BBP 2023 seçimlerine kendi amblemi ile girecek

BBP 2023 seçimlerine kendi amblemi ile girecek

Önümüzdeki yıl gerçekleşecek 2023 seçimleri için siyasi partiler yavaş yavaş hazırlık safhasına girdiler. Bu bağlamda bazı partiler kendi amblemleri ile seçime girerken bazıları da ittifakla beraber kendi amblemleri ile girecek.

Bazıları da karar aşamasında idi.

O siyasi partilerden biri de BBP idi. Mustafa Destici’nin Genel Başkanı olduğu BBP, her fırsatta seçime Cumhur İttifakı’nda gireceğini ve desteğini açıkça ifade ediyor.

BBP ile ilgili şu değerlendirmeyi rahatlıkla yapabiliriz.

Özellikle muhafazakâr seçmenin gönlünde olan ama sandıkta olmayan bir siyasi hareket.

Belki birçok milliyetçi muhafazakâr seçmenin ikinci siyasi partisi BBP.

Ama sandıkta bir oy atınca, bu oy BBP’ye gitmiyor.

BBP’nin kurmaylarının hedefi, bu seçimde bu düşünceyi değiştirmek. Gönülden sandığa girecek çalışmalara ağırlık vermek.

İşte;

Bu minvalde cuma ve cumartesi günü BBP’nin Ankara’da genişletilmiş istişare ve MKYK toplantısı vardı. O toplantıya katılan isimlerden biri de BBP Genel Başkan Yardımcısı, hemşerimiz Ekrem Alfatlı idi.

Alfatlı’ya telefonla ulaşarak toplantı hakkında bilgilendirmesini rica ettim.

O da “Önümüzdeki seçimlerin startını verdik. Türkiye’yi 13 bölgeye ayırdık. Bu bölgelerde divan ve MKYK üyeleri görevlendirildi. O bölgelerden biri de Bursa, Çanakkale, Balıkesir, Bilecik ve Yalova, benim sorumluğumda. Buralarda saha çalışmalarına başlayacağız. Ardından Genel Başkanımız Mustafa Destici buraya gelerek miting yapacak. Bu çalışmalarımız vatandaş odaklı olacak” dedi.

Ardından seçimlere Cumhur İttifakı içinde kendi logoları altında ve kendi adaylarıyla gireceklerini vurgulayan Alfatlı, çalışmalara başladıklarını paylaştı.

Bakalım BBP kendi amblemi ile gireceği seçimlerde TBMM’ye temsilci gönderebilecek mi?

Gönderirse kaç temsilci gönderecek?

Onu da hep beraber nasipse seneye görmüş olacağız.

DEVA’NIN GAZİANTEP MİTİNGİDE 2 BURSALI

Alİ Babacan’ın liderliğini yaptığı Demokrasi ve Atılım Partisi yavaş yavaş nokta mitinglerinden daha büyük mitinglere doğru adım adım ilerliyor.

Bu bağlamda geçen hafta içinde büyük miting olarak değerlendireceğimiz Gaziantep’te bir miting gerçekleştirildi.

Mitingle ilgili kulislerde birçok iddia dolaştı.

Hatta DEVA’nın mitingle ilgili birçok sorun yaşadığı iddia edildi.

Neticede miting gerçekleşti.

Mitinge Bursa’yı temsilen Osmangazi İlçe Başkanı Yasin Gök katıldı.

Gök’le beraber mitinge katılan bir başka isim ise Bursalı Genel Başkanı Yardımcısı Burak Dalgın idi.

Gök’e mitinge Bursa’dan kaç katılım olduğunu ve nasıl geçtiğini sordum.

O da “Mitinge Bursa’dan sadece ben temsilen katıldım. Diğer arkadaşlarımız Bursa’da bir arkadaşımızın düğününe katıldı. Taşıma miting değil. Gelenlerin hepsi Gaziantep ve çevre illerinden kendi imkânları ile geldi. Bu açıdan bakınca katılım ve ilgi çok iyiydi” dedi.

Fotoğraflara baktığımızda katılım fena değil.

Ama bunların sandığa gittiğinde oya dönüşme oranı nasıl olacak?

Onu da hep beraber ilerleyen süreçte sandıklar açıldığında göreceğiz.

Merkez Bankası’nın altınları ve doların gidişatı

Merkez Bankası’nın altınları ve doların gidişatı

Haftaya damgasını vuran küresel baskı piyasaların tadını kaçırdı.

Doların TL karşısında 16 TL’ye dayanmasında risk iştahının zayıflamış olması net bir etkendi mesela.

Ama asıl fırtına kaynağında patladı! Yani ABD’de…

Amerikan Merkez Bankası Fed’in agresif para politikası gündemdeyken şirket bilançolarının  verdiği ilk çeyreğe yönelik sinyaller yatırımcının ruhunu kararttı, umutlarını törpüledi! Ve yansıması da borsalarda küresel çapta bir satış dalgası olarak karşımıza çıktı.

Aynı zamanda Türkiye gibi gelişmekete olan piyasalar da bu gelişmelerden olumsuz yönde etkilendi. Çünkü küresel sermaye rotayı Amerikan tahvillerine çevirdi! Haliyle dolar da diğer para birimlerine karşı prim yaptı.

Peki sadece moral bozan firma bilançoları mıydı fırtınayı koparan?

Tabii ki mesele sadece firma bilançolarından ibaret değildi.

Geçen salı açıklanan ABD’nin nisana ait sanayi üretimi ve perakende satış veri beklentileri aşan bir performans sergilerken Fed’in faiz artış sürecine destek vermiş oldu.

Bu esnada gelen şirket bilançoları yüksek enflasyonun tahribatına dair çok keskin bir fikir verince ABD’de resesyon korkusu hortlayıverdi! Yani durgunluk endişeleri farklı bir boyut kazandı.

Neden mi?

Çünkü Amerika’nın dev firmalarının maliyetlerini satış fiyatlarına yansıtama konusunda sıkıntı çektiğini ortaya koydu kar zarar verileri… Artan maliyet bilançosu şirketlerin performansını daha epey bir süre düşürecek gibi de görünüyor üstelik!

Bu durumda talebi riske atmamak için fiyatlara yansıtılamayan bir maliyet baskısı Demokles’in kılıcı gibi durmakta. Ve bir kısırdöngüyü de ABD yönetiminin karşısına dikmekte…

Nasıl mı?

Tüketici enflasyonun gevşemesini engelleyen bir maliyet enflasyonu birikimi var. İlk fırsatta fiyatlara yansıyacak olan bu maliyet baskısı, TÜFE’yi yukarıya taşımaya devam edecek! Bu durumda agrasif faiz artışlarının sürmesi kaçınılmaz demektir. Neticede doların güçlenmesi ve risk iştahının azalması da paralelinde yaşanacak olgular olarak görünmekte.

Bu tablo ise yavaşlayan bir ekonomi ihtimaline güç katmakta.

Kısacası yüksek enflasyonla durgunluk arasında bir kıskaçta artık yatırımcı! Haliyle gelen her veri ve haber oynaklığa dalgalanmalara yol açıyor.

Henüz bir kriz modu ve derin bir kış uykusuna işaret eden ayı piyasası söz konusu değil. Ama ABD’de mevcut kısırdöngü aşılmadıkça küresel piyasalarda arada bir mini depremler olması kaçınılmaz.

O nedenle de aman dikkat diyoruz!

Çünkü Türkiye dünyada esen rüzgarlardan en fazla etkilenen ülkelerden biri konumunda ne yazık ki?

Yüksek enflasyona eşlik eden cari açıktaki tırmanış yumuşak karnımız konumunda. Bütçenin de çeşitli nedenlerle baskı altında olması özellikle kur tarafında işimizi zorlaştırıyor.

Yeni haftada da doların yukarı yönlü hareketini koruması ihtimali güçlü!

Ancak, ABD’den negatif rüzgarlar hafifleme moduna girme havasında. Dolayısıyla geride bıraktığımız haftadaki baskı düzeyi yeni haftada görülmeyebilir. Yine de doların lira karşısında gerilemesini hele de mayıs başındaki 15 TL altı seviyelere gelmesi pek mümkün görünmüyor şu anki koşullarda!

Düşüş olasılığını ciddiye almamız için ya adını sıkça duymaya başladığımız “süper” bono ya da tahvilin alternatif olarak sahneye çıkması gerekiyor. Ya da son günlere damgasını vuran Merkez Bankası’nın çok yüklü miktardaki altın satışına dair iddiaların gerçeğe dönüşmesi gerekiyor.

Söz konusu iddiaların gerçek olma ihtimalinin şimdilik zayıf olduğunun altını çizmekte fayda var!

Niye mi?

Resmi teyidi MB’nin perşembe günleri açıklanan haftalık istatistiklerinde görmemiz mümkün. Eğer bir satış varsa altın rezervi azalırken döviz rezervinin o miktarda artmış olması gerekiyor MB bilançosunda!

Ama iddia edilen yükseklikte (25 milyar dolar) bir satış olsaydı uluslararası yatırımcı çoktan TL’ye yönelirdi ve kur da inişe geçerdi. Bu tarz bir işlem trafiğine rastlamadığımız için Merkez’in altın satışı gerçek gibi durmuyor!

Ölümü gösteriyorlar, sıtmaya razı mı olacağız?

Ölümü gösteriyorlar, sıtmaya razı mı olacağız?

Norm Haber ailesi olarak her cuma günü saat 17.00’de bir araya geliyor ve farklı fikirlerin çarpışmasından doğan sinerjiyle ‘Gündem Turu’ yapıyoruz. Konularımız da ülke ve kent gündemi oluyor haliyle.

Şimdiye kadar size bu programdan bahsetmemiş olabilirim. Bu kez mevzu bahis çok enteresan bir teori olunca dayanamadım, ben de yazayım ve kendi anladığım biçimiyle vatandaş tarzı bir ekonomik bakış getireyim istedim.

Norm Haber’in Kurumsal İletişim ve Pazarlama Yönetmeni Nail Özer’in içinde bulunduğumuz ekonomik krize bambaşka bir bakışı ve bulduğu çok da güzel bir tanımı var:

Kontrollü Ekonomik Kriz!’

İlk başta kulağa biraz garip gelse de bu durumu ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etme’ hatta bir de üstüne doktora hayran olma olarak tanımlarsam ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Gözlerimizi ‘Bugün nelere zam yapıldı acaba?’ sorusuyla araladığımız şu günlerde;

Sevgili emekli kardeşim; bir yıl evvel beş kilosu yirmi lira olan şekerin kilosu yirmi lira oldu. Yüzde 400 zam yaptılar. Sana ne zam verdiler, yüzde 25!” paylaşımını yapan vatandaş durumu tam olarak özetliyor aslında.

12,95…14,95…19,25….24,95….26,95!!!

10 gün içerisinde değişen 48’li demlik poşetli çay fiyatları…!” sözleri de zamların ne kadar sık aralıklarla yapıldığını gösteriyor bize.

Bu paylaşımlar bizlerden, sade suya tirit vatandaşlardan alıntı.

Yani kısacası, herkes, nefes alıp verirken bile fark edebiliyor yaşanan ekonomik sıkıntıyı. Üstelik bu enflasyonist ortamda daha önceki enflasyon dönemlerinde olduğu gibi alım gücünü desteklemek maksatlı maaş artışlarını da göremiyoruz.

Hal böyle olunca, alım gücümüz bir yıl öncesinin yarısının da altına düştükçe, bir bataklığın dibine çekildiğimizi hisseder olduk.

İşte bu durumun tam da bu biçimde hissedilmesi için hükümetin de özel bir çaba harcadığı ve tam vatandaş son nefesini vermek üzere iken, tahminen temmuz ayında bir takım paketler açıklayarak halkın bir ölçüde rahatlamasının sağlanacağı tezidir ‘kontrollü ekonomik kriz…’

Sonuç olarak rahatlayan vatandaş, ‘bu işin sonunda ölmek de vardı, devletimiz bizi ölümden kurtardı’ diyerek oyunu kurtarıcısına verecek elbette bu durumda.

En azından, plan bu!

Tabii şu anda bir ölçüde kontrol altında tutulmaya çalışılan, yani vatandaşın kafasının tamamen bataklığa gömülmemesine uğraşılan bir proje!

Bahsettiğimiz plan işleye dursun,

Türkiye’de de muhalefetin beklentisi, ekonomik krizin ulaştığı bu noktada seçmenin artık iktidara verdiği desteği geri çekmesi, yaklaşık 20 yıl sonra muhalefete yeniden şans vermesi.

Peki, bu beklenti karşılık buluyor mu?

Hem evet hem hayır.

Evet, çünkü iktidar partisi oyları hiç olmadığı kadar düşük anketlere göre.

İşin korkutucu yanı ise muhalefetin beklediği kadar büyük bir oy dönüşümü yok. İktidardan uzaklaşanların çok önemli bir kısmı kararsızlar grubunda beklemedeler. Bataklıktan kurtarılmayı bekliyorlar!

Yani, ideolojik meseleleri bir yana koysak bile, ekonomik krizden canı yanan seçmenin doğrudan muhalefete kayacağı beklentisi yanıltıcı. Seçmen ekonomik krizden ne kadar mustarip olsa da krizi muhalefetin çözebileceğine tam ikna olmuş değil.

Bir başka deyişle, krizlerde seçmen iktidarın net performansına değil ‘görece’ nasıl performans sergilediğine ve sergileyeceğine bakar.

Hoooppp!!!

Kontrollü ekonomik kriz kontrol altına alınır ve…

Temmuz ayında vatandaşın alım gücünü bir miktar da olsa rahatlatacak paketler birbiri peşi sıra açıklanırsa, bataklıktan kafasını biraz kaldıran halk karşısında sandığı gördüğünde oylar kime gider sizce?

Bu noktada iki ihtimal var muhalefetin önünde;

1-Sadece durum tespiti yapmaktan uzaklaşıp seçmeni daha iyi bir yönetimin olduğuna samimiyetle inandırmayı başarmak,

2-Kontrollü ekonomik krizin kontrolden çıkması için dua etmek!

Unutmamak lazım ki; seçimler, iktidar başarısız olduğu için değil muhalefet daha iyisini yapacağına inandırdığı için kazanılır.

 

 

BURKENT’in acilen konut üretimine girmesi şart!

BURKENT’in acilen konut üretimine girmesi şart!

Sayın Cumhurbaşkanı’nın faizle savaşını takip edenlerdeniz.

Cumhurbaşkanı, üretmeden zengin olanların karşısına siper oluyor.

Ama üretmeden zengin olanlar sadece faizden geçinenler değil.

Şeker stoğu yapıp çok kısa bir sürede yüzde 240 kazananlar yok mu?

Yine un stoğu yapıp benzer bir kazancı sağlayanların sayısı hiç de az değil.

Daha hafta içinde çaya gelen zam sonrası marketlerde çayları indirip yeni fiyat ayarlaması yapanlar yok mu?

Yine faizleri indirip garibanın ev sahibi olması için yolu açan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu açıklamaları sonrası kazancına kazanç katanlar yok mu?

Bunları yazmaya bugün yetmez, yarın öbür gün de köşeyi doldurur, hatta arkadaşlarımızın köşesine bile geçebiliriz.

Ama biz kısadan gidelim.

Bu minvalde;

Özellikle son birkaç haftadır konut fiyatlarındaki tırmanış yüzde 30’ları geçmiş durumda.

Keza bir yıl ortalamasına baktığımızda bu oran yüzde 100’e dayanmış durumda.

Bir tarafta bunlar yaşanırken, diğer tarafta da konut ihtiyacı her geçen gün artıyor.

Artan sadece konut fiyatları değil, konut maliyetleri de artıyor.

Bu minvalde yine hazır çimentoya son 6 ayda yüzde 150’nin üzerinde zam geldi, demire gelen oran daha fazla.

Arsa maliyetleri uçtu gitti.

Artan maliyetlerlevatandaş ne kiralık konut bulabiliyor, ne konut alabiliyor, ne yapabiliyor, ne de onarabiliyor.

İşte bu noktada artık top Bursa özelinde Bursa Büyükşehir Belediyesi’nde.

Konu ile ilgili olarak Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, bundan birkaç ay önce gerçekleşen meclis toplantısına BURKENT’in toplu konut üretimine gireceğini açıklamıştı.

Bu karar son derece yerinde ve doğru karar.

Ve bu kararın bir an önce yürürlüğe girmesi şart.

Buradaki model de geçmişte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemindeki KİPTAŞ kanalı ile yaptırdığı konutlar olabilir.

Bu anlamda şehrin doğu yakasından başlamak üzere BURKENT’in bir an önce toplu konut üretimine başlaması gerekli.

Neden şehrin doğu yakası?” sorusuna vereceğimiz yanıt da şehrin yükünü dağıtma, bu bölgelerin de cazibe merkezi haline gelmesi adına diyebiliriz.

Kentin bölgeler arasında gelişmişlik farkı bu sayede kapatılabilir.

Bunun da yolu alternatif rezerv alanlarının tespiti ile başlar. Ardından BURKENT marifeti ile bu üretimler gerçekleşirse Bursa’nın da konut ihtiyacına çözüm bulunmuş olur.

Hem de gelir düzeyi belirli kesimler de ev sahibi olmuş olur.

Öneri bizden, değerlendirmek kentin yöneticilerinden…

İL BAŞKANLARI ADAY GÖSTERİLMEZ İSE SİYASETE DEVAM EDERLER Mİ?

Önümüzdeki 2023 seçimleri için merak ettiğimiz konulardan biri de Meclis’te temsil edilen siyasi partilerin Bursa’daki il başkanlarının durumu.

Mesela;

Bugün AK Parti Bursa İl Başkanı Davut Gürkan, milletvekili adayı olur mu?

Aday adayı olup milletvekili listesinde yer almaz ise ne yapar?

Yine CHP Bursa İl Başkanı İsmet Karaca için aynı soruyu soralım. Hatta ona şu şekilde ilave yapalım: Partide ön seçim olsa ya da olmasa, seçilebilecek sıradan aday gösterilmez ise tavrı ne olur?

Buna bir de İYİ Parti Bursa İl Başkanı Selçuk Türkoğlu’nu ilave edelim.

O da partisi tarafından aday gösterilmez ya da seçilebilecek sıradan aday gösterilmez ise ne yapar?

Son olarak da MHP Bursa İl Başkanı M. Cihangir Kalkancı için aynı soruyu soralım.

O ne yapar?

Ya da genel olarak aday gösterilmemesine rağmen kim aktif siyasete devam eder?

Burada tepkiyi az veya hiç göstermeyen hangi il başkanı olur?

Bana göre MHP Bursa İl Başkanı M. Cihangir Kalkancı.

Ya size göre?

Kim bu kent dinamikleri?

Kim bu kent dinamikleri?

Bu kentin dinamikleri” diye başlayan bir cümle gördüğümde beni bir gülme alıyor!

Diyelim ki birilerinin altından kalkamadığı bir sorun var, hemen şu açıklama gelir:

Bursa dinamikleri elini taşın altına koymalı!..”  

Buradaki dinamikler (!) genellikle para verebilecek kurum, kuruluş ve iş adamlarıdır.

Resmi kurumlardan gelen “basın bülteni”nde bile rastlayabilirsiniz bu sihirli kelimeye:

Bursa’nın geleceğine kent dinamiklerinden büyük destek!..”

Bu şehrin “dinamikleri” ile şehri geleceğe taşımak isteyenler,

Bu şehrin “dinamikleri”nin sağduyusuna güvenenler,

Bu şehrin “dinamikleri” ile el ele çözüm üretenler,

Bu şehrin “dinamikleri”ne sitem edenler,

Bu şehrin “dinamikleri” diye kendi mahfillerini övenler belli.

Ancak “kent dinamikleri” belirsiz!

Daha doğrusu kim kendi meselesinin halledilmesinde kime güveniyorsa, kent dinamiği o.

O yüzden de kentsel dönüşümden çevre sorunlarına, yeni yatırımlardan kent markalaşmasına, turizmden Bursa’nın havaalanı meselesine, hızlı tren hikâyesine kadar bütün konular bu kent dinamiklerine bir yerden bağlanıp çözüm bekleniyor.

Gogol’u bekler gibi!..

Peki, kim bu kent dinamikleri?

O kentin bürokrasisi ya da yerel yönetimlerini ya da zengin iş adamlarını tek tek ya da hep birlikte kent dinamiği saymak, öğrenilmiş çaresizlikten başka bir şey değil.

Dönüp sorunlara baktığınızda da sorunlarla bu “dinamikler” genellikle iç içe görünüyor.

Ama çözümler konuşulduğunda yine dinamiklerden çare aranıyor.

Çevre sorunları ve plansız kentleşmeden başlayarak, sorunlar sarmalında boğuşup durmamızın sebebi bu olabilir mi?

Bir kentin dinamiği, yalnızca ve yalnızca o kentin sivil toplum kuruluşları olabilir.

Ancak resmi politikalara eklemlenmiş STK’ların bir kısmının artık sorunları örtme misyonu var.

Diğerleri ise neden-sonuç ilişkisini kuramamış söylemlerle gün doldurmanın konfor alanında, varlıklarını koruma derdinde.

Siyasi iklimin ülkede yarattığı en önemli tahribatlardan biri de budur.

Yani STK’ların karar vericiler, yasa koyuculara karşı kamuoyu adına duruşları kriminalize edilip etkisizleştirildi.

Keşke demokratik müreffeh toplumların, 4-5 yılda bir sadece oy vermekle yetinmeyen toplumlar olduğu daha çok bilinse.

Keşke katılımcı yönetim anlayışını hayata geçirmiş toplumların, siyasi otoritelerin hatalarına karşı tek güvence olduğu gerçeği hiç unutulmasa.

Toparlanın, ‘Çadır Devri’ne geçiyoruz!

Toparlanın, ‘Çadır Devri’ne geçiyoruz!

Akademik odaların bu şehir için yaptıklarına ve şehirde yapılanlarla ilgili görüşlerine her daim çok önem verdiğimi sıklıkla dile getiriyorum.

Aktif çalışmaları ile şehrin dokusu üzerinde söz söyleyen önemli odalardan Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı Şirin Rodoplu Şimşek ile şehir hakkında sıklıkla sohbet etme fırsatı buluyoruz.

Son günlerdeki en önemli konu ise hem ülkemizde hem de şehrimizde bir türlü önü alınamayan konut fiyat artışları ve paralelinde ilerleyen kiralardaki yükseliş.

Şehrimizde en ucuz dairenin fiyatı milyonlara dayanmışken, Özlüce bölgesinde 9-10 bin liralık kiralardan söz açılıyorken, bu meseleyi konuşmamak da yazmamak da olmazdı.

Bursa bir zamanların İstanbul’u gibi ‘taşı toprağı altın’ tarifiyle göç edilen, yükselen sanayisi ile de dikkat çeken bir şehir artık. Bunu kabul etmek lazım.

Şehir dışardan göç alırken, gelenlerin yaşaması için alan açılması gerekliliği de ortaya çıkıyor ve burada da arsa maliyetlerinin yüksekliği göze çarpıyor. Çünkü boş alanlar azaldı, arsa üretmek artık çok zor!

“Biz düşük faiz imkanları sunmak yerine arsa maliyetlerinin yüksekliğinin önüne geçebilsek, çok daha başarılı olunacak. Toprak sahipleriyle yapılan anlaşmalarda, bugün yüzde 60-70 gibi oranlar konuşuluyor. Bu durum sadece ev sahibi olmak isteyenleri değil, inşaat sektörünü de zora sokuyor!” diyor Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı.

Yani şöyle düşünün; Bursa yakınında bir köyde araziniz var, arsa oluşturulması maksadıyla köyünüz imara açıldı. Artık imarlı olan arsanızın üzerine yapılacak binanın yüzde 60-70’ine sahip olabiliyorsunuz.

Ben de düşünüyorum; böylesi bir rant, böylesi bir kazanç, köylü Ahmet emmiye, Hatice teyzeye mi kalıyor, yoksa bu arazilerin imara açılacağından önceden haberi olan ve köylüden, imara açılmamış arazisini satın alıp, arazinin imara açılmasını bekleyerek büyük kar etmeyi amaçlayan yatırımcılara mı?

Ben ikinci şıkkı işaretlemek istiyorum…

Sağdan soldan duyuyoruz; iş ve siyaset dünyasının ileri gelenlerinin, kapalı kapılar ardında konuşulanlara erişimi olanların, hep bir gayrimenkul danışmanı var bu devirde. Ya da gayrimenkul danışmanlarının böylesi bilgilere erişimleri var…

Bilemeyiz…

Bildiğim bir şey varsa o da şudur ki, inşaat maliyetlerini arttıran en önemli etkenlerden biri arsa maliyetleri ve buradan sağlanan kar, sade vatandaşın cebine asla gitmiyor!

Gidemiyor! Çünkü adı üstünde, sade vatandaş…

Konut fiyatlarını tırmandıran tek etken elbette arsa maliyetleri değil. İnşaat malzemelerindeki artış da maliyetlerin artışında çok etkili. TÜİK’in yaptığı açıklamaya göre, inşaat maliyetleri mart ayı itibarıyla son bir yılda yüzde 102 arttı. Buna göre yeni konutların fiyatı yüzde 102, yeni olmayan konutların fiyatı yüzde 95 arttı.

Burada önemli bir ayrıntı var mutlaka dikkat çekilmesi gereken, çünkü bu ayrıntı emekten yana, işçiden yana bir ayrıntı. Bina inşaat maliyeti son bir yılda yüzde 98 arttı, ama oranın bu düzeyde kalmasını işçilik maliyetindeki düşük artış sağlamış oldu.

Son bir yılda bina inşaatında malzeme fiyatları yüzde 124 artarken, işçilik giderindeki artış yüzde 43’te kaldı. İşçi, bırakın malzeme fiyatlarındaki artış kadar, onun yarısı kadar bile ücret artışı alabilseydi bina inşaat maliyeti çok daha yukarıda oluşacaktı.

Ortalama bir dairenin şehrimizde maliyetinin 1 milyon lira ile 1 buçuk milyon lira arasında değiştiğini belirtiyor Şirin Rodoplu Şimşek ve diyor ki;

“Bu rakamlara mal edilen binalar 1 buçuk, 2 milyon liradan aşağı satışa çıkarılamıyor. Peki, kim alacak bu binaları? Asgari ücretin üzerinde ücret alınan işlerde, karı koca birlikte çalışan bir ailenin bile bu durumda ev sahibi olması mümkün değil! Biz bunu görüyoruz!”

Sonra ne oluyor?

Yapılan binalar boş kalıyor. Bina ihtiyacı arttığı için kira fiyatları da çılgınca artıyor. Bir biçimde yeni bina alabilenler de fiyat-kira ilişkisi kurarak kısa sürede satın aldığı konutun bedelini realize etmeye çalışıyor. Bu realize etme çabasının ucunda da çoğunlukla yabancı yatırımcı bulunuyor.

Biz artık kendi ülkemizde yabancıların kiracısı olmaya başladık. Balon çözümler istemiyoruz. Arsa spekülatörlüğünün önüne geçilmesini, inşaat malzemelerindeki fiyat artışının durdurulmasını istiyoruz. Ürettiğimiz binaları bizim ülkemizin insanı alsın, huzur içinde kendi evlerinde oturan vatandaşlarımız olsun istiyoruz” diyor Mimarlar Odası Bursa Şube Başkanı.

Bu arada inşaat sektöründen başka sektörlere ciddi kaçış olduğunu da söyleyelim…

Sektörden kaçışlar başlamış, vatandaş ev alamıyor, kiraya çıkamıyorsa bundan sonra yepyeni bir devrin kapıları açılıyor: Çadır Devri…

 

AK Parti’de Bursa üvey evlat mı?

AK Parti’de Bursa üvey evlat mı?

Gerçek olan şu:

Bursa’nın yatırım noktasında AK Parti’de en etkin olduğu yıllar Faruk Çelik’in Grup Başkanvekilliği yaptığı dönem ve ardından Çelik’in bakanlık yaptığı dönemlerdi.

Bu dönemlerde Bursa’nın sorunları gündeme çözüm yolları ile geldi.

Sorunlar süratle çözüldü.

Ardından Binali Yıldırım’ın Başbakanlığı döneminde, Hakan Çavuşoğlu’nun Başbakan Yardımcılığında… Çavuşoğlu, Bursa’nın Ankara’da sesi kulağı oldu.

Bir de arada pansuman dönemi var.

Ona hiç girmeyelim.

Özellikle her ortamda şunu ifade ediyoruz: İktidarda kim olursa olsun, Türkiye’nin dördüncü büyük kenti Bursa’nın, iktidarın yürütme kadrolarında daha aktif olması gerekiyor.

Ama mevcut durumu görünce acaba AK Parti’de Bursa üvey evlat muamelesi mi görüyor, diye düşünmeden edemiyoruz.

Bursa milletvekillerini değerlendirince her biri bakanlık yapabilecek kapasitede.

Bu minvalde düşününce, gerek Kabine, gerek üst düzey yönetimler, gerekse partilerin grup başkanvekillerinin Bursalı olması gerekiyor, diye düşünüyorum.

AK Parti’nin üst düzey yönetiminde Bursa’da ikamet eden 11 milletvekilinden birinin genel başkan yardımcısı düzeyinde temsil edilmesi gerekiyordu.

Tamam,

Birileri Efkan Ala diyebilir.

Ala, Bursa milletvekilidir, AK Parti’de Genel Başkan Yardımcısı’dır. Ama rotasyonla Bursa Milletvekili seçildi.

Yine Kabine’de Bursalı bir bakan olması gerekiyor, diye düşünenlerdenim.

Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde şu ana kadar maalesef Bursalı bakan olmadı!

Bakalım seçimlere kadar olacak mı?

Onu zaman gösterecek…

Bunun dışında Ankara’da her bakanlıkta daire başkanı, genel müdürlerin olması da Bursa açısından oldukça iyi olacaktır.

Bursa’nın ihtiyaçlarına yanıt vermek için bundan daha güzel yol olamaz.

Keza AK Parti Grup Başkanvekili Cahit Özkan’ın görevden alınmasının ardından yerine keşke Bursalı bir milletvekili getirilseydi, çok hoş olurdu, diye düşünüyorum.

Bursa’nın bu anlamda iktidar partisinde üst düzey yöneticilere ihtiyaç var…

Bunun yolu da birlik ve beraberlikten geçiyor.

Umarım tüm siyasi partilerde bu birlik ve beraberlik sağlanır. Bundan Bursa kazançlı çıkacaktır.

PARLAMENTER SİSTEM GELSE NE OLUR?

Özellikle Millet İttifakı’nı oluşturan siyasi partilerin genel seçimler öncesi en büyük seçim argümanlarının başında güçlendirilmiş parlamenter sistem geliyor.

Olası bir seçimde güçlendirilmiş parlamenter sistem gelse, sonuçlar ne olurdu?

Gerçekleşen tüm seçim anketlerinde birinci çıkan siyasi parti AK Parti.

Oy oranı yüzde 35 bandında.

Keza ana muhalefet partisi ise yüzde 30 bandında.

İYİ Parti yüzde 15-20 bandında…

Diğerleri ise farklı oranlarda.

Olası eski seçim sistemi ile seçime girilse, sistemde hükümeti kurma görevi ilk önce AK Parti’ye verilir.

AK Parti de hükümeti kurardı.

CHP ise yine yıllar yılı muhalefette kalmayı sürdürürdü.

O zaman Millet İttifakı’nın iktidara gelmesi için tek yol mevcut seçim sistemi.

Bu arada;

Mevcut seçim sistemi dışındaki tüm oluşumlarda AK Parti ya iktidar olur ya da iktidarın en büyük ortağı…

Bunu herkes anlıyor.

Amma velakin CHP anlamıyor.

Bir de bugünlerde ortaya atılan diğer bir dedikodu ise 6 Kasım 2022 tarihinde erken seçim yapılacak iddiaları.

Bu iddiaları AK Parti’de siyaset yapan bir abime sordum.

Kesinlikle erken seçim olmaz, dedi.

Bunu da bu köşeden yazmış olalım.

CHP’nin kazanı!

CHP’nin kazanı!

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bursa’yı, büyükşehri en rahat alabileceğimiz yerde, büyükşehir adayı ile il başkanı arasındaki çekişme yüzünden kaybettik. Bütün Bursalılara karşı mahcubiyetimiz var!” açıklaması ne talihli bir açıklamadır!

Bir genel başkanın hem kendisini hem de ekibini böylesine doğru biçimde, vatandaşın karşısında, böylesine objektif eleştirmesi bence çok yerinde bir hamle.

Bursa’da bu soruyu defalarca taraflara sormuş, hep de ıvır kıvır cevaplar almış, yazılmamak kaydıyla anlatılanlarda da hep genel başkanın açıklamalarını doğrular bilgileri edinmiş bir gazeteci olarak söylüyorum; keşke genel başkanınız kadar cesur olabilseydiniz!

Bundan sonrasında da CHP’de siyaset yapan, siyasi ikbal güden ya da gütmeyen, önümüzdeki seçimlerde çalışmaya niyeti olan her partili kendisine ve partisine karşı ancak bu denli şeffaf, bu denli dürüst olursa başarı kaçınılmaz olacağının farkında olmalı.

Eğer daha önceki seçimlerde olduğu gibi listelerde yer almak, bazı mevkilere aday olmak adına bölünmelere, çekişmelere gidecek, (bir delege seçiminde kadınların birbirinin saçlarını çekiştirmek suretiyle iyice ayağa düşürdüğü biçimiyle) kavgalar edecekseniz bu iş şimdiden yatar size söyleyeyim.

Pek meşhur laf var ya hani, aslında hiç de sevmem, ‘Cehennemde solcuların kazanına zebani koymamışlar, onlar kendi kendilerini zaten aşağı çekiyor diye’ hah işte bu lafı doğrular biçimde hareket etmek artık ciddi kayıplar yaşatır. Bunu unutmamak gerekiyor.

Çağrımdır; bu kez şunun adamı, bunun destekçisi olmayın. ‘Ben onun programına katılmam, bunun çalışmasında bulunmam’ demeyin. Sadece millet için ve değişim için çalıştığınızı düşünün.

Yoksa bir sonraki seçimlerde ayağından çekiştirecek kimseyi bulamayabilirsiniz…

SEÇİMİN AYAK SESLERİ ALMANYA’DAN MI GELİYOR?

Üretim neredeyse durma noktasına gelmiş, geçim sıkıntısı dağları aşmış, sağlıkta, eğitimde, yargıda yaşanan sorunlar saymakla bitmiyor, bir taraftan da muhalefet bastırıyor, ancak başka hükümetler döneminde olsa şimdiye kadar kapımızı çoktan çalması gereken erken seçim bir türlü gelmiyor.

Erken seçim gelmiyor, fakat muhalefet partileri en küçük bir zayıflık gösterdiklerinde baskın seçim olacağından büyük endişe duyuyorlar. Bu nedenle de gardları hep yüksek olmak zorunda. Hiç bir hataya tahammülleri yok.

Memlekette gidişat böyleyken hükümetin attığı her adım, ‘acaba erken seçimin habercisi midir?’ diye yorumlanıyor.

Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a son seçimlerde yüzde 65 destek veren Almanya’ya ‘seçim bilgisayarlarının güncellenmesi ve altyapının hazırlanması için’ ekip gönderilmesi meselesi de bu meraktan nasibini aldı elbette.

AK Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın son seçimlerde en yüksek oy aldığı yerlerden olan Almanya’ya, ‘seçim bilgisayarları olan’ bölgelere, kontroller için, Dışişleri Bakanlığı Bilgi İşlem Daire Başkanlığı ekibi gönderildi.

İşlemlerin yapıldığı bölgedeki memurlar pek konuşmak istemeseler de, “Son seçimin üzerinden dört yıl geçti. Bizden güncelleme istendi. Programlar yenilendi, Türkiye ile uyumlar test edildi. Seçim bilgisayarlarının denemeleri yapıldı ve yeni programlar yüklendi” diyorlar.

Malum, yurt dışında yaklaşık 3 milyon seçmen bulunuyor ve 1 milyon 450 bine yakını Almanya’da. Bu rakam, Türkiye’deki birçok büyük şehirden fazla.

Bir de Almanya’nın bizi kıskandığını unutmamak lazım!

Sokak röportajlarında nasıl da rahat yaşadığımıza sürekli vurgu yapan gurbetçi vatandaşlarımız, tatillerini bitirdikten sonra, son derece huzursuz ve memleket hasreti ile yaşadıkları ülkelere geri döndükleri hatırlatıldığında sinirlenseler de gurbetçi olmanın verdiği hassasiyetle olsa gerek AK Parti hükümetine ayrı bir sempati duyuyor.

Almanya, Avusturya, Belçika gibi ülkelerdeki Türklerin büyük çoğunluğu AK Parti’ye oy veriyor. Nispeten daha zengin ve Türklerin eğitim durumlarının yüksek olduğu İsviçre, ABD gibi ülkelerde AK Parti’nin oyu düşüyor.

Halkımızın siyasi tercihleri gurbette de değişmiyor yani.

Tercihler değişmese de sular giderek ısınıyor seçim sath-ı mailinde…

Gençliğe mirasımız açlık mı olacak?

Gençliğe mirasımız açlık mı olacak?

Gençlerin bayramı törenler eşliğinde hayat buldu yeniden.

Cumhuriyeti gençlere emanet etmenin gururu göğsümüzü kabarttı yine…

Ama gençlerin geleceğine nasıl bir zemin oluşturduğumuz çok tartışmalı bir mesele!

Onlara güvenli, sağlıklı bir gelecek, bir ülke sunabiliyor muyuz?

Eğitimde kalite ve fırsat eşitliği meselesi başlı başına bir sorun. Çok ciddi yapısal sorunlar birikmiş vaziyette. İlk ve orta öğretim müfredatındaki garabetler bir yana fiziki yetersizlikler ve öğretmen açıkları diğer yana… Madalyonun öteki yüzünde bir de atanamayan öğretmenlerimizin dramı var!

Tabela üniversitelerinin kardan çok zararı olduğu da açık.

Ve tüm mezunlara yeterli iş alanı yok.

Genç işsizlik oranının yüzde 20 – 25 aralığında gezmesi boşuna değil.

Çalışma ortamları ve gelir seviyeleri ise başka bir mesele. İfade özgürlüğü ve yaşam tarzına dönük hissedilen tehdit de gençlerin gündeminde yer buluyor.

Haliyle gelecek kaygıları gençleri başka ülkelerin hayranı haline getiriyor ne yazık ki!

Siyasetçilerin oylarına göz diktiği gençleri motive edip gelecek adına umut verme zorunluluğu net biçimde ortada. Ama bu anlamda çok net fizibiliteler içeren uzun vadeli ve çok yönlü perspektifte projeleri henüz duyma ve görme şansımız olmadı.

Konserler, etkinlikler ve bedava internet vaatleri ile gönül alma çabası günü bile kurtarmaktan çok uzak oysa ki!

Çünkü gençler hızla akıp giden gelişmeleri ve dünyada olanı biteni rahatlıkla takip edebiliyor. Doğal olarak da beklentilerini daha yüksek çıtalara çıkarabiliyor.

Bu çerçevede gençleri sadece iktidar için anahtar konumdaki oy deposu olarak görmek yerine gelecekleri için çok daha fazla kaygılanıp projeler üretmek şart.

Yeni kuşakların çok duyarlı oldukları çevre meselesine çok daha fazla kafa yormak şart mesela!

Çünkü iklim değişikliği, halihazırda doğada nasıl bir dengesizlik yaratabileceğini fragmanlar şeklinde gösteriyor. Hava koşullarının ani değişimi ve kuraklık suyumuzu ve gıdamızı çalmaya başladı bile.

Orta ve uzun vadede iklim değişikliği sürecinin olası negatif getirilerine karşı tedbiri şimdiden düşünmek zorundayız.

Ama kısa vadede çok yönlü bileşenleri ile giderek büyüyen bir gıda krizi var kapımızda!

Tarımsal üretimin düştüğü fiyatların zıpladığı bir süreçten geçiyoruz.

Dünyanın açlıkla sınanacağı günler uzak görünmüyor. Mesele sadece iklimin azizliği değil çünkü.

Pandemi ve ardından patlayan Ukrayna savaşı tarıma ciddi darbeler vurdu, vuruyor, vuracak… Yüksek maliyet artışları ikinci yük olarak hem üretime darbe vuruyor hem de yüksek gıda enflasyonuyla kitlelerin besine ulaşma olanaklarını kısıtlıyor.

Kuraklık belasını da bu tabloya eklediğimizde gıda krizinin boyutu ve tahribatına dair fikir edinmek zor olmaz!

Yapılan tahminler bu süreci tersine çevirme yolunda ciddi adımların atılmadığı taktirde kısa sürede 250 milyon kişinin kıtlıkla yüz yüze kalacağını öngörüyor. Yüz milyonlarca kişinin de fakirlik sınırının altına inmesi söz konusu.


Zaten halihazırda açlık ve yoksullukla boğuşan milyonlar varken tablonun kaçınılmaz olarak daha da ağırlaşma riski apaçık ortada!

Gıda krizinin yaratacağı sosyal çalkantılar ise birçok ülkenin başına bela olurken göç meselesini çok daha vahim boyutlara çıkarmaya aday.

Tarımsal ithalatı hayli yüksek olan ülkelerden biri olan Türkiye’nin de bu kritik meseleye çok daha fazla kafa yorması hem bugünün hem de geleceğin yani gençlerin kaderi üzerinde etkili olacaktır.

Birçok ülke gıda ihracatlarına sınırlama getirmeye başladı. Haliyle ürün bulmak zorlaşıyor. Üstelik zaten pahalı olan ithalat iyice zamlı bir tablo çıkarıyor karşımıza.

Yüksek maliyet ve düşük verimlilikse Türk tarımını bitirmeye aday.

Kısacası ciddi bir açmaza sürükleniyoruz hep birlikte.

Kazandığı ile sadece karnını doyurabilen yani karın tokluğuna çalışan bir toplum olma yolundaki ilerleyişimize dur demek şart!

Peki hangi partinin buna dönük somut bir projesi var?

Gelecek seçimlerde seçmen sandıktan partilere nasıl yanıt verecek?

Gelecek seçimlerde seçmen sandıktan partilere nasıl yanıt verecek?

Türk seçmeninin sandıkta ne yapacağını kestirmek mümkün değil!

Öncelikle şu tespiti yapmak gerekir: Türk seçmen yapısını irdelediğinizde ortaya farklı sonuçlar çıkabiliyor.

Birileri seçmeni takım tutar gibi nitelendirse bile sandıktan çıkan sonuçları değerlendirdiğinizde ortaya farklı bir tablo çıkıyor.

Hatta bunun tam tersi.

Zıtlar arasında tercih yapabiliyor.

Misal, bu bağlamda;

Avrupa’da sosyal demokratlara oy veren Türkler, ülkemizde sandığa gidince muhafazakâr partiye oy verebiliyor.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

İstanbul’da Sultanbeyli’de AK Parti’ye oy veren seçmen Beşiktaş’ta CHP’ye, Ankara Keçiören’de AK Parti’ye oy veren seçmen Çankaya’da CHP’ye oy verebiliyor.

Bursa’da yine Yıldırım’da muhafazakâr partiye oy veren seçmen Nilüfer’de CHP’ye oy veriyor.

Bu örnekleri biraz da çoğaltmak gerekirse bugün HDP’nin kalesi olan Diyarbakır’da geçmişte RP belediye başkanlığını kazanmıştı.

Keza Kayseri’de belediye başkanlığını bir dönem SHP’li aday kazanarak başkanlık koltuğuna oturmuştu.

Bingöl’de geçmiş yıllarda MHP’li belediye başkanı olduğunu Türk siyasi tarihini takip edenler bilir.

Yine HDP milletvekillerinin birçoğunun geçmişte sol partilerde siyaset yaptığını da hatırlatalım.

Yine;

Bursa’da geçmişte Yenişehir’de belediye başkanlığını SHP’li merhum Turhanettin Ergünaç kazanmıştı.

Yine Muş’tan MHP’nin milletvekili kazandığını, Kars’ta MHP’nin belediye başkanlığını kazandığını biliyoruz.

O açıdan değerlendirince önümüzdeki seçimler için şimdiden işkembeden sallayıp yorum yapanlar bu sonuçları bir kere irdeleseler.

Bu kadar kesin konuşamazlar.

Önümüzdeki seçimlerin galibi hangi siyasi parti olur sorusuna ben yanıt veremeyeceğim.

Ama kazananı seçmen olacak.

Seçmen öyle bir düğüm atacak ki onu yüzlerce politikacı çözemeyecek.

Şimdiden bunu ben hatırlatmış olayım…

BİRİLERİNİN İŞİNE GELMESE DE GERÇEK BU!

19 Mayıs’ı kutladık.

Bazı kesimler atıp tutuyor.

Atatürk’ü kimse ile paylaşmıyor.

Onlardan başka Atatürkçü yok.

Sadece bunlar mı?

Diğer zamanlarda birileri milliyetçiliği kendi tekeline alır. Birileri dindarlığı. İçinde halkçılık olmayan partiler halkçılıktan bahseder, içinde sol olmayanlar soldan, içinde demokrasi olmayan demokrasiden bahsederler.

Birileri anlamasa da dindarlık da, Atatürk de, milliyetçilik de bu ülkenin ortak değeridir.

Birilerinin işine gelmese de gerçek bu…

MHP’DEN KELES ÇIKARMASI

Türk siyasi tarihinde bir dönemi kapatan diğer dönemi başlatan mekânların başında Keles Kocayayla geliyor.

2000’li yılların başında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Keles’te erken seçim için harekete geçmesinin ardından gerçekleşen seçimler sonrası AK Parti iktidara gelmişti.

O günden bugüne ANAP, DP, DSP bir daha seçilerek TBMM yüzü göremedi.

Bu açıdan bakınca Keles önemli.

İktidara ve seçimlere yön veren Keles’in önemini bilen MHP kurmayları, “2023 seçimleri ilçe ilçe aydınlatma ve anlatma toplantıları kapsamında 21 Mayıs Cumartesi Keles’te olacak. MHP Genel Sekreteri ve Bursa Milletvekili İsmet Büyükataman, Bursa Milletvekili M. Hidayet Vahapoğlu ve İl Başkanı Cihangir Kalkancı saat 14.00’de Keleslilerle buluşacak.

Seçimlerin önemini anlatacaklar…

Otomotive destek paketi gelir mi?

Otomotive destek paketi gelir mi?

Otomotivin alarmı ötüyor. Hem de giderek artan bir şiddetle.

Sektörün 2022’de yaşadığı küçülme sendromu çok yönlü etkileriyle hem Bursa hem de Türkiye ekonomisi adına pek de iyi sinyaller vermiyor!

Otomotiv Sanayicileri Derneği’nin açıkladığı son rakamlar kan kaybını net biçimde ortaya koymakta.

Ve görünen o ki eğer tedbir adımları gelmezse üretim de tüketim de ihracat da tepetaklak gitmeye devam edecek!

Yani sektördekiler işi kaybetme, ülke ise döviz kaybetme sürecine giriyor yavaş yavaş.

Bu nedenle gidişata son verilerin ışığında göz atıp bundan sonrasına dair senaryolara bakmakta fazlasıyla fayda var.

2022’nin Ocak-Nisan döneminde geçen yılın aynı dönemine göre toplam üretim yüzde 9, otomobil üretimi yüzde 20 oranında azaldı.

Söz konusu dönem karşılaştırmasında toplam pazar yüzde 18 azalarak 222 bin 574 adete indi! Bu dönemde otomobil pazarı ise yüzde 21 oranında azaldı ve 162 bin 398 adet olarak gerçekleşti.

İlk 4 ayda toplam otomotiv ihracatı adet bazında yüzde 11 oranında, otomobil ihracatı da adetsel olarak yüzde 21 oranında azaldı. Otomobil ihracat gelirinin yüzde 19 azalarak 2,9 milyar dolara inmesi de dikkat çekti.

Çarpıcı bir manzara.

İç pazar hızla küçülüyor. Dış gelirler azalıyor. Haliyle yıl sonu hedeflerin tutması imkansız!

Çünkü karşımızdaki manzara zamanla düzelecek bir görüntü vermekten uzak.

Neden mi?

Dünya ekonomisinde başlayan yavaşlama trendi otomotiv pazarlarımızı da otomatik olarak negatif yönde etkiliyor. Yükselen küresel enflasyon ve onu dizginlemek üzere artırılmaya başlanan faizler otomobil satışlarının önüne engel olarak dikilmeye başladı bile!

Çip kriziyle beraber yaşanan arz sorunları ve fiyat artışları henüz aşılamadan diğer maliyet kalemleri ve finansmana erişim de pahalı hale geldi tüm dünyada. Ukrayna krizinin bu sürece verdiği destek de unutulmamalı, hammadde fiyatlarına yansıyan astronomik zamlar bağlamında.

Bu tabloya petroldeki coşkuyu eklediğimizde araç talebinin niye düştüğü daha net anlaşılır.

Türkiye’nin ihracatına darbe vuran bu manzaranın daha derin boyutlu bir versiyonu ise iç piyasada yaşanmakta!

Hem yerli hem de ithal araç pazarının küçülme hızı diğer ülkelerden daha yüksek.

Peki neden?

Çünkü aşırı yüksek enflasyon nedeniyle eriyen alım gücü, otomobil fiyatlarındaki yükselişi yakalamaktan giderek uzaklaşıyor.

En ucuz aracın 400 bin TL üstü olması gerçeği çarpıcı!

Araç kredisi faizleri de hiç uygun bir düzeyde seyretmiyor. Seyrettiğini farz etsek bile vatandaşta kredi taksidi ödeyecek mecal kalmadı enflasyon yüzünden.

Vergisi, sigortası, akaryakıtı bambaşka dertler!

Yani tam zengin işi oldu otomobil sahibi olmak.

Fiyatların daha da artmasına neden olacak maliyet ve kur artışları varken otomotiv sektörünün bu yıl ciddi bir hasar yaşaması kaçınılmaz bir hale gelmeye başladı neticede.

Hükümetin yarar oranı tartışmalı da olsa inşaat sektörüne verdiği desteğin bir benzerini otomotive sunması aciliyet taşıyan bir konu haline gelmiştir!

Özellikle yerli araç teşviki hayati önemde. Otomotiv fabrikalarının ikide birde üretime ara vermesinin önüne geçecek. İşçi çıkarılmasını önleyecek. Yani özetle yerli üretimi ve istihdamı destekleyecek bir paket şart!

Yoksa otomotivin başkenti Bursa başta olmak üzere tüm ülke ekonomisi zarar görecek.

Devlet kimi destekliyor?

Devlet kimi destekliyor?

Kalite Birliği Derneği’nin şehrimizin adının ‘Kalite Şehri Bursa’ olarak değiştirilmesini merkez alan toplantısından benim için çok başka bir konu başlığı çıktı aslında.

Devlet kimi destekliyor?

Kalite Birliği Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Karaman, “Biz devlete amacına uygun kullanılmayan teşvik ve desteklere son verin çağrısı yapıyoruz yıllardır! Ancak bizi dinleyen olmadı!” diyerek çok önemli bir konuya parmak bastı.

Hani hep soruyoruz ya, ‘neden bu ülkenin büyük bölümü fakru zaruret içinde harap ve bitap düşüyor?’ diye, işte sorunun önemli yanıtlarından biri bu iddiada gizli.

Ucuz ekmek kuyruklarında bekleyen vatandaşın yanı başından geçen lüks otomobillerin çokluğu hep dikkatimizi çekmiştir ya.

Ve sorarız içimizden; ‘nasıl alınıyor bu otomobiller böyle, nasıl satılıyor lüks evler üçer beşer?’ diye.

Elbette üreterek, hakkıyla parasını kazananları tenzih ederek söylüyorum ki; bu sorunun yanıtı yazımın başlığında gizli…

Anlaşılan o ki, devlet tarafından üretim yapılsın, ülke gelişsin ana başlığında verilen teşvik ve krediler her zaman amacına uygun olarak kullanılmıyor!

Peki nasıl kullanılıyor?

Belki döviz, kredi ya da borsada değerlendiriliyor ve paradan para kazanma yoluna gidiliyor, belki de lüks bir arabaya, eve dönüşüyor; vatandaşın vergileri ile kim bilir kimlerin kullandığı bu teşvik ve kredi imkanları…

Bilemiyorum…

Bilebildiğim, açlık sınırının altında yaşayan vatandaşlarımız artık nüfusumuzun yüzde 60-65’ini oluşturuyor!

Nereden mi biliyorum, asgari ücretle ya da asgari ücretin bir tık üzerinde maaş alarak çalışan nüfusumuzun yüzdelik dilimi devlet verilerine göre de böyle çünkü.

Düşünün bir zamanların en saygın, kazanç olarak da üst basamaklarda yer alan mesleklerinden biri olan doktorluk mesleğini icra edenler bugün ‘yoksulluk sınırında yaşamak istemiyoruz’ diyerek iş bırakma eylemi yapıyorlar! Daha önce de yapmışlardı bu eylemleri, bundan sonra da yapacaklar…

Hekimsen Mayıs ayı iş bırakma takvimini 5-6, 17-18 ve 26-27 Mayıs olarak açıkladı.

Doktorlar diyorum! Doktorlar iş bırakma takvimi oluşturuyorlar kendilerine!

Türk Tabipler Birliği de 29 Mayıs tarihinde Ankara’da olacak hak arama mücadelesinde. ‘Emek bizim söz bizim, sağlık hepimizin!’ mitinginde; “Geçinemiyoruz, insanca yaşayacak ücret istiyoruz, sağlık 5 dakikaya sığmaz, hastane kuyruklarını evlere taşıyan sistem çöktü!” diye haykıracaklar.

Daha birkaç gün önce çaya yüzde 43.71, şekere yüzde 20, yumurtaya yüzde 10 zam geldi. Kahve, un, tüp ve benzin de zamlandı da onları saymayayım dedim. Hani şöyle ağız tadıyla bir kek yapıp yanına çay demlesen, vallahi dünya para!

İnsan eşi dostuyla kahve içmeye korkar oldu!

Yoksulluk öyle bir noktaya geldi ki, yarım ekmek ve yarım simit satışları başladı.

Vatandaş yokluktan kıvranıyor, KALBİR’in toplantısında hasbıhal ettiğim katılımcılar, ‘Senede birkaç ay fındığa giderdik, şimdi maliyetler çok arttı ona da gidemeyeceğiz böyle olursa. Fındık dalında geçecek. Bu yıl kilosu 130 liraysa seneye 230 olur!’ diyorlar.

Hayat pahalılığı zincirleme isim tamlaması misali birbirinin zinciri olup artarak devam ediyor.

Diğer yanda ise lüks tüketimin sınır tanımadığı, doğrusu ya bizim de kendilerini pek tanımadığımız bambaşka hayatlar yaşanıyor.

Amacına uygun kullanılmayan teşvik ve kredilerin verilmesi meselesi de bu çizginin tam ortasında duruyor!

Neden çözülmüyor bu sorun?

Neden, kimin, nasıl kullandığı bilinmeyen bu paralar halkın yararına, gerçek üreticinin desteklenmesi adına kullanılmıyor?

Ne çok yazdım, biraz da karmaşık oldu aslında. Bazen böyle oluyor. Bir yerde konuşulan bir tek cümle bütünü ortaya sermeye yetiyor…

“Biz devlete amacına uygun kullanılmayan teşvik ve desteklere son verin çağrısı yapıyoruz yıllardır! Ancak bizi dinleyen olmadı!”

Şimdi yukarıda yazılı olan cümleyi bir kez daha okumanızı, ardından da 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramında Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe hitabesine kulak vermenizi rica ediyorum;

“…Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir

galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın

kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları

dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün

bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde

iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde

bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini,

müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakru

zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

 

Ey Türk istikbalinin evladı!

 

İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklal ve

Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret,

damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

Bayramınız kutlu olsun…

Plaj havlusu diplomasisi

Plaj havlusu diplomasisi

Bilindiği üzere Putin’in kişisel hırsları ile hareket ederek, tek başına karar almasından dolayı, tüm dünya pandeminin ekonomik etkilerini kemiklerine kadar hissederken, tek adam Avrupalıların deyimi ile ‘Çar’, bir karar aldı ve Ukrayna’ya karşı topyekûn bir savaş başlattı.

Amacı burnunun dibinde bulunan Ukrayna’nın AB ve NATO üyeliklerini engellemekti. Rusların yoğun olduğu eyaletleri Kırım gibi Rus toprağına katmaktı.

Putin, yenilemeyen egosu ile ‘Yahudi bir komedyen bana nasıl kafa tutar’ edasıyla hücum borusunu çaldı. Bu saldırıyla Türkiye, kemiklerine kadar işlemiş ekonomik darboğazı iliklerine kadar hissetmeye başladı.

Rusya, bütün kuvvetleri ile Ukrayna’ya 4 koldan savaş açtı. O günlerde bir grup gazeteci büyüğüm ile piknik yaparken, ‘Rusya yeni Afganistan buldu’ dediğimde, Ukrayna’nın ulus olmadığını savunarak, 48 saat bile dayanamayacağını söylediler.

Ben de şöyle cevap verdim: “Afganlara savaşı Amerikan silahları kazandırdı. Burada da aynısı olacak. AB ve ABD, Zelinski’yi yalnız bırakmaz. Putin’i bilerek bir bataklığa çektiler.”

Bıyık altından gülüşlerini unutamıyorum.

Tarihin böyle bir alışkanlığı vardır. Haklılığı her zaman gün yüzüne çıkarır. Putin, Almanların Stalingrad’da çakıldığı gibi Ukrayna şehirlerine ve steplerine saplanıp kaldı.

Putin istediğini alamayınca Ukrayna’ya silah ve askeri danışman sağlayan AB ve ABD’yi ilk olarak nükleer silahlarla tehdit etti. Arkasından NATO’nun büyümesi halinde Kuzey Avrupa’yı tehdit ile başlayarak, Rusya’nın sınırlarının Bulgaristan’da olduğunu söyledi.

ABD istese bu konuşmayı Putin’e yaptıramazdı. NATO üyesi olmayan İsveç ve Finlandiya, apar topar, 1949’da kurulan bu pakta girmek için başvuru yapacağını ilan edince, konu döndü dolaştı Türkiye’yi buldu.

Kapalı kapılar arkasında İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini destekleyen Türkiye, bir anda yön değiştirdi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, hemen bir açıklama yaparak, özellikle İsveç’te PKK, DHKP-C ve FETÖ gibi terör örgütlerinin cirit attığını söyleyerek, üstü kapalı olarak Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine hayır diyeceğimizi belirtti. Bizim bu işe olur vermemizin önemi şundan kaynaklanmakta; NATO’ya başvurularda bütün üyelerin “evet” demesi gerekiyor. Herhangi bir üye hayır oyu kullanırsa başvuru yapan ülke NATO’ya kabul edilmiyor.

Sevgili siyasetçilerimiz ve medyamız Cumhurbaşkanı’nın demecinden sonra hemen bir tavır aldı. Yandaş kanallar ve TRT’de dosya haberler ile terör örgütlerinin bu Kuzey Avrupa ülkelerinde yuvalandığını, köprülere ve parklara PKK paçavralarını astıklarını sıra sıra izlemeye başladık.

Siyasetçilerimiz de boş durmayacak, Finlandiya’nın ulusal markası telefonları meydanlarda kıracaklardı, ama şirket battı. Haliyle bir şey yapamıyorlar.

İsveç ve Finlandiya, NATO’ya girer mi?

Ben yukarıdaki sorunun cevabını vereyim mi?

Aklım yettiğince değil, AK Parti iktidarında yaşadığım tecrübelerle…

Devreye plaj havlusu diplomasisi girecek, Rusya’ya şirin görünüp tatil için vatandaşlarını yollasınlar diye İsveç ve Finlandiya ile gerilim tırmandırılacak.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, düğün, nişan, açılış, cuma namazı çıkışı Finlandiya, özellikle İsveç’in nasıl terör yardakçısı bir devlet olduğunu anlatacak. “ABD Başkanı Biden, ‘evet’ diyebilir, kusura bakmasın, o ‘evet’ derse desin, biz kesinlikle terör örgütü yandaşları ile aynı safta yer alacak değiliz” diyecek.

Bu arada Rusya, “aman Türkler bizden taraf olsun, iki ülkenin NATO üyeliğine evet demesin” diyerek, vatandaşlarını güle oynaya ülkemize yollayacak. Rus turistler havalimanlarımızı dolduracak ve Türkiye’nin en güzel plajlarına, koylarına havlularını serecek, yıldızlı otellerde tatil yapacak, rubleleri ve dolarları su gibi harcayacaklar.

Bu kadar para bırakacaklarını nereden mi biliyoruz? AK Partili bir Turizm Bakanı dememiş miydi, Rusların görgüsüzlüğüne güveniyoruz diye!

Ekim ayı gelince plaj havlusu diplomasisi son bulacak. Ruslar, pılını pırtını ve kumlar üzerinden havlularını toplayıp gidince medyamız hemen İsveç ve Finlandiya’nın nasıl yararlı ekonomik ve askeri bir güç olduğunu ekranlarımıza yansıtacak.

Finlandiya’nın İkinci Dünya Savaşında Rusların orasına tekmeyi bastığı, Osmanlılara ordusu ile sığınan İsveç Kralı Demirbaş Şarl’a bugünkü Suriyeli, Afgan, Pakistanlı göçmenler gibi nasıl bir eli yağda bir eli balda bakıldığı hatırlatılacak.

Bu arada Şarl’ın lakabı yiğitliğinden ve zekiliğinden değil, ordusu ile sığındığı Osmanlı’nın hazinesinden bakıldığı için “Demirbaş”tır.

Sonuçta Finlandiya ve İsveç, güle oynaya NATO’ya girecekler. Biz Avrupa’nın rahatı için milyonlarca mülteciye bakıyorsak, bu iki ülke ve sıradakilerin güvenliği için NATO üyeliklerine “yetmez ama evet” diyeceğiz.

Nereden mi biliyorum?

Son olarak Birleşik Arap Emirlikleri tecrübesi ile sabit değil mi?

‘Kalite’ rüyası 

‘Kalite’ rüyası 

Kalitenin üretimde, ekonomide, hepimizin hayatında önemli bir yeri var. Özellikle 80’lerden sonra, üretimi kolaylaştırıp çeşitlendiren ve hızla artıran teknolojik gelişmeler, tüketimde ciddi değişimlere yol açtı.

“Marka” ve “kalite”, pazarın en önemli rekabet gücü olarak ortaya çıktı.

Kalite bir tercihten çok bir mecburiyete dönüştü.

Özellikle 90’lı yıllardan başlayarak, kalite sistemleri havada uçuşmaya başlamıştı.

ISO kalite yönetim sistemleri baş tacı edildi.

Özellikle ihracatçılar ve yabancı yatırımcılarımızın olmazsa olmazı haline geldiler.

KOBİ’lerin kalite “vizyon”u ile dünya pazarlarında rekabet gücüne kavuşup ülkemizin sanayi ve ekonomisini uçuracağı 90’larda başlayan tatlı bir rüyaydı o yıllar.

Rüyadan uyandığımızda (ki hala uyanmayanlar var) rekabet ve kalitede belirli bir düzeye ulaşan şirketlerimizi ya rakipleri ya da en büyük müşterileri satın alıp, isimlerini markalarını dünya pazarlarından çekip, kendi marka ve ülkelerinin vizyonunun parçasına çevirdiler.

Bunu da o yıllardan başlayarak  “küreselleşme”, “global ekonomi” vb. olarak kabullendik.

Bugün geldiğimiz noktada 260 dolar civarında asgari ücretle ucuz işçilik, çevre kirliliği yaratan sektörler başta olmak üzere tedarikçi fason sanayisi ve düşük Türk Lirası avantajı ile bir olabiliyoruz dünya pazarları için.

Know-how yoksunuyuz. Bilgiye dayalı teknoloji satmayı bırakın, tarımda bile tam bağımlı olma yolunda ilerliyoruz. Dünyanın kalite vizyonunun neresindeyiz, anlamak zor.

Üstelik kalite anlayışı bundan tam 520 yıl önceye giden bir ülkeyiz.

Zamanın padişahı Sultan II. Bayezid Han tarafından çıkarılan “Kanunname-i İhtisab-ı Bursa” kalite standartları belirleyen bilinen en eski belgedir.

Türk Standartları Enstitüsü, kuruluşunun 40. yılında, büyük tarihi değeri bulunan bu belgeyi Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki orijinalinden çoğaltarak ilgililerin dikkatine sunmuş.

Böylece çağdaş standardizasyon faaliyetlerine 500 yıl öncesinden başlayan bu kadim kent ismini bir kez daha konuşturmuştur.

KALBİR (Kalite Birliği) tarafından düzenlenen basın toplantısında bu konuya ayrı bir vurgu yaptı dernek başkanı Mustafa Karaman. Dernekleri 2009 yılında kurulmuş, ancak logolarına 1502 tarihi de koymuşlar. Bursa’nın “Kalite Şehri Bursa” unvanını derneklerinin tescil ettirdiğini ve bu unvanın yasal olarak da Bursa’ya verilmesi gerektiği anlatıldı toplantıda.

Bursa’da yayınlanan “Kanunname-i İhtisab-ı Bursa” belgesi başta olmak üzere 42 ayrı gerekçe sıralanmış  “Kalite Şehri Bursa” unvanı için.

Bursa tarihsel kimlikleri bakımından teklik ya da ilklik özellikleri ile şüphesiz birçok özelliklerle anılmayı hak ediyor. Bu yönde gündem oluşturmak ve bu gündemle Bursa ve ülke kamuoyunun dikkatlerini çekmek ise özel bir çaba gerektiriyor.

Bu çabayı harcayan derneklerden olan Kalite Birliği, “Kalite Şehri Bursa” unvanını bu kente kazandırabilir.

Ancak rekabetçi kalite vizyonunu tüm kurum ve kuruluşlarımız ile içselleştirerek, ekonomide sanayide alınacak daha çok yolumuz var.

Osmangazi Kent Meydanı Cumhuriyet Bayramı’nda açılıyor…

Osmangazi Kent Meydanı Cumhuriyet Bayramı’nda açılıyor…

Özellikle yerel yöneticilerin başarı kriteri ne diye halka sorsalar muhtemelen verilecek ilk yanıtlardan biri de kendi döneminde kente değer katan, kendisinden sonra adı yaşayacak hizmetler yapmaktır olacaktır.

Misal merhum Reşat Oyal bu kente Kültürpark’ı kazandırmış.

Adı hala yaşıyor…

Keza, Ördekli Kültür Merkezi, Mihraplı Parkı Recep Altepe ile Sular Vadisi İsmail Hakkı Edebali ile ana kucakları Alinur Aktaş ile Uyumayan Kütüphane Oktay Yılmaz ile rafting Ali Aykurt ile Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi, merhum Hikmet Şahin ile anılacaktır.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Yine Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar görev yaptığı üç dönemde her dönem farklı eserleri ile anılıyor.

İlk dönem dikilen fidanlar şimdi ağaç oldu.

Yine otoparklar Osmangazi’nin kanayan yarasına merhem oldu.

Kısaca hayalleri gerçeğe dönüştürdü.

Bir başka yapılamaz denilen Panorama 1326 Fetih Müzesi ise mükemmel bir kalfalık dönemi eseri oldu.

Dünyanın misafirinin buluşma noktası.

Keza Tarihi Hisar projesi de kalfalık döneminin en önemli cilası oldu.

Ustalık dönemine gelince keza bu dönem açılması beklenen “Osmangazi Kent Meydanı” gerçek anlamda meydan olacak.

Ticari alanların sıfır olduğu meydan gün sayıyor desek abartmış olmayız.

Toplamda 47 dönümlük alanda inşaatı devam eden meydan Bursa’nın önemli bir ihtiyacını karşılamış olacak.

Ekonomik krize rağmen meydanda çalışmalar aralıksız devam ediyor.

Bir gerçekleşen hizmetle birden fazla ihtiyaç karşılanmış olacak.

Hem otopark ihtiyacı karşılanacak hem de meydan.

Hem de düğün salonu belki…

Özellikle kent merkezinde meydana ciddi ihtiyaç vardı.

İnşaatı devam eden meydandaki çalışmaların önümüzdeki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramına yetiştirilmesi için Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar’ın özel gayretleri olduğunu biliyoruz.

Kulağımıza gelen bilgilere göre meydanın bir bölümünün Cumhuriyet Bayramına yetişeceği ve burada büyük bir halk konseri verileceğini öğrendik.

Yapımı bittiğinde Dündar’ı nesilden nesile anlatacak bu eser hem Osmangazi’ye hem de Bursa’ya çok yakışmış olacak.

Şimdiden Dündar’ı ve emeği geçenleri tebrik etmek gerekir.

Yapanların eline sağlık.

ZAMLAR HEM KISA HEM DE UZUN MESAFEDE ŞAMPİYON 

Özellikle gözleri kör, kulakları sağır olmayan herkesin mutabık kaldığı konuların başında enflasyon geliyor. Bu enflasyon canavarı bugünü ve yarınımızı yemekle kalmadı herkese saldırmaya başladı.

Öyle bir saldırıyor ki maaşları eritiyor.

Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapıyor.

Enflasyon canavarı hem kısa mesafe, hem de uzun mesafe koşucusu.

Hepsinde şampiyon.

Misal şekere gelen zam iki ayda yüzde yüzü geçti.

Süte gelen zam yılbaşından bu yana yüzde yüzü aştı.

Ekmeğe gelen zam desen o da yüzde 80’in üzerinde.

Akaryakıtı sigaraya gelen zamların oranını unuttuk.

Ama unutmadığımız çalışanın satın alma gücü.

O her geçen gün diyetle aldığı zamları erittiği gibi önce kredilere başvurdu, ardından kredi kartlarına bulaştı.

Şimdi hepsi kapandı.

Yakında vatandaş ne yiyecek?

Onu kestirmek oldukça zor.

Velhasıl önce pandemi ardından enflasyon vurdu.

Bakalım bunun sonu nereye gidecek?

Hep beraber yaşayıp, öğreneceğiz.

Doların ateşi düşecek mi?

Doların ateşi düşecek mi?

Doların ateşi yükseldi.

Kurlarda adım adım istikrarlı bir yükselişi yaşıyoruz son iki haftadır.

Dolar, salı günkü işlemlerde lira karşısında 15,90 seviyesinden döndü. Ancak sadece soluklanmak ve yeniden yükselmek üzere bir geri çekilme izliyoruz şu anda!

Ve oysa ki 10 gün önce 15 lira sınırını aşmamıştı dolar.

Yani bu süreçte yüzde 6‘lık bir devalüasyon yaşanmış oldu.

Piyasalardaki tansiyonun risk fiyatlamasına bağlı olarak yükselişi kendini net biçimde hissettiriyor kısacası.

Peki durum ne kadar ciddi?

Küresel çaptaki oynaklı ve riskten kaçış süreci ne yazık ki Türkiye’yi çok daha fazla etkiliyor! Risk primimizi gösteren CDS kağıtlarının değeri 700 puanı aşmış durumda. Ve kendine özgü sorunlar yaşayan Rusya ile Arjantin’in dışında en yüksek risk taşıyan piyasa olarak gelmemiz gidişatın ciddiyetini gösteriyor.

Neden mi?

Endişe listesi uzun…

Başta ABD olmak üzere hem küresel durgunluk hem de küresel enflasyon baskısı.

Amerika Merkez Bankası Fed’in agresif faiz artışı ve bilanço küçültme adımları.

Haliyle doların küresel çapta yükselişi…

Petrol ve diğer stratejik emtialardaki yükseliş trendi.

Avrupa Merkez Bankası yönetiminden gelen faiz artış mesajları.

Barıştan uzak görünen Ukrayna’daki savaşın artçıl etkileri.

Bütün bu küresel tablo, Türkiye’de zaten iyice alevlenmiş olan enflasyonun ateşini daha da çıkartmaya başladı! Bu yetmezmiş gibi bir de cari fazla hayali kurarken giderek büyüyen bir cari açıkla yüzleşmemize yol açıyor dünyadaki manzara.

Küresel enflasyon daha az miktarda ithalat yapmamıza rağmen faturayı aşırı derecede kabartmakta. Netice ise yüzde 40’a dayanan ithalat artışı. Haliyle ihracat ithalata yetişemeyince artan döviz açığı ile yüzleşmek kurları yukarı iten bir faktör durumuna geliyor!

TÜİK’in resmi rakamıyla yüzde 70’e dayanan TÜFE’nin yarattığı baskı giderek artarken cari açığın döviz ihtiyacını körüklemesi kurların zaptedilmesini engelleyen en temel faktör kanumunda.

Merkez Bankası’nın yaptığı bazı dolaylı hamlelere rağmen dövizi tutmanın imkanı bu atmosferde giderek azalıyor ne yazık ki!

Son kur artışları ve akaryakıt zamlarının etkisini kısmen mayısta kısmen de haziranda görmemiz kaçınılmaz. Yani enflasyon daha yüksek seviyelere çıkacak kaçınılmaz olarak. Üretici fiyat endeksi zaten yüzde 122’nin üzerindeki yükselişini sürdürerek bu negatif trendi de teyit etmiş durumda.

SÜPER ÇÖZÜM! 

Küresel enflasyon ve kur artışı cari açığı da patlatmaya devam ediyor ve edecek.

Kısacası giderek büyüyen eksi reel faiz ve cari açık belası dövizin yukarı yönlü hareketini tam anlamıyla destekliyor. Buna karşın MB’nin müdahale araçları giderek yetersizleşiyor.

Ve üstelik kur korumalı mevduatın bütçe açığı etkisi de artıyor. Bu enstrümana olan ilgi de eski seviyesinde değil!

Vatandaş artık kura karşı korunmaktan ziyade enflasyona karşı korunmanın yolunu arıyor çaresizce.  Çare ise “süper” bono ya da tahville sunulacak gibi görünüyor. Sızan bilgiler enflasyona endeksli kağıtlarla ilginin dövizden uzaklaştırılması yönünde hazırlık yapıldığına işaret ediyor!

Bütçe üzerinde farklı etkileri olması kaçınılmaz olan bu enstrümanların bir faydası olması mümkün.

Ancak, dövizi yeni rekorlara taşıyacak bir atmosfer oluşmuşken zaman kaybı lüksümüz yok.  Ayrıca ödenecek bedelin maliyeti de ayrı bir tarştıma konusu!

KRİTİK SEVİYELER

Neticede bu tarz güçlü bir silah sahaya sürülmediği sürece dolar yukarı gitmeye devam edecektir. Teknik olarak geçen hafta uyardığımız dirençlerin de kırıldığını dikkate alırsak artık 16 lira üzeri fiyatlamalara odakanmak gerekiyor demektir!

Artık TL adına güçlü diyebileceğimiz bir destek kalmadı.

Bu durumda 16,10 TL üzerindeki kur hareketi çok daha hızlı olabilir.

Kısa vadeli beklentim doların 15,65 – 16,50 TL aralığında dalgalanması!

Ancak yoğun bir veri ve haber akışı söz konusu gelişmelere göre bu aralıklar esneyebilir.

Sözün özü; oynaklığın ve yukarı yönlü harketin yarattığı strese dikkat etmek şart döviz cephesinde.

Manzarayı bir süreliğine de olsa değiştirebilecek argümansa süper bono ya da tahvil hamlesi  olacaktır.

Kadınların izledikleri kanalları değiştirmesi gerekiyor!

Kadınların izledikleri kanalları değiştirmesi gerekiyor!

Millet İttifakı’nın Bursa Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Bozbey Ramazan Bayramındaki bayramlaşma sırasında kürsüden adeta feryat etmiş;

“Gençlerden oy alıyoruz, erkeklerden, çalışan kadınlardan oy alıyoruz, ama ev kadınlarından hala kıpırdama yok. Bir dönüş yok. Ev kadınları hala iktidar partisini destekliyor! Onlar tencerenin kaynamadığını bile bile hala iktidara meyil veriyorlarsa bu bizim sorumluluğumuzdur!” demişti.

Sorgulanması gereken çok önemli bir mesele bu!

Neden?

CHP’nin ev kadınlarına ulaşamama gerçeğine karşılık hızla bir proje üretildi ve her ay 20 bin kadına ulaşmak hedefiyle yola çıkıldı.

Aynı zamanlarda İYİ Parti Kadın Politikaları Başkanı Hüsniye Pıtırlı’nın da 6 ayda 50 bin eve ulaşmak hedefiyle bir çalışma projesi oluşturduğunu görünce ‘ittifaklar arası bir ortak çalışma mı yürütülüyor?’ diye merak ettim.

Keyifli bir sohbet gerçekleştirdiğim Hüsniye Pıtırlı;

“Biz İYİ Partili kadınlar olarak şimdiye kadar bütün çalışmalarımızı kendi politikalarımız çerçevesinde kendimiz gerçekleştirdik. Ben halka inen, onlarla iletişim kurabilen, metroya, otobüse binen, vatandaşla sohbet eden biriyim. Bizim böyle bir sorunumuz yok!” diyerek yanıtladı sorumu.

Malum, projelerinin taklit edilip uygulanmasından çekindiklerinden olsa gerek CHP ve İYİ Parti’den hangi sorunu ne biçimde çözeceğine dair detaylı projeler duymuyoruz. Projeler seçmene ziyaretlerde anlatılmaya çalışılıyor daha ziyade.

Zaman zaman ‘yaparsa AK Parti yapar’ algısının yükselmesine de neden olan bu durum bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.

Genel Başkanı kadın olan bir partide erkek egemen bir politika yürütmeyeceğiz!” diyen Hüsniye Pıtırlı ve ekibinin ziyaretleri sırasında kadınlara anlatacağı projelerden biri ana hatları ile kulağıma çalındı.

Kulağıma gelen bilgilere göre, iktidar olması halinde İYİ Parti ülke genelinde yaygın halde hasta ve çocuk bakım evleri kuracak, devlet tarafından işletilen. Kadınların çalışırken, siyasi hayatta ya da toplumsal hayatta daha aktif yer bulması için gözlerinin arkada kalmadan bakıma ihtiyaç duyan sevdiklerini bırakabilecekleri, ücretleri makul yerlerden bahsediyoruz.

Bence işin en güzel tarafı ise burada kimlerin çalışacağı meselesinde gizli. Burada KYK bursu almış, ancak bir işe giremediği için borcunu ödeyemeyen gençler sosyal sorumluluk projesi kapsamında görev alacaklar ve devlete olan borçlarını bu şekilde ödeyebilecekler.

Eğer duyduklarım doğruysa harika bir kazan-kazan projesi var önümüzde.

Bu projeye benzer pek çok projeyi anlatacakmış İYİ Partili kadınlar yapacakları ziyaretlerde.

Buraya kadar her şey harika…

Ancak hem CHP’li kadınların hem de İYİ Partili kadınların şunu bilmesi lazım, çok başarılı bir sosyoloji mühendisliğinin yıllarca oluşturduğu düzeni yıkmaya çalışacaklar aslında.

Bunun için de ilk iş olarak kadınların izledikleri kanalları değiştirmelerini sağlamaları gerekiyor!

Televizyonlarda ‘Kadın kuşağı’ adı verilen zaman diliminde neler olduğuna şöyle bir bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.

Bir zamanların haber sunucusu, sonrasında kadın kuşağı programı sunucusu olan Ece Üner;

4-6 kuşağı arasında bir canavar yaratılmış. İnsanlar başkalarının felaketlerini izleyerek kendi felaketlerine katlanıyor. Fasulye ayıklayan teyze bu programı izlerken fasulyenin fiyatını sorgulamıyor. Bir uyuşturucu görevini görüyor kadın programları!” diyerek çok güzel özetlemiş bir zamanlar kendisinin de içinde bulunduğu, ancak bundan üzüntü duyduğu meseleyi.

Öyle uzun yıllardır sürdürülen bir çalışma ki bu, zaman zaman değişik formatlar altında sergilense de üst notalarında acı, hüzün; alt notalarında ise, başkalarının hayatları daha kötü, aman halimize şükredelim, biz iyiyiz yine, ya öyle olsaydık, bak dünyada neler var… korkuları dolaşıyor.

Korkunun esir aldığı kadınlar ve kadın programlarını izleyen yaşlı erkekler, dükkanında televizyonu olan küçük esnaf, annesinin gündüz izlediği programı anlattığı gençler bu illüzyonun içinde kaybolup gidiyor…

Ben evde tenceresini bin bir zahmetle kaynatmaya çalışan, çocuklarına ne giydireceğini, ceplerine ne harçlık vereceğini düşünen kadına muhalefet partilerinin ulaşamamasındaki en büyük engel olarak kadın programlarının altında yatan toplum mühendisliğinin başarısını görüyorum.

Asıl bu konuda kadınların gözünü açmak, evlerde izlenen kanalların değişmesini sağlamak lazım bence…

EYT sorunu ne zaman nasıl çözülecek?

EYT sorunu ne zaman nasıl çözülecek?

Emeklilikte yaşa takılanlar gövde gösterisi yaptı.

İstanbul Maltepe’den kararlılık mesajı verdi pazar günü boyunca…

Çeşitli siyasi partilerin daha doğrusu muhalefettekilerin bir bölümünün destek mesajları da mitinge yansıdı.

Peki sonuç?

Yani özetle baktığımızda hukuki hak peşinde yıllardır koşan EYT’lilerin hali ne olacak?

Dünyanın hiçbir yerinde olmayan EYT sorunu Türkiye’de ne zaman ve nasıl çözülecek?

Bir dönem SGK’nın hesaplarını altüst eden erken yaştaki emekliliğin acısını daha sonraki yaş grupları çekiyor ne yazık ki!

EYT’lilerin bir bölümü yaşı geldikçe emekli oldu. Ancak, hak kaybına uğramış olarak. Ve öyle görünüyor ki; zaman ilerledikçe yetkililer “çalışma yapıyoruz” dedikçe daha fazla kişi haksız kanuni uygulamanın azizliğine katlanıp son düzenlemenin dayattığı yaş dilimlerinden emekliliğe hak kazanmakta.

Aslında hak kaybına uğramakta bu süreçte.

Çünkü vakti zamanında yapılan anayasal değişikliğin geriye dönük uygulamasının hukuksuzluğu net bir hak kaybıdır!

İlk sigortalı oldukları anda kazanılmış olan hakkı kullanamamak yani hak ettiği tarihte emekli olamamak hem maddi hem de manevi kayıp anlamına geliyor.

Ve şu anda siyaseten sıkışmanın etkisiyle bazı çalışmaların yapıldığına dair Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’den gelen “belli belirsiz” mesajlar, şimdiye kadar yaşanmış haksızlığı giderici bir unsur taşımıyor.

Yani EYT’li olup yaşı gelenlerin kaybolan hakları için bir bardak soğuk su içmeleri gerekecek!

Aynı şekilde bir kanuni düzenleme yapılsa da şu an EYT’li konumda olanlar da geçmişe dönük hak kayıplarını sineye çekmek zorunda kalacak.

Kısacası çözüm diye ortaya konacak her formül kendi çapında güdük bir yön barındırmaya mahkum.

Bir yanda hukuki bir hakkı teslim etmeme ya da geç teslim etme üzerine zamana karşı oynayan bir yönetim anlayışının kurbanı olma durumu söz konusu! Diğer yanda da yaklaşan seçim sandığının dayattığı baskının sağlayacağı olası düzenlemede hak edilen maaşın altında bir formül tercihiyle karşı karşıya kalabilir EYT’liler. Üstelik geçmişe dönük hak edişlerinin de karşılanmaması söz konusu.

Ama ne olursa olsun hak peşinde koşan milyonlar hala var.

Ve son mitingde de görüldüğü üzere kararlık katsayısında hiç eksilme yok!

Onların haklarının teslimiyeti ise görünen o ki bir siyasi seçim sürecine bağlı durumda. Yani ince oy hesaplarının devreye girmesi halinde çözüm ihtimali güçlenecek.

Miting meydanında da görüldüğü üzere siyaset sahnesi için kullanılmaya çok elverişli bir oy deposu haline geliyor emeklilikte yaşa takılanlar!

Ancak benim görebildiğim ne iktidarın ne de muhalefetin henüz tatmin edici bir EYT çözüm formulü yok elinde. Yüksek bir kaynak meselesi var her şeyden önce karşımızda.


ÇOK YÖNLÜ KAYIP RİSKİ 

Ama bu sorun da çözüm bekliyor. Ve seçim başarısı da vaatlerin kalitesine ve inandırıcılığına bağlı!

Neticede mevcut tabloya baktığımızda EYT’lilerden tavizle haklarına kavuşmaları istenecek gibi görünüyor. Bunun da ne kadar hukuksal, ne kadar anayasal olacağı ayrı bir tartışma konusu.

Ancak başka yol da yok gibi görünüyor şu an. Yani belirli yaş kriterini sağlayan sigortalıya emekliliğine kalan her yıl için belirli oranda kesintiler yapılarak emekli olma şansı tanınacaktır.            Önemli olan yaşı geldiğinde tam maaşa kavuşmak!

“Peki bu tür bir çözüm, EYT’lileri ne kadar tatmin edecek?” sorusu akla takılıyor haliyle.

Diğer yanda zaten çok düşük olan maaş bağlama oranlarından yapılacak emeklilik işlemi tatminkar bir gelir sağlamaktan uzak kalacaktır!

Aslında bütün emeklilerin ve EYT’lilerin bu kez meydanlara tatminkar alım gücü sağlayacak bir maaş için dökülmesi kaçınılmaz olacak gibi görünüyor.

Kurem: Nilüfer’i çalışarak kazanacağız…

Kurem: Nilüfer’i çalışarak kazanacağız…

Norm Haber’de yayınlanmaya başlanan Yerel Bakış programının ilk hafta konuğu AK Parti Nilüfer İlçe Başkanı Eşref Kurem oldu.

Kurem, ilkokula Osmangazi’de başlayan, ardından Yıldırım’da iş hayatına başlayan, sonrasında Nilüfer’e taşınan bir siyasetçi.

AK Parti İl Yönetiminden Nilüfer İlçe Başkanlığına geçiş yapan bir siyasetçi.

Öte yandan iktidarın muhalefet olduğu bir ilçede kuru kuruya muhalefet yapan bir isim değil. Yeri geldiğinde övmeyi de biliyor.

Yiğidin hakkını yiğide veriyor.

Her şeyden önemlisi samimi, yapmacık değil.

Yerel Bakış’ta konuğumuz olan Kurem’e biz sorduk o yanıtladı.

O sorduğumuz sorular içerisinde birkaç soruyu bu köşeden yazacağız.

Onlardan ilki AK Parti neden Nilüfer’de iktidar olamıyor sorusu idi.

Bu noktada Kurem, “AK Parti İstanbul Şişli, Beşiktaş, Ankara Çankaya, Bursa Nilüfer’de belediye başkanlığı kazanamıyor. Burada yaşayan halk, refah seviyesi AK Parti İktidarında gelirini en çok arttıran kesimler. Ama bunun sosyolojik olarak incelenmesi gerekiyor” dedi.

Gerçekten de oldukça ilginç…

Oy oranı aynı…

Alınan oy rakamsal olarak büyüyor ama oransal olarak büyümüyor.

Yine nasıl belediye başkanlığını kazanacaksınız sorusuna Kurem “çok çalışarak” dedi.

Ardından Nilüfer Belediye Başkanı Turgay Erdem’in katı atık bedellerinden ciddi kaybımız var yakınmasına da Kurem “Nilüfer’in nüfusu 518 bine ulaştı, artı gelen gelirler var onlardan neden bahsetmiyor” diyerek yanıt verdi.

Yine kaçak yapı ile mücadele noktasında Erdem’in kaçak yapılan yerler hazineye gelir irad elde edilsin önerisine ise “Öncelikle kaçak yapıya karşıyız, ama özellikle bu konuda pandemiden sonra insanlar köylere kaçtı bunlarla ilgili bir düzenleme yapılması şart” dedi.

Yine Görükle’de mera alanı ile olarak da çekimser oy kullanmaları konusunda ise “Planda doğrular da var eksiler de eksiler düzenlenirse tabii ki destekleriz” dedi.

Vatandaş en çok neden şikayetçi oluyor sorusuna ise “Hayat pahalılığından” diyerek samimi yanıt verdi.

Kurem, çalışmalarında samimi…

Ama sandıktan ne çıkar?

Onu ilerleyen süreçte göreceğiz.

BURSASPOR ENTÜBEDEN KURTULABİLECEK Mİ? 

Bugün Bursa’da herkesin hem fikir olduğu konulardan biri de Bursaspor’un 2.lige düşmesi. Herkes üzgün,

Sadece Bursaspor düşmedi.

Bursa da düştü.

Bu düşüşün şampiyonluğumuzun yıldönümüne denk gelmesi de ayrı bir acı yaşattı.

Artık bundan sonra bize düşen entübe olan Bursaspor’un fişini çekmek mi?

Yoksa hayata tutunması için elbirliği ile hareket etmek mi.

Bir tarafta 100 milyon dolarlık borç,

Diğer tarafta ise sportif başarısızlık.

Ne demek gerekiyor?

İnanın kelimeler yetersiz kalıyor.

 

Elin takımı 25 milyonluk bütçe ile süper lige çıkarken, biz de 100 milyonluk harcama ile alt lige düşüyoruz.

Bu durumda geriye yapılması gereken tek bir şey var.

O da borçları temizlemek.

Sırasıyla Recep Bölükbaşı, Ali Ay, Mesut Mestan, Erkan Kamat, Emin Adanur yönetimlerinde görev yapmış isimlere gidip, alacakları varsa silmelerini rica edecek bir komisyon kurulmalı.

Sonrasında ise Özlüce’ye kilit vurup Vakıfköy’e taşınmak burayı fonksiyonel hale getirip kendi öz kaynaklarımızla ait olduğumuz yere çıkmak için bir an önce çalışmalara başlamak.

Yoksa yarın geç olacak!

Bizden hatırlatması…