu geçmeden!

Sevgili Gökhan Yavuz Demir’in fikirtepemedya.com’da yayınlanan “Bülbüller, Bok Böcekleri, Mucizeler, Schopenhauer ve İnsanın Anlam Arayışı” başlıklı yazısında dile getirdiği gibi “Biz ona ne kadar anlam atfetmeye çalışsak da hayatın bir anlamı yoktur.”

Hayatın anlamsızlığını kısa süre önce çok kıymet verdiğim bir yakınımı ansızın toprağa vererek tecrübe ettim. Ne var ki yine Gökhan Hoca’nın aynı yazısında dediği gibi “Hayat, evren, doğa ve bütün canlılar sadece yaşamaya devam eder, yani yaşamak ister.”

Hayat devam ediyor ve hepimiz yaşamak istiyoruz, üstelik yaşama isteğimiz çok güçlü. Yaşamak için sadece bir hayata değil bir çatıya da ihtiyacımız var. O çatı kimisi için herkesten uzak bir baraka, kimisi için bir köy, kimisi için bir şehir. Evet, yaşamak için bir şehre ihtiyacımız var. Mekânsal etkilerin akılcı tayin edildiği, zamanın ruhunu yaşatan ve toprak kullanımında ekolojik yasaların görmezden gelinmediği bir şehre…

Oysa yaşadığımız şehir uzun süredir akıldan uzak. Zamanın ruhu kimsenin umrunda değil. Doğanın yasalarını ancak bir felaketle karşılaştığımızda hatırlıyoruz. İnsan eliyle yapılan yasalar da yine insan eliyle kolaylıkla çıkarlara uygun hale getiriliyor.

Şehirlerin geleceğini etkileyecek, ekonomik, sosyal ve mekânsal yapılarını değiştirecek kararların uzun süredir ulusal ve hatta küresel düzlemlerde alındığını görüyoruz. Maalesef karar alma süreçlerinde yerel dinamikler etkili olamıyor. Kararın gücü ve etkisi büyüdükçe yerelin esamisi bile okunmuyor. Oysa şehir her şeyden önce yereldir ve yerel küreselden çok daha değerlidir. Türkiye’de bu durumun en bariz örneği İstanbul, İstanbul’da en çarpıcı örneği Kanal İstanbul olsa gerek. Bursa’nın da İstanbul’dan aşağı kalır yanı yok tabii. İznik Gölü’nü kanatan Cargill örneği ortada. Yenişehir Kirazlıyayla da öyle…

Türkiye’nin ilk kaçak organize sanayi bölgesinin kurulduğu, organize sanayilerin dibinde ama bölgeden bağımsız fabrikaların olduğu, üç beş kalantorun bir araya gelip sanayi bölgesi kurduğu, 17 organize sanayi bölgesinin yüzde 35’inin boş kaldığı, buna rağmen toprağın ısrarla sanayileştirilmeye çalışıldığı, teknolojinin de buna kılıf uydurulduğu bir şehirdir Bursa… Kısacası Bursa daha önce kendisiyle ilgili kararların kendisine danışılmadan verildiğine çok şahit oldu ve böyle giderse şahit olmaya devam edecek.

Toprak denince akıllarına sadece yeşil banknotlar gelen tayfanın bakış açısı tıpkı günün modasına uygun pantolonlarının paçaları gibidir, daracık! Bakış açıları dardır ama görüş açıları söz konusu olunca hepsi adeta birer bukalemuna dönüşür. Gözleri neredeyse 360 derecelik bir görüşle çizgi film kahramanları gibi fıldır fıldır döner. Böylece şehrin ne ortası kalır ne batısı ne doğusu… Teknoloji Sanayi Bölgesi yetmez onlara, bir de İleri Teknoloji Sanayi Bölgesi kurmaları gerekir.

Dardır bakış açıları… Canlıymış, ağaçmış, tarımmış; deprem riskiymiş, nüfus artışıymış, plansız kentleşmeymiş, trafik yoğunluğuymuş, hava kirliliğiymiş umurlarında mı? Canları temiz hava isterse arazi araçlarıyla dağlara çıkarlar, deniz isterse yatlarına koşarlar, trafik sıkışıksa son model otomobillerinin çakarlarını yakarlar, en güvenli havuzlu villalarında içleri rahat yaşarlar. Şehrin toprağı üzerinden 50 bin liralarını birkaç yılda 1 milyon yaparken, “çalışıyoruz, üretiyoruz, istihdam sağlıyoruz, katma değer yaratıyoruz” derler. Çalışanlarına da “artık devir değişti, kiloyla domates almayın” öğüdü verirler.

Oysa şehrin geleceği çalınmaktadır. Gelecek birkaç gazetecinin yazılarıyla, birkaç duyarlı yurttaşın sosyal medyada kalan karşı çıkışlarıyla kurtarılamaz. Topyekün bir karşı çıkış gerekir. O karşı çıkışı organize etmek gerekir. Yerelin ayağa kalkması gerekir. Üstelik hemen, rantı alan Soğuksu’yu geçmeden…

Eğer Bursa kısa sürede ayağa kalkıp olan bitene dur demezse hayat denen anlamsızlığın ortasındaki yaşama isteğimizin de bir anlamı kalmayacak. Zira toprak yaşamın ta kendisidir.

Emekçinin hakkını ödemeden 1 Mayıs’ı kutlamak!..

Emekçinin hakkını ödemeden 1 Mayıs’ı kutlamak!..

Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: Kimse kimseyi zorla bir yere aday yapmadı. Aday olanlar kendi istekleri ile aday oldular.

Halkın teveccühü ile de sandıktan çıktılar…

Şu anki makamlarına seçilmiş oldular.

Adının ve adayın A partisinden ya da B partisinden olması hiç önemli değil.

Seçilen yerel yöneticiler koltuğa oturduklarında yaşayacakları zorluklardan daha önceden muhtemelen haberdardılar, demek için müneccim olmaya gerek yok.

Amma velakin ne hikmetse koltuğa oturan, mali tabloları gören belediye başkanları ağlamakla meşgul…

O makamlar dert yanma makamı değil, çözüm üretme mekanı.

Harcamalarda yolsuzluk varsa onun da gereğini yapar, Türk adaleti en doğru kararı verir…

Bu minvalden de bakınca;

Yerel seçimlerin ardından koltuğa oturan yeni başkanların ilk büyük sınavı maaşlar oldu.

Bayram öncesine gelen maaşları yarım yamalak ödeyen belediyeler, bayramdan sonra işçilerin ilk maaşını, kısaca 2024 Mayıs ödemelerinde çuvallayan bazı belediyeler oldu.

Emekçinin maaşını tam ödemeden 1 Mayıs’ı kutlamak için sıraya girenler arasında gördüğümüz maaş ödeyemeyen belediye başkanları muhtemelen “çalışanın emeğini alın teri kurumadan ödeyiniz” hadisi şerifini ise unuttular…

Yaşamını sadece çalıştığı kurumdan aldığı maaşla idame ettiren işçiler eğer evlerine ekmek götüremez, kiralarını ödeyemez ise bunun sorumlusu kim olacak?

O zaman yeni seçilen belediye başkanlarına diyeceğimiz odur ki, ağlamaya devam edecekseniz yol yakınken görevi bırakın…

Yoksa yarın daha farklı mali tablolar karşısında ne yapacaksınız, diye soramadan edemiyoruz.

Bizim temennimiz odur ki bundan sonraki süreçte emekçinin hakkını günü gününe belediyeler öder bizler de bir daha böyle yazı yazmak zorunda kalmayız…

BÜYÜKORHAN’DA TURHAN SÖZÜNÜ TUTTU

Bursa özelinde Cumhur İttiifakı‘nın en yüksek oy aldığı ilçe olarak Büyükorhan geliyor. Yüzde 60’a yakın oy alan başkan Kamil Turhan‘ın seçim vaatleri arasında “ilk maaşımı burs olarak vereceğim” sözü de yer alıyordu.

Makus talihini eğitimle yenme adına son yıllarda önemli mesafe kat eden dağ yöresi bu noktada öğrencileri teşvik adına gönüllüler aracılığı ile burslar veriyor.

Onlar da biri de Büyükorhan Gençlik Derneği BÜGED

Bu bağlamda;

Turhan da almış olduğu ilk maaşını ilçedeki gençlerin kurduğu, birçok öğrenciye burs desteği sağlayan BÜGED’e bağışladı.

Başkan Kamil Turhan, hayırlı olsun ziyaretine gelen BÜGED yöneticilerine bağışladığı burslar sonrası şunları söyledi:

Biz eğitimi çok önemsiyoruz, eğitim ile alakalı her projenin her etkinliğin içerisinde olacağız. Belediye Başkanlığında ilk maaşımı BÜGED aracılığıyla Büyükorhanlı üniversite öğrencilerine burs olarak bağışlayacağım. BÜGED’in yaptığı projeleri bu zamana kadar takdirle takip ettim. İlçemizden böyle gençler çıkması bizleri gururlandırıyor. Ben de ilk maaşımı eğitim için bağışlayıp tüm Türkiye’deki belediye başkanlarına örnek olmasını istiyorum. Geleceğimizin teminatı gençlerimize destek olmaya devam edeceğim.”

Darısı diğer belediye başkanlarına…

Açlık sınırının altında 9 ay!

Açlık sınırının altında 9 ay!

Bugünün benim için ne kadar anlamlı olduğunu birkaç gündür yazdığım yazılardan anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Emeğin en kutsal değer olduğunun çoktan unutulduğu ve emeği ile geçinenlerin gözünün emek vermeden para kazanmanın haysiyetsiz yollarına ulaşmaya çevrildiği şu günde sahip çıkmamız gereken en önemli kavram emeğimiz ve kuvvetle haykırmamız gereken en önemli talep de emeğimizin karşılığında insanca bir yaşama kavuşabileceğimiz gelirleri elde etmek.

Kısaca hak, adalet ve özgürlük

Oysa değil emeğinin karşılığını almak, sadece 1 Mayıslarda Taksim Meydanında İşçi Bayramını kutlamak dahi mümkün değil ülkemizde.

Bugün 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak için verilen mücadele bize iki şeyi gösterdi aslında. Bunlardan ilki pek çoğumuzun artık kanıksadığı, adı ne olursa olsun bakanlıkların bir imza ve onay makamına dönüşmüş olması meselesiydi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in; “Aslında İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya son derece samimi biçimde iletişime açık. Ancak bundan sonra konuşmanın anlamı yok, çünkü Sayın Bakanın üzerinde bir irade bu konuda karar verici durumda. Bizim diyalog kurduğumuz her seferde duyduğumuz tek cümle ‘maalesef kabul edilmedi, maalesef uygun görülmedi’ şeklinde oldu. Bu saatten sonra da daha ileri gidecek bir konuşma geçeceğini sanmıyorum aramızda” şeklindeki açıklaması, aslında kararların başka bir yerden verildiği, bakanlıkların kararların imzacısı, duyurucusu, onaylayıcısı olarak kullanıldığı konusunu bir kez daha gözümüze soktu.

Gözümüze sokulan ikinci şey ise bu ülkenin merkezine Taksim’in koyulmuş olmasıydı. Bunu da uzun zamandır biliyorduk. Taksim’in işçiler için önemli olan tarihi geçmişinin yanında, yakın tarihte yaşanan Gezi Olaylarının da perçinlediği ‘Taksim özgürlüklerin çıkış noktasıdır’ imajından gerçekten korkuluyor anlaşılan.

Demek ki, ‘İstanbul’u alan Türkiye’yi alır’ sözünden ‘Taksim’e çıkan Türkiye’yi alır’ sözüne evrilen bir daralma ile doğru orantılı büyüyen korku hissiyatı iliklere kadar işlemiş. Bunu da bir kenara not düşmek lazım…

Gelelim bu şahane günde, Taksim’e her ne pahasına olursa olsun çıkmak istediği için 200 kadar emekçinin gözaltına alınmasına, bu gözaltılar devam ederken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da işçilere seslenerek bayramlarını kutlarken sevgiler göndermesine sebep olan korkuların temeline.

Ülkenin çalışan kesiminin yüzde 65’lik kısmının asgari ücret ve asgari ücrete komşu ücretlerle çalıştığı göz önünde bulundurulduğunda işçilerin açlığa mahkum edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

İşte korkunun temelleri de burada atılıyor.

Dünyanın dört bir yanında işçiler 1 Mayıs İşçi Bayramını kutlarken, Türkiye’de asgari ücret alan işçiler nisan ayından itibaren açlık sınırının altına bir ücretle çalışacak.

Türk-İş, nisan ayında 4 kişilik aile için açlık sınırını 17 bin 725 lira, yoksulluk sınırını 57 bin 736 lira olarak hesapladı. Bu hesap Ankara’da yaşayan dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarına dayanıyor.

Hemen hatırlayalım, asgari ücret, ‘işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret’ şeklinde tanımlanıyor.

İki ihtiyaç listesini karşılaştırdığımızda asgari ücretin asgari yaşamı karşılamanın çok uzağında olması bir yana, açlık sınırının da 723 TL altında kaldığına bir kez daha dikkat çekelim.

Enflasyonun faturasının çoktan kesildiği işçi sınıfına şimdiden vurgulandığı gibi temmuz ayında zam yapılmaması halinde asgari ücretle geçinen işçiler, yılın 9 ayı açlık sınırının altında bir ücrete çalışmış olacak.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, asgari ücrete bir yıl boyunca zam yapılmaması göz önünde bulundurularak mevcut artışın yapıldığını her açıklamasında tekrarlıyor malum.

Tam da bu günde, işçinin Taksim’e çıkışını uygun görmeyen makamın işçiler biber gazı sıkılarak gözaltına alınırken onlara sevgi göndermesinin ironisini yaşamak isimli bir çalışmaya da imza atılmış oluyor açlıkla boğuşan işçilerle yüz yüze gelmenin korkusu…

Unutmamak gerek, emeğin sömürüsüne izin verildikçe plankton misali sessiz istilasını sürdüren kapitalizm, hayatlarımızın tüm kılcal damarlarına kadar nüfuz edebilir. Yaşamak için bundan yüz yıllar önce 17-18 saat çalışan emekçilerden pek de farkımızın kalmadığı bugünlerde pek çoğumuz iki işte çalışarak geçinmeye uğraştığımızdan aynı çalışma saatlerine varmış durumdayız. Yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyoruz adeta. Bunun yanına kayıt dışı çalışmayı, yasal hakları hiçe sayılan işçiliği, çocuk işçiliği de eklediğimizde vakti zamanında haklarını aramak için sokaklara çıkan ve 1 Mayıs için mücadele eden işçilerden daha vahim durumda olduğumuzun ve aslında bunun farkında olmaya vakit dahi bulamadığımızın altını da çizmeli.

Tam bir savaş, kan, ter ve gözyaşı…

Bir başka değişle, bol ekmek, az çorba, yağsız makarna, etsiz patates ve açlık sınırının altında yaşayacağımız 9 aylık süreci kutsadığımız 1 Mayıs kutlu olsun hepimize…

Umurbey Yüzme Havuzu’nda top Bozbey’de

Umurbey Yüzme Havuzu’nda top Bozbey’de

Zaman zaman yazdığımız yazıları ve konuları mesleğimiz gereği takip etmek, “fikri takip” boynumuzun borcu…

Bu köşeden daha önce Mustafa Bozbey Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevine seçildikten sonra Umurbey Yüzme Havuzu ile ilgili bir yazı kaleme almıştık.

Talimhane Futbol Sahasının açılışında önceki dönem belediye başkanı Alinur Aktaş buranın tekrar açılacağını, işletilmesinin de Yıldırım Belediyesi tarafından yapılacağını açıklamıştı.

Bu konuşmanın ardından sürecin hangi aşamada olduğunu merak ediyordum.

Önceki gün Yıldırım Belediyespor Kulubü Başkanı SelimYolgeçen‘i makamında ziyaret ettim.

Konuyu kendisine sorduğumda şu yanıtı verdi:

“Umurbey Havuzu 21 Mart 2024 tarihinde önceki dönem Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş tarafından Yıldırım Belediyesine tahsisi yapıldı. Fakat yerel seçimlerde Mustafa Bozbey Büyükşehir Belediye Başkanı seçilince Yıldırım Belediye Başkanımız Oktay Yılmaz nezaket gereği son kararı Büyükşehir Belediye Başkanımız Mustafa Bozbey’e bıraktı. Biz de oradan gelecek karara göre hareket edeceğiz.”  

Top şimdi Bozbey’de…

Eğer tahsis geçerli derse Yıldırım Belediyespor Kulubü havuzu yaz sezonuna yetiştirerek mahalle halkının, özellikle yaz tatiline girecek çocukların hizmetine sunmuş olacak.

Çocuklar Kurban Bayramında çifte bayram yaşayabilir.

Eğer Büyükşehir Belediye Spor Kulubü tarafından işletilmesi planlanıyorsa Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa  Bozbey, bir an önce buranın havuz olarak işletilmesi ile ilgili hamleleri gerçekleştirir.

Biz süreci takip etmeye devam edeceğiz…

***

YILDIRIM BELEDİYESİ’NDE BAŞKAN YARDIMCILARI BELLİ OLDU

Yerel seçim sonrası belediyelerdeki yapılanmalar devam ediyor. Bu minvalde yeni dönemde çalışacağı yardımcılarını belirleyen isimlerden biri de Yıldırım Belediye Başkanı Oktay Yılmaz oldu.

Yeni dönemde siyasi başkan yardımcılılıklarına meclis üyelerinden GökhanYıldız ve Ahmet Uslu getirildi.

Öte yandan Ayşe Ertan da memur kadrosundan atanan başkan yardımcısı oldu.

Yımaz’ın atamalarında dikkat çeken detay siyasi başkan yardımcısı atamasını iki de tutması.

Bu detayı da paylaşmış olalım.

Cevabını herkesin bildiği soru

Cevabını herkesin bildiği soru

Takvimler 2008 yılının Mayıs ayını gösteriyordu. Bursa tarihi günlerinden birini yaşamaya hazırlanıyordu. Çok üst düzey bir ziyaret için olağanüstü güvenlik tedbirleri alınıyordu.

Bu misafir güneş batmayan imparatorluğun kraliçesi 2. Elizabeth’ti.  Ben de o sırada Doğan Haber Ajansı’nda (DHA) polis muhabiri olduğum için kurumun bütün güvenlik izinleri üzerime kalmıştı.

En zor konu kurumun canlı yayın aracını Koza Hanı‘nın girişine sokmaktı. Çünkü Kraliçe, bizim aracı koymamız gereken yerden hana girecek ve bir mehteran birliği onu karşılayacaktı. DHA bu anları abonelerine canlı vermek istiyordu. Ama bu alanda kuş uçurtulmayacağı belliydi.

Canlı yayın aracını o alana aldırmak için o dönemki Bursa Emniyet Müdürü’nün kapısını aşındırıyordum. Emniyet Müdürü her defasında bana ret yanıtı veriyordu. Ama bizim İstanbul merkez bunu dinlemiyor, büro şefi de aracın Koza Hanı’na girmesi için bana baskı üzerine baskı uyguluyordu.

Son bir kez” diyerek soluğu şu anda yıkılan Fomara Emniyet binasında aldım. Emniyet Müdürünün özel kalemi beni görünce gülmeye başladı. “Ağabey 5 dakika müdür bey ile görüşeceğim” dedim. Özel Kalem Müdürü gülmeye devam ederken, “Oğlum adamın şekeri tansiyonu var, zıplatacaksın yine” diyordu. Ben ısrar edince içeriye haber verdi. Makama  girdim, “canlı yayın aracı” bile diyemeden Emniyet Müdürü bana “kardeşim sen anlamıyor musun, Bursa benden sorulmuyor” deyiverdi.

İşte o zaman kafama dank etti. Bütün güvenlik planlaması ve yetkinin MİT ve İngilizler’de olduğu…

Bu hikayeyi niye mi 1 Mayıs günü anlattım?

Bu yazıyı yazarken bir yandan da CHP Lideri Özgür Özel, Taksim’e çıkacak mı çıkmayacak mı, cop mu yiyecek biber gazı mı diye heyecanlı bir şekilde gelişmeleri izledim ve açıklamalarını dinledim.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ve İstanbul Valisi Davut Gül ile yaptığı telefon konuşmalarını, Taksim’e neden izin vermeleri gerektiğini ama bir sonuç alamadığını kameralara anlatıyordu.

Ama benim yaşadığım olay gibi boşu boşuna onları arıyor ve durumu özetleyerek Taksim’in açılması gerektiğini bakana ve valiye söylüyordu.

Boşu boşuna uğraşıyordu. Çünkü aradığı İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi – zamanın Bursa Emniyet Müdürü gibi – itiraf edemiyorlar Taksim’in onlardan sorulmadığını.

Peki kimden sorulur derseniz, benim size vereceğim yanıt şudur:

Cevabını bildiğiniz soruları sormayın!..”

Ha, canlı yayın aracının akıbetini merak edenlere anlatayım: Bursa Emniyet Müdürünün gösteremediği cesareti Başkomiser Fikri ağabeyim gösterdi. Aynen şu cümleyi kurdu, “Getir lan o aracı, ben yaptım oldu.” dedi.

DHA o noktadan o canlı yayını verdi.

Yani birilerinin adamı olmayınca kendi kararını kendin cesaretle veriyorsun!

Vatandaş ‘yüz yüze-kalp kalbe’ diyor

Vatandaş ‘yüz yüze-kalp kalbe’ diyor

Türkiye’nin içte ve dışta acilen uzlaşı iklimine ihtiyacı var bilhassa da içte, zira içeride kenetlenmeden dışarıda da etkili ve yetkili olmak imkansız…” özeti neredeyse tüm duyarlı bireylerin dilinde uzunca bir zamandır.

Çoğuna göre dış ilişkiler ve iç ilişkiler aynı kefede değerlendirilse de bana göre bu iki başlık çok farklı perspektifler gerektiriyor.

Dış ilişkiler karşılıklı sergilenecek uzlaşı ve uyum ile ülkelerin bazen kendi bazen de ortak menfaatleri gözetmesini gerektirir… Daim olmak zorunda değildir, bazen gerginlik yaşanabilir ve hatta ilişkiler kesilebilir. Şartlar oluşursa da yeniden masaya oturulabilir…

İç ilişkiler ise sadece ve sadece ortak kazanımı gerektiren uzlaşı, samimiyet, vefa, daimilik, birlikte yürüme ve geçmişten geleceğe kodlarıyla mühürlüdür…

Dışta ülke menfaati önceliktir…

İçte vatanın-vatandaşın-geçmişin-mevcudun-geleceğin, huzurun, güvenliğin kazanımı ve önceliği vardır…

14 Mayıs 2023 seçimi nasıl ki TBMM’yi Anadolu’ya ve demokrasiye yakışır bir şekilde homojen bir yapıya kazandırdıysa 31 Mart 2024 yerel seçimleri de Türkiye’nin yerel yönetimler haritasını renklendirdi.

Adalet ve demokrasi kodlarının ispatı renkler, ülkelerin ve toplumların gelişimi adına sahip oldukları en önemli cevherdir.

2024’te bu ahengi yakaladık gibi görünüyor.

Bir süredir inşası devam eden “içerideki köprülerin” kurdelesi 23 Nisan resepsiyonunda Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kesildi. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un ev sahipliği ettiği resepsiyonda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın parti temsilcileriyle gerçekleştirdiği çay sohbetinden yansıyan kareler hem içeride hem de dışarıda önümüzdeki sürece dair önemli mesajlar veriyordu.

Türkiye’nin öncelikli ajandasında sağlıklı bir şekilde doğması gereken sivil bir anayasa var. Bu anayasanın; sağlıklı, kurumsal, eşitlikçi, demokratik, her bireye hitap eden ve hepsiyle birlikte “devletiyle vatandaşı arasında üçüncü şahıslara/oluşumlara” müsaade etmeyecek bir iskelete ihtiyacı var çünkü şehirlerin nabzı bu yönde atıyor.

Yani vatandaş devletinden “yüz yüze-kalp kalbe iletişim” istiyor…

Yeni anayasa denince ilk akla gelen Doğu-Güneydoğu-Kürtler olunca hemen bu noktadan ve yerinden son notları aktarmak istiyorum. Hafta sonu önce Batman Petrolspor sonra da Amedspor bir üst liglere çıktı. Bu çıkışların coşkusu Batman ve Diyarbakır ile sınırlı kalmadı komple Doğu-Güneydoğu-Türkiye’yi sardı.

Ve bu coşku şimdiden önümüzdeki sezonun hayallerini kurdurtmaya başladı. Bölgeye gelecek takımların, gidilecek deplasmanların, ünlü futbolcuları görmenin heyecanının, bölgenin tanıtımının nasıl yapılacağının planları hafızalara yerleşti şimdiden. 

Tam da bu hassas noktada bir mola diyorum.

Bölgede şimdi iki sebebe dayalı muazzam bir coşku var. Birincisi “kayyum kararlarından” vazgeçilmesi ve futbolun coşkusu…

DEM Partili Belediye Başkanları da öyle görüyorum ki PKK güdümünden kurtulup vatandaşa hizmet etmenin mücadelesi içinde.

Ve hepimizi ilgilendiren dört gözle beklenen sivil anayasa yolda…

Şimdi olması gereken ise tüm bu verileri, beklentileri, coşkuyu ne bir eksik ne bir fazla kararında harmanlamak…

Ve bu harmanı yaparken de “kimselere ihtiyaç duymamak.”

Devlet tektir ve adaletiyle/kanunlarıyla/kurumlarıyla vatandaşının gözüne bakarak geliştireceği sorun-çözüm-ödül iletişiminde aracıya ihtiyaç duymaz.

Tüm bu uzlaşı/beklenti ikliminde “yeniden bir çözüm süreci olur mu?” soruları da yükseliyor elbette.

Kürdüyle, Türküyle, Lazıyla, Çerkeziyle ve daha nicesiyle güncel vatandaş mantığı “eskisi gibi” yeniden bir çözüm sürecini istemiyor, net bir şekilde ifade edeyim.

Hazırlanan yeni anayasa “her vatandaşına dokunursa” ve o anayasada her birey kendisini bulursa sevgide-ilgide-emekte-vefada-gelecekte buluşmak için hiç kimseye ihtiyaç kalmaz…

Bakan Şimşek’e mektubum

Bakan Şimşek’e mektubum

Son zamanlarda Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek‘in vergi kaybını en aza indirmeye yönelik çalışmaları gözlerden kaçmıyor.

Gerek kira gelirleri ile ilgili süreç, gerek IBAN’a yapılan ödemeler, gerekse bazı işletmelerin KDV uyanıklığı ile ilgili çalışmalar üst üste gelince birilerinin hoşuna gitmese de doğru işler olduğu kesin.

Haksız gelir elde edenlere yönelik bu tür çalışmaları takdir ediyoruz.

Fakat birkaç konu var ki daha doğrusu iş kolları, onların da dikkatle incelenmesi gerekiyor.

Onlardan ilki havaalanları, ana caddeler, metro giriş ve çıkışları başta olmak üzere otomatlardan yapılan alışverişler… Buralardan yapılan her türlü alışverişe hiçbir şekilde fiş verilmiyor.

Parayı atıyorsun sana ne istiyorsan veriyor.

Ama fiş yok…

Ülke çapında on binlerce otomat var, buradaki vergi kaybı milyarlarca lirayı buluyor

Önlem alınması ve denetimlerin sıklaştırılması durumunda ciddi bir gelir elde edilebilir.

***

Yine bir başka gelir kaybı okullarda ücret karşılığı gösteri yapan tiyatro ve benzeri gruplar başta olmak üzere, spor okullarında da fiş ve benzeri evrak verilişi yok denecek düzeyde.

Bundan sonraki süreçte okullarda gösteri yapmak isteyen kurum ve kuruluşlar ilk önce belirledikleri fiyatttan maliyeden fiş almalılar.

Buna yönelik bir proje gerçekleştirilerek alınan fişler kayıt altına alındıktan sonra okullarda gösteri yapılmalı.

Bu aradaki vergi kaybı da oldukça yüksek.

Yine okullar, sinemalar, tiyatrolar ve hastaneler başta olmak üzere faaliyette bulunan kantinler de sıkı denetime tabi tutulmalı.

Buradaki çalışanların sigortalı olup olmadığı denetlenmeli, bunun yanı sıra geçmişte olduğu gibi fiş verip vermedikleri kontrol edilmeli.

Bu denetimler sonunda da ciddi bir gelir kaybı önlenmiş olur.

***

Yine denetimlerin yoğun olarak gerçekleşeceği yerlerden biri de özel hastaneler. Maalesef can derdine düşüldüğü için birçok hastaneden fiş veya fatura istenilmiyor ya da onlar kesmiyor.

Bunun yanı sıra özel muayene olarak hastalarını tedavi eden doktorlar ve diş hekimleri, diyetisyenlerin de gelirleri ile malları arasından doğru korelasyon olmasına rağmen ödedikleri vergilerde ters bir durum söz konusu, vergiler oldukça düşük kalıyor.

Bu noktada denetimlerin arttırılması şart.

***

Yine bugün kapalıçarşıda işletmesi olan kuyumcu ve döviz bürolarının ödedikleri vergiye baktığımızda oldukça komik rakamlarda.

Bu konuda ödenen vergiler ile kazançlar arasında ters ilişki bulunuyor.

Buraların da bir an önce denetime girmesi şart.

Yine bugün değerleri 10-15 milyon TL’yi bulan minibüs, dolmuş ve taksilerin de bir sistem içine sokulup binen her rmüşterinin kayıt altına alınması gerekiyor.

Bu ve benzeri çalışmaların arttırılması durumunda devletin vergi gelirlerinde önemli artışlar olacağını düşünüyorum.

Öneri bizden değerlendirmek yetkililerden…

Emek, Taksim, 1 Mayıs

Emek, Taksim, 1 Mayıs

Bu ülkenin gerçeği emekçisini hor görmekle, yok görmekle başlar…

Bir ülkenin işçisi olmadan, köylüsü olmadan, memuru, emekçisi, emeklisi olmadan, sadece küçük ve büyük burjuva kesimi ile var olabileceğini düşünecek kadar kendi aklıyla düşünemeyen burjuva eksenli politikacıları ve ülke yönetenleri de sürekli olarak bu kesimleri baskılamanın, hatta kendi kendilerini dahi yok saymalarının yollarını arar…

Bir yanda harcadığı emeğin karşılığında aldığı para ile geçinme kaygısının içinde boğulup giden, diğer yanda hayatını renklendiren dijital ekranlardan ve televizyondan yaşamın içinde zaten kendisinin olmadığını, sadece zenginlere ait bir dünyada hasbelkader bulunduğunu düşünecek kadar burjuva hayatını izlemeye adapte olan emekçi kesim de uzun zamandır inanmıştır zaten bu gerçekliğe.

Tam da bu nedenle, kimse emeğin gücünün farkına varmasın diye bu ülkenin 1 Mayıs kutlamaları hep bir sorunlar yumağı olarak çıkar karşımıza. Emekçi sayısı ile asla doğru orantılı olmayan örgütlü emekçilerin pembe bir rüyanın içinde uyuyan halka, aslında yok sayılan değil değerli olan olduklarını hatırlatmaları ihtimali hep ortadan kaldırılmak istenir durur.

Bu yıl da farklı bir senaryo yok karşımızda ne yazık ki…

İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarının bu yıl Taksim Meydanı’nda yapılmasıyla ilgili emek örgütleri ve yetkililer arasında anlaşma sağlanamadı.

Şaşırdık mı?

Elbette hayır…

Zaten durum uzun zamandır bu biçimde sürüp  gitmekte…

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Türk Dişhekimleri Birliği (TDB) 1 Mayıs’ta İstanbul’daki kutlamalar için bu yıl da Taksim Meydanı’nı işaret etti, çünkü Türkiye’de 1 Mayıs demek Taksim demektir.

İstanbul Valiliği Taksim’deki kitlesel kutlamalara izin vermezken büyük bir lütuf göstererek kutlamaların farklı bir adreste yapılabileceğini belirtti açıklamalarında. Ne bileyim, bir takdir, bir övgü, emekçilerin senede bir gün görünür olmalarına küçük bir kapı araladıkları için bir teşekkür mü etmeli anlamak güç…

Emek örgütleri bu süreçte Taksim taleplerini değiştirmezken Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel ise hükümete, Taksim’i kutlamalara açma çağrısı yaptı. Partisinin Gurup Toplantısında konuşan Özel;

“Esasen Taksim Gezi Parkı birilerinin kendi egemenlik sancaklarıymış da oraya toplum giderse egemenliklerini, iktidarlarını kaybedeceklermiş sanıyorlar. Oysa siz bir yasaklamayla egemenlik korumaya başladıysanız zaten orada artık egemenlikten, muktedirlikten, iktidardan bahsedilemez. Baskıyla, güçle tesis edilen iktidarlar önünde sonunda kaybetmeye mahkumdur. Bütün uyarılarımıza rağmen olmadı. Bu sabah Bakan’la bir görüşme daha yaptık, önerilerimizi yerine getiremeyeceklerini söylediler. Hala geç değil, çağrımı yineliyorum” dedi ve 1 Mayıs’ta Taksim’de olacaklarını söyledi kısaca.

DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, yaptığı açıklamalarda, “İşçilerin, emekçilerin mücadelesinin ve geleneğinin, emeğe saygının bir simgesi var, Taksim Meydanı” diyor.

1 Mayıs 1977 kutlamalarında 34 kişinin yaşamını yitirdiği olayları, yani ‘Kanlı 1 Mayıs’ı hatırlatarak, “Taksim Meydanı 1977’den beri yüreğimizdeki yaradır; yeniden yasaklandığı 2013’ten beri en büyük hasretimizdir” sözleri ile vurguluyor Taksim’in anlamını.

Bir de 12 Ekim 2023 tarihli Anayasa Mahkemesi (AYM) kararının Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs meydanı olduğunu hukuksal olarak belgeliyor olması meselesi var tabi.

Mahkemenin değerlendirmesinde;

“Sembolik bir değeri olan Taksim Meydanı, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü ile bağlantılı ele alındığında başvurucular, diğer sendikalar ve işçiler nezdinde öneme sahiptir. Bu nedenle işçi ve sendika kültürünü oluşturan yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı, yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil, aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir. Kendisini o kültürün bir parçası olarak gören her kişinin 1 Mayıs günlerinde Taksim Meydanı’nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyunca aktarmak için orada bulunma hakkının olduğu” ibareleri yer alıyor.

Bu konuda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’dan gelen kıvrımlı konuşmaya hayran kaldım; “Görüştüğümüz sendikaların Taksim Meydanı ısrarı olmadı. Türkiye’nin tüm meydanları işçilere açık. Emekçilerimizin alın teri Taksim’e sığmayacak kadar değerlidir” sözlerini nereye koysam bilemedim.

Hani nereye sığdırsak emekçilerin alın terini? Daha küçük, daha görünmez, daha yok sayılacak yerlere mi mesela?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Taksim Meydanı’nın Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında belirlenen ve ilan edilen, yer ve güzergahlar arasında olmadığını söyleyerek en azından kendi içinde bir konuşma mantığı tutturmuş görünüyor. Ancak gerekçelendirme kısmında tökezliyor, araç ve yaya akışının yoğun olduğu bölgede güvenlik tedbirlerinin alınmasının zorlaştığını işaret ederken.

“Ayrıca görüyoruz ki terör örgütleri de son bir haftadır 54 ayrı sosyal medya hesabından ‘Taksim Meydanı’na gelin’ çağrısı yapıyorlar. Sosyal medyadan çağrı yapan terör örgütlerinin, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü kutlamalarını bir eylem ve propaganda sahası haline getirmelerine asla ve asla müsaade etmeyeceğiz” sözleri bu yıl Taksim’in yine zorlu bir işçi bayramına gebe olduğunu gösteriyor.

DİSK, Taksim Meydanı’na varmak üzere iki yürüyüş kolu oluşturulacağını açıkladı. Saraçhane Meydanı’nda DİSK, TMMOB ve TDB’nin kortejleri yer alacak.

Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik de sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada Saraçhane’de toplanma çağrısı yaptı.

Yine Türkiye İşçi Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Emek Partisi, SOL Parti ve Türkiye Komünist Hareketi de Saraçhane’de toplanacak.

Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (TÜRK-İŞ) ve Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (HAK-İŞ) ise Taksim’de kutlama konusunda DİSK ile aynı görüşte değil.

Bir önceki yazımda 1 Mayıs’ı her yıl kitlesel olarak farklı bir şehirde kutlayan TÜRK-İŞ’in, bu seneki kutlamaları Bursa’da yapacağını yazmıştım hatırlarsanız. Aynı konsepti benimseyen HAK-İŞ ise bu yılki programını Kocaeli’nde düzenleyecek.

Uzun zamandır küçük esnaf şehri olmaktan çıkmış işçi şehri olmuş ancak ne olduğunun halen farkına tam olarak varamamış Bursa için bu yılki kutlamalar bir bayram havasında geçecek kanaatindeyim. Yine de tüm emekçiler gibi gözümüz, kulağımız Taksim’de.

Taksim en büyük hasretimiz çünkü…

Emeğin yumruğu havaya kalkıyor!

Emeğin yumruğu havaya kalkıyor!

Ben ve Bursa küçükken, bu şehrin lakabı; ‘Yeşil Bursa’ iken, bu şehrin ekonomisini ‘küçük esnaf şehri’ cümlesi tanımlardı. Pek güzel pek şirindi o zamanlar.

Sonra Bursa’nın aslında İstanbul’a ne kadar da yakın olduğu, İstanbul’un hem ticaret hem de sanayi anlamında yaşadığı doygunluğun şehri nefes alamaz hale getirmesinin tek çözümünün şehri boşaltmak olduğu ve bunu yaparken de İstanbul’a yakın, aynı zamanda İstanbul’a benzeyen yerlerin seçilmesinin işi kolaylaştıracağı keşfedildi.

Bir yandan deniz ulaşımı kolaylaştırıldı, bir yandan kara yolu ulaşımı kolaylaştırıldı.

Sonuç olarak İstanbul ve Bursa adeta birbirine yapıştırıldı, İstanbul’un fazlalıkları da Bursa’ya boşaltılmaya başlandı.

Pek çok yerli ve yabancı büyük ölçekli yatırımcının fabrika kurduğu Bursa artık bir küçük esnaf şehri olmaktan çıktı, işçi şehri oldu.

Fakat nedense bu işçi şehri olma unvanını bir türlü içine sindiremedi. Tam kalabalık işçi mitingleri yapılmaya, örgütlü mücadelenin temelleri kuvvetle atılmaya başlanmıştı ki, AK Parti iktidarı ile birlikte her şey tarihin tozlu sayfalarına kaldırıldı.

Zaten sadece Bursa değil İstanbul da işçi bayramlarını eski coşku ve heyecanla kutlayamaz oldu.

Kısacası tüm şehirler ve tüm şehirlerdeki emekçiler elleri böğürlerinde hayalleriyle baş başa kaldılar.

Bugün aslında tam da bu durumu özetleyen ve meslektaşımız İbrahim Öge’nin ‘Tüm hak kayıpları yaşanırken siz neredeydiniz?’ sorusuna Türk-İş Bursa 8. Bölge Temsilcisi Ruhi Biçer’in;

Biz aslında verdiğimiz büyük mücadeleler ile elimizde ancak bu kadarını tutabildik haklarımızın!” cümlesi bence toplantının en çarpıcı cümlesiydi.

Süreçte neler olup bittiğine ilişkin, ‘hiçbir şey olmasa bile mutlaka bir şeyler olmuştur’ saçmalığında açıklamalar getirebiliriz muhtemelen pek çoğumuz. Kaynar suya su soğukken atılan ve şimdilerde derimizin kaynamaktan yüzülme noktasına geldiğini hissettiğimiz aşamayı yaşayan kurbağalar gibiyiz zira. Beyin yanmanın telaşında bir şeyleri açıklamaya çalışıyor, beden hissizleşmiş, açıklamaya müsaade edecek mecali kalmamış…

Hal böyleyken ülkenin örgütlülük ortalamasının yüzde 22 altında bir sendikal örgütlülüğü olan gazetecilik iş kolunda çalışan birinin size bunları anlatıyor olması daha da ironik, ama onu açıklayacak ‘terzi kendi söküğünü dikemezmiş’ gibi sığınmacı bir sözüm cebimde hazır.

Ruhi Biçer’in özetlediği tablodan şöyle bir anlam da çıkıyor aslında; Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK’yı bir torbaya koyup esnafın ve çiftçinin bir anda geniş kitleler halinde emekli olmasını sağlayan imkanları temellendirdikten sonra, emekli olmanın bedelini çalıştığı her gün milim milim ödeyen işçinin sırtına ciddi bir yükün bindiğini ve şu anda 0.6 çiftçinin çalışmasının karşılığında 1 çiftçiye emekli maaşının ödendiğini söyleyebiliriz.  Oysa ülkenin sırtında büyük bir kambur olduğunun altı defalarca çizilen EYT’nin ardından dahi 2 işçinin çalışması karşılığında bir işçiye emekli maaşı ödenir durumda TÜİK verilerine göre. Buradan bakıldığında işçi aktif-pasif oranı konusunda Almanya ile aynı oranı paylaşıyoruz. Ama temel bir fark var aramızda, misal Almanya’da 2021 yılında çalışan sayısı 44 milyon kişiyken ülkemizde aynı yıl çalışan sayası sadece 24 milyon. Türkiye’de iş gücüne katılım çok düşük.

Şimdi gelelim ‘Ekonomik krizin nedeni biz değiliz’ diyerek alanlara çıkan ve bu kez işçi kenti Bursa’ya hak ettiği değeri merkezi hükümetten önce vermeye kararlı olan, 1 Mayıs’ın merkezi kutlama adresi olarak Bursa’yı belirleyen Türk-iş’in alanlarda neler isteyeceğine.

Bu yılın mesajı ‘Vergide adalet!’

Son derece önemli bir mesaj, zira ülkemizde gelir vergisi az kazanandan çok, çok kazanandan az, daha da çok kazanandan hiç alınmamak üzere kurgulanmış gibi duruyor.

“6 buçuk milyar dolara denk gelen paranın Merkez Bankasından çekilmesinin sebebi bizler değiliz. En son tarihinde ilk kez bu kadar büyük zarar açıklayan Merkez Bankasının 800 küsur milyarlık zarar etmesinin sebebi de bizler değiliz. Bunların sebebi kimlerse bedelini de onlar ödemek zorunda. Vergide adalet yok. Bizim maaşlarımızdan çatır çatır kesip alıyorlar ve bunun sorumlusu biz değiliz. Onun için birinci konumuz alanlarda 1 Mayıs’ta vergideki adaletsizlik olacak” diyor Ruhi Biçer.

Elbette vergide adalet ilk talep bunun dışında tökezlediğimiz tüm alanlarda talepler yığılmış durumda. Belki de uzun bir aradan sonra ilk kez ülkenin en çok oy alan partisi olarak CHP’yi gördüğümüzden alanlarda taleplerin sıralanması ile ilgili bir endişe duymadan yola çıkma planı yapılmış görünüyor.

“Sağlıkta hizmet istiyoruz. SGK’da 2 saat ilaç kuyruğundan kurtuldum diye sevinenlerin bugün o sevinçlerini 6 ayda randevu alamayıp 1.5 yılda tahlil için sırada bekleyenlerin daha yüksek sesle konuşmasını istiyoruz. Bunların sebebi biz değiliz. Eğitimde eşitlik istiyoruz. Eğitimde adalet istiyoruz. Düne kadar ücretlerimiz belli bir noktadaydı. Alım gücümüz farklıydı. Bir sürü arkadaşımızın, çalışan emekçinin çoluğu çocuğu özel okullara gidebiliyordu. Maalesef şu anda devlet yurdu bulamayan bir üniversite öğrencisini bile okutmak artık çok zor duruma geldi. Eğitimde adalet istiyoruz. Adalet terazisinin herkese eşit davranmasını istiyoruz. Tarikatlardaki müritlere göre, vakıflardaki yardımlara göre kişilerin yaptıkları suçların bedeli belirlenmesin. İş sağlığı ve güvenliğine daha fazla önem verilmesini, iş cinayetlerinin sona ermesini istiyoruz!” diyerek sıralıyor Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi diğer taleplerini.

Tüm bu talepler bu köşeden sıklıkla dile getirdiğimiz haksızlıkların da temelini oluşturuyor aslında. Elbette hepimiz bu ülkenin çalışanları, emek verenleri, emek verenlerinin yakınları olarak talep ediyoruz bunları.

Anlaşılan bu yıl 1 Mayıs Bursa’da daha bir şenlikli geçecek.

Türk-İş’in kutlamaların merkezi olarak Bursa’yı seçmesi ile birlikte iki ayrı kutlama gerçekleşecek şehirde. Sabah saatlerinde FSM’de işçilerle birlikte emeğin değerini haykırıp öğle saatleri itibariyle eski Atatürk Stadyumunda toplanan korteje katılarak Kent Meydanındaki konserle günü noktalamak gibi bir alternatif sunuyor bu şehir biz emekçilere.

Belki de tarihinde ilk kez Bursa’da emeğin yumruğu havada olacak bütün gün…

Şirketlerde atamalar devam ediyor…

Şirketlerde atamalar devam ediyor…

Mustafa Bozbey Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturmasının ardından şirketlerde atama rüzgarı devam ediyor.

Şu ana kadar Tarım AŞ Genel Müdürlüğüne Sedat Akar, BURULAŞ Genel Müdürlüğüne Fahrettin Beşli, Jeotermal AŞ Genel Müdürlüğüne Erman Aydıngün, BURKENT Genel Müdürlüğüne İnan Keser atandı.

Öncelikle şunu da ifade etmek gerekiyor. Bu atamaların resmiyet kazanması için şirketlerin genel kurulunu yapması gerekiyor.

Belediye iştiraklerinde genel müdür atamaları ve görevden almalar şirket yönetim kurulu kararı ile gerçekleşiyor…

Bu noktada henüz ataması yapılmayan kulislerde farklı isimlerin dolaştığı iki şirket var. Onlardan ilki BURFAŞ AŞ.

Hali hazırda Genel Müdürlük görevini şu ana kadar oldukça başarılı işler yapan Ömer Furkan Banaz üstlenmiş durumda.

Muhtemelen Bozbey, Banaz ile devam etmeyecek. Kulislerde Yalçın Işıkyıldız ismi ön plana çıksa da son günlerde Yıldırım Belediye Meclis Üyesi Ali Togan‘ın ismini de duyar olduk.

Yaklaşık 50 yıldır yiyecek ve içecek sektörünün içinde bulunan Togan aynı zamanda herkesle sıcak dostluklar kurabilen bir isim.

Partinin mahalle örgütlerinden başlayan siyasi yaşantısının ardından iki dönem ilçe başkanlığı yaptı, son yerel seçimlerde ön seçimlerde en yüksek üçüncü oyu alarak meclis üyeliğine Yıldırım’dan seçildi.

Şu anki İl Başkanı Nihat Yeşiltaş da önceki yıllarda Togan’ın yönetiminde sayman olarak görev yapmıştı.

Togan’ın bu göreve atanması durumunda işini layığı ile yapacağını düşünüyoruz.

Öte yandan işini layığı ile yapacağını düşündüğümüz isim daha doğrusu devam ederse BESAŞ’a katkı koymaya devam eder dediğimiz isim BESAŞ Genel Müdürü Hakkı Gülşen.

Yarın genel kurulu gerçekleşecek BESAŞ’ta yeni yönetim kurulu belli olacak. Şirketin kendi içinden çıkan tek genel müdür ve aynı zamanda ziraat mühendisi Hakkı Gülşen’le ilgili nasıl bir tasarrufta bulunulacak?

Onu da yarın öğrenmiş olacağız.

Şimdiden hayırlı olsun…

 

Yerel Bakış’ın konuğu Şahin

Yaklaşık 8 yıl aradan sonra Nilüfer’de CHP İlçe Başkanlığı görevine ikinci kez seçilen Özgür Şahin, sonraki süreçte ilçede partisinin hem oyunu hem de belediye meclis üye sayısını arttırdı.

Şahin’in yeni döneme ilişkin düşüncelerini konuşacağımız program bugün 15.00’te Norm Haber ekranlarında yayınlanan Yerel Bakış programında.

Programımızı www.normhaber.com başta olmak üzere tüm sosyal platformlardan izleyebilirsiniz.

 

Bahadır İYİ Parti’den istifa etti

Cumartesi günü genel kongresini gerçekleştiren İYİ Parti’de Akşener dönemi sona erdi,

Müsavat Dervişoğlu dönemi başladı.

Yeni dönemle beraber Bursa’da istifa haberi gelmeye başladı. İYİ Parti’de İl Başkanlığı ve GİK Üyeliği gibi görevler üstlenen Dr. Yahya Bahadır partisinden ve tüm görevlerinden istifa etti. Bakalım bu istifalar devam edecek mi?

Bekleyip, takip edelim…

Kabul edin, mutsusuz!

Kabul edin, mutsusuz!

Bir araştırmadan bahsetmek istiyorum, ama bu kez araştırmanın ucu siyasete dokunmuyor, dolayısıyla sonuçlarına çok daha fazla güvenebileceğimiz bulgular var elimizde.

KONDA Araştırma’nın ‘10 yıllık değişim’ raporundan sözünü ettiğim ve hepimizin dikkate almasının önemli olduğunu düşündüğüm veriler. Değişimden bahis, ‘toplumsal cinsiyet eşitliğine dair algı değişimi’

Rapora göre, toplumsal cinsiyetle ilgili ‘eşitsizlik’ belirten yargıları doğru bulanların oranı hem kadınlarda hem de erkeklerde 10 yıl öncesine göre azaldı. Çalışan kadınlar ise diğer tüm gruplara göre daha eşitlikçi yaklaşımlarıyla başı çekiyor.

Raporun bir başka çarpıcı sonucu da çocuklara çizilen rol. Toplumda hem kız hem de erkek çocukları için ‘vatanına ve milletine bağlı olma’ beklentisinin arttığı görülürken, çalışan kadınlar aynı zamanda kız çocuklarının ‘hakkını arayabilmesini’ fazlaca önemsiyor.

Bir yanda milliyetçi duyguların arttığına işaret eden, diğer tarafta kadınların toplumdaki varlıkları ile ilgili verdikleri mücadelenin büyüdüğüne vurgu yapan araştırmada halen istenen noktaya gelemediğimizin emareleri de okunuyor.

Mesela, toplumda ‘Kadının eşinden daha fazla para kazanması sorun olur’ yargısını yanlış bulanların oranı bugün yüzde 50’nin üzerine çıksa da ‘Kadının birinci görevi, evin sorumluluğunu üstlenmek ve çocuk yetiştirmektir’ yargısını hâlâ toplumun yarıdan fazlası doğru buluyor.

Hayatımızın merkezine oturan televizyonu kimin kontrol ettiği toplum ve aile yaşamı açısından önemli ipuçları verdiğinden, bu konu genellikle değerlendirmeye tabi tutuluyor. Hem Ocak 2018 hem Şubat 2024’te erkeklerin yarıdan biraz fazlası akşamları TV izlerken kumandayı elinde tuttuğunu söylüyor.

Yani hayatın kontrolü erkeklerin elinde! Fakat bu geçici bir durum olabilir.

Öncelikle mutluluk oranında ciddi bir düşüş var.

Bugün toplumda her 4 kişiden sadece 1’i mutlu olduğunu söylüyor. Ayrıca 10 yıl önce kadınlarda kendini mutlu hissedenlerin oranı erkeklerden fazla olurken, bugün kadınlarda mutlu olanların oranı erkeklerden daha az. Raporda, toplumsal cinsiyet rollerinin getirdiği eşitsiz bölüşümlerin de artırdığı pandemi sürecindeki iş yükü, ekonomik kriz, işsizlik, siyasi umutsuzluk gibi konuların da bunda etkisinin olduğu belirtiliyor. Çalışan her 10 kadından yalnızca 2’si mutlu olduğunu söyleyebiliyor.

Türkiye genelinde ‘kadınların doğaları gereği iyi yönetici olamadıkları’ düşüncesine sahip olanların oranı da 10 yıl öncesine göre azaldı. ‘Kadınlar doğaları gereği iyi yönetici olamazlar’ yargısını Mart 2015’te toplumun yüzde 23’ü doğru bulurken, bu oran Şubat 2024’te 13 puan azalarak yüzde 10’a geriledi.

Fakat işin uygulama kısmına geldiğimizde gerilemenin aynı oranda iş dünyasına yansıdığını söylemek mümkün değil. Dolayısıyla bu fikrin de yavaş yavaş olgunlaşma aşamasında olduğunu vurgulamakla yetinelim şimdilik.

Araştırmaya göre evde temizlik yaptığını söyleme oranı 10 yıl önce 50’yken, bu oran 2024’te yüzde 73’e çıktı. 10 yıl önce her 10 erkekten 6’sı evde temizlik yapmadığını söylerken, bu oran Şubat 2024’te her 10 erkekten 3’üne düştü. Temizlik, yemek yapmak gibi hane içi sorumluluklarda, kadın ve erkek arasındaki görev paylaşımı daha adil bir yöne doğru ilerliyor.

‘Kadın çalışmak için eşinden izin almalıdır’ yargısını doğru bulanların oranı da 10 yıl önceye göre azaldı. Şubat 2015’te toplumu yüzde 66’sı bu yargıyı doğru bulurken, Şubat 2024’te bu oran yüzde 48’e düştü. ‘Kadın çalışmak için eşinden izin almalıdır’ fikrine katılmayan erkeklerin oranı arttı. Bu yargıyı doğru bulanlarda en yüksek oran, sırasıyla ev kadınlarına ve çalışan erkeklere ait. 10 yıl önce de bugün de çalışan kadınlar, bu yargıyı yanlış bulanlarda en yüksek orana sahip. Gelir ve eğitim seviyesi arttıkça, ‘Kadın çalışmak için eşinden izin almalıdır’ yargısını yanlış bulanların oranı da artıyor.

Kısacası çalışan kadının toplumdaki eşitlik iddiası yavaş yavaş demlenirken erkeklerin egemen olduğu toplumun tahtı giderek sallanıyor. Bu arada erkek egemen iş dünyasında kadın olarak var olmaktan çok erkekleşerek var olmaya çalışmaktan uzaklaşmayı da ekleyebilirsek çok şahane olacak gibi…

İMO’dan Soğuksu’ya itiraz: Rapor yok, görüş yok!

Kestel İlçesi Soğuksu ve Seymen Mahallelerini kapsayan Doğu TEKNOSAB Projesine İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şubesi’nden itiraz var!

Oda tarafından haber merkezlerine ulaştırılan basın açıklamasında üzerinde durulan ilk konu;

“2020 yılı Bursa 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planının amacına, hedefine, koruma ve geliştirme ilkelerine aykırı olarak, öncelikle Bursa’nın anayasası yapılmadan, tüm kurumlar ve STK’ları içinde olmadan, şeffaflığın hiçe sayılarak gerçekleştirilen düzenlemeye itiraz ederek hazırlanılan dilekçe Çevre Şehir ve İklim Değişikliği Bursa İl Müdürlüğü’ne sunulmuştur, sürdürülebilir ve sağlıklı bir kentin tesisi için kısa vadeli ve günlük ihtiyaçların ötesinde bir vizyon ile kararların alınması son derece önemlidir!” deniyor.

İMO Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Serdar Atilla Erdem;

“Bu yanlış karartan ivedilikle dönülmesi ve Bursa kentinin ve halkının menfaatlerinin göz önünde bulundurularak yeniden değerlendirilmesi talep edilmiştir” sözleri ile gayet net iletmiş taleplerini.

Elbette bu taleplerin bağlandığı akademik nedenler de sıralanmış itiraz dilekçesinde.

2020 yılı Çevre Düzeni Planını yapan dönemin Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Erdem Saker’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu ve Bursa’yı halen bu plan sayesinde savunma hakkımızın doğduğunu bir kez daha gösteren şöyle ibareler yer alıyor itirazda…

“Onaylanan Çevre Düzeni Planı değişikliğinde sadece iki kurumun görüşünün alındığı, onun dışında görüş alınmadığı tespit edilmişti.

Alınan görüşlerin de Plan değişikliği açıklama raporunda yer almadığı bu nedenle de anlaşılacağı üzere, Çevre Düzeni Planı Değişikliğine ilişkin hiçbir kurumdan görüş alınmadığı aşikârdır. Konu ile ilgili aynı zamanda gerekli olan araştırma ve analizin de yapılmadığı tespit edilmiştir.

Ayrıca Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliğ’inde Çevre Düzeni Planı’nda değişiklik yapılabilmesi için;

“Çevre Düzeni Planı ana kararlarını, sürekliliğini, bütünlüğünü bozmayacak nitelikte, plan değişikliği yapılabilir.

Çevre Düzeni Planı değişikliklerinde;

  1. a) Kamu yatırımlarına,
  2. b) Çevrenin korunmasına,
  3. c) Çevre kirliliğinin önlenmesine,

ç) Planın uygulanmasında karşılaşılan güçlükler ve maddi hataların giderilmesine,

  1. d) Değişen verilere bağlı olarak planın güncellenmesine,

dair yeterli, geçerli ve gerekçeleri açık olan, altyapı etkilerini değerlendiren raporu içeren teklif ve talepler; idarece planın temel hedef, ilke, strateji ve politikaları kapsamında teknik ve yasal çerçevede değerlendirmeye alınarak sonuçlandırılır.” şeklinde ifade edilmesine rağmen Bakanlığınız tarafından DEĞİŞİKLİK YAPILAN ALANA İLİŞKİN “Altyapı Etkilerini Değerlendiren Rapor” yer almamaktadır!”

Tüm bu açıklamalar doğrultusunda onaylanan değişiklik teknik ve bilimsel gerekçeler dikkate alınmadan yapılıyor. Alanın tarım alanı olarak kullanılması ile sanayi alanı olarak kullanılmasının ülkeye ve şehre sağlayacağı fayda zarar karşılaştırması dahi yapılmış durumda değil.

Yukarıda belirttiğim, altını çizmekte de büyük fayda gördüğüm akademik verilerin ışığında çok daha derin bir açıklama mevcut itiraz dilekçesinde.

Bursa’nın geleceğine sahip çıkmak açısından şehrin vicdanı olarak kabul ettiğimiz akademik odaların söyledikleri, kabulleri, itirazları, onayları, karşı duruşları bence çok önemli. Hem bakanlığın hem de şehri yönetenlerin bu itirazlara kulak vermesi isabetli ve yerinde olacaktır.