Yükseköğrenimle ilgili birkaç önerim…

Yükseköğrenimle ilgili birkaç önerim…

Son on gündür ülke olarak hepimiz deprem haberlerine kilitlenmiş durumdayız. Kimimiz kurtarılma haberlerine odaklanmış iken kimimiz de yardımlar konusunda büyük efor sarf etmekteyiz. Bizler de zaman zaman hem yayın yapıyoruz hem de çalışmalarımızı devam ettiriyoruz.

Bu köşeden de yapıcı olduğuna inandığımız önerileri köşemiz aracılığı ile iletmeye gayret ediyoruz. Bugün de o önerilerimizden birini yazmış olalım.

Malum yaşanılan depremin ardından en büyük sıkıntıların başında barınma geliyor.

Yöneticilerimiz bu konuda elinden gelen gayreti göstermeye gayret ediyor. İşte bu minvalde birçok insanımızı Kredi Yurtlar Kurumuna ait yurtlara yerleştirdiler.

Buna paralel olarak da üniversitelerin ikinci yarıyıla uzaktan eğitim olarak devam edilmesi kararı alındı.

Bunu net olarak ifade etmek gerekiyor.

Bu alınan karar depremin etkilediği 10 ilin üniversitelerinde doğru karar. Ama diğer illerdeki üniversitelerde bu kararın alınması gerekli miydi?

Orasının biraz daha değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Öncelikle bu karar alınırken şöyle bir düzenleme yapılabilirdi. Deprem bölgesinde oturmayan fakat deprem bölgesinde öğrenim gören üniversite öğrencilerine bulundukları ilde sömestr sonuna kadar misafir öğrenci statüsü tanınabilir, derslerine devam edebilirdi.

Ya da tam tersi, deprem bölgesinde oturan farklı illerde öğrenimlerine devam eden öğrencilere bu sömestr kayıt dondurma imkânı sağlanırdı.

Bunun dışında tıp ve hemşirelik, anestezi, radyoloji daha doğrusu sağlık alanında eğitim gören öğrencilerin uzaktan eğitim görerek bu mesleklerini ifa etmesi oldukça zor.

Yine önümüzdeki yarıyıldan itibaren mimarlık ve mühendislik fakültesi öğrencilerinin 3. ve 4. sınıftan itibaren inşaatlarda en azından gözlemci olarak bulundurulması gerektiğini düşünüyorum.

Yapılan işlerin projeye ve mühendislik bilimine uygun olup olmadıklarını gözlemleyerek rapor haline getirebilirler.

Umuyor ve temenni ediyoruz ki bu deprem bize büyük dersler verdi. Bu dersleri de hayatımızda uygulamaya başlamışızdır.

Yoksa biz çok yazıp, çizer ve ağlarız.

Bizden hatırlatması…

ALKIŞI HAK EDENLER (2) ATIŞ YAPI

Bu depremin görünmeyen, reklam yapmayan, bu kentin kahramanlarını zaman zaman bu köşeden yazmaya başladık. İlk olarak ARC Lojistik firmasını kaleme aldık.

Bugün de bu kentte son yıllarda yapmış olduğu farklı çalışmalarla dikkat çeken Atış Yapı’dan bahsetmek gerekiyor.

Onlar da depremin ilk gününden itibaren birçok firma gibi sessiz sedasız taşın altına elini koymuş durumdalar.

Böyle bir depremde arama kurtarma için gerekli olan olmazsa olmazlardan biri de iş makinesi ve teknik ekipman…

Atış Yapı bölgeye depremin yaşandığı ilk gün 14 ağır iş makinesi ve bunları kullanmak için gerekli şoför, mühendis, formen, operatör gibi 75 kişilik teknik ekip ve 8 adet tam teşekküllü ambulans gönderdi.

Bunun yanı sıra hayat kurtarma için gerekli olan toplamda 2 bin 650 koli tıbbi malzeme ve ilaç desteğiyle de birçok kişiye umut oldu.

Atış Grup bölgede depremin ikinci gününden itibaren de 115 sağlık personeli ve 37 aşçı göndererek yaraları sarmaya çalışıyor.

O personeller hala bölgede halkımızın yanında…

Yapılan diğer insani yardımları; gıda, giyecek, ayakkabı ve benzeri yardımları saymıyoruz bile.

Toplamda 250’ye yakın personelini bölgeye tahsis eden Atış Yapı ve şahsında yönetim kurulu başkanı Ahmet Atış’ı bizler de tebrik ediyor Allah razı olsun diyoruz.

Kimdir bu manevi danışmanlar?

Kimdir bu manevi danışmanlar?

Deprem bölgesi ile ilgili en doğru bilgileri sahada bulunan meslektaşlarımızdan ve bölgeye yardım için giden gönüllülerden öğrenebiliyoruz.

Ortak Akıl Deprem Özel programında konuk ettiğim Eğitim İş Bursa Şube Başkanı Yeliz Toy’un anlattıkları, bölgeyi görmüş bir gönüllü olması nedeniyle çok anlamlıydı.

Konuştuğumuz pek çok konu arasında çok önemli iki başlığa dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki; yardımların AFAD eliyle depremzedelere ulaştırılması konusunda ciddi bir ısrar olması nedeniyle, pek çok ilden gelen çeşitli bağışların ihtiyaç sahiplerine ulaşmamasıydı.

Bizler buradan karınca kararınca topladığımız yardımlarla en azından bir kişinin yarasını sardığımızı düşünürken, yardımların sistematik bir işleyiş geliştirilemediği için heba olduğunu bilmek toplum vicdanını yaralıyor.

Oysa yapılması gereken, tek bir çatı konusunda ısrar etmek yerine, yardımlaşan tüm çatıları organize etmekti.

Bölgede insan gücü var teçhizat yok, doktor var gerekli tıbbi malzeme yok, yardım var dağıtacak insan yok…

Bir kez daha söyleyelim; organizasyon bozukluğu mevcutla muhtacı bir araya getirememiştir.

Bir eğitimci olan Yeliz Toy’un dikkat çektiği ikinci önemli başlık ise deprem bölgesinde bulunan ‘manevi danışmanlar’ konusu oldu.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından görevlendirildiğini gösteren yelekler giyen manevi danışmaları psikolojik danışmanlarla karıştırmayalım lütfen!

Zira psikolojik danışmanlar depremzedelerin yaşadıkları travmaları bilimin ışığında iyileştirmeye çalışırken, manevi danışmanlar deprem gerçeğinin kadere bağlı, Allah’tan gelen bir olay olduğunu söylemekle yükümlüler gibi görünüyor.

İnsanların inançlarını hafife alacak değilim elbette, ancak depremin bir bilimsel gerçeklik olduğunu, bilimsel yöntemlerden yararlanıldığı sürece üstesinden gelinebilecek bir doğa olayı olduğunu, deprem sonrası yaşanan travmaların da yine bilimin ışığında iyileştirilmesi gerektiğini vurgulamayı kendime görev bilirim.

Ne çok kullanmışım bilim kelimesini…

Keşke ülke olarak bol bol kullansak, hem bilimi hem de bilim kelimesini…

Hasılı kelam; insanları, yaşadıklarının Allah’tan gelen, kadere bağlı bir durum olduğuna ikna etmekle memur olmuş ‘manevi danışmanlar’ın varlığı siyaset yapmanın da ötesinde, bir toplumu kandırmaktan başka bir şey değildir.

Bugün doğu bölgelerimizde başımıza gelen, yarın batıyı kalbinden vuracağı 10 gündür sürekli söylenen deprem gerçeği bilimsel bir doğa olayıdır, depremden korunabilmenin yolları da bilimseldir. Bu gerçekte hem fikirsek, herkesin manevi inançları kendisini bağlar.

*****

DEPREM İSTİSMARCILARINA DİKKAT!


Vakti zamanında bilimin ışığından yürümeye pek istekli olmayanlar, yaşanan felaketlerin ardından akademik odaları hedef almaya başladılar. Konuyla ilgili İnşaat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Ülkü Küçükkayalar bir açıklama yayınlayarak karot testi için binalardan alınan numunelerin binaları zayıflattığı iddiasında gerçeklik payı olmadığını söyledi.

Mantıklı olarak bir düşünün, binanın depreme dayanıklılığını test etmek için alınan numune binanın yıkımına neden olur mu?

Bir de Mikrotremor Tekniğinden bahsetmek lazım; Küçükkayalar yaptığı açıklamada; “Deprem durumunda betona gelen gerilme düzeyi bu testlerde dikkate alınan düzeyin binlerce mislidir. Bu yöntem ile deprem analizlerini ve yapısal analizlerini yapan kişilere lütfen itibar etmeyiniz.

Binanın taşıyıcı sistemi incelenmeden, mevcut donatıların tespiti yapılmadan, taşıyıcı sistem modeli kurulup analizler yapılmadan, kaç büyüklüğündeki depreme dayanacağını söylemek, evlerinin depreme dayanıklı mı olup olmadığını merak eden vatandaşlarımızı kandırmak olacaktır” diyor.

Burada da sözün özünü biz söyleyelim; deprem istismarcılarına dikkat!

 

Marmara acı faturayı mı bekliyor?

Marmara acı faturayı mı bekliyor?

Türkiye yara sarma sürecini uzun vadeye yayarak çok boyutlu olarak sürdürmek zorunda.

Bu konuda devletin harekat planı yavaş yavaş şekilleniyor.

Ancak, devletin tümüyle kendi olanakları ile oluşan acı tabloyu kısa sürede tersine çevirme şansı yok.

Yani özel sektör firmaları, STK’lar ve vatandaşlar da uzun vadeli bir destekleme süreci için kolları sıvamak zorunda!

İmkanları kısa sürede tüketmenin hiçbir manası yok. Yardımlarınızı zamana yaymakta fayda var.

Gereken fedakarlık uygun tarzda gösterilmediğinde umulan faydanın sağlanması da zor çünkü.

Ayrıca devletin karşı karşıya kaldığı faturayı ödeyebilmesi için de doğrudan ya da dolaylı vergi ve benzeri yollarla vatandaşa başvurması ihtimali artacaktır bu nedenle.

Yani zorunlu vergilere sıra gelmeden o yükün hafifletilmesi lazım.

Geçmiş dönem deprem vergilerinin kullanım biçimi akla geldikçe de zorla talep edilen vergilerin mutsuzluk yaratacağı açıkça görülebilir.

Ancak öyle ya da böyle tüm Türkiye bu acı tablonun faturasını paylaşmak zorunda kalacak!

Ne yazık ki gerekenler yapılmadığı sürece paylaşmak zorunda kalacağımız daha acı faturalarla yüzleşme riskimiz de var.

Çok açıkça tüm uzmanların dile getirdiği Marmara depremi kapıda çünkü.

Uzmanlarca ifade edilen süreler de çok çarpıcı uyarıları ifade ediyor. Yapılan tahminler önümüzde en fazla 5-6 yıl kaldığı yönünde!

Hadi iyimser olmaya çalışalım. Ve 8-10 yıl var diyelim.

Mevcut durumda bu sürelerin hiçbiri ciddi bir depreme gerektiği kadar hazırlanmamıza yetmeyecektir.

Çünkü bir yanda İmar Barışı adı altında kaçak yapılara sunulan af imkanı net bir risk barındırmaya devam ediyor. Ve herhangi bir düzenleme yapılmazsa da ciddi bir risk olarak milyonların hayatını tehdit etmeye devam edecektir!

Yapılabilecek en acil ve kalıcı düzenleme ise kentsel dönüşümü hızlandıracak yasal desteklerin devreye sokulması.

Tek çare kentsel dönüşüm. Ama maalesef o da kaplumbağa hızında!


Ülke genelinde dönüşmesi gereken 7 milyon civarında konut var. Ve 1999’dan bu yana bir milyonun biraz üzerinde ancak dönüştürmeyi başarmışız.

Dönüşüm bekleyen yapıların çoğunluğu da Marmara Bölgesi’nde ne yazık ki!

İstanbul ve Bursa ağırlıklı bir stok var dönüşecek.

Ancak, mevcut dönüşüm hızı hedefe depremden önce ulaşmamızı imkansız hale getiriyor.

Acilen bir kentsel dönüşüm seferberliğinin başlatılması gerekiyor neticede!

Yoksa çok canlar yine yitip gidecek.

Vatandaşın, inşaat sektörünün, yerel yönetimlerin ve devletin bir an önce ortak bir platformda birleşmesi şart. Dönüşümü teşvik edecek yasal destekler acilen devreye sokulmalı. Özellikle de maddi boyutu karşılama gücü olmayan vatandaşların yükünü devlet omuzlamak zorunda!

Bir an önce rezerv alanlarında inşaatlar yükselmeli. Ve riskli binalarda yaşayanların hayatı güvence altına alınmalı.

Açıkçası bütün Bursa bir şantiyeye dönüşmek zorunda!


Bu arada ekonomik değer üreten bölge, tesis ve binaların da gözden geçirilmesi aciliyet taşımakta. Keza kamu binaları ve ulaşım hatları da mercek altına alınmalı.

Yoksa tüm Türkiye’yi ekonomik olarak da vuracak bir depreme davetiye çıkarmış oluruz!

Sözün özü; daha büyük faturalar kapıya dayanmadan gerekli tedbirleri alalım.

Borsa ve üniversiteler nasıl normalleşir?

Borsa ve üniversiteler nasıl normalleşir?

Durum olağanüstü.

Büyük bir felaket, olağanüstü bir tablo ortaya çıkardı.

Ve 10 ilimizi kapsayan felaket alanında OHAL ilan edildi doğal olarak.

Ama olağanüstü bir ruh hali memleketin kalanına da hakim.

Çünkü bir travma sürecinden geçmekte tüm Türkiye!

Ancak hızlı bir normalleşmeye de hepimizin ihtiyacı var.

Yüksek bir motivasyonla yaraları sarabilmek için koşulları normalleştirmek üzere adımlar atmak gerekiyor.

Ama bu süreçte kendince bir hakimiyet kuran karmaşa ilginç manzaraları karşımıza çıkarıyor.


Mesela 6 Şubat günü acı haber geldiği anda kapatılması gereken Borsa İstanbul neredeyse 3 gün boyunca açık kaldı.

Milyonlarca yatırımcının zarara uğradığı açık. Olağanüstü koşullarda herkesin aklı deprem bölgesindeyken işlem yapmanın ne kadar mantıksız olduğu açık seçik ortada çünkü!

Üstelik birebir deprem bölgesinde yaşayan 380 bin civarındaki yatırımcının açıkça hakları gasp edildi o süre içerisinde!

Ayrıca bölge firmalarından BİST’te işlem görenlerin uğradığı haksızlık da belli.

Ve 15 Şubat itibarıyla Borsa İstanbul tekrar faaliyetlerine başlayacak.

Ancak “Ne kadar hazırız?” sorusu belirsizlikler içeriyor.

Çünkü borsa açıldığında benzer bir ruh halinin panik halinde işlemlere yansıma ihtimali güçlü.

Net ve kesin tedbirler alınmadığı takdirde açılışın olumlu sonuç vermesi beklenemez!

İşlem yapılan günlerdeki zararı telafi edecek bir formülün öncelikle düşünülmesi şart görünüyor.

Diğer taraftan da özellikle moral motivasyonu yükseltecek destek alımlarının belirgin firmalar tarafından yapılması mümkün.

Bu yönde teşvik sağlanması ilerideki kazançları şimdiden öne çıkaracaktır.

Açıkçası Borsa İstanbul’da bundan sonra izlenecek strateji çok önemli bir ekonomik, sosyal ve siyasal gösterge olmaya da aday görünüyor!

Öte yandan açık olması gerekirken kapatılan üniversiteler ayrı bir gösterge haline gelmiş durumda bile.

Pek çok bölümün uygulamalı olduğu dolayısıyla da laboratuvar, atölye ve benzeri ortam koşullarında eğitim öğretimin yapılması gerektiği aşikar.

Mesele sadece tıp ve benzeri sağlık alanıyla sınırlı olacak bir mesele de değil!

Çok sayıda mühendislik bölümlerine sahibiz. Meslek yüksekokulları keza yine muhakkak ki somut yüz yüze eğitim verilmesi gereken kurumlar niteliğinde.

Fen bilimlerinin kaçınılmaz uygulama ihtiyacı ortada.

Sosyal bilimlerin dahi belli dersleri de aynı çerçevede değerlendirilmeli. Çünkü sınıf ortamındaki bilgi paylaşımı sosyal iletişim özellikle de belirgin ödev çalışmalarının yapılmasının yerini hiçbir şey tutamaz!

Online eğitimde pandemi döneminde ciddi bir verim alınmadığını öğrenciler de söylüyor akademisyenler de.

Özetle bakıldığında KYK yurtlarının kullanabilmesi için en az bir dönem gibi görünen bir fedakarlık tüm üniversitelilerin sırtına yıkılmış durumda. Oysa ki kalkınmanın dinamik gücünü akademik kurumlar oluşturmakta.

KYK yurtları ile ekonomik bir kazanç sağlanmaya çalışılmış olsa da uzun vadedeki kayıpların ne yazık ki daha ağır olma ihtimali fazlasıyla var!

Eğitim dünyasının içindeki biri gözlemlerim üniversite öğrencilerinin bu durumdan hiç de memnun olmadıkları yönünde.

Daha da önemli bir kaygı var. Online sadece bu dönemle sınırlı kalacak gibi görünmüyor.

Çünkü depremzedelere vaat edilen konutların teslimi en az bir yıl sürecek.

Dolayısıyla 2023-2024 eğitim yılının en az bir döneminin de online olma ihtimali doğmuş durumda!

Neticede akademik kayıp kolayca kapatılacak olmaktan çıkacak bu ihtimal hayat geçerse.

Sözün özü; yüz yüzde eğitim için bir an önce formül aranıp bulunması gerekiyor.

Deneyimli yerel yönetici Bozbey’in kentsel dönüşüm ve depremle ilgili düşünceleri

Deneyimli yerel yönetici Bozbey’in kentsel dönüşüm ve depremle ilgili düşünceleri

Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinin merkez üs olduğu depremin ardından bir haftayı geride bıraktık. Arama kurtarma çalışmaları aralıksız devam ediyor.

Bir yandan bu çalışmaları izlerken diğer yandan da olası Bursa depremine ilişkin yorumlar yapmaya ve yazmaya başladık.

Bu konuyu da elimizden geldiğince uzunca bir süre gündemde tutmaya çalışacağız.

Yazdığımız yazıların ardından uzun yıllar Nilüfer İlçesi’nde belediye başkanı olarak görev yapan ve önceki dönem Millet İttifakı’nın Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkan Adayı olan Mustafa Bozbey, bizlere konu ile ilgili Bursa’nın deprem öncesi ve sonrasında yapması gerekenleri anlattığı 9 maddelik düşüncelerini göndermiş.

Bizler de deneyimli yerel bir siyasetçi ve aynı zamanda inşaat mühendisi olan Bozbey’in düşüncelerini virgülüne dokunmadan aynen yayınlıyoruz.

Sevgili İlhami;

Depremde zarara görmemek veya en az zarar ile kurtulmak elbette ki mümkün olabilir. Ancak bu noktada genel ve yerel yöneticilerin yapmakla görevli oldukları var:

1- Kentin fay hatlarının yer tespitleri yapılmalı (MTA’nın var olan tespitlerinin çizgisel olarak belirlenmesi).

2- Fay hatları üzerindeki yapıların kaldırılarak yeşil bant yapılması gerekir.

3- 1. derece deprem bölgesinde kent merkezinin ve şehrin nüfus yoğunluğunun artırılmaması gerekir.

4- Deprem bölgelerinde nüfus artışının (hatta nüfus azaltan projeleri uygulamak gerekir) önüne geçmek için sanayi alanlarına ilave alan asla yapılmamalı. Sanayinin deprem açısından daha güvenli bölgelere kaydırılması önemli.

5- Deprem bölgelerinde yapılacak yüksek katlı binalara ait farklı imalat şartları getirilmeli.

6- Deprem olacak. Bu durumda deprem öncesi yapılması gerekenleri (depremdeki organizasyon dahil) mutlaka etkin olarak yapmak, deprem olduğunda da daha az kayıpla atlatmamızı sağlayacaktır.

7- Bursa depreme hazırlıklı değildir. Nilüfer, deprem konusunda önemli projeler yapmıştır. Ancak kentin en tümünde bunları yapmak gerekir.

8- Kentsel dönüşüm yasası çok eksiktir. Önce insanlarımızı bilinçlendirmek gerekir.

Kentsel dönüşüm adı altındaki uygulamalar asla doğru olmamıştır. Bunların sıkıntısını ileride daha fazla göreceğiz.

Kentsel dönüşümün asıl amacı nüfusu artırmadan (hatta mümkünse azaltarak) oradaki yapıların deprem güvenliğini artırmak, kentsel dönüşüm bölgesinin kentsel insani ihtiyaçlarını gidermek için yapılmalıdır. Ancak asla böyle olmamaktadır.

Bakın yapılan kentsel dönüşüm alanlarına. Sadece binalar yenileniyor. Ancak bölgenin nüfusu artmış kentsel ihtiyaçlar yok. Bu insanlar o bölgede nasıl huzur ve güvenle yaşayacak?

9- Bursa kentsel dönüşüm, ilave sanayi alanları ile ve kaçak yapılarla (fabrikalarla) son yıllarda bir kez daha kirlenmiş ve deprem açısından daha da kötü hale gelmiştir.

Zihniyet değişmedikçe, bilim insanlarının dediklerini dikkate almadıkça, kent ve insan için çaba gösteren STK-teknik odalar vs. dikkate alınmadıkça bu afetleri yaşamaya devam ederiz!

Kolaylıklar diliyorum.

***

Deneyimli yerel yönetici konu ile ilgili düşüncelerini açıklarken, kendi döneminde hem Nilüfer’de yapılanlara atıfta bulunmuş, hem de kentsel dönüşüm adıyla yapılan çalışmalarda gördüğü hataları kendi düşüncesine göre yorumlamış.

Ardından önerilerde bulunmuş.

Bizim de kişisel kanaatimiz ekonomik ömrünü tamamlamış binaların bir an önce bu çalışmaya dâhil edilmesi.

Onlarla ilgili kentsel dönüşüm çalışmalarının bir an önce başlaması…

Yapıldıysa yerel yöneticilerin Bursa’daki yapı stoğunun depreme dayanıklılığı ile bilgi varsa, en azından paylaşılması.

Ve bundan sonra da hızlı bir karar verilip uygulamaya geçirilmesi…

Temenni ediyoruz ki bu süreç fazla uzamaz.

Bir an önce iktidarı, STK’sı, akademik odası ve muhalefeti ele ele verir, gereğini yapar.

Konteynerler yazı bekliyormuş!

Konteynerler yazı bekliyormuş!

Şehrimizin maşallahı var…

Gün geçmiyor ki, sosyal medyada adından en çok söz ettiren konular arasında yer almayalım.

Dün de tam böyle bir gündü.

Sosyal medya üzerinden paylaşılan, Bursa AFAD İl Koordinasyon Merkezinde çekilen görüntülerde çok sayıda konteyner görülüyor ve deprem bölgesine sevk edilmediklerine dair iddialar yer alıyordu.

Sosyal medyada son derece güçlü olan DEVA Partisi bu ayrıntıyı kaçırmadı elbette.

Ayrıntı günlük siyasete alet edilmeyecek kadar da önemliydi, bu hassasiyet de gösterildi zaten. Zira yine dün akşam televizyondan bir açıklama yapan AHBAP Başkanı Haluk Levent, “Ben 1999 depreminde bir hata yaparak çadır kentlere ağırlık verdim, ancak çadır kentler çok geçici bir çözüm, depremzedeler için asıl çözüm konteyner kentler ve prefabrik kentlerdir. Satınalmalarımızı buna göre yönlendiriyoruz” dedi.

Depremin yoğun olarak yaşandığı 1999 tarihi benim için öğretici olduğu kadar benimle birlikte meselenin başka boyutlarını yaşayanlar için de öğretici olmuş.

Çok net…

Ben kendi adıma işlerin şu sıralama ile ilerlediğini öğrendim; deprem, enkaz altında kalış, yardım bulamayış, yardımın geç gelmesi nedeniyle yaşanan ölümler, yardımlar için geç de olsa organize olunmasıyla başlayan umutlu arama kurtarma çalışmaları, yaşam zorluklarının son safhalara ulaşması, hijyen sorunları, bulaşıcı hastalıklar, yağma, vahşileşme, son olarak da çocuk kaçırmalar…

Bölgeden son aldığım haberlerde gelinen nokta son dönemecin de yaşandığı yönünde.

Benim tecrübelerim daha çok acılara yoğunlaşmış deneyimler. Haluk Levent’in deneyimleri ise umuda yönelik…

Dolayısıyla, üstelik de bu soğuk havalarda, yüz kişiye verilen üç beş çadırla işlerin yürümeyeceği aşikar. Konteyner kentler, prefabrik yapılar çok acilen ulaşılması gereken çözümler arasında.

Çünkü kesinlikle biliyorum ki, depremzedelerin bir bölümü bölgeden ayrılıp güvenli alanlara geçmeye ikna olsa dahi, aileden en az bir kişinin bina enkazını beklemekle görevli olarak kalmasını isteyecekler. Kolay değil, insanlar kocaman ömürlerinin en değerli varlıklarını bırakmışlar enkazın altında. O varlıkları; yani yakınlarının cenazelerini, enkaz altında kalan hatıralarını, belki ulaşma umuduyla değerli eşyalarını arayacaklar…

İşte tam da bu noktada konteynerler çok önemli. Hem temiz hem sıcak hem de güvenli bir alan depremzedeler için. Medeniyetin ilk adımı gibi düşünün…

Şehrimizin konteyner stoğunu ortaya çıkaran görüntüler dolaşmaya başlayınca sosyal medyada DEVA Partisi Bursa İl Başkanı Serkan Özgöz de işin peşine düşmüş.

Çok da iyi bir iş yapmış.

“Konteynerlerin sahada olduğu doğru. Bursa için ayrılan 100 konteynerin 8’i sevk edilmiş. 92’si halen bekletiliyor. Bekletilme sebebi Osmaniye AFAD’dan resmi talep yazısının gelmemiş olması! Telefonla sözlü bildirim yapılmış, konteynerler istenmiş, ancak Bursa AFAD resmi yazı bekliyor!” diyor Özgöz.

Her konuda aynı durumda değil miyiz?

Depremzedelere yardım için koşan maden işçileri uzun süre kendilerine izin verilmesini beklemediler mi?

Hep bir tensip buyurma telaşesi olmadı mı bizi bu kötü günlerin daha da karanlık batağına iten…

Gerek deprem bölgesinden gerekse bölgeye çeşitli biçimlerde yardım ulaştırmaya çalışanlardan sürekli olarak AFAD çalışanlarının ne kadar özveri ile uzun saatler mesai yaptıklarını işittik. Bir yandan da liyakatli yöneticilerin yokluğu nedeniyle sarf edilen çabaların çokça beyhude yere harcandığını eleştiri kesemize koyduk, koymalıyız…

DEVA Partisi Bursa İl Başkanı Özgöz’ün gözlemleri de bu noktada tüm yorumlarla örtüşüyor.

“Bugün üzülerek gördük ki, bu konteynerler 3 gün önce de 2 gün önce de gidebilirdi ya da sosyal medyada haber olmasa, hiç gitmeyebilirdi… Durum bu kadar net! Siyasi iradenin, sorumluların işi, gelen eleştirileri bastırmak, susturmak değil, aksine çözüm üretmek. Milletimiz çözüm bekliyor” diyen Özgöz, bugün konudan sorumlu vali yardımcısı ile görüşmüş.

Bu görüşmenin ardından AFAD bahçesinde bekleyen 30-40 kadar konteynerin daha yola çıktığı bilgisi de kendisine iletilmiş.

Konuyu gündeme getiren, depremzedeler biraz daha korunaklı yerlerde barınabilsinler diye kendini riske atan hemşerimle ilgili şimdiye kadar bir soruşturma başlatıldığı bilgisini almadım. Umarım almam da. Zira kendisi yazıların gelmesini, tensiplerin buyurulmasını hızlandırmış bir katalizör görevi görmüştür.

Var olsun…

Bundan sonra Bursa’yı gezerken gözlerimiz daha bir açık olsun, deprem bölgesine gitmesi gerekirken burada yazılı emir bekleyen daha neler var acaba?

24 senede ne değişti, Bursa’nın durumu ne olacak?

24 senede ne değişti, Bursa’nın durumu ne olacak?

“Sivil savunma hizmetlerimiz aksamıştır, kurtarma işlemlerimiz yetersiz kalmıştır, müteahhitlerimiz malzemeden çalmıştır, imar düzenimiz laçkadır.”

Yukarıda okuduğunuz cümleler, 24 sene önce yaşadığımız, resmi rakamlara göre 17 binden fazla vatandaşımızı yitirdiğimiz Marmara Depremi sonrasında, dönemin koalisyon ortaklarından olan Anavatan Partisi’nin Genel Başkanı Mesut Yılmaz tarafından söylendi.

Aradan geçen 24 senede yine 99’da Düzce başta olmak üzere Van, Elazığ, İzmir gibi şehirlerimizde büyük felaketler yaşadık… Dokuz gün önce ise insanı içtiği sudan utandıran bir felaketi gördük…

Kahramanmaraş merkezli iki deprem yalnızca on şehri etkilemekle kalmadı, travması ve kederi ile tüm Türkiye üzerinde etkili oldu. Bu vesile ile yitirdiğimiz canlara bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum.

Senelerdir uzmanlarca yakınlaştığı konuşulan, uyarılarda bulunulan bir depremi daha büyük bir dram ve ağır hasarla noktaladık. Geride bir haftalık yas, ölüm soğuğu, uzmanı eksik olmayan TV kanalları ve kocaman bir boşluk kaldı.

Ülkecek deprem hazırlığı anlamında ve afet yönetiminde kirli olan sicilimizi temizlemek adına tek bir adım dahi atılmadığını görmek mi, göz göre göre yitip giden canlara yanmak mı daha çok yakıyor insanın içini, bilemiyorum. Artık ne Hatay’ın güzel kapıları ve sokakları, ne Kahramanmaraş ne de Adıyaman kaldı geride. Tarifi mümkün olmayan kayıplar silsilesi yani.

Depremin ilk anlarından itibaren vakti zamanında çıktığımız EMASYA protokolünü de aradık, ilk gün sahadaki çalışmalarda olmayışının bedelini (sanırım) daha fazla can kaybıyla ödediğimiz TSK’yı da bekledik. Madencilerin gelişi için geç kalınmasına da üzüldük, ağır kış koşulları ile imtihanı iki katına çıkan bölge halkına yaptığı açıklamalar ile derman olmayan siyasileri de gördük, tanıdık. Çok sayıda canın kurtarılmasına katkı sağlayan Twitter’ın saatler boyunca yasaklanması ise boğazımızda kocaman bir yumru olarak kaldı…

Gelelim ülkenin batısına, yani bizim buralara…

Eline sopayı alan her deprem uzmanının ‘Evreka‘ diye ortaya atılarak işaret ettiği İstanbul ile ilgili şimdiye kadar ne yapıldı? Hangi önlem alındı? Havanda su dövmekten başka ne yapıldı?

Kerli ferli hocalar TV’lerde felaket senaryoları yazıyor. Peki bu senaryolar anksiyeteyi artırmaktan başka ne işe yarıyor?

Peki ya Bursa?


1855 Depremi sonrası sürenin azaldığı söylenen Bursa’nın depremselliği konusunda herhangi bir çalışma var mı? Yapı stokunun sağlamlaştırılması için hangi araştırmalar yapıldı? Acil durumlarda arama-kurtarma anlamında şehir içinde acil harekete geçecek birimler var mı? Belediyenin iş makinası parkı yeterli mi? Konteynerimiz, çadırımız var mı? Ara sokaklara, caddelere ulaşım için güzergah belirlemesi yapıldı mı?

Bir zamanlar drone ile takip edilen kaçak inşaatların akıbeti ne oldu?

Ve…

Hala Yunuseli Havalimanı’nın yapılaşmaya açılması konusundaki düşünceleriniz devam ediyor mu?

Tabii bu noktada 1855’i yaşayan Bursa konusunda geçtiğimiz akşam ufak bir görüşme gerçekleştirdiğim Jeoloji Yüksek Mühendisi, Paleosismoloji Uzmanı Ramazan Demirtaş‘ın Bursa konusunda “Deprem tekrarlanma periyodu yüksek bir şehir. Bursa fayı için önümüzde uzun bir dönem var. Ancak Mekece-İznik-Gemlik Fayı’ndaki stres birikimi yakın bir gelecekte depreme yol açabilir. Bu da şehir merkezinde ovaya yapılan yerleşimleri de olumsuz etkileyecektir” dediğini de ekleyeyim.

Tabii bölgede Balıkesir, Çanakkale, Çınarcık gibi nispeten yakın sayılabilecek noktalardaki sarsıntılar da Bursa’yı olumsuz etkileyecektir.

Yani önlem her şekilde şart.

Ama burada bir parantez açmak gerekiyor. Ülkemizde afet yönetimi bir devlet politikası olmalı ve gelen iktidarlarca değiştirilmemeli. Devlet afetlere ne kadar hazırlıklı olursa halkın bilinçlenmesi de kolaylaşır.

Öte yandan Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Japonya Uluslararası İşbirliği Ajansı (JICA) arasında ‘Deprem Riskini Azaltma ve Önleme Planlaması Projesi’ hazırlandığını biliyoruz. Ancak yayınlanan bülten haricinde içeriğine dair ayrıntılı bilgiye sahip olma şansına sahip olamadık. Umarım ilerleyen günlerde bu konuda bir bilgilendirme gelir. Belki afet senaryoları için de bir ‘master plan’ gereklidir, kim bilir…

Ancak bu noktada eleştiride bulunmak durumundayım:

Bursa’da Büyükşehir Belediyesi ile akademik odalar arasında derin görüş ayrılıkları yaşandığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Büyükşehir Belediyesi’nin projeleri akademik çevrelerce tasvip edilmiyor, akademik odaların belirli konulardaki önerileri ise Büyükşehir tarafından kabul görmüyor.

Gel gelelim bu kadar hayati bir konuda görüş ayrılığının sırası değil.

Kamu yararını gözeterek faaliyet gösteren kurumların en kısa sürede bu konuyu masaya yatırması ve en kısa sürede harekete geçmesi gerekiyor.

Süre daralıyorsa bir an evvel harekete geçelim.

Yok eğer vaktimiz var ise de bir an evvel harekete geçelim.

Devlet baba deprem bölgesinde mi?

Devlet baba deprem bölgesinde mi?

Devlet kavramından ilk beklentinin ne olduğuna ilişkin soruyu yanıtlayarak başlayalım bugün.

Devlet, vatandaşlarının aralarındaki ilişkilerin belli bir düzen içerisinde işlemesini sağlamak için gerekli kuralları koyar ve bu kuralların uygulandığından emin olmak için lüzum eden denetimleri yapar, yaptırımları uygular.

Devletin ilk ve en öncelikli görevi budur; vatandaşının güvenliğini sağlamak, orman kanunlarından uzakta gerçek adaleti tesis etmek!

Şu anda devlet denilen ve vatandaşın ülkesinde rahat yaşamasını tesis etmeyi amaç edinmiş olması gereken kurumdan beklenen bu en önemli maddenin bir an önce deprem bölgesinde işler hale getirilmesi gerekiyor.

Yani sormak lazım; ‘Devlet baba deprem bölgesinde mi?’

Yaklaşık iki gündür gördüğüm görüntüler en az deprem kadar endişe verici, üzücü ve insanlıktan ne kadar uzaklaşabildiğimizin kanıtı gibi benim için.

Bir yanda yağmacılar diğer yanda yağmacıları ya da yağmacı olduğu iddia edilen kişileri yakaladığını ve cezasını verdiğini söyleyenler…

Her iki tarafın da ölçüden uzak, tepkileri var ne yazık ki…

Öyle bir ekmek almaktan, bir kutu süt almaktan bahsetmiyorum. Ciddi bir güvenlik sorunundan bahsediyorum. Enkaz başında yakınlarının cenazelerine ulaşmaya çalışan insanların ceplerinden telefonlarını almaya çalışmaya kadar uzanan, yardım tırlarının önünün kesilip tırların içindekileri bıçaklamaya kadar giden bir meseleden bahsediyorum.

Bu ciddi bir güvenlik sorunudur!

Depremden bir biçimde kurtulmuş ya da cenazelerini almaya gelmiş vatandaşın can güvenliği de yok artık deprem bölgesinde demektir bu!

Bölgeden ulaşan bilgiler, güvenlik güçlerinin de müdahalede yetersiz kaldığını gösteriyor. Anlatılanlar tüyler ürpertici.

Madalyonun öbür yüzünde yağmacı olduğu söylenenlere uygulanan cezalar da bir o kadar acımasız. Çünkü insanlar kendi adaletlerini kendileri sağlamaya çalışıyorlar, dolayısıyla hırsızlık yapanın kolunu kesmek gibi bir adalet sistemi çıkıyor karşımıza.

Deprem bölgesinde dört dörtlük bir kolluk kuvveti hizmeti verilmesini beklemek elbette mümkün değil. Ancak millete devlet böyle günde lazım! ‘Devleti yanımda görmek istiyorum’ sözü tam da böyle günler için söyleniyor. Bunca devlet kurumu böylesi zorlu zamanlarda vatandaşın huzurunu tesis etmek için ayakta tutuluyor.

Deprem bölgesinde vatandaş yeterli arama kurtarma çalışmasını göremedi, yardımlara ulaşmak konusunda yeterli organizasyon sağlanamadı, bari insanlar bundan sonra canlarının derdine düşmesinler…

En azından güvenliğin sağlandığını görelim…

****

Karanlığa, ülkece koşar adım…

Kahramanmaraş depremi ile birlikte sürekli değişiklik gösteren ilk ve orta öğretim kurumları ile üniversitelerin açılış tarihlerinde dün ani bir karar ile yepyeni bir noktaya gelindi. İlk ve orta öğretime 20 Şubat itibariyle başlanacak, ancak üniversitelerin ikinci dönemlerinde uzaktan eğitime geçilecek.

Sebep, üniversite öğrencilerinin kaldığı yurtlara depremzedelerin yerleştirilecek olması.

İlerisi gerisi pek de düşünülmeden verilen kararın açıklanmasından bu yana konuyla ilgili pek çok yetkin isimden itirazlar yükseliyor.

Çekincenin temel nedeni ise pandemi sürecinde yaşadığımız uzaktan eğitim serüveninin yarattığı olumsuz etkilerin geçen iki yılda halen telafi edilememiş olması.

Üniversitede okuyan çocuklarını, devlet yurduna yerleşemedikleri için, son derece astronomik rakamlara rağmen, özel yurtlara yerleştiren ya da kiralık ev tutmak zorunda kalan ve yarım dönem boyunca kullanmadıkları evlerin, özel yurtların paralarını ödeyecek olan velilerin sitemlerini de eklemiş olayım.

Kimse deprem bölgesindeki vatandaş mağdur olsun istemiyor, fakat ani kararlar yeni mağduriyetler doğurmaya devam ediyor ülkemizde.

İşin içine siyaseti sokmak istemiyorum, ancak okulları uzaktan eğitime geçmemiş gençlerden, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Kulüpleri’nden gelen ortak bildirideki soruları yetkililere yöneltmek istiyorum;

*Neden bir afet planımız yok?

*Neden depremzedelerin sağlıklı bir şekilde yerleştirilebileceği boş konutlar ve oteller devlet tarafından kullanılmıyor da depremden etkilenen 10 milyondan fazla depremzede varken 850 bin kişi kapasiteli, imkanları öğrencilere bile yetmeyen KYK yurtları kullanılıyor?

*İstanbul’da büyük bir deprem beklenirken kapasitesinin neredeyse yüzde 50’si İstanbul’da olan KYK yurtlarına depremzedelerin yerleştirilmesi ne kadar mantıklı?

*Pandemi döneminde oluşan eğitim açığını kapatmaya çalıştığımız bir süreçteyken gözden çıkarılan ilk şeyin eğitim olmasına ve bunun bir çözümmüş gibi sunulmasına nasıl bakıyoruz?

Ben bu soruların yanıtlarını alırsam konuyla ilgili aydınlanmış olacağım, eğer bu soruların mantıklı yanıtları yoksa, Türkiye depremle birlikte girdiği karanlığa eğitimini sürekli öteleyerek daha da gömülecek demektir…

Vicdanını cüzdanına koyanlar için hesap vakti

Vicdanını cüzdanına koyanlar için hesap vakti

Deprem gerçeği kendini iyice belli ederken ihmal gerçeği de kendini belli etmeye başladı. Merkez üssü Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri olan 10 ilde hissedilen maddi ve manevi olarak ağır hasar veren depremin yaralarını sarmak için devletimiz olağanüstü mücadele ediyor.

Keza halkımızın destekleri de bu noktada çığ gibi…

Ama bilançoya baktığımızda kayıp sayımız 25 binli rakamlara ulaştı daha da artacak gibi gözüküyor.

Biz bu vesile ile bir kez daha kaybettiklerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifa, geride kalanlarımıza sabır ve hayata tutunmalarını temenni ediyorum.

Depremde yakınlarını kaybeden birisi olarak acımız büyük…

Rabbim daha beterinden korusun.

***

Bir tarafta bu gerçekler yaşanırken diğer tarafta ise devletin yıkık binaların sorumlularını bulma adına yapmış olduğu çalışmalar da takdire şayan.

Vicdanını cüzdanına koyanlar ya da daha net bir ifadeyle yapanın yanına kalmadı.

Hatay’daki, Adana’daki ve birçok bölgedeki yıkılan mezarlığa dönen enkazların ya da 6 Şubat itibari ile yazacak olursak inşaatların müteahhitleri ile ilgili yargı da harekete geçti.

Yakalanan iki zanlıdan biri yurtdışına çıkış yaparken diğeri de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yakalandı.

Bu sürece tahmin ediyorum ki yapı denetim kanunu sonra yapılan binalar da yıkılanlar olduğu için yapı denetim firmaları da öncesinde izni veren birçok kesim de dâhil olacak.

Onlar için de hesap vakti geliyor.

Hepsi teker teker Türk Yargısına hesap verecekler.

Ama o hesabı vicdanlarına nasıl verecekler o da ayrı bir soru işareti…

***

Sormak lazım o binaların altındaki kolonları keserken hiç mi vicdanınız sızlamadı?

Demir yerine köpük kullanırken vicdanını cüzdanınıza mı koyduydunuz?

Coğrafya dersinde bize öğretilen “Amik Ovası’na” bina yaparken nereye bakıyordunuz?

Bu soruları uzatmak mümkün…

Ama bu depremde öğrendiğimiz bir şey var ki o da seferberlik görev emri gibi, olası bir depremde herkesin alacağı AFAD eğitimleri sonrası nerede görev yapacağının önceden belli olması.

Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı bir an önce harekete geçerek bu konuları ders müfredatına koymalı.

Sadece bu mu? Daha önce yazdığımız gibi meslek liselerinde okuyan öğrencilerin iş makinaları kullanması ile ilgili ya ders koymalı ya da çift dal gibi zorunlu tutulmalı.

Özellikle endüstri meslek liselerinden mezun olan herkesin iş makinalarının kullanmasını öğrenmesi zorunlu olmalı…

***

Bir de sosyal medyadan veya ekrandan oturduğu yerden yapılan işleri eleştirenler var ki onlara da bir çift lafımız olacak:

Yazık, çok yazık…

Eksikler olmuş olabilir.

Almanya’nın büyüklüğünde alanda etkili olan bir depremde elinizi vicdanınıza koyun, oturduğunuz yerden ahkâm keseceğinize siz de taşın altına maddi ve manevi olarak el koyun da, o eksikleri tamamlaya çalışın.

Bu arada, cenazelerimizin kırkı çıktıktan sonra ne konuşacaksanız konuşun.

Şimdi konuşma zamanı değil.

Yardım zamanı.

Konuşmanın da zamanı gelecek şimdi değil…

Allah’tan bu tip kendini bilmezler iki elin parmaklarını geçmiyor…

Deprem bölgesinde ne var ne yok!

Deprem bölgesinde ne var ne yok!

Umutların giderek azaldığı, sinirlerin giderek gerildiği, at izinin it izine daha çok karıştığı bir hale sürükleniyoruz ülke olarak.

Daha önce deprem bölgesinde bulunmamış, olan biteni ekranlardan izlemeye çalışanlar için söyleyeyim, böylesi doğa olayları içgüdüyle hareketi ortaya çıkarır. Temel ihtiyaçların karşılanması önceliğini net biçimde görür ve uygulamaya çalışırsınız. Yaşıyorsanız, yaşamı sürdürmek istersiniz ve bunun için elden ne geliyorsa yaparsınız.

Elbette bu söylediklerimden bölgede görülmeye başlanan yağmalama olaylarının doğruluğuna dikkat çektiğim düşünülmesin. Söylemeye çalıştığım; bu noktada, sahada at izi ile it izinin ayrışmasının zorluğudur. Bir marketten yağmalanan televizyon ile ulaşılamadığı için alınmak durumunda kalınan hijyenik malzemeler ya da gıdayı birbirinden ayırmak gerekir.

Bu noktadaki ayrımı yapmak elbette kolluk kuvvetlerine düşmektedir. Deprem bölgesinde kendileri de bir depremzede gibi yaşadıkları için, benden daha mantıklı çekeceklerdir aradaki ince çizgiyi.

Aslında böyle hassas bir dengeyi kurmak inisiyatife kalmayabilirdi, her şey kurallara göre işletilmeye çalışılabilirdi büyük oranda.

Nasıl mı?

Elbette konuyla ilgili kurum ya da kurumların gerekli hazırlıkları yıllar öncesinden olsaydı, mümkündü tüm bunlar.

İşte burada devletin de ısrarcı tutumuyla, kuruluş amacı ‘afetlerin önlenmesi, etkin müdahale edilmesi, zararların azaltılması, koordine ve kurum ve kuruluşlar arasında işbirliğinin sağlanması’ olan AFAD devreye giriyor.

Daha doğrusu devreye giremiyor.

2009 yılında İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak kurulan AFAD, kurulduğu günden beri her afet sonrası tartışmaların ve eleştirilerin odağı oldu. Kurum yaşanan depremlerin ardından hazırladığı raporlarda da yetersiz kaldığını adeta ilan ediyor. Üstelik aradan geçen yıllarda durumda bir değişiklik gözlenmiyor.

Kabul ediyorum çok büyük bir afet, tüm dünyanın kabul ettiği gerçeği inkar edecek değilim. Ancak olayın üzerinden 6 gün geçtikten sonra dahi Türkiye Cumhuriyeti Devleti gibi büyük bir devletin depremde can veren vatandaşları, halen sokaklarda ceset torbaları içinde yatıyorsa, burada bir eksiklik vardır, hem de büyük bir eksiklik vardır!

AFAD’ın daha küçük depremlerde dahi bölgeye iki günden önce ulaşmadığını görüyoruz raporlarında, yani hem beni hem de konuyla ilgili tüm eleştirileri doğruluyorlar.

Artık bölgedeki arama kurtarma çalışmalarındaki aksaklıkları konuşmak için zaten çok geç. Üstelik yaşanan tek sıkıntı bu da değil. Depremzedelerin büyük bölümü halen çadırlara yerleştirilememiş durumda. Zorlu kış koşullarında enkazlarının başında bekliyorlar. Yaklaşık iki günde bir sıcak yemek geçiyor boğazlarından.

Depremin ilk günlerinde dile getirilmesinden çekinilen, şimdi ise baş göstermeye başlayan bulaşıcı hastalıklarla birlikte ne kadar önemli olduğu fark edilen bir ihtiyaç var listenin başında.

Tuvalet!

Bölgede yeterli tuvalet yok, daha doğrusu tuvalet bulmak çok zor. Bu da burada yazmak istemediğim kadar insan vicdanını yaralayan biçimde depremzedelerin ihtiyaçlarını gidermelerine neden oluyor.

İnsan ağlayarak tuvaletini yapar mı?

Depremzedeler günlerdir ağlayarak yapıyorlar tuvaletlerini…

Vatandaşın en azından bunu talep etmek hakkıdır diye düşünüyorum. 1999 yılından bu yana toplanan, sonradan adı değişse de uzunca bir süre adı ‘deprem vergisi’ olan gelirlerle vakti zamanında yol yapıldığı açıklanmıştı. Hatırlatmak isterim.

Yapılan yollar depremde yerle bir oldu. Aynı vergi sonradan iletişim vergisi oldu ve deprem bölgesinde halen büyük iletişim sorunları yaşanıyor. Yani vergi kaleminin adının değişmesi de bir işe yaramadı, zira verginin kendisi toptan vatandaşın işine yaramadı.

Bölgeye su lazım, elektrik lazım, battaniye, çadır ve tuvalet lazım…

Arama kurtarma çalışmaları için bölgeye gelen Türkiye Taşkömürü Kurumu madencilerinden 120 kişilik ekibe 5 çadır verilmesinden anlıyoruz ki, ciddi bir sıkıntı var!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da çadır eksikliğine dikkat çekti ve, “Çadır üreten bütün firmalara sesleniyorum. Elinizde çadır stokunuz varsa bizim büyükşehir belediye başkanlarına ulaşın. Biz bunları satın alıp deprem bölgelerine göndereceğiz” dedi.

Belki de saydığım bu kalemlerin hepsi bölgede mevcut, ancak mevcutla muhtacı bir araya getirecek organizasyon yok ortada. İşte burada da tecrübe lazım, liyakat lazım, idarecilik kabiliyeti lazım, önceden çalışılmışlık lazım…

Var mı?

Yok!

Bir de ne yok biliyor musunuz? ‘24 yıldır, deprem ülkesi Türkiye’de yaşanacak depremlerin en az hasarla atlatılması için ne yaptınız?’ sorusunun yanıtı yok.

Kahramanmaraş’taki Mimarlar Odası ve İnşaat Mühendisleri Odası binalarının camlarının dahi çatlamamasından, Hatay’ın Erzin ilçesinin depremden hasar almadan çıkmasından anlıyoruz ki, ‘az hasar’ diye bir kavramı dillendirmek mümkünmüş.

Yaşamak mümkün mü?

Erzin İlçesi Belediye Başkanına ‘Ülkede tek namuslu sen mi kaldın!’ sözünü söyleyen vatandaşın söylemi bize gösteriyor ki, şimdiye kadar mümkün olmadığı aşikar.

Bundan sonra olacak mı?

Umutlu değilim…

Son olarak olmayan bir konuyu hatırlatayım; tüm bunları söylemeye, yazmaya hakkımız da yok!

Altepe: Kanun da var yönetmelik de

Altepe: Kanun da var yönetmelik de

Kahramanmaraş Elbistan ve Pazarcık merkezli depremin 10 ildeki etkileri her geçen gün daha belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor.

Kaybettiğimiz insan sayısı 20 bini geçti.

Ya da diğer bir ifade ile 1999 yılında yaşanan Gölcük-Sakarya depreminden daha fazla kaybımız oluştu.

Gördüğümüz o ki kayıplarımız biraz daha artacak…

Temenni ederiz ki bu yaşadığımız son büyük felaket olur…

Acımız büyük!

Daha büyük acı yaşamama adına önlemler konusunu Norm Haber stüdyolarında Deprem Özel programında, konuklarımız ve kendi aramızda masaya yatırmaya devam ediyoruz.

Bu minvalde ortak noktalarımızın başında depreme dayanıklı konutlar geliyor.

Kısaca deprem değil dayanıksız konut öldürüyor.

Mühendislik biliminin ışığından uzak yapılan her konut aynı zamanda tabutumuz olabilir.

Canlı canlı o tabuta girmeme adına yaşadığımız kent Bursa’da bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor.

Özellikle geçmiş yıllarda Bursa’da kentsel dönüşüm çalışmalarında emsal artışı gündeme gelmişti.

O artışı gündeme getiren isim dönemin Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe idi.

Başkan Altepe, Cuma akşamı Norm Haber stüdyolarında Deprem Özel programında konuğumuz oldu.

Altepe, 0,50 emsal artışının nasıl gündeme geldiğini şu sözlerle açıkladı:

“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlığı döneminde Bursa’ya gelmeye düşünüyordu. Çelik Palas Oteli tadilatta olduğu için gelmekten vazgeçti. Biz de o zaman Durmazlar Makine’ye giderek otel yapmasını rica ettik. Onlar da oda sayısının yetersiz olduğunu ifade etti. O zaman emsal artışı gündeme geldi. Bizler de 0,50 emsal artışını oteller için gündeme getirdik. Sonrasında birçok otel inşaatı yapıldı.”

Bu çalışmadan sonra konutlarda emsal artışının ilk olarak Nilüfer Sitesi ile gündeme geldiğini anlatan Altepe, kat malikleri ve müteahhitlerle gerçekleşen toplantı sonrası bakanlık izni ile emsal artışı verildiği ifade etti.

Altepe, “Nilüfer Sitesi’nde kentsel dönüşüm gerçekleşmeseydi o sitede büyük felaket yaşardık. Bursa genelinde yaklaşık 400 bina kentsel dönüşüme girdi. O zaman 0,10’dan 0,50’ye kadar artış sağladık. Şimdi bu yaşanan depremin ardından bir an önce kentsel dönüşüme geçilmesi gerekiyor. Gerekirse 0,5;0,6;0,7 emsal artışı sağlanmalı” dedi.

Altepe, Bursa’nın yapı stokunun depreme dayanıklılığı konusunda, 1999 öncesi yapılan tüm binaların risk taşıdığını da programımızda paylaştı.

Altepe, kentsel dönüşümün başlaması gereken yerlerin başına da Altıparmak ve Çarşamba’yı koydu.

Öte yandan, Altepe “kanun da yönetmelik de çıktı. Aslolan yerel yöneticilerimizin bunu uygulaması” diyerek olaya son noktaya koyup, topu yerel idarecilere attı.

Sorduğumuz bir başka soru da Bursa sanayicisinin depreme hazır olup olmadığı konusu idi.

Altepe, “onların binaları tek katlı olduğu için daha hazır” görüşünü paylaştı.

Uyum süreci hayati önemde

Uyum süreci hayati önemde

Mücadeleye devam.

Canları enkaz altından çıkarma mücadelesine… Yaralıları yaşatma mücadelesine… Depremzedelerin ihtiyaçlarını yetiştirme mücadelesine… Başlarını sokacak ev imkanlarını yaratma mücadelesine… Fırsatçılara fırsat vermeme mücadelesine… Devam.

Tüm Türkiye seferber oldu. Acıları hafifletmek için mücadele veriyor.

Kısır çekişmelerden, her alandaki fırsatçılıktan uzak koordineli bir yardım seferberliğini yürütebilmek ise en kritik sorun olarak duruyor hala!

Yara sarma süreciyle birlikte normalleşmenin çok boyutlu yönleriyle yüzleşebilmek için de de eylem planlarının bir an önce ortaya konması gerekiyor.

Sağlık, barınma, eğitim başta olmak üzere depremden etkilenen vatandaşlara uzun vadede ne tür çözümlerin sunulabileceği ortaya konmalı. Ve bu çerçevede tüm kurum ve kuruluşların görev alanları netleştirilmeli, işbirliği altyapısı oluşturulmalı şimdiden!

Mesele sadece ihtiyaçları karşılayacak finansal kaynakların yaratılması değil. Elbette ki parasal destekler özellikle kısa ve orta vadede hayati önemde.

Devletin böyle bir yıkımın altından tek başına kalkması pek mümkün değil çünkü! Diğer tüm sorumluluklarını yerine getirmek zorunda olduğu unutulmamalı.

Yani iç ve dış tüm kaynaklar çok değerli.

Ancak, sosyal ve psikolojik anlamda oluşan ve oluşmakta olan ciddi sorunlar mevcut. Mesela ciddi bir göç tetiklenmiş durumda! Çok hazırlıksız ve kontrolsüz biçimde çok yoğun bir nüfus hareketi batı illerine doğru başladı bile.

Bir yandan gelenlerin insanca tüm ihtiyaçlarının karşılanması önemli. Diğer yandan da kalıcı iskanı düşünenler için okul ve iş sahibi olma olanaklarının yaratılması gerekiyor!

İlk aşamada devlet destekleri ile idame ettirilecek günlük hayatın normalize olması sırasında yaşanabilecek ciddi sosyal ve psikolojik sorunları olacaktır deprem mağdurlarının.

Felaketin hafızalardan silinmesi kolay değil. Hele de çocukların travmaları yıllar sonra bile acı izler bırakabilir! Özellikle de yakınlarını kaybetmiş olanların hayatı kökten değişecektir.

Hayatlarını kökten değiştiren bu süreç depremzedeler adına eğitimde başarısızlık ve iş bulamama gibi sosyal sorunları da miras bırakabilir.

Yoğun göç almakta olan İstanbul ve Bursa gibi büyük şehirlere uyum sağlamak ve iş sahibi olabilmek pek de kolay bir süreç olmayacaktır! Aynı zamanda deprem mağdurlarını misafir etmekte olan kentler için de hem mekansal hem de sosyoekonomik yükler oluşabilir.

Hem Ankara’ya hem de yerel yönetimlere büyük görev düşecektir bu ani yükü başarı ile yüklenebilmek konusunda.

Ve görev sadece siyasilerin, yerel yöneticilerin değil artık.

Eğitimciler, sosyologlar ve psikologlar da sahada olmalı ve uzun soluklu planlama sürecinin de parçası olmak zorundalar.

Ama aynı zamanda şu anda acil yarayı tedavi ederken herkesin yığıldığı Marmara Bölgesi’nin de çok ciddi bir risk altında olduğu unutulmamalı!

Malum deprem beklemez. Oysa etrafımız fay kaynıyor.

Çok yönlü tedbir için geç kalma lüksümüz yok!

Türkiye’nin kalbi durmadan önce…

Türkiye’nin kalbi durmadan önce…

Yüreklerimizde yanan alev küllenmeden, acılar kabuk bağlamak için yavaş yavaş kapanmaya başlamadan elimiz başka konuları gündeme taşımaya gitmeyecek.

Ancak bu kez yaşanan acılardan konuşmak yerine yenilerinin oluşmaması için ne yapılması gerektiğine ışık tutmak istiyorum, tıpkı daha önceki pek çok yazımda yaptığım gibi…

Norm Haber ekranlarında, Deprem Özel yayınında İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek’i ağırladım. Yoğun temposunun içinde koşa koşa gelip ayağının tozuyla stüdyoya girip bir durum analizi yapan Şimşek;

“Türkiye’yi bir vücuda benzetirsek, yaşadığımız depremle organlarımızı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Benzeri bir depremi Marmara’da yaşamamız durumunda Türkiye’nin kalbi durur. Kayıplarımız çok daha büyük olabilir!” dedi.

Önemli ve çarpıcı bir cümle bu.

Bir ülkenin hem nüfusunun hem de ticari merkezlerinin büyük bölümünü küçük bir bölgeye toplamanın faturasını ülke olarak böylesine ağır ödeyebiliriz işte.

Jeolog Prof. Dr. Cenk Yaltırak’ın beklenen Marmara depremine ilişkin şu sözleri de konunun yüzümüze tokat gibi çarpan bir özeti.

“Zengini de fakiri de herkes aynı havuzda. Üstünden dumanlar çıkan bir şehirde 10 milyonluk bir dairede oturmanızın hiçbir değeri yok. Marmara’nın tüm nüfusunu 20 milyonla sınırlamayıp, bu nüfusu Bursa’da 4, İstanbul’da 20, İzmit’te 3,5, Yalova’da 1, Tekirdağ’da 2 milyona getirirseniz Marmara Bölgesi küvetin içindeki sifon deliği gibi bütün ülkeyi çeker götürür!”

Tüm bu söylenenler özellikle Marmara Bölgesinde, hatta adı artık ulusal kanallarda sıkla anılmaya başlayan Bursa’da oturanlar için karşı koyulması zor bir kaçma isteği uyandırıyor.

Mümkün mü?

Bazıları için mümkün olsa da çoktan kurulmuş düzenlerin bozulması öyle kolay değil. Öyleyse yerinde çözümlere odaklanmak en doğrusu diye yola çıktığımızda tosladığımız ilk kaya şehrimizin yapı stoğu envanterinin halen çıkarılmaması oluyor.

24 yılda bir kişi memur edilse ve tek görevi şehrin yapı stoğunu çıkarmak olsa, bu işi şimdiye bitirmiştik.

Şu anda hangi bina ne ölçüde ve nasıl güçlendirilmeli, hangi binalar kentsel dönüşüm kapsamına alınmalı bilirdik.

Elbette dürüst ve liyakatli çalışmak koşuluyla.

Oysa biz yapı stoğu envanteri çıkarmak yerine bina sahiplerinin şahsi müracaatta bulunmaları yöntemi ile kentsel dönüşüme geçmeyi tercih ettik. Sonuçta 0.50 emsal artışından yararlanılarak zaten yeni olan pek çok binanın bir kez daha yenilenmesine şahit olduk Nilüfer bölgesinde.

O dönem Akademik Odaların ve Nilüfer Belediyesi’nin karşı durduğu projelerdi bunların pek çoğu. Şimdi bu karşı duruşa bir eleştiri geldi dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe’den;

“Bundan sonra bu işe karşı çıkanlar yaşanabilecek yıkımların da sorumlusudur.”

Özellikle Akademik Odalara yöneltilen bu eleştiriyi haksızlık olarak nitelendiren Şirin Rodoplu Şimşek’e neye karşı çıktığını, aslında ne olması gerektiğini de sordum.

“Nilüfer bölgesinde, yaşanan kentsel dönüşüm değil rantsal dönüşümdü. Bundan vatandaşı da içine katarak söylemek lazım ki, herkes bir kazanç peşine düşmüştü. Parsel bazlı çalışmalar yapıldı bu süreçte. Biz bu parsel bazlı çalışmalara karşıydık.

Biz kentsel dönüşüme değil rantsal dönüşüme karşı çıktık!

Özellikle şunu belirtmek lazım, 0.50 emsal ile gerçekleşen bu kentsel dönüşümler, kentsel dönüşüme gerçekten ihtiyaç duyulan bölgelerde yapılacak olan çalışmaları en azından 4-5 sene ötelemiştir. Bu nedenle yöneltilen eleştirileri asla kabul etmiyorum.

Kentsel dönüşüm çalışmasının ada bazlı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın da taşın altına elini koyması ile bütüncül projeler kapsamında yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum” yanıtlarını aldım.

Bu konuyu daha pek çok platformda pek çok detayı ile konuşacağımız açıkça görülüyor. Önemli olan işin sadece lafta kalmaması ve bir an önce icraat kısmına gelmesidir.

Şimdi canlarımıza can olma, depremzedelerin yaralarına merhem olma zamanı

Şimdi canlarımıza can olma, depremzedelerin yaralarına merhem olma zamanı

Son beş gündür bilgisayarın başına her geçtiğimde “bugün depremle ilgili yazı yazmayacağım” desem de söz dönüp dolaşıyor, depreme ulaşıyor.

Yüreğimiz yansa da elimiz klavyeye gitmese de depremle ilgili yazı yazmak zorunda kalıyoruz.

Genel bilançoya baktığımızda, can kaybımız 20 binli rakamlara yaklaşmış durumda, yaralı sayımız da yüz binli rakamlara.

Maddi kayıpları söylemeye gerek bile yok…

Bir tarafta bu gerçekler varken, diğer tarafta da ülkemin insanlarının yurt içi ve yurt dışından göstermiş olduğu dayanışma gayreti var ki takdire şayan.

Aynı fotoğraf karesine girmeyen birçok sivil toplum kuruluşu söz konusu vatan olunca teferruata bakmıyor.

Hem maddi hem de manevi olarak taşın altına, bırakın elini gövdesini sokuyor.

Milletimizle ne kadar gurur duysak azdır.

Birileri de bu kutsal yardımlaşmayı ve çalışmayı değersizleştirme adına provakatif eylemler yapıyor.

Nasıl mı?

Norm Haber stüdyolarında Deprem Özel programında konuk ettiğimiz BBP Genel Başkanı Ekrem Alfatlı’nın çalışmalarından öğrendik.

Alfatlı, BBP Kriz Merkezinin görevlendirmesiyle depremin ilk günü Şanlıurfa’ya gidiyor, akşam saatlerinde il merkezinde oluyor.

Alfatlı, programımızda bölge ile ilgili şu değerlendirmelerde bulundu:

“İlk gittiğimiz il olan Şanlıurfa diğer illere nazaran depremden daha az etkilendi, lokal olarak birkaç yerde sıkıntılar vardı, o da el birliği ile koordineli bir şekilde sona erdi. Ardından biz Adıyaman’a geçtik. Depremi diğer illere nazaran yoğun hisseden üç il var. Onlar sırasıyla Kahramanmaraş, Hatay ve Adıyaman. Ekranlarda herkes diğer illerden bahsettiği için Adıyaman pek gündeme gelmedi. Orada gerçekten oldukça sıkıntılı bir durum var. Bazı yerlere ikinci gün daha yeni giriliyordu. Şimdi eleştiri zamanı değil, herkesin gücünce bir şeyler yapması gerekiyor. Adıyaman’da çubukla enkaz kazana da rastladık, elinde gofret dağıtana da. Bu birlik ve beraberliği bozma adına fitne çıkarmak isteyene de. Bölücü terörün yayın organı temsilcileri farklı bir yabancı TV adı ile bölgeye gelmişler, kurtarma çalışmasına katılan görevlilerimizin moralini bozucu ve kışkırtıcı davranışlarda bulundular. Ondan sonra da sessizce kayboldular.

Bunun dışında Alfatlı programımızda, “üzerimize düşen ilk olarak bu enkazı kaldırmak, kurtarılmayı bekleyen insanlarımızı kurtarmak. Onları kurtardıktan sonra konuşmamız gereken ne varsa konuşmalıyız. Ama onun zamanı şimdi değil” diyerek sorumlu bir siyasetçi olarak olayı özetledi.

Gerçekten de öyle, şimdi siyaset yapma zamanı değil…

Şimdi gerçekten olması gereken…

Canlarımıza can olma, depremzedelerin yaralarına merhem olma zamanı…

DEPREMİN GİZLİ KAHRAMANLARI LOJİSTİK FİRMALARI

Yaşanan depremin ardından toplumun tüm katmanları birlik ve beraberlik, dayanışma örneğini en iyi şekilde gösterdiler.

Yazılacak o kadar hikâye var ki.

Hepsini yazmaya kalksam bir sene yazı sıkıntım olmaz.

Ama zaman içinde onları da fırsat buldukça bu köşeden yazmaya gayret edeceğim…

O kahramanlar dünyanın birçok bölgesinde idi.

Kendi insanlarımız başta olmak üzere, kimi çeyizini gönderdi, kimi ilacını, kimi elbiselerini, kimi yaşlılık aylığını…

Ama bunları ulaştırmak için gerekli olan tek bir şey vardı, o da araç.

Onlar da bu depremin gizli kahramanları…

İşte bu süreçte Bursa’nın önemli lojistik firmalarından, benim de okul arkadaşım Fahrettin Arabacı’nın yönetim kurulu başkanı olduğu ARC Lojistik firması da TIR’larını bir dakika düşünmeden bölgeye tahsis etti.

Belki de Bursa’dan bölgeye ulaşan ilk yardım TIR’larından biri. Onun dışında yurt dışındaki araçları da o bölgelerden ülkemize gelecek olan yardımları da getiren ARC Lojistik’e Allah razı olsun diyorum.

Yine bu vesile ile adını burada yazamadığım, Arabacı gibi araçlarını ticari kaygı gütmeden tahsis eden diğer ambar, nakliye ve lojistik firmalarına da teşekkür ediyorum.

Bağıştan kaçış mazereti yok!

Bağıştan kaçış mazereti yok!

Yüzyılın felaketinde bilanço ağırlaşıyor.

On binlerle ifade edilen bir aşamaya geldi can kayıplarımız.

Yaralı sayısı yüz bine doğru gidiyor. Evsiz kalanlar yüzbinlerle ifade ediliyor.

Baş edilmesi kolay olmayan deprem sonuçlarıyla yüzleşiyoruz! Bu kadar geniş coğrafyadaki bu kadar enkazın bilançosu da ağır olmakta.

Neyse ki mucize kurtuluşlar moral kaynağı olmaya devam ediyor. Umuyorum ki güzel haberler gelmeye devam edecektir.

Hayatta kalanların acil ihtiyaçları da öncelikli mesele olmaya devam ediyor.

İlk andan itibaren yardımsever vatandaşların çabası sürüyor! Ancak, önemli bir uyarıyı tekrarlamakta fayda var. Gönderilen eşyaların kullanılmamış olması yani ikinci el olmaması çok önemli.

Kullanılmış olanlar ayıklanıyor ve atılıyor. Yani çaba boşa gidiyor.

Diğer taraftan yardımlarda firmaların ve SİAD’ların giderek daha fazla elini taşın altına koymasıyla yol alınmaya başladı!

Ama bu destekler hem bir seferlik olmamalı hem de daha yüksek nakdi ve ayni meblağlara ulaşabilmeli.

Ve çok sayıda firmanın kayda değer yardım yapma olanağına sahip olduğu da ortada.

Yapılan yardımların vergi indirimine tabi olması söz konusu olduğundan bu sorumluluktan kaçınılmasının da izah edilir bir yanık olmaz neticede!

Gelir İdaresi Başkanlığı matrah üzerinden vergi indirimi için taze açıklamalar yaptı. Ve hatırlattı ki; Cumhurbaşkanınca başlatılan bağış kampanyaları vergi indirimine konu olabiliyor.

Bu kapsamda AFAD ve Kızılay’a yapılan makbuz karşılığı bağışlar veya ilgili resmi hesaplara yapılan ödemelerin dekontları indirim için yeterli olmakta.

Diğer taraftan yasal olarak bağış konusunda kısıtları bulunan şirketler için de esneklik getirildi!

Sermaye Piyasası Kurulu halka açık şirket, yatırım ortaklığı ve aracı kurumların bağış yapma koşullarını gevşetti.

Kısacası iş dünyasının pek bir mazereti yok. Elini cebine atarak sadece kurumsal bazda değil bireysel olarak da yardım etmek milli bir borç çünkü.

Herkes gücüyle orantılı olarak destek seferberliğindeki yerini bir an önce almak zorunda.

Maddi manevi hayır işlemek için tam zamanı.

Mesela…

Diyanet İşleri Başkanlığı da dini vecibeler kapsamında fitrelerin Ramazan’dan önce verilmesi için fetva verirken bağış sistemini deprem bölgesi için açtı!

Vatandaş oturduğu yerden hem depremzedeye bir katkı hem de dini görevini yerine getirme imkanına sahip artık.

Kısacası elini cebine atacaklar için maddi manevi birçok imkan var.

Ve mümkünse bütün yıla yayılacak şekilde azar azar da olsa bağışların yardımların sürmesi sağlanmalı.

Önlem alınmadan faylar harekete geçerse sonumuzun ne olacağı belli!

Önlem alınmadan faylar harekete geçerse sonumuzun ne olacağı belli!

Yaşanan depremin ardından;

Son 3-4 gündür ne gözümde yaş kaldı ne bir damla uyku…

Sabahın ilk saatlerinden itibaren başlayan ağlamamız aralıksız devam ediyor.

Her bir vefat haberinde içimiz parçalanıyor.

Kimi zaman güneş olayım, kimi zaman çocukluğumuzun çizgi film kahramanı He-Man ya da Voltran, yok ol olmaz deyip Türk filmlerindeki Tarkan ya da Kara Murat, Battal Gazi, yok bunlar da kesmeyince Seyit Onbaşı gibi olayım, enkazların üzerindeki kütleleri kaldırıp altından gelen seslere derman olayım, diyor içimdeki ses.

Ama gücüm yetmiyor.

Sadece yapabildiğim bir dua…

Yapabildiğim gücümün yettiği kadar maddi yardım.

Neye üzüleceğimi şaşırdım…

Eşini kaybedenlere mi, yoksa anne babasını kaybeden çocuklara mı?

Yoksa depremde kurtulmuş olmalarına rağmen farklı hastanelerde yatan eş ve çocuklara mı?

Ya da devletin korumasına verilen bebeklerimize, çocuklarımıza mı?

Buradan yetkililere yalvarıyorum.

Koruma altındaki evlatlarımızın ailelerinden birilerini bulun, ne olur!

Ana baba yoksa, teyze, hala, dede, dayı, abla ve abi…

Muhakkak onlardan birileri vardır.

Hastaneleri tek tek tarayın, anne babaları ve yakınları, kardeşleri belki hastanededir.

En azından onlar akrabaları ile büyüsün.

Aslında yazacak o kadar çok şey var ki her yazmaya kalktığımda boğazım düğümleniyor, elim klavyeye gitmiyor, içim ürperiyor, hıçkırıklara boğuluyorum.

İçimden “ne zaman normale döneceğiz” diye soruyorum.

Oldubitti demeden, bir daha tekerrür etmeden bir çözüm için artık düğmeye basılmalı diyorun.

Bu ders hala ağır olmadı…

Harekete geçmek için bu kadar ağır ders yetmiyor mu?

Yapılması gereken tek bir şey var.

Önce ülke genelinde yapıların depreme dayanıklılığını zorunlu hale getireceksin, bunu da sembolik bir ücretle yapacaksın.

Ardından dayanıksız evlerin hepsini ya devlet yıkacak ya da çok uzun vadeli kredi açacaksın, vatandaş kendisi yapacak.

Bunu yapmaz isek inanın daha çok ağlarız…

Ağlamamak için bugünden tezi yok hemen harekete geçmeliyiz.

Yoksa magma ve faylar harekete geçerse sonumuzun ne olacağı belli…

BİR DEPREMİN ÖĞRETTİKLERİ

Evet, yaşadığımız ağır bir travma…

Üst üste birbirinden bağımsız iki deprem sonrasında 10 binleri geçen kaybımız, yüz binlere yaklaşan yaralımız.

Maddi kayıpları saymıyorum bile.

Belki bu depremde ilk 48 saatte müdahale edilebilseydi birçok canımız kurtulabilirdi, diye düşünmeden edemiyorum.

Acaba nerede noksanlarımız var, diye düşünmeye başladım?

Ama en önemli noksanımız yetişmiş insan gücünde idi.

Yeteri kadar insanımız deprem arama kurtarma konusunda bilgili değildik.

O zaman bu depremden çıkan ilk sonuç…

Bu eğitim herkese ilkokuldan itibaren zorunlu olmalı.

Çıkan diğer bir sonuç ise bazı yerleşim birimlerine ekiplerimiz geç girdi.

Bazı yerlerde iş makinası vardı, iş makinesini kullanacak insanımız yoktu.

O zaman yapılması gereken meslek liselerinde ve meslek yüksekokullarında öğrencilere en az iki bölüm seçme şansı tanıyıp iş makinalarını da seçmeli bölüm yapmalıyız.

Depremden çıkan diğer bir sonuç ise dışı makyajlı daireler yerine içi sağlam projelere uygun daireleri almamız gerektiği.

Yine alüvyonlu topraklara bina yapılmayacağını ya da diğer bir ifade ile ovada yapılaşmanın sonucunun olası bir depremde iç açıcı olmadığını öğrendik.

Bir de depremin dünyaya öğrettiği bir şey var. Türk halkının yardımlaşması ve organizesi.

O ise bu depremin gerçekten umut veren ve güzel sonucu idi.

Çok kısa bir sürede depremin olmadığı 71 vilayetten yüzlerce TIR deprem bölgesine hareket etti.

Bu da takdire şayan.

Öğrenmek istediğim tek bir şey var.

Acaba bu travmayı ne zaman atlatacağız ve ne zaman normale döneceğiz.

İşte orasını da yaşayıp hep beraber öğreneceğiz.

Ölümün siyaseti mi olur!

Ölümün siyaseti mi olur!

Gündemi deprem ekseninden kaydırmak mümkün değil bugünlerde. Zaten böyle bir niyetim de yok, hatta depreme karşı ne kadar tedbirsiz olduğumuzun altını sürekli biçimde kırmızı kalemlerle çizmekten yorulmuş bir yazar olarak iyice didik didik edesim var meseleyi.

Fakat işin bu didik didik etme kısmına gelindiğinde, yetersizliklerin, yapılmayan ya da yapılamayanların listelenmesi icap olduğunda, karşımıza şöyle bir söylem çıkıyor; “Bu işe siyaset karıştırmayın!”

Ben de diyorum ki; “Ölümün siyaseti mi olur!”

İşimiz eleştirmek, eksikleri ortaya koymak, yapılanların daha da iyi olması için çabalamaktan ibaret. Unutmayın ki; gazetecilik mesleği alkış tutmakla bir arada düşünülmeyecek mesleklerden! Tıpkı hukukçuların, kimsenin önünde düğme iliklememe, başını eğmeme hali gibi bir hal…

Biliyorum, siz son dönemlerde, gazeteciyi övgüler düzen kişi, hukuk insanlarını da düğmesiz cüppesini iliklemeye çalışan olarak hatırlıyorsunuz, ama işin aslı tam da benim belirttiğim gibidir.

Eksikleri anlatmanın işe siyaset karıştırmaktan farklı olduğunun altını yeterince çizdiysek konumuza dönelim hemen ve sabah saatlerinde bir dostum vasıtasıyla gördüğüm, T24’ün gündeme taşıdığı açıklamadan kesitler sunalım size.

“Türkiye yönetilemiyor ve yönetemeyen, yönetmesi mümkün olmayan bir mekanizmanın yönetiyormuş gibi yapması binlerce cana mal oluyor. Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız.

İçinde bulunduğumuz felaketle ilgili deprem bölgesinden aktarılanlara kulaklarımızı neden tıkamadığımızı pek güzel açıklayan bu cümlenin sahibi zannettiğiniz gibi bir muhalefet partisi mensubu değil.

Yukarıda alıntıladığım cümleler 1999 depremi sonrası Yeni Şafak gazetesine açıklamalarda bulunan AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’e ait. Aynı kişi bugün deprem bölgesindeki eksiklikleri dile getirmek isteyenler için; “Her türlü acı fazlasıyla mevcuttur. Gün birlik ve dayanışma günüdür!” diyor.

Katılmamak mümkün değil.

Evet, her türlü acı gerçekten de fazlasıyla mevcut. Çok doğru, gün birlik ve dayanışma günü…

Aynı zamanda gün depremzedelere, elleriyle enkaz kazarak sevdiklerine ulaşmaya çalışanlara kulak verme günü.

Devletin varlığı, gücü, imkanları konusunda kimsenin bir sorgulama içine girdiği yok. Zaten durum bir güç gösterisi durumu da değildir. Bunun zamanı hiç değildir. Burada önemli olan enkazın büyük bir hızla kaldırılarak enkaz altında kalanların kurtarılması, depremzedelerin yaşamsal ihtiyaçlarının hızla karşılanması, hastaların ve yaralıların ihtiyaç duydukları tıbbi bakıma hızla kavuşmasıdır.

Tüm bu saydıklarımın kim ya da kimler tarafından karşılandığının tartışılacağı bir durum yok ortada. Sürekli tekrarladığım ‘hızla’ kelimesi gerçekten de hayat memat meselesi olduğundan, kim ne yapmış buna bakılmaz.

Enkaz altında kalan için dakikalar önemlidir çünkü, tıbbi yardıma ihtiyacı olanlar için saatlerin büyük kıymeti vardır. Yaşamı devam ettirmek ve yardıma katılmak için gerekli düzenin kurulması en geç bir gün içinde halledilmesi gereken konudur.

Tüm bunları kimlerin yaptığına bakılmaz, ama kimlerin yapmadığı çok önemlidir unutmayalım!

Vatandaş yanında gördüğüne teşekkür eder ve yoluna devam eder, yanında göremediğini ise o acıyla bir ömür unutmaz!

1999 depremini Bursa’da yaşamış, depremde hasar alan pek çok bölgede aktif görev yapmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki; bundan sonra sadece mucizeleri bekleyeceğiz ülke olarak. Enkaz altında kalanlar için en kritik süre 48 saattir. Sonrası, mucizedir…

Şiddetli bir depremin neler yapabileceğini öğrendiğimizi düşündüğüm 24 yılda yapılması gereken en basit şey deprem anında hangi illerin hangi illere nasıl bir düzen içinde yardıma koşacağına dair planlama idi. Tıpkı itfaiye gibi deprem yardım ekipleri hızla organize olup komşu illerden gelerek deprem bölgesinde çalışmalara başlamalıydı.

Oldu mu?

Vatandaş bağırıyor; ‘İki gün kimse gelmedi’ diye.

Demek ki, olmamış!

Yine sınıfta kaldık ve her sınıfta kalışımız on binlerce insanın canına mal oluyor!

Bu yazının başında Ömer Çelik’in 1999 depremi sonrası açıklamaları ile yaptık açılışı. Kapanış da durum tespitini çok başarılı bulduğum Çelik’ten gelsin;

Depremin ilk saatlerinde ortada olmayan ‘devletlu’ zevat, aradan saatler geçtikten sonra her köşe başından başlarını uzatıyor. İş yapmak adına bildikleri tek şey, açıklama yapmayı kesintisiz bir biçimde sürdürmek. Yapılan işlerin ne kadar beceriksizce yapıldığını tespit edenlere görünürde kırgınlık ifade eden ‘yetkililer’ el altından da gözdağı veren bir tutumu, devletin âli menfaatlerini korumanın tek göstergesi gibi sunmanın gayreti içindeler. Oysa tek görevi âli toplumun hayat hakkını korumak olan devlet, tam bir şaşkınlık içine düşerek toplumu büyük bir felaketle baş başa bıraktı. Kırılan gururunu tamir etmek kaygısından arta kalan kırıntıları enkaz kaldırma ve kurtarma faaliyetlerine dönüştürmeye çalıştığında ise iş işten çoktan geçmişti…”

Ekonomik destek ve deprem fırsatçıları

Ekonomik destek ve deprem fırsatçıları

Zor günler.

Acı büyük. Hem de çok büyük.

Depremlerin yıkıcı şiddeti dünya tarihinde az görülmüş boyutlarda!

Dev bir coğrafya sarsıldı. Milyonlar etkilendi.

Yerle bir binalar, yitip giden canlar, yaralılar, evsizler, bir tek üzerindeki giysileri kalanlar… Tam bir felaket yaşanıyor deprem bölgesinde.

Ancak, Türkiye’nin büyük zorlukların üstesinden gelme tecrübesi mevcut!

Yeter ki birlik beraberlik içinde hareket etmeyi başaralım. En azından önümüzdeki bir ay tartışmaları, çekişmeleri bir kenara bırakıp koordineli biçimde ilk müdahale sürecini başarıya ulaştıralım.

Hala hayatta olanlar kurtarılsın. Yaralılar tedavi edilsin. Herkese ilk barınakları ve ihtiyaç duydukları temel hizmetler sağlansın.

Ondan sonra depremi daha farklı platformlarda tartışalım ki bir daha bu boyutta bir yıkıma şahit olmayalım!

Ama şimdi birlik ve yara sarma zamanı.

Çünkü…

Umutla canlara ulaşılmaya çalışılıyor! Ve eminim ki daha nice mucize kurtuluş gerçekleşecek. Yeter ki daha fazla profesyonel sahada işbaşı yapabilsin.

Kısacası tüm umutlar tükenene kadar mücadeleye devam.

Ve mücadele yaralılara, aç ve açıkta olanlara gereken tüm destek ulaşana kadar sürmeli!

Tabii ki yardımın devlet kurumları dışında vatandaşlar, STK’lar ve firmalarca da yoğun biçimde sürmesi büyük önem taşımakta. Bu anlamda giderek artan bir çaba olduğuna şahit oluyoruz.

Vatandaşın her felaket anında devreye giren tardım refleksi yine görevde!

Ama daha sistematik hale gelmeli. Ve özellikle de parasal yardımların güvenli hesaplara ulaşması çok önemli.

Yardımseverlik duygularını zedelemeden sürecin işlemesi şart. Uzun soluklu destek kampanyalarına ihtiyaç olacağı da felaket tablosunun büyüklüğünden anlaşılıyor!

Ancak fırsatçılara fırsat vermemek lazım.

Bu tür zamanlarda fırsatçılığın da bin bir türü türemekte.

İlk örneğini hemen anında pazartesi yani deprem gününde piyasalarda yaşadık.

Yasal zeminde görünmekle beraber fırsatçı işlemler Borsa İstanbul’da kendini gösteriverdi.

Her ne hikmetse BİST’i tatil etmek çok kolayken bu yola girilmedi. Haksız rekabet anında boy gösterdi!

İnsanlar canı ile uğraşırken birileri bundan para kazanma yolunu tercih etti. Deprem bölgesindeki firmaların hisselerinden kaçmaya çalışanlar bir yanda çimento hissesi almak için yarışanlar diğer yanda.

Ama çok büyük sayıdaki yatırımcının aklı işlemlerde değil deprem bölgesindeydi doğal olarak. Ve zaten depremin vurduğu 10 ilimizde yaşayan yaklaşık 380 bin civarında borsa yatırımcısı olduğu ifade ediliyor!

Yani çok ciddi bir oranda insanın canı ile boğuştuğu sırada BİST’te işlem yapma şansı olmadığına göre çok açık bir haksızlıkla karşılaştıkları ortada. Bu durumda canlarını kurtarsalar da paraları BİST’te eriyip gitmiş olmakta işlemlere ara verilmediği için.

1999 depreminde Borsa İstanbul’un 5 gün kapatılması aslında önemli bir örnek bu konuda.

Buna rağmen bu kez BİST 2,5 işlem günü boyunca açık kaldı.

Nihayet yoğun eleştirilerin ardından çarşamba günü bir karar alınabildi!

İşlemler öğle saatlerinden itibaren 14 Şubat 2023 akşamına kadar
durduruldu.

Çarşamba günkü işlemler silindi ama ilk iki işlem gününde oluşan haksızlık giderilmedi. Ortada çok ciddi bir kayıp söz konusu. Dolayısıyla bu anlamada bir çalışma yapılması da şart!

Türkiye’nin yeni bir ekonomik mücadeleye deprem nedeniyle zorunlu olarak girmek durumunda kaldığı bir dönemde göz yumulacak bir durum değil Borsa İstanbul’da yaşananlar.

Hiçbir türde fırsatçılığa hiç kimsenin göz yummaması gerekiyor.

Bursa’da bir deprem olsa…

Bursa’da bir deprem olsa…

Deprem bölgesinden acı haberler gelmeye devam ediyor. Ben bu yazıyı yazarken son güncellemelerle can kaybının 8 bin 500’ü geçtiğini duyurdu resmi makamlar. Üzülerek söylüyorum ki, sayı daha da artacak…

İşin en tuhaf yanı da deprem bölgesinden gelen acı haberlere bölgeye yaptıkları yardımlarla kendini göstermeye çalışan kamu kuruluşlarının damga vuruyor olması. ‘Bir elin verdiğini diğer el bilmeyecek’ şiarından çoktan çıkılmış, mesele hangi TIR’a hangi valiliğin ya da hangi kamu kuruluşunun afişi asılacak noktasına gelmiş.

Yazıklar olsun…

Günlerdir yardım beklediğini haykıran vatandaş artık sosyal medyayı da kullanamıyor sesini duyurmak için. Alınan duyumlara göre hazırda bekleyen mevcutla ihtiyaç sahibi doğru biçimde buluşamıyor hiçbir noktada.

Aklım bu karmaşaya takılı olarak gittim TMMOB tarafından düzenlenen ‘Kahramanmaraş depremi ve kaçak yapılarla mücadele’ konulu basın toplantısına.

Önümüzdeki birkaç günümü bu toplantıdan çıkan sonuçları yazmaya ayıracağım. Mümkünse sizin de bu toplantıdan çıkan sonuçları dikkatle okumanızı ve bundan sonrasında bir vatandaş olarak hakkımızı nerelerde aramamız gerektiğinin farkında olmanızı istiyorum.

İşte bahsettiğim toplantının en can alıcı kısımları:

AFAD NE İŞ YAPAR?

BAOB Dönem Sözcüsü ve Bursa Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası Başkanı Hüseyin Halil’in sözlerinden yola çıkarak şunu hatırlatmakta yarar var. 1999 depreminin hemen ardından ‘deprem vergisi’ adı altında bir vergi ödemeye başladık. Bu verginin toplanmasındaki amaç güvenli yapıların oluşturulması ve deprem halinin öncesi ve sonrası için planlamaların yapılmasıydı.

Konuyla ilgili en önemli soruyu aslında Makine Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Ahmet İhsan Taşkınsel sordu ve dedi ki;

“AFAD’ın özellikle Bursa projeksiyonunu görmek isteriz. Görebiliyor muyuz?”

Elektrik Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Burak Özgen’in verdiği yanıt şöyle;

AFAD’ın eylem planlarını ben hiç görmedim. Eylem planlarından önce bir açıklamasını dahi görmedim. AFAD’ın başında liyakate dayalı bir yönetim olduğunu düşünmüyorum. AFAD’ın çalışması diye lanse edilen çalışmaları da vatandaşlar yapıyor bu depremde. Yardımları vatandaşlar topluyor. AFAD sadece TIR buluyor, hatta artık TIR da bulamıyor. Onu bile organize edemiyorlar maalesef! Düşünün bir mesajı bile atamadılar deprem tatbikatında. Bu depremden önce de atmış olmaları lazımdı bir mesaj, atıldı mı acaba!”

AFAD’ın toplanan deprem vergileri ile hangi hizmetlere imza attığına yönelik sorduğum sorunun bir diğer ucunu da İKK Sekreteri ve Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek yanıtladı;

“AFAD’ın çok talihsiz bir çalışması oldu. ‘Biz burada sismik bazı aletlerle depremi daha önceden duyabilir miyiz?’ gibi, hiç amaca uymayan bazı cihaz tanıtımlarına benzeyen çalışmalar bahsettiklerim. Dolayısıyla AFAD’ın uğraş alanı buralarda kaldı, amacının dışına çıktı.

Bunun dışında, toplanan deprem vergileri aslında güvenli yapı dönüşümleri için kullanılması gereken vergilerdi, ne yazık ki, bu vergiler bambaşka kanallarda kullanıldı. Bugün geldiğimiz noktada bazı çabalar var, asla yeterli olmamak kaydıyla.

Yüzde 65 güvensiz yapı stoğundan bahsediyoruz Bursa için. Yüzde 65i dönüştürecek bir hareket yok Bursa’da kentsel dönüşüm babında!

Daha çok yap sat modeline benzeyen, aslında belediyeleri de maddi olarak kurtaran bir takım modeller var. Devletin maddi manevi her şeyi üstlendiği modeller yok!”

Deprem vergisinin pufff diye uçtuğunu anladık sanırım. Bu depremin ardından bir vergi daha bekliyorum ben. En azından bu kez vergimizin nerelerde kullanıldığına daha duyarlı olalım derim.

Bir de KRT ekranlarında Jeofizik Mühendisi Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan’ın yaptığı açıklama var. Özellikle Nilüfer İlçesinin sıvılaşma alanı olduğuna yönelik. Konu hakkındaki sorumu elbette Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şube Başkanı Engin Er yanıtladı.

Nilüfer’de sıvılaşma alanları var mı? Var! Hatta 1855 depreminin en büyük hasar gören bölgesi Nilüfer’de kalan alan! Kümes dahi kalmayan alanlar var!

Fakat diğer ilçelerimizde de sıvılaşma alanlarımız var. Büyükorhan, Harmancık, Keles, Orhaneli’nde sıvılaşma alanlarımız yok. Bursa bir deprem şehri, bizim ilçelerimizin kendi ismiyle anılan fay hatları dahi var!”

Bu kadar korkutucu tablo yeter. Belediyelerin bu konularda çalışmaları var deyip bir yerinden tutmaya çalıştım.

Ne mümkün!

“Geçtiğimiz süreçte bir deprem çalıştayı oldu. ‘Minareler deprem olursa nasıl yıkılır, yıkılır mı yıkılmaz mı…’ saatlerce anlattılar. Söz istedik, söz dahi alamadık. Kurumlar konuşuyor dendi bize.

Bizim maksimum tahmin ettiğimiz deprem büyüklüğü 7’dir. Bursa’nın depremleri ve fay hatları ile ilgili yapılan bir çalışma yok çünkü.

Yapılan iki günlük çalıştayın sonucunu söyleyeyim; ‘depremde kaç minare yıkılır, Bursa’nın yeni bir fay hattı oldu’ Yaptığımız çalıştayın sonucu bu mu olmalı?” diyor Engin Er.

İki saati aşan, ciddi fikir çatışmalarına da sahne olan toplantının daha çok yazılacak başlığı var. Sırayla hepsine değineceğiz.

Son söz Şirin Rodoplu Şimşek’in olsun; “Bursa’da Kahramanmaraş depremi gibi bir deprem olsa sanayinin kalma ihtimali yok! Üretim diye bir şey kalmaz. Bursa durur, Türkiye durur dolayısıyla!”