Kavala

Kavala

Kavala Yunanistan’ın önemli şehirlerindendir.

1387 yılında Osmanlılar tarafından alındı. Hep Osmanlı ileri karakolu ve önemli bir liman kenti olarak görev yaptı.

Osmanlı ve Afrika tarihi açısından önemi ise Kavalalı Mehmet Ali Paşa‘nın bu şehirde 1769 yılında dünyaya gelmesiydi. Burada askerliğe yazıldı. Okuma yazma bilmiyordu. Fransızların Mısır’a yaptığı saldırıları püskürtmek için Kavala’dan Mısır’a yollanan 300 kişilik birlikle yola çıktı. Osmanlı kuvvetleri Fransızları Mısır’dan püskürtürken Mehmet Ali, Binbaşı oldu. Memlük Beylerinin iç çekişmelerinden yararlanarak, devasa medeniyetin yaratıldığı yer olan Nil kıyısında bulunan Mısır’a hakim oldu.

Kendisi okuma yazma bilmiyor olmanın eksikliği her zaman yaşadı. O yüzden Avrupa’dan danışman askerler getirerek, Batı tarzı bir ordu ve donanmaya sahip oldu. Orduyu destekleyecek fabrikalar açtı. Batı tarzında eğitim veren tıp, mühendislik, tarım okulları açtı, Avrupa’ya öğrenciler gönderdi. Nil Nehri kenarındaki kanalları ve bentleri restore edip buralarda inşa çalışmalarına girdi. Böylece ekilebilir tarım alanlarını iki katına çıkardı.

Bağlı olduğu Osmanlı sultanlarından bile ileri görüşlüydü. Çocuklarını o günkü imkânları ile Batı standartlarında eğitti. Türk sinemasının 1976 yılında çekilen unutulmaz filmi “Tosun Paşa“ya ilham veren, yine onun 24 yaşında ölen oğluydu.

Tosun Paşa, Fransızların eğittiği ve danışmanlığını yaptığı ordu ile Vahabi isyanlarını bastırmış, Cidde ve Mekke’yi asilerden temizlemişti.

Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı kendisine verdiği sözleri tutmayınca Mısır ordusunu Anadolu’ya getirerek Osmanlı’ya isyan etti.
Kavalalı’nın oğlu İbrahim Paşa, Osmanlı ordusunu iki ayrı savaşta tarumar etti.

Mısır ordusu Kütahya’da durup Kavalalı’dan gelecek emirleri beklerken, İngiltere ve Fransa araya girerek esnek bir barış antlaşması ile Mısır ordusunu geri çekilmeye ikna etti. Çünkü Kavalalı, onların gözünde bir dehaydı. Mısır ordusu İstanbul’a girer, Osmanlı Hanedanına son verip Kavalalı’yı tahta çıkarırsa, Osmanlı’nın hiç ölmeyeceğini ve kabuk değiştirerek ayakta kalacağını, hatta reformist tavırları ile 30 yıl sonra Avrupa’yı yakalayacağını biliyorlardı.

Daha sonra Mısır’da Kavalalı Hanedanlığını kurdu. Osmanlı’ya bağlı görünen ve Hidiv denen yöneticilerle bu aile Albay Cemal Abdülnasır’ın 1952’deki askeri darbesine kadar Mısır’ı yönetti. Çünkü bugünkü petrol zengini Arap şeyhleri nasıl ABD’nin sözünden çıkmıyorlarsa Hidivler de İngiltere ve Fransa’nın adeta emir eri gibiydiler. Kendilerini Mısır’a adamak yerine İstanbul ve Avrupa’da lüks içerisinde yaşamaktan başka hiçbir şey yapmıyorlardı.

Bugün Kavala’da, hakim bir tepede Mehmet Ali Paşa’nın devasa bir heykeli bulunmaktadır. Doğduğu ve gençliğini geçirdiği ev müze olarak duruyor. Karşısında ise Pargalı İbrahim Paşa‘nın yaptırdığı imaret kültür merkezi olarak hizmet veriyor.

Yunanlar, hiç üşenmeden bir Türk’ün dev heykelini niye dikmişler derseniz, Osmanlı’ya isyan eden herkesi kendilerinden gördükleri içindir.

Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu topraklara gelecek olursak, tam bir tatil cennetidir. Mutfağı deniz ürünü ağırlıklıdır. Tabii içi bademli meşhur Kavala kurabiyesini unutmayalım.

Bundan birkaç yıl önce Yunanistan’a gidişlerimde, geri dönerken hediye olarak onlarca kutu alırdım. Bir kutusu 3 euro idi. Bu fiyat Türk lirası olarak bizim paramıza göre 6 ya da 7 lira yapardı. Bugünkü uçan ekonomimizde hediye getireceğiniz bir kutu kurabiye bu yazıyı yazdığım saat itibariyle 37 lira tutuyor. Yani haklılar, nereden nereye geldi Türkiye…

Şimdi diyeceksiniz ki neden durup dururken bir Kavala ve Kavalalı yazısı yazdın?

Hemen cevaplayayım: Osman Kavala’nın hukuki sürecini yazıp “Soros yanlısı, mandacı, kökü dışarıda” diye yaftalayacağıma Kavala ve Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı yazmayı daha güvenli buldum.

Marka, helva, un…

Marka, helva, un…

Bursa markaları zaman zaman bu köşenin konusu olur.

Bursa markası ne demektir?

Benim çok basit bir tanımım var:

Bursa’yı, Bursa’nın kent kimliğini besleyen ürün ya da firma; Bursa markasıdır!

Örneğin İskender markası bu kentin kimliğini besleyen bir markadır.

İnegöl mobilyası bir Bursa markasıdır; çünkü bu algı, bu kenti besler.

Kafkas önemli bir Bursa markasıdır. Kestane şekeri Bursa ile özdeşleşmiş ve bu kentin kestane ormanlarına özlemini simgeleyen, o ormanlara yeniden kavuşmayı teşvik eden bir algıya sahiptir.

Konuya böyle bakınca açıkçası çok parlak bir sicilimiz yok.

Marka olduğunu iddia edenlerin çoğunluğu Bursa’dan beslenir. Bursa’nın olanaklarından yararlanarak sektörün, sahibinin, firmasının markasıdır aslında.

Bursa markası olamamıştır.

Yaptıkları da bu kentten beslenerek sağlayacağı fayda için, bilinilirliğini arttırmaktan ibarettir. O yüzden de kısa sürede ya sektöründe rekabetçi gücünü kaybeder ya da fasoncu olur çıkar.

Yıllardır bu kentin ovalarını en değerli tarım arazilerini kaplayıp, su kaynaklarını kirleten tekstil sektörünün Bursa’nın yüzünü ağartacak bir dünya bir markası var mı?

Yine sanayi bölgelerimizde en geniş paya sahip ve dünya otomotiv devleri ile partnerlik yapan otomotiv yan sanayiinde bir dünya markamız var mı?

***

İçi boşalan kavramlar yarışıyormuş, birinciliği kimseye ver(e)memişler.

Markalaşma da onlardan biri.

Yağ, un, şeker var; helva yok durumu yani.

Bu genel değerlendirmeyi, özel bir durumu anlatmak üzere yaptım.

Onur Market, Şaypa isimli market zincirini satın alıp Bursa pazarına iddialı bir giriş yapmıştı. Bursa açısından değil, kendi açılarından bir iddia idi bu. Çünkü böylelikle ciddi bir büyüme gerçekleştirmişlerdi grup olarak.

Perakende satış, yani süper market pazarında ciddi bir rekabet var. Uluslararası firmalara bağlı çok güçlü rakipler var Bursa’da.

Onur Market Bursa’ya geldiğinde 5 ayrı ilde şubeleri zaten vardı. Bursa’da ‘Türkiye Markasıyız’ havalarına hiç girmedi. Aksine “Biz Bursa markası, Bursa firması olmak istiyoruz, bu nedenle de Bursa’dan kazandığımızı Bursa ile paylaşacağız” söylemini her fırsatta dile getirdiler.

İlk adım olarak da Bursaspor ile yıllarca süren (bu yıl ara vermişler) sponsorluklar yaparak ciddi bir adım atmışlardı. Bursa’nın tüketim alışkanlıklarına uygun pazarlama ve fiyat politikaları ile de tüketiciler tarafından da benimsendiler.

Yakın zamanda Bursa’da Onur Market ve Nilüfer Belediyesi Sercan Yıldırım Futbol Akademisi arasında sponsorluk lansman töreni düzenlendi. Konuşmalarla spora katkı yapmanın önemi anlatılıp imzalar atıldıktan sonra, lansman içinde lansman olacağı duyurularak kısa bir ara verildi.

Bu aradan sonra yapılan ikinci toplantıda Gönüllü Hareketi Derneği ile yapılacak işbirliği anlatıldı. Çocuk, engelli ve diğer pozitif ayrımcılık gerektiren gruplara dönük çeşitli işbirlikleri için Onur Market’in destek olması üzere bir çalışma başlatılmış.

Yani kısaca Onur Market Bursa’ya geldiğinden beri bu kenti besleyecek tutarlılıkta bir marka gibi davrandı. Nihai hedefleri salt Bursa markası olmak mı bilmiyorum.

Ancak geldiği nokta, Bursa’ya verdiği sözü tutan bir marka olduğunu gösteriyor.

 

 

Çıkarın telefonları, hep birlikte dolara bakalım!

Çıkarın telefonları, hep birlikte dolara bakalım!

“TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda İçişleri Bakanlığının 2022 yılı bütçe görüşmelerinde AKP’li milletvekilleri ile muhalefet milletvekilleri arasında terör tartışması yaşandı. Muhalefetin eleştirilerine yanıt vermek üzere söz alan AKP Manisa Milletvekili Uğur Aydemir, ‘Belki soğan ekmek yiyeceğiz aylarca ama güvenliğimizden asla kimseye taviz vermeyeceğiz’ dedi.”

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama iktidar partisinin vekilleri bu saçma yoksulluk güzellemelerini çok seviyor. Ortada yönetimsel bir hata olduğu vakit ortaya çıkıveriyorlar ve ‘soğan-ekmek’, ‘çay-simit’ gibi ikililerle vatandaşa ‘şükür edebiyatı’ yaptırmaya çalışıyorlar.

Bakınız başka bir muhteşem açıklama da AK Parti Elazığ Milletvekili Zülfü Demirbağ’dan:

“Ekonomik sıkıntı çekebiliriz. Bizim gideceğimiz bir yer yok, öncelikli olan vatandır. Normal şartlarda ayda iki kilo et yiyorsak yarım kilo yeriz. Domatesi iki kilo yerine iki tane alırız. Kış günü turfanda sebzeleri kullanmak zaten sağlığa da çok faydalı değil. Bunlara, bu fırsatçılara, tefecilere, bu fırsatı vermeyelim derim ben…”

Okuduğunuz cümleler, aylık neredeyse 10 asgari ücret tutarında maaş alan milletin vekillerine ait.

Aslında vekillerimiz ‘uçtuğumuz’ sistem değişikliği sayesinde açılıştan açılışa koşturmakla, telefonlarınıza Cuma mesajı yollamakla ve TBMM’de birbirlerinin üzerine yürümekle meşguller ama arada bir çıkıp sağ olsunlar böyle tavsiyelerde de bulunuyorlar bizlere. Allah başımızdan eksik etmesin, ne diyelim…

Peki nereden çıktı bu olağanüstü açıklamalar?

Evet, artık adını doğru bir şekilde telaffuz etmenin zamanı geldi.

Etiyle kemiğiyle bir ekonomik krizin içerisindeyiz.

Elbette bunu ilk önce benden duymadınız ama birilerinin yaşananı yüksek sesle dile getirmesi gerekiyordu.

Dün itibariyle dolar 13, euro ise 15 TL sularında boy veriyordu. Maalesef bugün daha da farklı rakamlarla karşılaşabiliriz.

“Benim alanım ekonomi” değil. O yüzden ben sokağın enflasyonunu bilirim, market raflarını bilirim.

Bir de dün gram altın 700 TL’ye dayanınca dükkanını kilitleyen kuyumcuyu bilirim!

Beden Eğitimi öğretmeni olduğu halde atanamayan bir gencin, bir zincir markette kasiyerlik yaptığını ve kredi borcunu böyle kapatmaya çalıştığını bilirim.

Telaşını bastırmak için “Bu günler de geride kalacak elbet” dediğimde bana dönüp de “Gençliğim gidiyor, yaşlanıyorum. Geride kalsa ne olur” dediğini bilirim.

Doğru söylüyor. Gençliğimiz gidiyor…

Gün be gün karamsarlık, her gün daha da umutsuzluk.

Devleti kendi dükkanıymış gibi yöneten ve faturayı kendinden başka herkese kesen, “Enflasyon biraz da psikolojik bir şeydir” diyen, ekonomide yeni bir şeyler denediklerini iddia eden anlayış tabuta son çiviyi çaktı çakacak.

Ama pardon… Söylenene göre Kurtuluş Savaşı’ndaymışız.

Kime karşı veriyoruz bu savaşı?

Hangi dış güçler bunlar? Hangi dış mihraklar?

Hani Türkiye çok güçlüydü, hani yedi düvelin dizleri titriyordu?

Marketlerde peynirlere alarm takılırken, sıvı yağlara satın alma kotası konulurken, fırınlarda ekmek çıkmama tehlikesi baş gösterirken biz ne mücadelesi veriyoruz?

Asgari ücret her saniye daha fazla azalırken, Türk lirası değer kaybederken, ülke Venezuela olma yolunda emin adım ilerlerken kimle savaşıyoruz?

Peki planımız ne? Bu darboğazdan nasıl kurtulmayı amaçlıyoruz?

Açıkçası ben herhangi bir plan yapıldığını, bir kurtuluş reçetesi hazırlandığını sanmıyorum. Bunu Bahçeli’nin Merkez Bankası çıkışından, MB’nin de akşam yaptığı açıklamadan gördük.

Madem iş bu noktaya geldi;

Tıpkı enine çizgili amcaların dediği gibi çıkarsın herkes cebindeki telefonları;

Hep birlikte dolar kurunu takip edelim!

 

Sokak röportajlarındaki ‘survivor’

Sokak röportajlarındaki ‘survivor’

Survivor“ın Türkçe anlamı “hayatta kalan” demek. Bu kelime bizim günlük yaşamımıza yıllar önce bir televizyon programı ile girdi.

Yarışmacılar bir adada birkaç parça malzeme ile hayatta kalmaya çalışırken, diğer oyuncularla da mücadele halindeler.

Açlığın diz boyu olduğu yarışma programında amaç sadece birkaç parça yemek ile yetinmek ve sponsorların gönderdiği sürpriz hediyeler ile karnını doyurmak. Ardından bu hediyeleri yollayan firmaya ve bu imkanları sağlayan Acun Ağabey’e teşekkür etmek.

Sezon finalinde de -yurt dışına kaçan gençlerimiz gibi- adadan elenmeden büyük ikramiyeyi kazanmak.

Son günlerde internet kanallarında meşhur olan sokak röportajlarındaki durum aynen Survivor programını andırıyor.

Gencin biri mikrofonu alıyor ve Türkiye’deki işsizlik, enflasyon, adam kayırmanın nasıl tavan yaptığını anlatıyor.

Survivor adasındaki gibi sosyal imkanlardan uzak, sadece karnını doyurduğunu bir kafede arkadaşları ile 1 saat oturamadığından bahsediyor. Birkaç lira harçlığı bile emeklilikte yaşa takılan (EYT) babasından isteyemediğini söylüyor.

Tam bu sırada, programın yapımcısı tuzu kuru Acun, nasıl aç kalan yarışmacılara ayar veriyorsa, öyle biri çıkageliyor.

Bu kişinin oy verdiği parti konuşmasının ilk cümlelerinden belli. Tamamen futbol taraftarı gibi başlıyor aynı tezahüratı söylenmeye.

İlk sözü şu oluyor: “Eskiden yağ, şeker, tüp kuyrukları vardı. Hastanelere giremiyorduk, sokaklar çöp doluydu…”

Arkasından ekliyor: “Aç adam mı var? Gençler iş mi beğeniyor? Bakın bütün kafeler dolu…”

Ve final cümlesi şu oluyor: “Çıkar göster telefonunu…”

Tuzu kuru vatandaşımız gençlerin elindeki akıllı telefonu görünce, sanki Survivor programına sponsor firmadan hediye gelmiş gibi, teşekkür ederek şükretmelerini tembihliyor.

Ama gençlerin ne istediklerini Oscarlı film “12 Yıllık Esaret“teki bir replik özetliyor.

ABD’de özgür doğmuş bir Afro Amerikalı müzisyen Solomon Northup’un, kendi anılarından yola çıkarak çekilmiş bir film “12 Yıllık Esaret.”

Wasington’da özgür bir adam olarak yaşayan müzisyen kaçırılır ve sahte belgelerle Güney’de bulunan çiftliklere köle olarak satılınca cehennem hayatı başlar.

Filmin ortalarında başka bir köle filmin kahramanına şöyle der: “Ne de olsa hayattayız!..”

Özgür doğan ve geride ailesi ile iyi bir yaşam bırakan Solomon Northup’un cevabı şöyledir: “Ben hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum!”

İşte Türkiye’deki gençlerin istediği de tam olarak bu. Avrupa’daki ya da ABD’deki yaşıtları gibi sınavla, mülakatsız memur olmak istiyorlar.

Hiç değilse yılda bir kez tatile gitmek derdindeler.

Borçsuz harçsız evlenmek ve ileride bir arabaları ya da evleri olsun istiyorlar.

Ceplerinde taşıdıkları telefonları ÖTV’siz edinmek istiyorlar.

Evlatlarını öğrenim çağına geldiğinde öğrenci değil, seçmen yaratmak için tasarlanan okullara vermek yerine Avrupa ve ABD’deki gibi devletin eğitim sistemine emanet etmek istiyorlar.

50 sene çalışıp emekli olduklarında, ay sonunu getirmek gibi bir dertleri olmasın istiyorlar. Çünkü sizin ve bizim gençliğimiz gibi tüp, yağ, şeker kuyrukları yerine internet başına geçtiklerinde tüm dünyayı online izleyebiliyorlar.

Bu çocukların tek istediği o filmde Solomon Northup’un dediği gibi “hayatta kalmak değil yaşamak!..”

Casus Oyunu (Spy Game)

Casus Oyunu (Spy Game)

Ben ajan filmlerine bayılırım. Çocukken TRT’de yayınlanan bir dizi vardı: “Bana Şans Dile…”

2. Dünya Savaşı’nda işgal altındaki Fransa’da Alman hatlarının gerisinde bulunan İngiliz ve Amerikan casuslarının hikayesini anlatırdı. Her bölüm soluk soluğa seyrederdim.

Ama en beğendiğim ajan filmi “Casus Oyunu (SPY GAME)…”

Robert Redford ve Brad Piit’in başrolde oynadığı film, Vietnam Savaşı’nın son günlerinde bir CIA ajanı ve bir keskin nişancının yollarının kesişmesi ile başlar. Bu kurt CIA ajanı önce genç askeri CIA’e aldırır ve eğitir. Ancak genç ajan dünyanın her yerinde ABD’nin pis işlerini görünce yeter artık diyerek ustasını terk eder ve kayıplara karışır. Aradan yıllar sonra Çin’deki bir kurtarma harekatında genç ajan yakalanır. Ama karıştığı bu operasyondan ne CIA ne de emekli olmasına birkaç gün kalan ustasının haberi vardır.

Ve olaylar geliştikçe bağımsız ve başarısız bu operasyonun ardından bir aşk hikayesi çıkar. Eski CIA ajanının öğrencisini kurtarmak için 24 saati vardır. Tek başına operasyona start verir ve askeri harekat ile öğrencisi ve onun terörist sevgilisini kurtarır.

Yani bu karmaşık olayların filmin sonunda nasıl birbirine bağlandığını görüp şaşar kalırsınız.

Gelelim bizim casus oyunumuza…

Son yıllarda her taşın altında casus aramamız Ergenekon ve Balyoz, İzmir casusluk davası kumpasları ile başladı.

Ülkenin vatansever subayları, akademisyenleri yandaş medyada ve FETÖ’nün sahibi olduğu medyalarda öyle karalandılar ki hatırlamak bile istemiyorum.

İnsanların şerefi ve namusu ayaklar altına alınıyordu. Bugün günah çıkaran Bülent Arınç, dün bu soruşturmalar için “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” bile demişti.

Bizim casus oyunumuzun o tarihlerde tam bir sirk gösterisine döndüğünü bir örnek ile anlatayım: Bir subay, kızının ev ödevi için telefon ile emir erini arıyor ve “Nikolay Tesla’dan bir çıktı al” diyor.

1943 yılında ölen Fizik dâhisinin ismini dinleme tapelerinde gören ve o tarihte heykeli dikilmesi için kampanya bile düzenlenmesine az kalan Zekeriya Öz, iddianamenin 114. sayfasına şöyle bir cümle yazıyor: “Macar ajan Nicolas Tesla ile görüşeceklerdi!..”

Bırakın adamın ajanlığını, Tesla Macar bile değildi.

Casus oyunumuzu sürdürelim. 2016 yılında İzmir Diriliş Kilisesi Rahibi Andrew Brunson, eşi ile birlikte casus olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Cumhuriyet Savcısı, Brunson için yazdığı iddianamede bu adamın gerçek yüzünü ortaya seriyordu. Rahip hem FETÖ’cü hem PKK’lı hem de ABD ajanıydı.

Ama ABD o filmdeki gibi bir casus oyunu başlatmadı. Dostumuz Trump, açık açık Türkiye’yi tehdit etti. Yaptırım uyguladı. “O ajan ise ben de ajanım” dedi. Dolar bir gecede rekor kırdı. Sonra rahip krizi “al papazı, ver papazı” noktasından, özel uçakla Brunson’u ABD’ye yollamamız ile son buldu.

Bu olaylar yaşanırken topraklarımızda faaliyet gösteren başka bir casus daha yakaladık. Bunun kimliği ise herkesi hayrete düşürdü. Bu ajan hem Türk hem Alman vatandaşı olan Deniz Yücel isimli gazeteciydi.

O da Brunson gibi hem FETÖ’ye hem PKK’ya hem de Almanya’ya çalışıyordu. Hakkında 18 yıl hapis istemi ile dava açıldı.

Almanya’da Deniz Yücel için operasyon falan tasarlanmadı. Merkel’in bir telefonu ile tahliye edildi.

Almanya Şansölyesi bizim ABD’den neyimiz eksik diyerek Deniz Yücel’i özel uçakla Almanya’ya götürdü.

Yandaş basın nasıl Brunson’un tahliyesini bir zafer olarak yayınladıysa Deniz Yücel olayı da onlar için diplomatik bir zaferdi.

Son casuslar ise geçtiğimiz gün İstanbul Çamlıca Tepesi’ndeydi. İki İsrail vatandaşı karı koca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın evinin fotoğraflarını çekerken kıskıvrak yakalandı. Mahkemeye çıkarılan ajanlar apar topar tutuklandı.

Yani koca Ortadoğu coğrafyasında at koşturan MOSSAD’ın o noktaları Google Earth’ten görüntülemek aklına gelmemişti. Gönderdiği turist kılığındaki ajanları iş üstündeyken ördek gibi avlanmıştı.

İsrail, ajanlarını kurtarmak için operasyon falan düzenlemedi. İsrail Cumhurbaşkanı telefon açıp “Bir zahmet bırakın” dedi. İki İsrail vatandaşı hemen tahliye edildi.

450 milyon nüfuslu ABD’den, 85 milyon nüfuslu Almanya’dan, 10 milyon nüfuslu İsrail’in neyi eksikti. O da “Nam olsun kar olmasın” anlayışla özel uçak ile vatandaşlarını Türkiye’den götürdü.

Anlamadığım, geri vereceğiz de neden tutuklayıp ülkeler arasında diplomatik bir kriz çıkarıyoruz! Yoksa memurlarımız bir yerlere, “Bak biz nasıl cevval çalışıyoruz. Nasıl işimizin başındayız. Terfi de makam da bize anamızın sütü gibi helal” mesajı vermenin peşindeler mi?

Yoksa eften püften bahanelerle göz altı yapıp arkasından tutuklayarak, iktidarın kucağına bilinçli olarak nur topu gibi krizler mi bırakılıyor?

Biz bu casus oyununu acaba biz böyle mi oynuyoruz? Kafamı bu sorular kurcalamıyor da değil.

Çağdaş sadece Çağdaş değildir!

Çağdaş sadece Çağdaş değildir!

Bursa gibi kadim şehirlerin tek bir sahibi yoktur. Gidenlerimiz o şehrin manevi hissedarları, kalanlarımız manevi mirasçılarıdır. Mirasçıların başlıca görevi kendilerine kalan hisseyi yarına aktarmaktır. Eğmeden bükmeden, dolanmadan, bozmadan, koruyarak ve art niyetsiz…

Şehri yönetenlerin sorumluluğu şehirlilerden kat be kat fazladır kuşkusuz. Onlar sadece bugün soluk alıp veren bizlere karşı yükümlü değildir. Örneğin Bursa’yı bir Osmanlı şehri olarak kuran Orhan Gazi’ye de, tek vasiyeti Bursa olan Osman Bey’e de, Bursa’yı bir Cumhuriyet şehrine dönüştüren Atatürk’e de, şehre adını veren Prusias’a karşı da sorumludur yöneticiler. Üstelik görevleri dağı taşı, ağacı yaprağı, ovayı denizi korumakla bitmez. Bir de dağın taşın, ağacın yaprağın, ovanın denizin temsil ettiği mirası korumak vardır işin içinde.

Korumakla görevli uzmanlar da çok iyi bilirler ki yerin üstü de yer kadar, yerin altı kadar değerli olabilir. Eğer koruyacağım diye elinize aldığınız balyoz yerin üstündeki değere zarar verecekse, yeri; yerin altındaki değeri koruyacağım demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu gerçekten hareketle oluşturmamız gereken bakış açısı duvarlara sinen yaşanmışlığın kıymetini bilmektir.

Anladınız elbet, bana bu sözleri söyleten olay Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin Kültürpark içindeki lokalini yıkma kararıdır.

Sanılmasın ki yıkım kararına karşı çıkış gerekçesi avuç içi kadar bir binayı, kuru betonu savunmaktır. Aksine… Buyurun yıkalım. Madem binalar ikinci derece SİT alanı olan Kültürpark’ın doğal yapısını bozmaktadır, madem yıkılarak park alanına dahil edilmesinde kamu yararı bulunmaktadır. Buyurun yıkalım. Çağdaş’tan başlayalım Altınceylan’dan çıkalım. Asayiş’ten başlayalım BUSİAD’dan çıkalım.

Hayır, savunulan, bu şehrin tarih yazıcılarına yamaklık yapan gazetecilerin, o gazetecilerle birlikte şehrin dününde bugününde söz sahibi olan siyasilerin, o lokalde Türkiye’nin düşün dünyasını aydınlatan onlarca ismi dinleyen şehirlilerin anılarıdır. Hepimiz çok iyi biliriz ki anılarımıza göz kapayamayız. Gözlerimizi anılarımıza kapar kapamaz ölürüz!

Kimler yoktur ki o anılarda!.. Ben Uğur Mumculara Aziz Nesinlere yetişemedim. Ama İlber Ortaylı’yı o lokalde kimi saatlerce ayakta dikilerek kimi yerlerde oturarak dinlemişti üniversite öğrencileri. Hoca o zaman da İlber Hoca’ydı ama birileri kıymet vermezdi bugünkü kadar.

Bursa siyasetine damga vuran isimler de Çağdaş’ın konuğu oldu her daim. Son bakanlığında örneğin, Urfa’dan çıkmış gelmiş Faruk Çelik, “atış serbest!” demişti. Rahmetli Hikmet Şahin, benim de yönetimde olduğum dönemde, “Rakı içmiyorsak türkü de mi dinlemiyoruz” deyip günün yorgunluğunu atmıştı bir akşam.

Ta o dönemden bugüne “Bursa’yı yıkarak güzelleştireceğiz” sözü sloganı oldu şehri yönetenlerin. Atatürk Stadı yıkıldı örneğin, Atatürk Spor Salonu da… Tarihi İpek-İş ona keza. Atatürk Lisesi sırada.

Güzelleşti mi şehir?

Elimizi vicdanımıza koyalım ve düşünelim.

ÇGD bu şehrin en önemli meslek kuruluşlarından biridir ve bu günlere gelmesinde kuşkusuz şehri yönetenlerin de emeği vardır.

Çağdaş da sadece dört duvar demek değildir. Bursa’nın çeyrek asrı aşan hafızası, 32 yıllık vicdanı, kalem emeğinin simgesidir. Gazeteciliğin dinazorlaşmadığı, aksine yeniden ve yeniden gençleştiği, üretildiği yerdir Çağdaş.

Kültürpark nasıl sadece bir park değilse Çağdaş da sadece bir lokal değildir!

 

O da ekonomistti!

O da ekonomistti!

1946 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Bilecik Valisiydi. Daha sonra milletvekili seçimlerine girmek için emekliliğini istedi. Küçük kızının da Bilecik’te başlayan öğrenim hayatı İstanbul’da devam etti.

Amerikan Kız Kolejini bitirip Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenim gördü. Kayınvalidesinin altın çıkısından bir servet yapacak banka genel müdürü ile hayatını birleştirdi.

Hem çocuk yaptı hem de kariyer. Eşiyle birlikte gittiği Amerika’da Connecticut, Yale gibi saygın üniversitelerde öğrenim görerek profesör oldu. Daha sonra Türkiye’ye dönerek mezun olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde ders vermeye başladı.

Demirel’in daveti ile Doğru Yol Partisi’ne katıldı. Hemen milletvekili seçildi ve ekonomiden sorumlu bakan olarak 2 yıl görev yaptı.

Bir sabah uyandığımızda Çankaya Köşkü’nde oturan Turgut Özal, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Başbakan İslamköylü Çoban Sülü, aslan sosyal demokratların desteği ile kendini bir anda 1071 rakımlı Çankaya’da buluvermişti.

Artık iktidardaki Doğru Yol Partisi’ne bir genel başkan gerekliydi. Aranan kan kısa sürede bulundu. Bu isim kocasına bile soyadını veren, ekonomi sihirbazı hikâyemizin başkahramanı Tansu Çiller’den başkası değildi.

Çiller, DYP’nin Genel Başkanı olarak seçilince Süleyman Demirel, fotoğraflarda pırıl pırıl görüntülenen bu genç kadına hükümeti kurma yetkisini verdi. Biz de ülke olarak Cumhuriyet tarihinin ilk kadın başbakanı ile karşılaşıyorduk.

Tüm Türkiye 1. Körfez Savaşı’nda bir kurşun bile atmadan ağır bir ekonomik yara almıştı. İş adamı, esnaf, memur ve işçi, çarkların artık sıkıntıyla dönmesinden bunalmıştı.

Ama artık profesör bir başbakanımız vardı ve hemen ekonominin uçup Türkiye’yi dünyanın kıskanması gerekiyordu.

Çünkü Özallı yıllarda “İcraatın İçinden” programında seyretmiştik. Türkiye sanayisi Japonya’ya bilgisayar, Almanya’ya televizyon ve buzdolabı, Amerika’ya F-16 satıyordu (Yani milli uçağımız göklerdeydi).

Çiller’in planı belliydi; faizler aşağıya çekilecek ve ekonomi adeta bir mermi, bir ok gibi uçacak veya sıçrayacak elâlem çatlayacak ve patlayacaktı.

Faizleri aşağıya çekmek için piyasaya aşırı derecede para sürüldü. Ancak yüksek likidite, faizi düşürmek yerine dövize hücuma neden oldu.

Dolar birkaç ay içinde 8 bin liradan 42 bin liraya fırladı. Döviz rezervleri 7 milyar dolar iken Nisan 1994’te 3 milyar dolara düştü. Piyasayı canlandırmak için yapılan bu hamleler adeta yıkımın fitilini ateşlemişti.

5 Nisan 1994’te hükümet, “enflasyonu hızla düşürmek, TL’de istikrar sağlamak” amacıyla bir dizi karar açıkladı.

Benzin, tekel ürünleri, temel ihtiyaç maddeleri bir gecede yüzde 100 zamlandı. İnsanlar yakıt zamlarını sabah duyunca işlerine gitmek için araçlarının kontağına bile basmadılar.

Büyükşehirlerin caddeleri bomboş kaldı. Toplu taşımada izdiham yaşandı. Devlet yüzde 400 borçlanmak için piyasa bonolar sürdü.

Profesör başbakanımız daha sonra anlaşıldı ki makroekonomi değil, mikroekonomi biliyormuş. Çünkü ileriki yıllarda ev ekonomisinden nasıl iyi anladığını, edindiği yalı ve ABD’deki mal varlığını, gazete manşetlerinden öğrendik.

Bu faiz ve döviz macerasının faturası da her zamanki gibi çalışanlara çıktı. 5 Nisan kararlarının ardından ücretler düşürüldü, enflasyon üç basamaklı oldu. Memur maaşları donduruldu. Ve hükümet 8 ay sonra seçime gitti.

Tarih tekerrürden ibarettir. Faiz ve piyasalara bu kadar müdahale ederseniz fatura çalışanlara çıkar, seçim kaçınılmaz olur.

Tüm bunları yaşayarak acı bir tecrübe sahibi olduk, buradan hatırlatalım.

Atatürk’ü anarken…

Atatürk’ü anarken…

Yıl 1922…

Türkiye, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşını kazanmış, sıra savaş meydanlarında elde edilen zaferin Lozan‘da tesciline gelmiştir. Yaklaşık 8 ay boyunca hayli sert geçen müzakerelerin tıkandığı bir noktada, Lord Curzon İsmet Paşa‘ya ilginç sözler söyler:

Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi; makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın, kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki ne reddederseniz, hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de bu yanımdakinde (Amerika murahhası Mr. Chaild’i işaret ederek). Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı? Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak, kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”

Emperyalizmin savaş meydanında yenildiğini, ancak asıl savaşın yeni başladığını gösteriyordu Lord Curzon’un sözleri. Dünya “postmodern” değildi henüz, bilimsel yazın “küreselleşme” kavramından habersizdi.

Neredeyse yüz yıl sonra tanıştık küreselleşmeyle. Dünya bir “küresel köy”dü artık. Japonya’da kanat çırpan kelebek, yaşadığınız kentte fırtınaya yol açabilirdi ya da ABD hapşırsa dünya nezle olurdu. Tam da öyle oldu zaten!.. 1929 dünya ekonomik bunalımında da sonraları da…

Lord Curzon’un Lozan’da İsmet Paşa’yı kibarca tehdit ettiği sıralarda, yani henüz devlet bile kurulmamışken, Gazi Mustafa Kemal İzmir’de İktisat Kongresi topluyor ve ekonomideki temel yaklaşımını özetliyordu:

Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalmış bir gerçek vardır. Türk tarihi incelenirse, gerileme ve çöküntü nedenlerinin iktisadî sorunlara bağlı olduğu görülür. Kazanılmış zaferlerin ve uğranılmış başarısızlıkların tümü iktisadî durumla ilgilidir.”

Emperyalizmin bir ulusun geleceğini nasıl tükettiğinin bilincindedir Gazi ve yıllarca dışa bağımlı bir yaşam süren ulusuna egemenliğin anahtarını sunmaktadır:

Tam bağımsızlık için şu kural vardır: Milli egemenlik, mali egemenlikle desteklenmelidir. Bizleri bu hedefe götürecek tek kuvvet ekonomidir. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadî zaferlerle taçlandırılmadıkça payidar olamaz. (…) Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün daha çok sahip olur.”

Ekonomik bağımsızlık, ekonomik istikrar ve ekonomik kalkınma… Atatürk, ne kapitalizmle ne sosyalizmle sınırlar, ekonomi alanına ilişkin düşüncelerini. Onun deyişiyle “Ekonomide faydalı olabilmek için teoriler ve kavramlarla vakit geçirecek zamanımız kalmamıştır“, çünkü “hayat demek ekonomi demektir ve millet yoksul kaldıkça hiçbir şey yapamaz.”

Savaştan yeni çıkmış, yıkık bir ülke, yoksul bir halk vardır elde. Buna karşın ekonomideki ilkelerinden de taviz vermez Atatürk. İsmet İnönü’nün “Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyonun bizi ferahlatacağını anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile ‘evet’ dedirtemedim” sözleri, enflasyonsuz para politikasının neden sadece onun döneminde uygulanabildiğini ortaya koyar.

Enflasyonsuz bir bağımsızlık savaşı yürüten, para basmayan, borçlanmayan bir liderdir Atatürk. Hayattan da gerçeklerden de kopuk değildir. Günümüzde halen devam etmekte olan yabancı sermaye tartışmalarına Atatürk’ün görüşlerini sunmanın tam da yeridir. Dışarıdan gelen, borsayı coşturan, dövizi dizginleyen, ancak reel olarak hissetmediğimiz ve küresel krizlerle daha fazlasına gel gel dediğimiz sermaye…

İzmir İktisat Kongresi’nde “Zannedilmesin ki, yabancı sermayeye düşmanız, hayır bizim ülkemiz geniştir. Çok emeğe ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza uymak kaydıyla yabancı sermayeye gereken güvenceyi vermeye her zaman hazırız. Yabancı sermaye bizim emeğimize eklensin ve bizim ile onlar için faydalı sonuçlar versin. Fakat eskisi gibi değil. diyerek açtığı kapıyı her fırsatta aralar Mustafa Kemal.

1923 yılının Temmuz ayında görüştüğü The Saturdey Evening Post dergisi yazarı Isaac F. Marcosson‘a ABD ile de Avrupa’yla da ekonomik ilişkileri geliştirmek arzusunu anlatır. Ancak eskisi gibi emperyalist bir ilişki değil, emeğe emek eklemektir Gazi’nin sözünü ettiği:

Geçmişte Türkiye’nin trajedisi büyük Avrupa devletlerinin, ticari gelişme konusunda birbirlerine karşı olan bencil tutumlarıydı. Bu, büyük imtiyazlar koparma oyununun kaçınılmaz sonucuydu. Devletler ahır yemliğindeki köpekler gibiydi; kendi istediklerine ulaşamadıkları zaman rakiplerini de bundan uzak tutmaya çalıyorlardı. Yıllardır Çin’de olup bitenler de aynen böyledir; ancak onlar Türkiye’yi Çin’e çeviremeyeceklerdir. John Hay tarafından ortaya atılmış bulunan, herkese açık kapı ve herkes için fırsat eşitliği üzerinde ısrar edeceğiz. Avrupa devletleri bu usulden hoşlanmazlarsa bunun dışında kalabilirler.”

Yeni Cumhuriyet’in lideri özel girişimi hiç yok saymaz, destekler, ancak ekonomik yaklaşımında devletin özel bir yeri vardır. Devlet düzenleyici olacaktır. Bu ilke 1929 dünya ekonomik bunalımının etkilerini 30’lu yıllarda fazlasıyla hisseden Türkiye için adeta kurtarıcı olurken, gelişmiş ülkeler de devletin ekonomiyi düzenleyici müdahaleleriyle krizden çıkabileceklerdir.

İlk küresel krizin zaten yoksul olan Türkiye’yi nasıl vurduğunu anlamak için büyük önderin “Bunalıyorum; her yerde dert, ıstırap dinliyorum” sözleri yeterde artar bile. Çıkış yolu karma ekonomi ve dünyada ilk kez Türkiye’de 1931 yılında uygulamaya konulan demokratik kalkınma planları olmuştur. Pek çok ekonomi tarihçisinin Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği ekonomik reform hareketi olarak nitelediği bu girişim Celal Bayar‘ın sözleriyle daha da anlam kazanmaktadır. Bayar, ülkenin sanayileşmesi sadece özel sermayeye bırakılırsa, kalkınabilmek için en az iki yüzyıl daha beklenmesi gerekeceğini söylemiştir.

Kendi ideallerini kendi içinde taşıyan ve amacı ulusu yüksek refah seviyesine ulaştırmak olan bir sistem, bir düşünce bütünüydü Atatürk’ün ekonomi yaklaşımı ve karma ekonomi düzeninden çok daha geniş bir içeriğe sahipti.

Ölümünden 83 yıl sonra Atatürk’ü anarken, Lozan’daki tehditlerin ne zaman ve ne kadarının gerçeğe dönüştüğünü, kolumuzun neden giderek güçleneceği yerde güçsüz düştüğünü; sadece tarımda sanayide değil, kültür ve sanatta da üretim yoksunu haline geldiğimizi, neden her gün daha fazla yoksullaştığımızı sorgulamak gerekmiyor mu?

Atatürk, Safiye Ayla, Yanık Ömer

Atatürk, Safiye Ayla, Yanık Ömer

Bir Mehmetçik’in azmini, hareketini gözümün önüne getirir ve vatan hissiyle, yani o coşkunlukla okurum. Bunu okudum. Ata çok ilgilendi ve şöyle dedi: ‘Bu kız, zannederim bu eseri bir orkestra refakatinde dünyanın neresinde okusa dinletebilir’ demişlerdi.

Bu sözler Türk Müziği’nin en büyük seslerinden Safiye Ayla‘ya ait… Sözünü ettiği eser ise “Yanık Ömer…”

Safiye Ayla, Atatürk’ün huzurunda defalarca okumuştu “Yanık Ömer’i…

Güftesiyle bestesiyle ünlü hafız Saadettin Kaynak‘ın eseriydi bu Hüseyni şarkı… Ne zaman yazıldı ne zaman bestelendi, tam olarak belli değil… Bilinen 1930’lara ait olduğu…

Yanık Ömer, seferberlik davullarının çalmasıyla cepheye koşan Mehmetçiklerden sadece biridir. Belki Çanakkale’dendir yaraları, belki Sina çöllerindendir yanığı… Bilinmez… Başında gazilik tacıyla o cepheden o cepheye koşar… 28 yaşındadır Kurtuluş Savaşı’nda… İnönü’de, Sakarya’da, Afyon’da… Mangasının başındadır Yanık Ömer… Siperleri aşar aşar, savaş biter, köye döner… Göğsünde İstiklal Madalyasıyla… Bu geliş en çok nişanlısını mutlu eder elbette ve yıllardır düşlenen düğün alayı yola koyulur…

Safiye Ayla, onlarca kez okur şarkıyı Ata’nın huzurunda… Ama Gazi Paşa’nın bir hayali vardır. Safiye Ayla’nın Yanık Ömer’i batı formunda, bir orkestra eşliğinde söylemesi…

Safiye Ayla, bu arzuyu adeta vasiyet olarak kabul eder ve 1981’de, yani Atatürk’ün doğumunun 100’üncü yılında gerçekleştirir. Bütün masrafları cebinden karşılar. Bestenin orkestrasyonunu Muammer Sun‘a yaptırır. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde seslendirir, kaydını alır. Ne var ki plağını bastıramaz, radyo ya da televizyonda okuyamaz.

Neyse ki hikaye burada bitmiyor…

İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, henüz 3 yıl önce, hem büyük kurtarıcının hem usta sanatçının arzusunu yerine getirdi. Orkestra, bu kez Salih Kartal‘ın düzenlemesiyle Yanık Ömer’i seslendirdi. Şef Cihat Aşkın‘dı ve mikrofonda, duru sesiyle Dilek Türkan vardı…

Aslında oğlu Ömer Feyyaz için yazmıştı Saadettin Kaynak, “Yanık Ömer”i…1931’de doğmuştu Ömer… Evde küçük bir kaza geçirmiş, vücudunda yanıklar oluşmuştu. Oğlunu “Yanık Ömer” diye avutan bestekar babaya kim bilir nasıl bir ilham gelmişti ki böylesine anlamlı bir şiir ortaya çıkmış, böylesine yanık bir beste oluşmuş ve yıllar yılı form değiştirerek, bugüne kadar Türkiye’yi duygudan duyguya sürüklemişti.

Aslında Yanık Ömer, Cumhuriyet insanının bu toprakları vatan yapan Mehmetçiklere bir saygı duruşuydu.

Sisifos ve Mudanya Belediyesi

Sisifos ve Mudanya Belediyesi

Mudanya Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz’ı – geçen hafta düzenlenen basın toplantısında- dinlerken, aklıma mitolojik bir hikâye geldi.

Sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kralın hikayesi…

Sisifos, ölüler ülkesi tanrısı tarafından büyük bir kayayı yokuş yukarı yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Yokuşun en tepesine geldiğinde taş yine aşağıya yuvarlanacaktır.

Bu belki de yalnızca Hayri Türkyılmaz için değil, son yerel seçimde belediye başkanlığını kazanarak görevini yapmaya çalışan bütün muhalif belediye başkanları için geçerli olabilir.

Biz Mudanya Belediyesine geri dönelim.

Ülkemizin en güzel ilçelerinden olan Mudanya’nın, yine en ışıltılı mahallesi olan Güzelyalı imar planı ile ilgili sorun 30 yıldan beri sürüyormuş.

Defalarca yeniden hazırlanmış.

Defalarca yargıdan dönmüş.

Yarattığı çok yönlü mağduriyetleri çözmek üzere yola çıkmış Mudanya Belediyesi.

Ancak bu konuda sorunların aşılması için destek değil, köstek olmayı marifet sayan bir bürokrasi ve Büyükşehir Belediyesi ayak diriyor.

Yukarıdaki hikâye misali sırtındaki taşı, yokuşun en dibine yuvarlansa da yeniden en üste iteleyerek çıkarmaya hazır olduğunu gösteren bir basın toplantısı yaptı Hayri Türkyılmaz.

Daha önce sadece 6 kurumdan görüş alınarak tadil edilen plan için bu kez 19 ayrı kurumdan görüş alınmış. Farklı 7-8 kanuna uygunluğu gereken plan, ilgili kurumların çözüm odaklı işbirliğini de gerektiriyor.

Peki, aslında durum nasıl?

447 hektarlık alanı kapsayan planın en önemli özelliği, 1992 yılından beri 30 yıldır hazırlatılmayan ve sahil şeridinde kalan kısımdaki vatandaşların da haklarının korunması olmuş.

Büyükşehir’e giden planlar Mudanya’nın yüzde 89’unu oluşturuyormuş. Halen 447 hektarın 47 hektarında Tarım Müdürlüğünün olumsuz görüşü var. Bu 138 parsele denk düşerken, bu parsellerin 30’una ruhsat verilmiş. 350 mağdur var. Büyükşehir’in belirttiği çerçevede bir meclis kararı alacak olsalar 350 kişinin 1,350’ye çıkacağını ifade etti Hayri Türkyılmaz.

Mağduriyetlere yenilerini eklemeyelim. İlgili bakanlıklardan görüş istedik.. İçişleri Bakanlığı’na yazılarımızı yaptık. Yanıt bekliyoruz. Bütün çalışmalarımızı tamamladık, Meclis’e sunduk. 5 Kasım’da yapacağımız meclis toplantısına yetişirse eğer, 5 Kasım’da onaylanarak Büyükşehir’e sunulacak” derken, belirsizlik endişeli ama yasalara uygun ve rant çevrelerine bu plan tadilatlarında asla prim vermemiş olmanın özgüveni ile konuyu bağladı.

Güzelyalı imar planı ile ilgili sorunun kamuoyuna mal edilmesi çok önemli görülüyor. Böylelikle mağdur taraf olan yer sahiplerinin, kat maliklerin ve müteahhitlerin haklarının korunması olduğunun altını çizdi Hayrettin Türkyılmaz.

Öte yandan Güzelyalı’nın doğası ve kentsel geleceğinin uğrayacağı zararların karşısında durmanın önemli bir unsuru da bu konuların şeffaf bir şekilde topluma mal edilmesi olduğu anlaşılıyor.

Bakalım İçişleri Bakanlığından gelecek yanıt düğümün çözümüne katkı sunacak mı?

Yukarıda belirttiğim gibi sırtındaki taş yokuşun en dibine yuvarlansa da yeniden en üste iteleyerek çıkarmaya hazır olduğunu gösteren bir basın toplantısı yaptı Hayri Türkyılmaz.

Ve şunu ifade etti:

2024 seçimleri için oy çıtamızı yüzde 73’e taşıdık.

 

 

 

 

Dönüşüm

Dönüşüm

Benim için efsane dizidir “Breaking Bad.”

50 yaşındaki kimya öğretmeni Walter White, kanser olduğunu öğrendikten sonra tedavisini yaptırmak, ailesinin geçimini sağlamak ve hayatlarını güvence altına almak için eski öğrencisi Jesse Pinkman’la uyuşturucu imal etmeye başlar.

(Türkiye’de ekonomik yoksulluk böyle giderse narkotik şubenin bizim kimya öğretmenlerini mercek altına alması gerekebilir. Şaka bir tarafa devam edelim.)

Olaylar geliştikçe o ezik, hayata küsmüş Walter White’ın içerisinden bir canavar çıkar.

Dizinin ilerleyen bölümlerinde bu ikiliye bir avukat gerekecektir. Tam da adamını bulurlar. Bu isim öğrenim gördüğü hukuk fakültesi bile şüpheli olan Yahudi avukat Saul Goodman’dır.

Bu avukat alçak, üç kağıtçı, düzenbaz, paragöz bir adamdır. Bölümler ilerledikçe Goodman’ın İrlandalı olduğu, gerçek adının James McGiil olduğu, ABD’de en iyi avukatlar Yahudi olduğu için isim değiştirdiği ortaya çıkar.

Avukat karakteri o kadar beğenildi ki yapımcılar hemen James McGiil’in nasıl Saul Goodman’a dönüştüğünün dizisini de çektiler.

Biz ise bu dönüşümü izledik ve yaşıyoruz. Bu isim elbette Reza Zarrab’tı. Adam hayatımıza Ebru Gündeş’in kocası sıfatıyla bir magazin figürü olarak girdi.

İran Azerisi bu iş adamı 20’li yaşlarının ortasındaydı ve paralarını koyacak yer bulamıyordu. Asıl işi metal ticareti görünüyordu, ama şirketlerinde sadece tabela vardı.

Sonra bir sabah uyandığımızda, Reza Zarrab’ın aslında sadece Türkiye’de para dağıtarak, ortağı Babek Zencani ile birlikte İran’a uygulanan ambargoyu deldiği öğrendik.

Ortada gezen milyarlarca dolar kara parayı nasıl dağıttığını, devletin içişleri bakanının nasıl önüne yattığını dinledik.

Biz daha ne oluyor sorusunu bile sormadan Türkiye’de yöneticileri paraya boğmuş bu genç adamı bir anda Türk bayrağının önünde canlı yayında çıkardılar.

Şöyle diyordu: “Türkiye’nin cari açığının yüzde 15’ini tek başıma ben kapattım!..”

Bu yerli ve milli iş adamımıza devletin bakanları vergi rekortmeni olarak ödüller verdiler.

ABD’ tarafından aranan bu genç girişimci Türkiye’de ultra lüks bir hayat sürüyordu. 4 yıl önce arandığını bildiği ABD’ye bir seyahat yaptı ve havaalanında FBI tarafından tutuklandı.

Yani yaptığı “bile bile ladesti!..”

Turuncu tulum içerisinde fotoğrafları basına dağıtıldı. Sonra bu genç girişimci Türkiye gündeminden yavaş yavaş kayboldu.

“Zurnanın zırt dediği yer” bundan sonra başladı. ABD’de vergi kaçakçılığı ve mali suçlar cezası çok büyüktür. Neredeyse seni bir hücreye koyarlar, anahtarı da denize atarlar.

Mafya babası Al Capone bile cinayet, gasp, adam yaralamadan değil, vergi kaçakçılığından tutuklanmış, 11 yıl hapis cezası almıştır. ABD cezaevlerinde kafayı yemiş, felç geçirmiş, bu dünyadan usulca göçüp gitmiştir.

Birkaç gün önce bir de baktık ABD’de cezaevinde olması gereken Reza Zarrab pırıl pırıl bir hayat yaşıyor. Adını da Breaking Bad dizisindeki üç kağıtçı, çıkarcı, dolandırıcı İrlandalı avukat gibi değiştirmiş ve Yahudileri çağrıştıran Aaron Goldsmith yapmış.

Bir de şirket kurmuş, insanlarla alay eder gibi, adı da NEXT Level, Türkçesi “ileriki seviye…”

Peki ABD, yeni adıyla Goldsmith’e yeni bir hayat kurması için bu imkanları nasıl verdi?

Benim bildiğim ABD çıkarı olmadan bırak isim vermeyi, selam bile vermez.

Benim aklıma tek bir şey geliyor. Zarrab, ABD ile anlaştı ve yanında bilgi ve belgelerle Amerika’ya teslim oldu. Belki devlet sırlarını da içeren bu belgeler karşılığında bir eli yağda bir eli balda orada yaşıyor.

Biz dizide bir dolandırıcının nasıl İrlandalı McGiil’den Yahudi avukat Saul Goodman’a dönüştüğünü seyrettik.

Ama Reza’nın nasıl Aaron Goldsmith’e dönüştüğünü galiba haber kanallarında ya da sızdırılan Wikileaks, Pandora Papers gibi belgelerde izleyip takip edeceğiz gibime geliyor.

Bu yerli ve milli iş adamını Türk bayrağının önünde canlı yayına çıkaranların vicdanı bir parça sızlıyor mu?

Onu da merak ediyorum .

EYT haberleri gerçek mi yoksa algı mı?

EYT haberleri gerçek mi yoksa algı mı?

Başlıktaki soruyu tekrarlayayım:

“Hükümetin EYT konusunda bir çalışma yaptığı yönündeki kulis haberleri gerçek mi, yoksa iktidar kendisine yakın bazı kalemler aracılığıyla ‘Yaparsa yine AK Parti yapar’ algısı mı oluşturmaya çalışıyor.”

Haberleri hatırlatarak devam edeyim. Hatırlatayım ki aklıma neden böyle bir soru takıldığı daha net olarak ortaya çıksın.

3600 ek gösterge için düğmeye basıldığının açıklanmasında sonra Türkiye gazetesi Yayın Koordinatörü Yücel Koç, çok iddialı bir şekilde hem “intibak yasası” çıkarılacağını yazdı, hem de EYT mağduriyetinin giderileceğini…

Koç, 5 Eylül 2021 tarihli bu yazısından sonra da iddiasını birçok kez yineledi, verdiği haberin kaynağını da açıkladı: “Bakanlıktan birileri…”

Koç, “Güvenmediğimiz kişiler olmasa zaten yazmazdık” diye de iddiasını sürdürdü.

Koç’un ardından tartışma programlarındaki iktidar sözcüsü Cem Küçük çıktı sahneye. “EYT’de bir çalışma var. Çıkar mı bilmiyorum ama çalışılıyor.” dedi.

Yandaş medyayı yakından izlediği anlaşılan AK Parti Kayseri Milletvekili İsmail Taner de çıktı müjdeyi verdi:

“EYT’liler endişe etmesin. Bu geçmişten gelen bir hadise. Bunu düzeltmek de bize düşüyor.”

Peki, bu hatırlatmalardan ne çıkar?

Bilirim ki siyasetçi gazeteci kullanmayı sever. Gazeteciye bazen “kesin” bilgi verir, bazen “muhtemel” bilgi… Bazen de aslı astarı olmasa da gündeme gelmesinde bir sakında olmayan kulisleri üfler kulağa…

EYT ile ilgili yukarıda sıraladığım haberler bunlardan hangisidir, bilemiyorum. Daha önce de yazdığım gibi bana göre EYT dosyası raftan indi! Ama o dosyanın kapağı açıldı mı? Elimi ateşe atmam doğrusu!

Açıkçası EYT kitlesine umut veren haberlerin hep aynı cepheden gelmesi soru işaretleri yaratıyor. Bu haberlerin “gündeme gelmesinde sakınca olmayan” türde haberler olduğu düşüncesi var bende. Olursa olur, olmazsa “çalışıldı, bakıldı, bilmem kaç kombinasyon denendi, ama olmadı” diye yeni bir açıklama yapılır!

Peki biz kimin sözüne itibar edeceğiz?

Örneğin, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’e mi?

Cumhurbaşkanlığı Sosyal Politikalar Kurulu Başkan Vekili’yken EYT’lilere “Cumhurbaşkanımız talimat verdi, EYT raporu hazırlıyoruz” diyen…

Sonra Prof. Dr. Cem Küçük’e “Bu konuda bir formül üreteceğiz, üzerinde çalışıyoruz. Cumhurbaşkanımızın talimatı var” diyen…

Ardından NTV’ye “Çalışmalarımız uzun soluklu olacak, şu an işin çok başındayız” diyen…

Ve en sonunda da Ahmet Hakan’a “Bunlar tamamen söylentiden ibarettir.” diyerek bütün sözlerini yalanlayan Bilgin’e mi?

Yoksa, 2018’de verdiği 3600 ek gösterge sözünün 2022 sonunda tutulacağını açıklayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a mı?

EYT Federasyonu Başkanı Gönül Boran Özüpak’ın da sık sık yinelediği gibi “Ancak Resmi Gazete’ye inanacak” EYT’liler.

Madem durum böyle, ne yapılacak?

Ne demiş, adaletin sultanı Hazreti Ömer:

“Sabır boyun eğmek değil, mücadele etmektir!..”

O halde benim gibi EYT’lilere düşen mücadelede safları sıklaştırmak olacak!

 

 

Yüz yıllık hikâye: Bizim Dükkân

Yüz yıllık hikâye: Bizim Dükkân

Bir dükkânın yüz yıllık tarihi, bir çarşının; bir şehrin; bir ülkenin ve hatta dünyanın yaşadığı değişime ışık tutar mı?

Eğer o dükkân, tam bir asırdır değişimi gözleyen anıtsal bir yapı gibi tarihi Bursa’nın nüvesini oluşturan çarşının göbeğindeyse, tutar!

Eğer o dükkânın geçmişi, ivecen bir televizyon habercisinin titiz kaleminden dökülürse, belleğimizdeki bölük pörçük olaylar derli toplu bir sıraya girer. Kalem erbabının duyarlılığı her on yılı anlattığı birkaç cümlelik toparlamalarda hissedilir. Biz şiir gibi okuruz o cümleleri. Oysa sözcükleri bir araya getiren şey olayları iyi okuyan, aralarındaki bağı gören ve sonucu net ifadelerle kâğıda döken gazetecilik deneyimidir.

Meslektaşım Güzin Abraş, “emeğin kutsallığının somut şekli” olarak gördüğü “Bizim Dükkân”da*, değişimin dayatmalarına rağmen “vazgeçmemenin resmi”ni çizerken, bir yandan da “Bursa’nın değerlerinin saklı olduğu gizli hazine”yi sunuyor okurlarına.

Cumhuriyet’le yaşıt “Bizim Dükkân”ın tarihi “herkes alanında en iyisini yapmalı” ilkesiyle başlar. 30’larda “çıktık açık alınla” diye inlemektedir dükkânın önü. 40’lar savaş ve kıtlık yıllarıdır. Öyle ki köfte ızgarasının oluklarından akan yağ bir kapta toplanmakta, konu komşuya dağıtılmaktadır.

50’ler Bursa’nın belleğine Kapalıçarşı yangınıyla kazınır. “Güvenme servetine, bir kıvılcım yeter!” sözü alevlerle, simsiyah dumanlarla anlam kazanır. 1958’in 24 Ağustos’unda Bursa’da sermaye yapısı değişir!

60’lar isyanın, özgürlük türkülerinin, çiçek çocukların yıllarıdır. “Bizim Dükkân”ın da “Hacıbaba” olduğu yıllar. 70’ler insanların tüm dünyayı “paylaşma”yı hayal edemediği, ama daha varsıl bir gelecek hayaliyle şehirleri köylere çevirdiği dönemdir. Darbe, baskı ve yasak yıllarıdır 80’ler. Buna rağmen güneşin doğudan yükseldiğinin anlaşılacağı yıllar.

Değişim, dönüşüm, iletişim denince 90’lar. Emperyalizmin adının küreselleşmeye dönüştüğü dönem. Sonra milenyum. Bir yüzyılı kapatan bir sonrakini başlatan üç sıfırlı yıllar. İkiz kulelere çarpan uçakların yılları. Sonra da baş döndürücü gelişmelere gebe 2010’lar…

Kuşlarla çiçeklerle değişmektedir Bursa, Abraş’ın kaleminde. Guguk kuşları, serçeler ve kargalara, meydanlara düşen buğday taneleriyle güvercinler eklenir önce. Güvercinler “bir fon gibi sonradan yapıştırılır” şehre. “İkindi vakti”ni anlatan kargaların sığınağı; “çatı araları” azalır gitgide. Ve martılar gelir denizsiz kente: “Öyle maviliklerde süzüldükleri gibi özgür ruh duygusuyla değil, korku vererek…

Nemli nemli kokan” şimşirlerin apansız yitip gittiği şehirde “dut dalı”ndan yapılan derme çatma barakaların yerini beton kutular alırken, hikayesi fetihle, Emirhan’la başlayan çarşı da değişir. Depremlerle yangınlarla biçim değiştirir. Esaslı değişim ise milenyum yaklaştıkça gösterir kendini. Rekabet gücünü yitiren çarşı “tarihi kimliği”ne sığınır.

Çancılar’ın Hacıbaba’sı tam 100 yıldır o tarihi kimliğin anıtlarından biri olarak gözlüyor değişimi. Bir asırlık köfteci dükkanının pek çok sırrı var elbet. Onlardan birini, belki de en önemlisini Hacıbaba’nın 5. kuşak temsilcisi Furkan Küçüker fısıldıyor satırların arasına:

“Burada herkes eşit!..”

___

*Güzin Abraş’ın, Hacıbaba Izgara’nın 3. kuşak temsilcisi, babası Mehmet Abraş anısına kaleme aldığı Bizim Dükkân kısa süre önce Aktüel Yayınevi’nden çıktı. Abraş, Bizim Dükkân’ı yazmakla kalmadı, belgeselini de çekti. Belgeseli aşağıda izleyebilir, kitabı tüm internet kitapçılarından edinebilirsiniz.

Bir torpil hikayesi

Bir torpil hikayesi

Türkiye’de yıllardır yayınlanan ve bugünlerde adı “Kim Milyoner Olmak İster” olan yarışmasını merkeze alan bir filmdi, “Slumdog Millionaire.”

Hikaye 3 yıl Türkiye’de görev yapmış Hintli bir diplomat tarafından yazılmıştı.

Film 2009 yılında tüm dünyayı kasıp kavurmuş, 377 milyon hasılat yapmış, en iyi film dahil tam 7 Oscar heykelciğine kavuşmuştu.

Filmde Cemal Malik isimli Müslüman bir Hintli’nin gecekondularda yaşadığı dram ve hayatının yıkımları, yarışmada karşısına soru olarak çıkıyordu.

Cemal Malik, yarışmaya hem çocukluk aşkını bulmak için hem de şansını denemek için girmişti. Soruları arka arkaya bilince 1 milyar nüfusa sahip Hindistan’da kahraman olmuş, milyonlarca kişi soluk almadan Cemal Malik’i seyrediyordu.

Milyonlarca rupi kazanırken nasıl öksüz ve evsiz kaldığı, kardeşinden nasıl ayrıldığı, hayata ofis boy olarak tutunmaya çalıştığı sorulan sorularda geri dönüşlerle anlatılıyordu.

Cemal Malik soruları bildikçe zafer gecekonduların oluyordu. Bu eğitimsiz çocuğun soruları ardı ardına bilmesi şüpheli bulunuyor, polis tarafından işkenceye bile uğruyordu. Yüzüklerin Efendisi’nin Rohan Kralı Theoden’in “Öleceksem anlatılır bir son olsun” tadında bir finalle de bitiyordu.

Bu çocuk torpilsiz olarak girdiği yarışmadan milyonlarca rupi, kolunda çocukluk aşkı ve gecekondu mahallelerinin külkedisi olarak ayrılıyordu.

Bu yarışma programı filmdeki formatın aynısı ile Türkiye’de yıllardır devam ediyor. Son sunucusu Kenan İmirzalıoğlu.

Murat Ağırel’in yazısından okuduk ki bu yarışmada da torpil adeta tavan yapmış.

Son günlerde ortaya çıkan belgelerden torpilin, adam kayırmanın, televizyon programlarına kadar indiğini öğreniyoruz.

Gazeteci Ağırel, Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA) yöneticilerinin bu programa ön elemeden bile geçmeden katıldıklarını iddia etti. Hatta, kazandıkları paraların vakfa bağış olarak gittiğini kaleme aldı meslektaşımız. Benim ise sorular şifreli mi ya da bu taktikleri kimden kaptılar, bir fikrim yok!

Tamam, bu ülkede torpil, adam kayırmanın son 20 yılda kitabını yazdılar da yarışma programında da görünce bu kadarına artık pes dedik.

Bu vakfın birkaç gün önce de devlete işe alımlarda, özellikle polis ve asker olacaklara referans olduğunu, torpilsiz iş yapmadığını biliyoruz.

Kredi Yurtlar Kurumu yerleştirmelerinde bile etkin olduğu herkesin dilinde.

O filmde Cemal Malik, kendi başına bir destan yazıp Hindistan varoşlarının kahramanı oluyordu. Türkiye’de gençlerin yaşadığı gerçek hayatta ise bir vakıf; bir cemaat; bir tarikatın gölgesine girmedikçe, bırakın devlette iş bulmayı, televizyon programında yarışmacı bile olamadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.

Kendilerine dayatılan ya ülkeden gitmek ya da üç harfli marketlerde asgari ücrete çalışmak!

İşte muhalefetin sistem değişikliği planı!

İşte muhalefetin sistem değişikliği planı!

Muhalefetin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” önerisi ete kemiğe büründükçe, medyadaki malum koro hep bir ağızdan aynı şarkıyı söylemeye başladı.

Yok efendim nasıl olacakmış bu iş, değişiklik Meclis’ten nasıl geçecekmiş, Türkiye ikide bir seçime mi gidecekmiş, hadi referandumda evet çıktı, evet çıkana kadar memleket nasıl yönetilecekmiş, iktidarı ikna etmeden sistemi değiştirmek mümkün değilmiş…

Sanki 200 yıllık parlamenter sistem deneyimini bir çırpıda silip atan iktidar Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini getirirken muhalefete sordu!

17 Nisan 2017’deki referandumla kabul edilen Türk tipi başkanlık sistemi, tam 15 ay boyunca yamalı bohça gibi Türkiye’nin üzerinde durmadı sanki!

Üstelik referandumla kabul edilene kalsa seçim 24 Haziran 2018’de değil, 3 Kasım 2019’da yapılacaktı.

Kısacası sistemden sisteme geçiş, gece yarısı Resmi Gazete’de yayımlanan kararnamelerle adım adım gerçekleşti. Bütün bunlar olurken, göbeğini kaşıya kaşıya “oh ne güzel oluyor” diyenler, şimdi “geriye dönüş nasıl olacakmış?” diye soruyor.

DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, o işin nasıl olacağını Bursa’da, partisinin Osmangazi ilçe kongresinde anlattı bugün.

Benim anladığım muhalefetin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e geçiş planı kabaca şöyle:

– Seçmene 6 siyasi partinin “Güçlendirmiş Parlamenter Sistem” önerisi sunulacak,

– Cumhurbaşkanı mevcut sistemde ülkeyi yönetmeye devam ederken, seçmenin “evet” dediği öneri anayasa değişikliği teklifine dönüştürülecek,

-Anayasa değişikliği teklifi Meclis’te önce komisyonlarda, ardından genel kurulda görüşülecek,

-Yasalaşan teklif önce Cumhurbaşkanı’nın onayına, sonra da halkın oyuna sunulacak.

Babacan’ın geçiş için öngördüğü süre en az 6 ay. Tabii öneriyle ilgili geniş bir toplumsal ve siyasal uzlaşma sağlanırsa… Zaten planın en kritik noktası da burası.

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” masasında hali hazırda CHP, İYİ Parti, DEVA, Gelecek, Saadet ve Demokrat Parti oturuyor. HDP o masanın çağrılısı değil. Sistem değişikliğinden yana olan sol/sosyalist partiler de. Anlaşıldığı kadarıyla kendilerinin de o masada oturmaya büyük bir istekleri yok. Ne var ki Meclis’teki görüşmelerde en azından HDP orada olacak. Başka deyişle aranan geniş siyasal uzlaşma ancak Meclis’te sağlanabilecek.

Peki toplumsal uzlaşma?

Kamuoyu araştırmalarına bakılırsa o uzlaşma sağlanmış gibi.

DEVA PARTİSİ OSMANGAZİ KONFERANSI

DEVA Partisi’nin Osmangazi İlçe kongresi bende kongreden çok konferans izlenimi uyandırdı.

Biz gazeteciler alışmışız: Siyasi parti kongresi deyince en başta düzensizlik olacak, kim kime dum duma olacak, bırakın oturmayı ayakta durmaya yer olmayacak, şöyle “lebalep” değilse de bir iki şakşakçı grup, üç dört bindirilmiş kıta olacak!

Hiçbiri yoktu. Partililer maskeli mesafeli sakin sakin oturdu, genel başkanlarının grafiklerle videolarla süslenmiş konuşmasını sakin sakin dinledi. O da bir genel başkandan çok bir uzman edasıyla konuşmasını yaptı. Alkış da aldı, her kapının çalınacağına dair söz de…

Dedim ya, alışmamışız böyle kongreye.

Belki Babacan’ın sık sık sözünü ettiği değişim ve dönüşümün bir ayağı da budur.

Ayın teröristi!..

Ayın teröristi!..

Yıllar önce Amerikalı bir şirket olan MC Donald’s isimli hamburgerciye gittiğimde çok şaşırmıştım. Orada bir pano ve panoda 32 dişi dışarıda bir çalışanın fotoğrafı vardı. Altında “ayın elemanı” yazıyordu. Amerikalı yaptıysa doğrudur, dedim, hiç de sorup soruşturmadım. Daha sonra, hamburgercinin çalışanları motive etmek için yaptığı bu uygulamanın, seçmenin yüzde 50’sini evde ve elde tutmanın bir yolu olduğunun farkına vardım.

Türkiye’de işler kötü gittikçe ilk olarak dönemin teröristi ile karşılaştık. Bu bölücü, kökü dışarıda olan teröristlerin başında gelenlerden biri ülkemden cüzzam mikrobunu silip atan, kız çocuklarının eğitim görmesi için hayatını veren Türkan Saylan’dı. Başka ülkede olsa devlet adamlarının önünde eğileceği Türkan Saylan, devletimi içten içe yiyip bitiren bir örgütün başındaydı! Faaliyet alanı da efsane Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in işaret etiği bozkırlarda solan çiçeklerdi.

Ülkede terörist biter mi? Ülkemin anlı şanlı subayları terörist ilan edilerek yıllarca içeride yatırıldı. TSK’nın başı, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, PKK’lı Şemdin Sakık’ın ifadesi ile sanık oldu. Ama ülke ülke değil, sanki terör kampı olmuştu.

Ardından iktidarın hoşuna gitmeyen yazar çizer gazeteciler, o Amerikalı şirketin panosuna astığı gibi ayın teröristi oluyorlardı. Hatta Başbakan, onlar gazetecilik faaliyeti yaptıkları için içeride değil diyordu. Bu teröristlere silah da lazımdı. O da bir çırpıda bulundu. Fetullah Gülen’in geçmişini ve gelecekte nasıl bir tehlike yaratacağını anlatan, Ahmet Şık’ın “Dokunan Yanar” kitabıydı bu. Çünkü bazı kitaplar vardı ki bombadan daha tesirliydiler.

Ama ülkede hain ve teröristleri içeri at at bitmiyordu. Bunlar bölücü örgüt, darbeci örgüt, devrimci örgüt mensupları olarak ayrılıyorlardı. İktidara “Ya, siz ne yapıyorsunuz?” diyen, hemen ayın elemanı gibi yaftalanıp terörist olarak ifşa ediliyordu. İşaret edilen bu kişi hakkında hemen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” soruşturması açılıyordu.

Ekonomi kötü gittikçe, vatandaşımın elindeki file çarşıda pazarda dolmayınca, teröristlerin başka mecralara kaydığı, faaliyetlerinin buradan yürütüldüğü anlaşılmıştı. Bu teröristler tarlada örgütleniyor, soğan ve patates üretip ülkeyi bölmeye, devlete başkaldırmaya çalışıyorlardı. Gereği jet hızıyla yapıldı ve cephane olarak kullandıkları patates-soğan depolarına baskınlar düzenlenerek, ülkemizin bölünmez bütünlüğü sağlandı. Terör yuvaları hemen dağıtıldı. Bu teröristlere kanmış vatandaşlar “tanzim çadırları” kurularak varlık kuyruklarında ıslah edildi.

Devletim iç ve dış mihraklara göz açtırmıyor, terör yuvalarını adeta BBG evi gibi gözlüyordu.

Ardından yerel seçimler gelince muhalefetin belediye başkan adaylarının terörist olduğu ortaya çıktı. Mazallah muhalefet seçimleri kazanırsa sayaçları bölücü örgüt mensupları okuyacak, faturaları da devrimci örgüt üyeleri getirecekti. Duruma hemen el kondu.

Geçmişte Bülent Arınç’ın söylemlerinden 5 vakit namaz kıldığını öğrendiğimiz, TRT Yönetim Kurulu üyesi Hilal Kaplan’a göre  “öldürmeyi değil yaşatmayı seçen”, kader kurbanı (!) Apo’nun mektubu okutularak, bu belediye başkanı adayı teröristlerin gerçek niyeti meydanlarda ortaya çıkarıldı. Kırmızı bültenle aranan kardeşi TRT’ye (pardon TRT ŞEŞ) çıkarılarak halkımıza bu teröristlere oy vermeyin çağrısı yapıldı.

Devletim bu başkan adaylarının soruşturmalarını derinleştirmiş ve anlaşılmıştı ki onların da kökü dışarıdaydı! Bunlara terörist demek ne kelime!.. Mısır’ın darbeci lideri Sisi’nin, Doğu Akdeniz’de petrolümüze el koymaya çalışan Yunanistan’ın ülkemizi karıştırmak için yolladığı ajanlardı. İktidarımız bunları engellemek için canla başla çalışırken Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı, sabah akşam ülkemin bölünmemesi için uğraşan Devlet Bahçeli hemen “mitili” kaptığı gibi İstanbul’a serdi.

Ama ne yazık ki Ankara, İstanbul, Adana gibi şehirler bu teröristlere kaptırılmıştı.

Allah’a çok şükür, periyodik olarak ülkede ayın elemanı gibi artık teröristler ifşa ediliyor. Biz de kebapçıların bile bölücü örgüt mensubu olduğunu öğreniyoruz.

Bahçeli, bu teröristler hakkında şöyle diyor:

Yumurta, et, süt, peynir fiyatlarının artışından, vicdani olmayan zamlı ürün satışlarından samimi olarak sızlananlara hak veriyor, bir şey demiyorum.

Fırsatçıların peşine gidiliyor. Vatandaşın kesesine göz diken yağmacılardan da hesap soruluyor. Destekliyoruz, sonuna kadar gidilmesini istiyoruz.

Fakat vatandaşlarımızın çabasını istismar edip, pireyi deve yapanlara da terörün acıklı maliyetini hatırlatmak görevimizdir. Teröre yardım ve yataklık yapan bölücü kebapçıların işsizlikte payı vardır.”

Buradan uyarıyorum, lütfen bu çağrıma kulak verin, teröristlere kuyruk, iç yağı ve et gibi mühimmat sağlayan kasapları da unutmayın…

Kasım ayının teröristi olarak ilan edin.

Sanayicinin kaygan zemini

Sanayicinin kaygan zemini

Uzun yıllar sonra kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağı söylenen bazı gelişmelerin ortaya çıkması için o kadar da uzun yıllar gerekmiyormuş.

Bursa’nın – şehrin en merkezi yerlerinde – neredeyse tamamı tarım arazisi özelliği taşıyan alanlarda kurulan ve kurulmaya devam edilen Organize Sanayi Bölgelerinin (OSB) değerli başkan ve yöneticileri bu günlerde hop oturup hop kalkıyor.

Zaten ekonomik dalgalanma ve döviz hareketlerinin üretime olumsuz etkileri nedeni ile ciddi bir kriz var. Buna tuz biber olan yeni gündem 4562 sayılı OSB kanun taslağı.

Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından 6 aydır yemeden içmeden üstünde çalışılan bir kanun taslağı var. Bununla ilgili yasada köklü değişiklikler öngörülüyor

Taslak evlere şenlik!

Doğrusunu sorarsanız, şeffaf ve demokratik katılımcı bir karma ekonomi modeli ile yönetilen bir ülke olsak, iyi yanları var, diyeceğim. Ama kamu bütçeleri bir kara deliğe dönmüş durumda. Sayıştay’ın hepimize şehir efsanesi gibi gelen resmi raporlarını anımsayınca insan ürpermeden duramıyor bu taslak karşısında.

Ülkemizde toplam 354 OSB var. Bunların üst kuruluşu olan OSBÜK, bakanlığın talebi üzerine bu taslağa alternatif bir taslak ile bakanlığa başvurmuş, bakalım ne olacak.

Gelelim 4562 no.lu taslağın getirdiklerine.

Özetle; tüzel kişiliklere ait birer mülkiyet vasfı taşıyan Organize Sanayi Bölgelerine kayyum mantığı ile el konuluyor.

Şimdiye kadar şartları sağlandığında OSB’lerin müteşebbis heyetler tarafından değil, genel kurulları tarafından yönetilmesi esastı. Artık mülki idare amiri başkanlığında müteşebbis heyetler zorunlu oluyor. Denetim kurullarına bakanlıktan bir murakıp memur atanması da zorunlu kılınıyor. Bununla da kalmıyor, dilediği an müfettiş marifeti ile bu OSB’lerin yönetici ve çalışanlarına işten el çektirme yetkisi getirilerek, adeta birer devlet dairesi mantığıyla bürokratik bir kuşatmaya tabi tutuluyor bu OSB’ler.

Şimdi sıkı durun; OSB’lerin yıllık brüt, tekrar ediyorum brüt, gelirlerinden yüzde 1 de bakanlık bütçelerine aktarılması öngörülüyor.

Yani sanayicilerin yatırım ve karlılıklarına bağlı yönetim anlayışlarına son veriliyor. Tamamen devletçi bir bürokratik anlayış hakim kılınıyor.

12 Eylül darbesin hemen ertesinde, o zamanki sanayici ve iş adamlarının önde gelenlerinden olan Halit Narin, “Şimdiye kadar işçiler güldü, gülme sırası biz de” demişti.

Haklı çıkmıştı. Sendikalar, dernekler, grev hakları ve diğer tüm işçi kazanımları bir çırpıda yok edilmişti.

Organize Sanayi Bölgeleri kurulurken, akademik odalar, çevre örgütleri ve konuya duyarlı meslek örgütleri trafikten yoğun kentleşmeye, yer altı ve yer üstü su kaynakları ile tarımsal üretimin uğrayacağı zararları konu alan bir dizi itirazlarının hepsi haklı çıktı, çok da uzun olmayan yıllar içinde. Ama bu şehir OSB’lere doymadı.

İktidar ile kol kola sanayici örgütlerine Sayın Erdoğan çıkıp “bizden önce grevler ve sendikalarla uğraşıyordunuz, biz geldik bu işleri bitirdik” dediğinde gevrek gevrek gülüp alkışlayanlar yine bu sanayicilerdi.

Şimdi de çok cılız bir sesle, neredeyse kendi gölgesinden korkarak itiraz ettikleri bu yasayla diyet ödeyecek gibi görünüyorlar.

Sokak röportajları

Sokak röportajları

Her birimizin her gün en az bir adet sokak röportajı izlediğini söyleyebilirim.

Enteresanlıklarla dolu bu sokak röportajları. Bazen kızdıran, bazen güldüren, bazen endişelendiren, bazen de kendi haklılığımızı teyit eden bu videoları ilgiyle izliyoruz. Çoğunlukla da sosyal medya hesaplarımızdan izliyoruz.

Anında fark edemediğimiz önemli sonuçları oluyor aslında bunların. Sessiz sinemadan bu yana, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra hızla yaygınlaşmıştı film endüstrisi. Bunu TV ve diğer yayın araçları izledi. Görsel etkileşim bireyleri, toplumları biçimlendirdi. Ne düşünüp nasıl hissedip neler giyip nasıl vatansever olup nelerin kutsalımız olacağımızı belirledi görsel iletişim. Bizi yönlendirmeye muktedir bir güçten bahsediyoruz.

Sokak röportajlarının bu açıdan da ayrı bir önemi var. Sinema ve televizyon neredeyse aynı merkezden toplumu bilgilendiriyordu. Hatta misyonunu aşan, toplum mühendisliği işlevi de gördüğünü bu günlerde çok daha iyi fark ediyoruz. İşte şimdi sokak röportajları ile sınanmaya başladık.

Şu anda dünyamızda en çok tüketilen şey; görsel içerik.

Bu içeriğin hedefi de biziz, malzemesi de biziz, tüketen de biziz.

Peki bir sokak röportajını ne olursa sonuna kadar izliyoruz?

Eğer o sokak röportajı bizi kızdırıyor, üzüyor ya da konusuna ilişkin merakımız en başta gideriliyorsa, genellikle sonunu getirmeden kapatıyoruz.

Tabii bu kısa videoların viral (izlendikçe yayılan) olmasına neden olan belli başlı bazı unsurlar da var.

Misal; “tekaüt amcalar”

*Siz gençler bilmezsiniz yağ tüp kuyrukları vardı (!)

*Ülkemiz gibi dünyada yok.

*Çıkar bakayım telefonunu…

*Hadde oradan (kızgın)

Nidalarından biriyle başlayan polemikler ya komik bir yere savruluyor veya tartışma kültüründen yoksun tarafların birbirleri ya da röportajı yapanla kavgası ile son buluyor.

Bir de bu sokak röportajları esnasında soru ne olursa olsun konu siyasetin tıkız gündemine bağlanıyor. 14 yaşında lise öğrencesinden 74 yaşında teyzeye kadar herkesin gündemi aynı. Gelgelelim tarafların bu derece zıt kutuplara savrulması ironi düzeyinde.

“Pahalılık var ama şükret” diyenin karşısında “açız aç” diye isyan eden bir başka vatandaş var.

Kadın cinayetlerini kadının sosyal hayattaki gücüne bağlayan ile bu rolün sınırlanmaya kalkışılmasına dikkat çekenlerin polemiği sokak röportajlarının klasik mevzusu.

“Dünya lideri” meselesine hiç girmeyelim…

Sokak röportajı deyip geçmemek lazım. Bir gün bir sokak röportajı bütün dünyanın değişmesini tetikleyecek gibi geliyor bana.

O yüzden de her rast geldiğimi izlemeye çalışıyorum.

Bir alışveriş bir fiş!

Bir alışveriş bir fiş!

Şehir efsanesi olayının sosyolojisini  tanımlarken “Bir şeyi doğrulayamamamız onun çekiciliğini azaltmaz” diyor, Harold Brunvand.

Daniel Goleman diye başka bir yazar da şu vurguyu yapıyor: “Demokrasinin topluma neye mal olduğu, bireylerin duygusal zeka düzeyiyle doğrudan bağlantılıdır.”

Duygusal zekâ düştükçe şehir efsanelerine olan inancın arttığını ortaya çıkaran araştırmalar var. Bu durum da bugünkü hal-i pürmelalimizi açıklamaya yetiyor.

Zekânın ilk ve en keskin vurgusu mizahtır. İnsanın kendiyle, çevresiyle, başarı ve başarısızlıklarıyla kolayca dalga geçebilmesi, kendini korumaya almaya ihtiyaç duymayan özgüveninin bir yansımasıdır.

İktidarlar açısından bakılınca demokrasinin ülkemize bedeli yıllar yıllardır çok ağır görünüyor. Toplumsal alandaki duygusal zekâ kırıntılarını dahi düşmanlık saymak gibi bilinçli planlı politikalar, demokrasinin bedelini daha da ağırlaştırmış durumda.

Bu çağda sadece bizde değil, bütün dünyada aşı karşıtlığı diye bir hezeyanla baş etmeye çalışılıyor. Hayretle sonuçlarını takip ediyoruz.

İşte tüm bunlar hep duygusal zekâ noksanlığı.

Mizahın, özellikle ülkeyi yönetenlere dönük mizahın demokrasiyi süsleyen katılımcı yönetim anlayışının en iyi ifadesi olduğuna inanırım.

Son 20 yılda bırakın siyasal mizahı, mizahın, mizahçıların dar kalıplar ve belli bir dünya görüşünün kalıplarına sıkışıp kalmasının sosyal hayatımıza bedeli düşünüldüğünden çok daha ağırdır.

Yaşı tutanlar hatırlayacaktır. Liberal politikaların karma ekonomi anlayışını yıkarak, devletçi katılıktan çıkıp özel sektörü önceleyen yönetim anlayışı, Turgut Özal döneminden başlayarak devlet anlayışı olmuştu.

O yıllarda da tespit edildi ki, vergi toplamak için fiş isteme alışkanlığı ile esnafın, şirketlerin fatura kesme konusundaki keyfiyetine bir son vermek gerekiyordu. Bu nedenle neredeyse her vatandaşın bir vergi memuru olacağı bir sistem getirilmişti. Vatandaş fişini istiyor, bu fişi esnaf kesmek zorunda kalınca vergi ödüyordu. Devlet de o kestirdiğiniz fişin belli bir oranını maaşınıza vergi iadesi olarak ödüyordu.

Aslında cüz’i sayılacak bu iade tutarlar için fiş toplama alışkanlığı hızla sağlanmıştı. Neredeyse her yaştan, her meslek grubundan vatandaşlara.

Nasıl mı?

Ünlü tiyatro ve televizyon oyuncuları ile kampanyalar düzenlenmişti. “Bir alışveriş bir fiş” bütün dillere pelesenk olmuş, son derece eğlendirici diyaloglardan oluşan skeçler yıllarca TV’lerde kamu spotu olarak yayınlanmıştı.

Eğer toplumun tüm kesimlerini düşünen bilinçli bir kamu yönetimi olsa, havuz medyasının kurbağalarını beslemekten başka bir işe yaramayan iletişim bütçeleri çarçur edilmese, bu gün bu aşı karşıtlığının bütün toplumu tehdit eden dayatması, çok daha kolay aşılabilirdi.

Tek tek bireylerin duygusal zekâsı, sosyal zekâsı bir toplumun özgüvenidir.

Özgüvenli toplumlar ise kleptomanik ve nepotik iktidarların kâbusudur.